GÜLLERİN AĞITI 1. KOPAN BAĞLAR

 Selamlar,

Herkese merhaba,

Umarım iyisinizdir.

GÜLLERİN AĞITI, ADEN HİKAYESİNİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR ANCAK BAĞIMSIZDA OKUNABİLİR. AMA FAZLA KARAKTER İÇEREN BİR HİKAYE OLDUĞU İÇİN ADEN'E GÖZ ATIP BURAYA GELEBİLİRSİNİZ :)

Aşağıda karakter soyağacında yaşlar eklenmiştir. İnceleyebilirsiniz.

1. ADEN EVRENİ SOYAĞACI

 ADEN EVRENİ SOYAĞACI

2. GÜLLERİN AĞITI SOYAĞACI

EĞİK YAZI OLAN DİYALOGLARDA PORTEKİZCE KONUŞULMAKTADIR

EĞİK YAZI OLAN DİYALOGLARDA PORTEKİZCE KONUŞULMAKTADIR. !!!!!

BÖLÜM ŞARKISI
☆ CEM KARACA-KENDİM ETTİM KENDİM BULDUM

* Cici ismi hikayede yazıldığı gibi ve ilk hece uzatılarak okunmaktadır.

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Satır aralarında görüşelim 👋🏻

18.02.2024

KEYİFLİ OKUMALAR

GÜLLERİN AĞITI 1

GÜLLERİN AĞITI 1. BÖLÜM

"KOPAN BAĞLAR"

Her acı bir mutluluğa muhtaçtı.

Her mutluluk bir hüzne,

Her hüzün bir yalnızlığa...

20 EYLÜL 22.43 / Brezilya- Sao Paulo

Yaşam zamansızlığın zamanında akıp gidiyordu. Akrep sabırsız, yelkovan umursamazdı. Zaman yaşamı, yaşananı, yaşatılanı unutturmuyordu. Yaptığı tek şey hissizliği öğretmekti. Hissizdim... Yaşamın ortasında, kalabalığın içinde, kendi mabedimde. Gülen dudaklarımdı, gören gözlerim, duyan kulaklarım, hisseden tenimdi. Lakin hissizlik bir sarmaşık misali tüm ruhumu sarmıştı.

"Her şeyin bitip gitmiş olmasını dileyen bir dua titriyordu dudaklarında, büyük, acısız bir hiç, bir hissizlik ve bir şeyleri düşünmemek, ani ve kesin bir bitiş, kendisini bir kâbustan kurtaracak o uyanışı diliyordu..." diyordu okumaktan eskittiğim Erika Ewald'ın Aşkı kitabında Stefan Zweig.

Her şey bitip gitmişti. Acılar içinde bir hiç, düşünceler denizinde boğulan hissizlik, ani ve keskin kramplara sebep olan kabuslar o gidiş ve bitişle başlamıştı. Her şeyin bir sonu vardı ama bazı sonlar fazla zamansız fazla acımasızdı. Bazen bazı şeyler bitiyordu, bazen bazı şeyler oluyordu ve bazen bazıları gidiyor ve sen hiçbir şey yapamıyordun...

Siyah filmli camda gezinen bakışlarımı kendimden kaçırıp başımı tavana doğru kaldırdım. Beyaz ışıklar cızırdayarak yanıyordu. Kısa ama kıvrık olan kirpiklerimi kırpıştırıp başımı önüme eğdim. Masanın dağınıklığında dolanan bakışlarımı yer yer ojeleri çıkmış tırnaklarıma sabitledim. Sürmeyi sevmez, sürünce de kendi kendine çıkana kadar dokunmazdım.

"Cici, çıkmayacak mısın?" başımı çevirmeden sol tarafımdan bana yaklaşan adama baktım. Lisans döneminde ortak derslerden tanıdık olan birkaç kez aynı masada yemek yediğim ve son günlerde ortak bir ders projesinde birlikte görev aldığım Gabriel'di.

"Bilmem, sabahlarım diye düşündüm," dediğimde dudağının sol tarafı kıvrıldı.

"Çok çalıştın, çalıştık bugün de yorucuydu. Haydi kalk bir şeyler içip dağılalım," normalde kabul etmeyeceğim bir teklifti ancak son zamanlarda peşimi bırakmayan geçmişin sisi beynimi uyuşturma isteğimi ortaya çıkarıyordu. Düşünmedim, saatlerdir oturduğum plastik sandalyeden kalktım.

"Tamam, çıkalım..."

Sao Paulo'nun en işlek caddesindeki barlarından birisine oturduk. İçkilerimizi söyleyip sessizliğe gömülünce yerimde rahatsızca kıpırdandım. Bakışlarımı siyaha yakın kahvelikteki gözlere sabitleyip çatık kaşlarımın altında ona nasıl seslenmemi istediğini sordum. Fakültede genellikle soyadı ile hitap ediliyordu. Ben herkese soyadlarıyla hitap ediyordum lakin bir kısım bana Cici demeyi tercih ediyordu.

"Gabriel, Gabi... istediğini söyle," dediğinde başımı aşağı yukarı salladım. Meraksız, acelesiz bakışlarımı etrafta gezdirdim. Çoğu kişi ayakta çalan müziğin ritmine ayak uydururken bizim gibi oturan nadirdi.

"Cici, istersen kalkabiliriz?" dediğinde başımı bu sefer sağa sola salladım.

"Üzgünüm. Bu aralar fazla yorgun ve yoğunum senlik bir durum değil," dudak büküp göz kırparak başını eğdi.

Çevremdeki insanların sevdiği, beğendiği bir adamdı. Güçlü ve albenili dış görünüşü, sıcak bakışları vardı ancak benim soğukluğumu eritecek kadar da değildi. Burada yakın olduğum birkaç kişi aramızı zamanında yapmak istemiş ama benim isteksizliğimi fark edince ısrar etmemişlerdi. Gabriel ise hep belirli bir mesafede durmuş lakin bana karşı hisleri olduğunu da hissettirmişti.

İçkiler geldiğinde garsona teşekkür edip bahşiş verdi. Onu incelerken bakışlarımız çakıştı. Gülümseyerek sandalyesini bana biraz daha yaklaştırdı. "Uzun zamandır buradasın?" dedi sorar gibi. Daha önce hiç baş başa vakit geçirmemiştik. Yanımızda mutlaka birileri olur ve biz o birileri ile muhabbet ederdik.

"Evet, on yıl oldu..." kafamın içinde film geriye sardı. Bu anda kalamayıp bu şehre ayak bastığım ilk güne gittim. On sekizinde, üniversite heyecanı yaşayan mutlu, rengarenk ve cıvıl cıvıl olan o kız çocuğu değildim artık. Yirmi yedi yaşında; mutsuz, umutsuz, öylesine yaşayan bir kadına dönmüştüm.

"Cici, Cici hey! İyi misin?" dalıp gittiğim o kuyudan Gabriel'in sesi çıkardı beni. Silkelendim, kirpiklerimi kırpıştırarak baktım ona.

"Boş ver beni. Sen anlat," dediğimde beni endişeli bakışlarıyla süzdü ve ardından nazikçe gülümseyip kabalığımı kendince örtbas etti.

"Okey! O zaman sana seni kendine getirecek bir haber vereyim mi?" dedi tüm havayı değiştirerek. Heyecanlıydı. Ellerini masaya yaslayıp onu daha iyi duyabilmem için bana doğru eğildi.

"Ne haberi?" dediğimde gülümsemesi büyüdü.

"Amazon Ormanları Araştırmaları için yeni bir ekip kurulacak," kaşlarım derinden çatıldı. Bu beklemediğim bir haberdi.

"Ne?" güldü ve bana manalı bir bakış atıp hevesle dudaklarını dişledi.

"Listede bizde varız!"

"Ne?" kıkırtıları güzel bir melodiyi andırınca dudaklarım istemsizce kıvrıldı. Yüreğim uzun zaman sonra ilk defa bu kadar hızlı çarpmaya başlamıştı. Bunun nedeni Gabriel mi yoksa verdiği haber mi kestiremedim lakin kalbimin çarpıntısı büyüdükçe büyüyordu.

"Profesör Mendes'in asistanından bizzat öğrendim. Heyete ilk olarak ikimizi sunmuş," kalbimin atışlarını damağımda hissediyordum.

"Ciddi misin?" dedim inanamayarak. Böyle bir şansı tam beş yıl önce yüksek lisansımın son senesinde elde etmiştim ama hayat sürprizlerden ve kaderin çizdiği yollardan ibaretti.

"Evet Cici..."

Gözleri ısırdığım dudaklarıma kayınca yutkundum. Kıkırtılarıma engel olamayınca onun da gülüşü eklendi gülüşlerime.

"Son zamanlarda aldığım en güzel haberdi. Teşekkürler Gabriel," dediğimde yüzünde güller açtı.

Sessizliğin yerin uzun sohbetler alınca Gabriel artık benim için bir yabancı değildi. İçkiler zamanla birlikte su gibi akıp gitti. Gecenin ilerleyen saatlerinde mekândan kalkıp evime doğru yol aldık. Taksi evimin önünde durduğunda Gabriel bana "iyi geceler," diledi. Ona bakıp gülümsedim ve taksiden indim. Kapıyı kapatmadan elimi uzattığımda yüzünde derin, içten bir gülüş belirdi.

Birbirine karışmadan tutunan parmaklarımızla sessizlik içinde bahçemden geçip evimin önüne geldik. Kapıyı açtığımda ona girmesi için başımla işaret ettim. Peşinden girip kapıyı kapattığımda bakışlarımız birbirine düştü. Uzun zamandır hissettiğim yalnızlıktandı belki onu geceme kabul edişim, bana verdiği haberin mutluluğundandı belki de. Sebep ya da sonucu ne olursa olsun dedim o an içimden. Bu geceyi yalnız geçirmek istemiyordum.

Gözlerimiz birbirimizin yüzlerinde gezinip sonunda dudaklarımızda son bulduğunda ikimizde aynı anda hareketlendik. Kavuşan dudaklarımız hoyrattı. O, uzun zamandır arzu ettiği şeye kavuşuyordu ben ise aklıma dağıtmak için ilk simide tutunuyordum.

Birbirimizi çekiştirerek içeri geçtiğimizde o an gözüme salon ya da yatak odası çok uzak göründü. Onu hemen girişteki Amerikan mutfağa yönlendirdim. Beni belimden kavrayıp ters döndü ve bedenimi ada tezgâha bıraktı. Dudaklarımız birbirinden koptuğunda nefes nefese baktık birbirimize. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırıp dudaklarını burnumun üstüne doğru öpmek için uzattığında başımı geri çektim. Bu temas benim için duygusal bir bağın çağrışımıydı ve ben Gabriel ile ya da herhangi başka bir erkek ile böyle bir bağ kurmaktan imtina ediyordum.

Gabriel'in kaşları çatılır gibi oldu ancak bakışlarının düzelmesi saliseler ile yarıştı.

Dişlerini çeneme sürtüp dudaklarını boynuma indirdi. Tenimde cebelleşen nefesleri beni kendimden geçirirken bedenimi tamamen tezgâha yatırdı. Başım tezgâhın kenarından boşluğa düştüğünde uzun, saman sarısı saçlarımın tezgâhın kenarından salındığını hissettim. Gabriel'in dokunuşları boynumdan gerdanıma düştüğünde titrek bir nefesle gözlerimi araladım.

Aldığım o titrek nefes boğazımın orta yerinde kalakaldı. Tam karşımda, sarı ışık saçan gece lambamın yanındaki berjerde yayılarak oturmuş, bir eli çenesinde diğer eli göğsünde sürünen Lilith'nin üzerinde olan ve gözlerini bana dikmiş bakan bir adam vardı...

"Cici, çok güzelsin!"

Gabriel'in sesiyle kendime gelip onu hızlıca üzerimden iterek tezgâhtan indim. Gabriel şaşkınlıkla ne olduğunu sorarken iki adım atıp Amerikan mutfaktan salona geçen eşikten geçip karşımda tüm rahatlığıyla oturmuş bizi izleyen adama baktım. Büyüktü. Gerçek manada bedenen büyüktü. Kalbim korkuyla çarptığı sırada Gabriel beni aniden kolumdan tutup arkasına çekti.

"Cici, tanıdığın biri mi?" başımı hayır anlamında salladığımda ben iyice arkasına çekip karşımızda oturan adama "sen de kimsin?" dedi ama sorduğu soru adamda bir etki yaratmadı. Yabancı adam cebindeki elini çıkarıp gece lambasının ışığını yükseltti ve bakışlarını tekrar bize çevirdi.

Rengini seçemediğim kısık bakan gözleri sadece benim üzerindeydi. İfadesiz ve çatık bakışları Gabriel ile aramızda dolandıktan sonra göğsüne yaslanmış Lilith'nin başını parmak uçlarıyla okşadı.

"Sana kimsin diye sordum! Cici polisi ara!" Gabriel'in endişeli sesiyle hareketlenecekken yabancı adamla göz göze geldik. Sert bir tavırla tüm odağını bana çevirdi. Diliyle kalın dudaklarını ıslatıp kastığı çenesiyle Gabriel'i işaret etti.

"Adamı gönder!" gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Türk'tü.

"Sen..." dedim lakin şaşkınlık, merak ve korkudan bir türlü devam edemedim. Oturduğu yerde dikleşti, gözlerini daha da kısıp yeniden konuştu.

"Adamı gönder dedim, konuşacaklarımız var!" güçlü soluklar alıp kendimi toparlamaya çalıştım.

"Kimsin sen? Benim evimde ne işin var!" düşüncelerimi dile getirip aniden adama doğru hareketleneceğim sırada Gabriel engelledi. Beni yeniden arkasına doğru çekip pantolonun cebinden telefonu çıkardı.

"Mesele kardeş ve kuzenlerin ya da her ne haltsalar işte..." sesindeki tahammülsüzlük tüm bedenine sirayet etmiş gibiydi.

Ne?" dedim panikle. Ne diyordu bu adam! Gabriel'in arkasından tamamen çıkıp karşımda rahatından hiç ödün vermeden oturan adama yaklaştım.

"Şimdi gönder şu adamı da konuşalım!" dediğinde arkamdan Gabriel'in sesi geldi. Polisi arıyordu. Arkama dönüp elinden telefonu aldım ve hızla kapattım. Gabriel, anında çatılan bakışlarıyla yüzüme baktı. Böyle bakmakta haklıydı. Doğru olan ve yapılması gereken polisi aramak ve evden hızlıca uzaklaşmaktı lakin bu adam ciddiyse söz konusu olan şey kardeşlerimdi.

"Cici?" şaşkınlığı devam ediyordu.

Gabriel git, sorun yok," bana inanamayarak bakınca yutkundum.

"Gerçekten... Sorun yok, arayacağım ben seni!" dediğimde bir bana bir adama baktı.

"Cici hemen polisi arıyorum!" ellerimi havada hayır anlamında sallayıp göğsüne yasladım.

"Hayır, hayır Gabi. Ailemle ilgili. Müsaade et lütfen!" dedim.

"Delirdin mi sen? Evinde yabancı biri var! Üstelik kucağında da bir piton var," Gabriel'e bakarken aldığım nefesleri oflayarak bıraktım.

"Gabi, lütfen... Aile meselesi. Ve o benim pitonum!" dediğimde gözleri şaşkınlıkla açıldı. Adama ve koynunda süzülen yılanıma baktığında başını sağa sola sallayıp derin nefesler aldı.

"Hemen kapıda olacağım Cici. Kapıyı da kapatmayacağım. Bağırman yeterli olacak!" dedi ve ben bir şey diyemeden evden çıktı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra hızlı adımlarla mutfağa ilerleyip ışıkları yaktım. Adamı daha iyi görebilmek için ada tezgâha yaklaşıp ona baktım.

"Evet?" dediğimde dudaklarının sol köşesi arsızca kıvrıldı. Cevap vermeyince başımı hayırdır dercesine salladım.

"Konuşacak mısın?" kaba sesim ve gergin halim istemesem de korkumu ele veriyordu.

"Bu gerginliğin sebebi sevişememek mi?" dediğinde adamın bu rahat ve umursamaz tavrı karşısında ağzım az kalsın açık kalacaktı. Dişlerimi sıkıp çenemi gergince kastım. Gözlerimiz fütursuzca birbirine meydan okumaya başlayacakken gözlerini ilk kaçıran o oldu.

"Kardeşlerimle alakan ne?" dedim. Ellerimi tezgâha yaslayıp tetikte beklemeye başladım. Neyse ki bıçak setlerim ada tezgâhın üzerindeydi.

Hareketlendiğinde Lilith tıslayarak boynuna doğru süzüldü ancak adam, daha fazla izin vermeyip belini sarıp göğsünde sürünen Lilith'i bedeninden biraz zorlanarak ayırıp berjerden kalktı ve kızımı kalktığı berjerin üzerine bıraktı. Lilith ise kıvırılarak berjerden sürünüp gözden kayboldu. Yuvasına gideceğini bildiğimden içim bir nebze rahattı.

Bakışlarım bana yaklaşan adama kaydı. Adımları ada tezgâhın diğer tarafında durdu. Benden en fazla on santim kadar uzun ve yapılıydı. Fazla yapılıydı. Onunla kendi evimde değil de dışarıda rastgele karşılaşsak vücut geliştirmecisi olduğunu düşünürdüm. Omuzları geniş ve yayvandı. Üzerindeki siyah tişörtü çok bol durduğu halde bedeninin büyüklüğünü gizleyemiyordu.

Ona baktım. Kavruk bir teni ve çirkin bir yüzü vardı. Oval ama belirgin hatları olan yüzünde ufak tefek eskimiş yara izleri vardı. Kaşları gür ve koyuydu. Başında şapkası vardı. Gözleri kara bakışlarıysa pusluydu. Gözlerim dudaklarına kaydı. Sus çizgisinin sol hizasında oldukça belirgin bir kesik yarası vardı. Dikişlerinin gelişi güzel atıldığı buradan bile belli oluyordu. Çirkindi ancak çekici ve farklı bir aurası vardı.

"Demek Toral ve Uyguroğullarının biriciği sensin!" sesindeki alay elle tutulacak cinstendi. Beni süzen gözleri tezgâha tutunmuş ellerime kaydığında sesindeki alay gülüşüne sirayet etti.

"Bir daha sormayacağım! Sen kimsin ve kardeşlerimle alakan ne?" o gözlerini gözlerimden çekmezken ben sol elimi yavaşça bıçakların olduğu yere uzattım. Gözleri saliselik bir anda elime kaydı. Dudağının kıvrılışı anbean büyürken herhangi bir müdahalede bulunmadı.

"Ben, senin kardeşlerinin freni patlamış kamyon misali ölüme koşarken peşlerinde sürükledikleri çocukların abisiyim!" dedi hiddetle. Aklım, kulaklarımın duyduğunu kabul edemedi bir an. Ne demek istediğini ne saçmaladığını kavrayamadım.

"Ne demek ölüme koşuyorlar ne saçmalıyorsun sen? " bana aynı, düz ve puslu bakışlarıyla baktı.

"Uzay..." duyduğum isim yutkunmama yetti. Gözlerime bakan gözleri daha da karardı. Bakışlarımı kaçırıp ada tezgâhın beyaz yüzeyine baktım. Aklımda dolanan tilkiler kalbimin atışlarını git gide hızlandırıyordu.

"Topladı herkesi! Andre, Hayat, Dağhan, Yalın... Peri! " dedi Peri'nin ismini baskın bir tonda söyleyerek. Nefeslerim göğsümde sıkışır gibi oldu.

"Sen onları nereden tanıyorsun nasıl... Nasıl?" aklım mantığım duyduklarıma anlam veremezken daha fazla konuşamadım.

"İntikam alacaklar güya... Nasıl bir pisliğe bulaşacaklarını bilmiyorlar. Ölecekler Toral eğer engel olmazsak benim kardeşlerimin de ölümüne sebep olacaklar ve ben..." ada tezgâhın etrafından dolanıp geri çekilmeme fırsat vermeden hemen arkamda durdu. Ellerini benim ellerime bastırarak dudaklarını sol kulağıma yasladı.

"Ben kartlarımı açık oynarım Toral! Eğer senin kardeşlerin yüzünden benim kardeşlerimin başına bir şey gelirse... Ailenizin yedi ceddini bu cihandan silerim!" tehdidi açıktı. Derin bir nefes alıp ellerimi ellerinden kurtarıp tezgahla onun bedeninin arasından sıyrıldım. Ondan birkaç adımda uzaklaşıp titreyen ellerimle saçlarımı savuşturdum. Duyduklarımı sindirdikçe yüreğime çöreklenen sızı boğazımı düğümlüyordu.

"Bak, ben ne saçmaladığını anlamıyorum!" anlamıştım lakin anlamak istemiyordum.

"Uzay intikam istiyor. Karşısında kimlerin olduğunu bilmiyor olacak ki bu bok yoluna hem kendi kardeşlerini hem de benim kardeşlerimi sürüklüyor!" kardeşlerime duyduğu öfke sesinde çınlıyordu. Bir an gözlerinde takıldım. Kardeşleri için bu kadar endişelenmesi daha da korkmamı sağladı.

"Başları belada mı?" sesimin titreyişini engelleyemedim. Ellerini iki yana açarak üzerime doğru yürüdü.

"Sence? Ne anlatıyorum kızım ben sana!" dedi bağırarak. Başımı sağa sola salladım. Ne dediklerine inanabiliyordum ne durumu kabullenebiliyordum. Bu söyledikleri deli saçmasıydı.

"Yok, yok olmaz... Ben daha bu sabah konuştum hepsiyle. Konuştum tamam mı? Hepsi hayatına devam ediyor, hepsi kendi düzeninde yaşıyor... Görüşmüyorlar bile neden bahsediyorsun sen Allah aşkına!"

"Aklın almıyor mu senin?" bağırışı tüm evde yankılandı. Onun bağrışı ardından Gabriel'in sesini duydum lakin onun sesine başka seslerde karıştı. Bir tepki veremezken kabasakaldan farkı olmayan adam beni kollarımdan tutup sarstı.

"Ölüme gidiyorlar diyorum sana be kadın! Belanın kucağına arkalarına bakmadan koşuyorlar diyorum! Ne boku anlamıyorsun sen?" gözlerimi kaçırdım. Yıllar öncesi duyduğum onca cümle birbiri ardına zihnimde patlayıp aklımı bulandırdı.

"Bırak!" kollarında çırpınıp kıskacından sıyrıldım. Ona arkamı dönüp etrafa bakındım. Dış kapıya giden koridorda yerde öylece duran çantama koşup içinden telefonumu çıkardım. İlk önce kız kardeşim Peri'yi aradım lakin kapalıydı. Sonra sırayla kuzenlerimi aradım fakat karşılaştığım sonuç aynıydı.

"Yok, bunu yapmış olamazlar. Böyle bir şey yapamazlar. Olmaz, olmaz!" ileri geri yürüdüm, sağa döndüm sola döndüm.

"Benim gitmem lazım. Türkiye'ye dönmem lazım. Babam... Babam halleder, bulur onları," deyip odama koşacağım sırada beni kolumdan çekip bedenimi bedenine yasladı.

"Babanı unut! Bu işi sen ve ben çözeceğiz!" kaşlarım anında çatıldı. Ellerimi göğsüne yaslayıp iteklemeye çalıştım lakin gram etki etmedi. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp karanlık gözlerini gözlerime dikti.

"Sen ve ben Toral! Gidecek ve kardeşlerimizi alacağız! Aksini der, benden bağımsız hareket edersen sonuçlarına katlanırsın! Ne baban ne başka biri. Sadece ikimiz!" dedi tane tane konuşarak.

"Sen kimsin ya! Sen kimsin beni tehdit ediyorsun?" yüzünde beliren sırıtış fazlasıyla rahatsız ediciydi. Gözleri yavaşça yüzümde dolandıktan sonra sırıtışını yüzünden sildi.

"Tanışacağız Toral, tanışacağız!"

Hınçla iteledim onu. Beni kendi isteğiyle bıraktığında ondan uzaklaştım. Stres ve gerginlikten terleyen tenime yapışan saçlarımı gelişi güzel tepemde kendine doladım. Güvenli alanım olarak gördüğüm mutfağa hızlı adımlarla ilerleyip ada tezgâhın önünde durdum. Güçlü bir solukla kendimi sakinleştirip tekrar döndüm ona.

"Aileme gitmek en doğrusu. Babam başsavcı. Dayım da eski başsavcı! Hem ailemin eli kolu uzundur! Anında bulurlar çocukları," dediğimde bana alayla gülerek baktı.

"Sence ben bunları bilmiyor muyum?" kollarını göğsünde bağlayıp bana küçümseyen bakışlar attı. Biliyordu. Beni, kuzenlerimi, kardeşlerimi, ailemi... Her şeyi biliyordu.

"Ailenin bu işe bulaşması demek ailemi tehlikeye atmak demek!" tavrı oldukça netti.

"Ne?" çatık kaşlarım daha da çatıldı. Büyük adımlarla yanıma gelip tam önümde durdu.

"Hak, hukuk, adalet timsali olan senin ailen; illegal olmanın kitabını yazmış olan benim ailem!" dalga geçer gibi gülüp başını hafifçe sallayıp burnunu sıkıp bıraktı.

"İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Yusuf Toral'ın namını bilmeyen yok! Eh, dayının da babandan farkı yok... Anlayacağın Toral, ailemi senin ailene yem etmeye hiç niyetim yok!" titrek nefesler alıp dudaklarımı ıslattım. Ona ne saçmaladığını soracaktım lakin o konuşmaya devam etti.

"Gerçi işlerinde denildiği gibi çok iyi olsalardı, ailen bu durumda olmaz, o geri zekalı kardeşlerinde benim kardeşlerimi bir hiç uğruna peşlerinde sürüklemezlerdi!"

Gözümün kararması, avcumda yayılan keskin acı ve kulağımda çınlayan seste anlıktı. Attığım tokadın etkisiyle başı yana düşmüş kalkan kaşlarıyla sabit bir noktaya bakarken bir kez daha tokat attım.

"Ne diyorsun sen be! Ne diyorsun!" ben ona vurmaya devam ederken başını ağırca bana çevirdi. Aynı ukalalık ve acımasızlıkla sözlerini tekrarladı.

"Bir hiç uğruna sevdiğim kimseyi kaybedemem!"

"Senin hiç dediğin şey katledilmiş bir hayat!" elim yeniden kalkmıştı ki bileğimden tuttu. Duygusuz bakışlarıyla yüzünü yüzüme yaklaştırıp sıkılı dişlerinin ardından konuştu.

"O hayat sizin yüzünüzden katledilmiş. Sizin ihmalkarlığınız yüzünden! Bunun sorumlusu ne ben ne ailem ne kardeşlerim!" sık sık alıp verdiği nefesleri yüzüme vurdu. Gözlerim anlık yanağına kaydığında teninde oluşan hafif kızarıklığı fark ettim.

"O yüzden sus ve ne diyorsam onu yap! Ailen işin içine girerse benim ailemde girer ve bu iş büyür gider. Sen ve ben sessizce gidecek kardeşlerimizi alıp yollarımıza bakacağız... Aksi takdirde ailen aynı acıları tekrar tekrar yaşayacak ve bunu yapan ben olacağım!"

Onu yine itekledim. Geri çekilip bana bir alan yarattığında tezgâhın üzerindeki bıçak setinden bir bıçak çekip ona atıldım ve bıçağı gırtlağına dayadım. Hiçbir tepki vermedi. Ne elimi tuttu ne beni itmek için bir hamle yaptı.

"Bir daha beni tehdit edersen ailesine cenazesi gidecek olan ben ya da kardeşlerim değil sen olacaksın haberin ola!" alaylı ve küçük gören bakışları yüzümde dolandıktan sonra bıçağı tutan elime kaydı. Başını bana doğru yaklaştırınca tenine yasladığım bıçağın ucu cildini kesti.

"Yap o zaman!" dediğinde gözlerimi kırpıştırdım.

"Ne?" gözlerini devirdi. Elimi sıkıca tutup bıçağı boğazına bastırdı.

"Yap, öldür beni!"

Ne?" dedim bir kez daha.

"Ne demekten başka bir şey bilmez misin sen?"

Elimi elinden kurtarıp bıçağı tezgâhın üzerine gelişi güzel fırlatıp ondan uzaklaştım ve arkama döndüm. Ellerimi yüzüme bastırıp sakinleşmeye çalıştım. Ellerimi belime yaslayıp ona döndüm.

"Sana neden inanayım?" dedim.

Gözlerini kapatıp ellerini benim gibi beline yasladı ve sakin nefesler alıp verdi. Bakışlarımız kesiştiğinde elini pantolonun arkasına attı ve telefon çıkardı. Birkaç saniye sonra telefonu tezgâha bırakıp bana bakmaya devam etti. Telefondan birden "Abi?" diyen kaba bir erkek sesi yükseldiğinde kaşlarım çatıldı.

"Ne durumdalar?"

"Spor salonu kapalı. Kimse çıkmadı dışarı. Ama iki saat kadar önce Ekin ve Uzay denilen çocuk çıktılar on dakika sonra peş peşe iki arabayla geri döndüler. Gitmeye hazırlanıyorlar," telefondaki adam sustuğunda ona baktım.

"Sana neden inanayım?" sorumu tekrarladığımda çenesi kasıldı. Dudakları kapalı olsa da dilini ısırdığını fark ettim.

"Fotoğraf at!" diyerek telefonu kapadı ve çok geçmeden tezgahtaki telefonu iteledi. Telefon, tezgâhın bana yakın olan kısmında durduğunda gözlerimi adamdan çekmeden telefonu alıp açık ekrana baktım.

Fotoğrafta iki genç vardı. Biri tıpkı karşımdaki adama benzeyen yirmilerinin ortasında bir adamken diğeri Uzay'dı. Ortanca dayımın oğluydu. Tabelasında Tartaros yazan bir spor salonunun önünde iki aracın önünde durmuş bir şeyler konuşuyorlardı.

"Peki sen bu olayı nasıl öğrendin?" dediğimde ellerini beline yaslayıp bana doğru bir iki adım attı.

"Öğrendim işte! Takıldığın şey bu mu?" ona boş bakışlar attım.

"Bak nasıl, nerede, kim sayesinde tanıştılar da bu kadar yakın oldular ve ben bunu nasıl gözden kaçırdım bilmiyorum..." telefondaki bakışlarımı ona çevirdim. Sıkkın ve endişeli bir hali vardı.

"Bildiğim tek şey kendilerini tehlikeye hem de büyük bir tehlikeye atacakları. Kuzenini öldürenler güçlü ve tehlikeli... Gerçekten tehlikeliler ailen bile bir şey yapamamış boyun eğmişken Uzay ne yapacağını sanıyor?" öfkesine alaylı ifadesi karıştı. Sol elini kaldırıp alnını ovaladı ve bakışları tekrar beni buldu.

"Peşlerinden tek gider kardeşlerimi alır dönerdim ancak belli ki Ekin ve Ekim'in çok değer verdiği birisi Uzay. Zarar görmesini istemem çünkü sonunda üzülen kardeşlerim olur! Aksi takdirde gerçekten canları cehenneme umurumda olan tek şey kendi kardeşlerim," nefesini verip burnunu sol elinin baş ve işaret parmağı arasında sıkıştırdı. Kollarımı göğsümde bağlayıp ona izledim.

"Şimdi ikna olduysan gidelim mi?" elimdeki telefona tekrar baktım. Uzay'ı inceledim. Sarı saçları kısacıktı. Boyu uzamış, vücudu gelişmişti. Çatık kaşları, keskin, kararlı ve korkusuz bakışları telefondaki fotoğraftan bile anlaşılıyordu.

Derin bir nefes alıp verdim. Uzay eğer bir şeye karar verdiyse mutlaka yapardı. Karşımda adını bile bilmediğim bu adam doğruyu söylüyorsa diğerleri de Uzay'ın yanındaydı. Çünkü onların kitabında anca beraber kanca beraber yazılıydı.

Usul adımlarla adama ilerledim. Soru dolu bakışlarının altında telefonunu ona uzattığında "ikna oldun mu?" dedi bir kez daha. Başımı salladım. Gözlerimi gözlerine kenetlediğimde karanlığı fark ettim. Gerçek karanlığı ancak geri adım atmadım.

"Adın ne senin?" sorduğum soruyu neden bilmem ama komik buldu gibi hissettim. Telefonunu arka cebine yerleştirip ellerini göğsünde bağladı.

"Şafak Yarkın!" Şafak, güneş doğmadan önceki aydınlık demekti ancak karşımdaki adam fazla karanlık hissettiriyordu.

"Yarkın?" dediğimde başını usulca salladı. Dudağımın küçümser bir edayla kıvrılmasına engel olamadım. İllegallik ve Yarkın muntazam bir şekilde birbirini tamamlıyordu.

"İsmimi de öğrendiğine göre hazırlan gidiyoruz!"

Uçak İstanbul havalimanına gecenin ilk saatlerinde indi. Uçaktan inip Vip bölümünden çıktıktan sonra onun yönlendirmesiyle otoparka indik. Arabaya yerleştiğimizde gördüğüm ilk andan beri yanımızdan ayrılmayan yakın koruması sürücü tarafına geçip açık camdan başını hafifçe içeri doğru uzattığında Şafak ona bakmadan konuştu.

"Mesafeni koru! Bir durum olduğunda toz ol!" dediğinde koruması başını sallayıp baş selamı vererek geri çekildi.

Şafak, koruması başka bir araca geçene kadar arkasından baktı. Adını hâlâ bilmediğim koruması kendi arabasına yerleşip bize bakınca Şafak arabayı çalıştırdı. Otoparktan çıkıp anayola girdi. Havalimanı güzergahı gecenin bu saatine rağmen kalabalıktı. Trafikten sıyrılıp tanıdık yollara saptığında nefeslerim titredi. Saatler önce yüreğime çöreklenen sızı tekrar hissettirdi varlığını. Bir zamanlar bu şehrin her köşesinde mutlu anılarım vardı. Sahil yoluna girdiğimizde boğazın karanlık sularından çektim gözlerimi. Denizler artık eskisi gibi huzur vermiyordu. Arabanın camını açıp başımı biraz dışarı çıkarttım. Esen soğuk havayla gözlerimi kapadım.

Saatler önce Brezilya'daki hayatımı Gabriel vesilesiyle yakın bir arkadaşıma emanet etmiş ve sırtımda tek bir çantayla hiç tanımadığım bir adamla başı sonu belli olmayan, karanlık bir yolcuğa adım atmıştım. Uçak yolculuğunun en başında Şafak bana neler olduğunu bildiği kadarıyla tüm ayrıntılarıyla anlattığında endişe ve korkularım daha da artmış ve ona hak vermiştim. Ailesinden çok detaya girmeden bahsedince ailemi bu işe neden bulaştırmak istemediği belli oluyordu. Ailesi benim ailemin aksine tamamen suça bulanmış illegal bir aileydi.

Ben gerçek bir Toral'dım o ise gerçek bir Yarkın.

Çocukların peşine düşmeden önce İstanbul'da görmem gereken insanlar vardı. Yaptığımız konuşmanın ardından çocukların yanına gitmeden önce İstanbul'a gideceğimi üstüne basarak söylemiş ve ardından bir anlaşma yapmıştık sonra da sessizliğe gömülmüştük. Hiç kimseden çıt çıkmamıştı. Bir bilinmezliğe gidiyordum ve düşündüğüm tek şey kardeşim ve kardeşlerimden farksız olan kuzenlerimdi.

"Sadece on dakika!" Şafak'ın keskin sesi ve duran arabayla paralel olarak gözlerimi araladım. Ona yandan bir bakış atıp arabadan inmek için hareketlendiğimde koluma asıldı. Gözlerimi devirmeden edemedim. Başımı ona çevirip sert bakışlarımı yüzünde gezdirdim.

"Uçakta konuştuklarımızı unutma Toral!"

Bir şey demeden arabadan indim. Hem karın hem de gecenin ayazı anında saldırıya geçince içim titredi. Soğuğu unutalı epey oluyordu. Üstümdeki ince cekete sarınıp kaldırıma çıktım az ötemdeki eve doğru yürümeye başladım. Büyük bahçeli, iki katlı evin önünde durduğumda bahçeye girmeden önce etrafta gözlerimi gezdirdim. Her şey aynıydı. Değişen onca şeyin içinde aslında her şey aynıydı.

Bahçe kapısını açıp içeriye bir adım attım. Evin kapısına uzanan taş yolu büyük adımlarla aşıp beyaz çelik kapının önünde durup zile uzandım ama ilk seferinde basamadım. Titreyen elimi geri indirip alnımı kapıya yasladım. Yapmalıydım, kapıyı çalıp içeri girmeli ve olanı biteni anlatmalıydım. Alnımı kapıdan kaldırdım, zile hızlıca uzanıp çaldım ve kapının açılmasını bekledim. Açılmadığında peş peşe çaldım ve kapı saniyeler sonra açıldı.

"Canan?" karşılaştığım bu özlem ve heyecan dolu tepki benim için o kadar alışagelmiş bir tepkiydi ki dudaklarımın kıvrılması saniyeler almadı.

"İz'im..." bana açtığı kolların arasına girmek için eve bir adım attım. Kapıyı kapatıp en yakın dostum olan kuzenimin kolları arasına girdim.

Sarılışımıza son verip geri çekildiğimizde ikimizin de gözleri dolu doluydu. Ellerini yanaklarıma yaslayıp başparmaklarıyla tenimi okşadı. "Nereden çıktın sen? Haber verir insan Canan. Geç geç haydi," beni peşinden salona doğru ilerletti. O koltuklardan birine oturdu ama ben ayakta durmaya devam ettim.

"Otursana," dediğinde etrafa bakındım.

"Yusuf Ali yok mu?" kaşları çatıldı.

Hep kıskandığım uzun ve kıvrık kirpiklerini hızlıca kırpıştırdı. Titremeye başlayan ellerini bacaklarına yaslayıp "ne oluyor Canan?" dedi.

"Sakin ol önce. Aradım ama dönmedi. Mesajlara da... Yusuf Ali ile görüşmem lazım sadece," dedim.

"Canan saat gecenin üçü neredeyse. Eve gittin mi?" diye sorunca güçlü nefesler aldım.

"Direkt buraya geldim. Yusuf Ali'ye ihtiyacım var nerede?"

"O çiftlikte, atlar mı ne zehirlenmiş orada iki gündür." dedi.

"Atlar mı zehirlenmiş nasıl?" kaşlarımın anında çatıldığını görünce hemen açıklama yaptı.

"Korkulacak kadar önemli bir şey değilmiş. Biliyorsun ciddi bir şey olsa mutlaka sana danışır Ali," sakince nefeslenip başımı salladım.

Mavi gözlerim, yeşil gözleriyle denk düşünce bir sıkıntım olduğunu anladı. Titremeye devam eden ellerini bacaklarının arasına sıkıştırıp alt dudağını ağzının içine yuvarladı. İzel, korktuğunda her zaman böyle görünürdü.

"Bir şey olmuş," başımı salladım. Yanına oturup bacaklarının arasına sıkıştırdığı ellerini tutup kucağıma çektim. Elinin üzerini okşarken bakışlarımı yüzüne çıkardım.

"Çocuklarla ilgili..." yutkunamadı. Yeşilleri bir süre yüzüme daldı sonrasında başını sağa sola sallayıp aklına gelen tüm kötü ihtimalleri zihninin içinde yok etti.

"Canan," dediğinde konuşmasına devam etmeden araya kaynadım.

"İyiler İzel. Bir problem yok, en azından şimdilik!"

"Ne demek en azından şimdilik?" ellerini kucağımdan çekip ayaklandı. Bir eli belinde bir eli alnında ileri geri yürüdü.

"İzel bu meseleyi Yusuf Ali konuşmalıyım. Bana yardım edecek kişi o," dediğimde gözleri korkuyla parladı.

"Yardıma neden ihtiyacın var Canan ne oluyor söyle Allah aşkına!" yüzümü sıvazlayıp arkama yaslandım. Gözlerimi gözlerinden çekmeden dün geceden beri yaşadığım her şeyi ona anlattım.

"Bunlar delirmiş. Kafayı yemişler nasıl böyle bir işe kalkışırlar?" bağırtısı salonda yayıldı. Öğrendikleri karşısında tepkisi doğal olarak büyük oldu.

"İzel," dediysem de beni duymadı.

"Babana gidelim. Evet babana gidelim Yusuf dayım halleder," dedi büyük bir inançla. Ama olmazdı. Babama gidemezdim çünkü o lanet adamla bir anlaşma yapmıştım.

"Olmaz İzel. Olmaz... Biz Yusuf Ali ile hallederiz. Ben arayayım onu en iyisi," korku sinen gözleriyle bana baktı.

"Hayır!" bağırmasıyla kaşlarım şaşkınlıkla hareketlendi. İzel, alışkını olmadığım tepkiler veriyordu.

"Ne?" şaşkınlığımın farkına vardı lakin görmezden geldiği aşikardı.

"Olmaz. Yusuf Ali olmaz Canan... Olmaz anladın mı olmaz!"

"Saçmalama kızım ne dediğimi algıladın mı sen? Çocuklar diyorum, kardeşlerimiz... Yanlarında olmalıyız," dediysem de beni duymadı.

"Olmaz Canan. Hayır böyle bir şeye müsaade edemem!" daha fazla dayanamayıp bende bağırmaya başladım.

"Delirdin mi sen kardeşlerimiz söz konusu... Peri'yi diğerlerini geçtim kardeşin Hayat'ta onlarla!" başını durmaksızın sağa sola sallayıp "olmaz, olmaz, olmaz..." demeye devam etti.

"Sana inanamıyorum şu anda. Ciddi misin İz?" gözlerini benden kaçırıp ellerini birbirine kenetledi. Bana bir şey der umuduyla yüzüne baktım ama suskunluğu devam etti.

"Peki... Her neyse ben bulurum onu!" deyip evden çıkmak için hareketlendim. Dış kapıya açılan geniş koridora geçtiğimde İzel'in arkamdan geldiğini duydum.

"Hamileyim!" olduğum yerde kalakaldım. Ben durunca onun da adım sesleri kesildi. Usulca arkama dönüp İzel'e baktım.

"Ben hamileyim Canan," yüzünde dolanan gözlerim karnına düştüğünde dudaklarım kıvrıldı ama gözyaşlarım yanaklarımdan hızla akıyordu.

"Hamile misin?" başını salladı. Ellerini karnına sarıp başını salladı.

"Yusuf Ali olmaz Canan... Olmaz anlıyorsun değil mi beni? Yusuf Ali olmaz. Ona bir şey olursa ben, ben dayanamam... Bu seferde bebeğimi kaybet..." konuşmasına izin vermedim. Onu sıkıca sarıp göğsüme yasladığı başına sayısız buseler kondurdum.

"Tamam, tamam İz'im... Sorun yok, tamam mı? Bir şey yok..." dediğimde hıçkırıklara boğuldu.

"Özür dilerim, çok özür dilerim Canan ama ben... Ben korkuyorum bir şey olacak ve ben yine kaybedeceğim diye aklım çıkıyorken..." konuşmasına izin vermedim.

"Tamam, anladım ben seni İz. Sorun yok," başını göğsümden kaldırınca ıslanmış yanaklarını sildim.

"Çocukları da düşünme. Ben bulup getireceğim onları. Hava atmak gibi olmasın ama bir benim sözümü dinlerler," diyerek takıldım ona ama sadece başını salladı. Çenesi titriyor, gözyaşları iri damlalar halinde yanaklarından süzülmeye devam ediyordu. Islak yanaklarını öpüp kollarımı ondan çekmeden salona ilerledim. İzel'i koltuğa oturtup mutfağa yöneldim. Bir bardak su ile yanına döndüğümde suyu içmesi için uzattım.

Yanına oturduğumda İzel küçük bir yudum alıp bardağı hemen önündeki sehpaya bıraktı. Uzun kestane rengindeki saçlarını sevip elimi göbeğine yasladım. Bakınca fark edilmeyen o şişlik avucumun altındaydı.

"Kaç aylık?" dediğimde buruk bir tebessümle ellerini benim elimin yanında karnına yasladı.

"Dört bitecek," kaşlarım çatılınca başını omzuna doğru eğerek yüzüme baktı.

"Bakma öyle. Bunca zaman neden..." cümlemi bitirmeden dudaklarımı birbirine yasladım. Ağlamamak için gözlerimi kırpıştırıp yüksek tavana doğru baktım. Aldığım derin nefesler işe yaramayınca sol gözümün kenarından bir damla gözyaşı düşüp sarı saçlarımın arasına süzüldü. Uzanıp yanağımı öpünce ona baktım. Yaşadığı kayıplar onda ciddi travmalar oluşturmuşken neden söylemediğini elbette anlıyordum.

"İlk ben öğrendim sanırım," dedim. Buruk bir tebessümle başını salladı.

"Ben... Biliyorsun diğer hamileliklerimde dördüncü ayı hiç tamamlayamadım, öğrendiğimde kendi kendime söz verdim. Dördüncü ay bitmeden kimseye söylemeyecektim ama her zamanki gibi ilk öğrenen sen oldun," elimi yeniden karnına yaslayıp usulca okşadım.

İzel, Dünya ölmeden hemen önce hamile olduğunu öğrenmişti. O gün yanında olan yine bendim. Beklenmedik bir hamilelik olduğundan İzel tüm gerginliğiyle herkese bu durumu nasıl söyleyeceğini bilemeyip erteledikçe ertelemiş ve hamile olduğunu söyleyememişti. Yusuf Ali ve tüm ailemiz ne yazık ki İzel, Dünya'nın cenazesinde düşük yaptığında bebeği öğrenmişti. Ondan sonrası Yusuf Ali ve İzel için hiçbir zaman hayallerindeki gibi olmamıştı. Sessiz bir nikah, suskun bir kutlama ve sürekli düşükle sonuçlanan gebeliklerle dolu geçirdikleri yıllar. Ama her şeye rağmen sevgileri daha da harlanmış, birbirilerine olan bağları daha da düğümlenmişti. Bağları kopanların aksine onların bağları sımsıkıydı.

"Cinsiyeti belli mi?" dedim dalıp gittiğim geçmişten sıyrılarak. Başını sallayınca gözlerimi büyüterek baktım. Elimin üstüne elini yaslayıp gözyaşlarıyla gülümseyip "kızımla tanış teyzesi," dediğinde yüreğimin orta yerinde yeni bir kor yükseldi.

"Kız mı?" başını salladı. Titreyen dudaklarını birbirine yaslayıp ağlamak için gözlerini kırpıştırdı ama ikimizde salya sümüktük.

"Kız... Diğerlerinde hiç öğrenemedim ama hep erkek hissediyordum. Bu sefer ilk öğrendiğim andan beri hep kız hissettim." yanaklarını avuçlarımın arasına aldım.

"Sağlıkla doğacak, sağ salim kucağına alacaksın kızını," dediğimde gözlerinden yeniden yaşlar düştü. Ağladığı için ona kızgın kızgın bakınca burnunu çekip yaşlarını kuruladı ve kırık bir gülümseme ile karnını okşadı.

"İnşallah," onu kollarımın arasına alıp saçlarının arasına buseler kondurdum. Ayrılıp çenesini tuttum.

"Yusuf Ali'ye hemen söyle bence. Seni böyle tek bırakıp bir yerlere gitmesin!" gülüp başını salladığı sırada kapı çaldı. İzel korkuyla sıçrayıp hareket edeceği sırada onu durdurdum.

"Kalkma! Bana çalıyor o kapı," kaşları çatılınca tuttuğum çenesini sevip ayaklandım. Ben gittikten sonra vicdan yapacağını bildiğimden onu uyarma gereksinimi hissettim.

"Ben çocukları halledeceğim. Merak etme," dedim keskin bir tonla.

"Ama Canan..." İtiraz etmesine izin vermeden araya girdim.

"Aması yok. Duyulursa iş büyür. Çocukların başı ağrır bizimkilerle," kapı bir kez daha çaldı.

"Hiç kalkma... Ben sana haber vereceğim tamam mı?" uzanıp yanağından öpüp karnını son kez okşadım ve onu arkamda bırakıp dış kapıya doğru ilerledim.

"Canan, dedemler!" dedi bir anda İzel.

Ne?" her zaman verdiğim tepkiye gözlerini devirip yanıma geldi.

"Dedemlerle konuş. Onlar sessizce halleder..." bir şey demedim. İzel'e bir süre ifadesiz, boş bakışlarla baktım.

"Sen bunları düşünme sadece yeğenime odaklan tamam mı?" dediğime güldü. Elleri anında karnına sardı.

"Yeğen mi kuzen mi emin olamadım bir an ama neyse," dediğinde bu sefer gözlerini deviren ben oldum. Muhteşem soy ağacımızı çözene kadar saçlarımıza ak düşmüşken yeni bir soy ağacı muhabbetine girmeyecektim.

"Teyzelik damarları doğduğum ilk an yüklenmiş bebek. O yüzden yeğenim oluyor," güldü. Kapıya bu kez şiddetle vurulduğunda ofladım. İzel endişeli bakışlarıyla beni süzdü.

"Bir şey yok, korkma!" başını sallayıp bana bir adım daha atıp elimi tuttu.

"Söz ver sapasağlam geleceksiniz," dedi. Elimi tutan elinin üstüne diğer elimi yasladım. Yanağına bir buse kondurdum ve onu arkamda bırakarak evden ayrıldım. Kapının önünde durup soluklandım ve cebimden telefonumu çıkartıp rehbere girdim. Parmaklarım Barlas ve Ferah isimlerinde dolansa da ikisini de arayamadım. Barlas anında Yusuf Ali'ye Ferah ise babama giderdi...

Bahçeden çıkıp arabaya ilerlediğimde arabaya yerleşen Şafak ile göz göze geldim. Kaldırımdan inip arabaya yöneldiğimde öne oturmak yerine arka tarafa yerleştim. Arabanın içinde Cem Karaca'nın sesi yankılanıyordu.

Şafak, sessiz söylenişleriyle arabayı çalıştırıp yola yeniden çıktığında geçip giden yolların arasında ne yapacağımı düşünüyordum. Ne yapacaktım? Nasıl ilerleyecektim bilmiyordum. Bildiğim tek şey ne pahasına olursa olsun kardeşlerimi bulmak ve onlar zarar görmeden eve geri getirmekti.

"Bir yer daha var," dedim aniden. Öfkeyle soluklandı. Dikiz aynasından bana bakınca başımı başka bir yöne çevirdim.

"Anlamadım?" dedi öfkeyle.

"Bir yere daha gideceğiz?"

"Yok öyle bir dünya. Bir yer dedin tamam dedik. O kadar," dedi kararlı bir ifadeyle.

"İleriden u dönüşü yap!" dedim sadece. Nefes alıp verdikçe burun delikleri genişledi. Öfkeli bakışlarına aldırmadan başımı soluma çevirdim. Çok değil bir dakika kadar sonra konuştu.

"Kızım sen ne ayaksın? Ne dedim ben sana! Aileler yok basmıyor mu kafan?" dediğinde oturduğum yerde kayıp öne doğru yönelip bakışlarımı yüzüne sabitledim. Göz göze geldiğimizde onun koyu harelerinde kendi yansımamı gördüm. Bakışlarımdan rahatsız olmuş olacak ki bakışlarını başka bir yere çevirdi. Bu hareketine küçümseyerek güldüm. Gözlerini kaçıran hep o oluyordu.

"Ne anladım biliyor musun Yarkın?"

"Ne anladın Toral?"

"Beni yanına aldın çünkü kardeşlerini tek başına ikna edemeyeceksin. Çünkü kardeşlerin ile aran pek yok gibi! Hatta bence bayağı berbat," yutkunuşuyla dudaklarım kıvrıldı.

"Çünkü," dedim. Yüzümü yüzüne biraz daha yaklaştırıp devam ettim. Sürekli çünkü dememden sıkılmış gibi görünüyordu.

"Çünkü, eğer ikna edebilecek olsaydın bana asla gelmezdin. Sen kendi kardeşlerini bu işten vazgeçiremeyeceğin için beni buldun... Beni buldun çünkü benim kardeşlerimi bu işten vazgeçireceğimi biliyorsun! Eh, benimkiler vazgeçince tüm problem ortadan kalkıyor haliyle değil mi?" bir şey demedi. Öfkeli gözleri, sıkılı çenesiyle bana baktı. Ona alayla ve üstten bakışlarımla karşılık verip gülerek geri çekildim.

"Neresi?" dedi huysuz sesiyle.

"Evime!" dedim zaferle.

"Kimseye görünmeden onları görüp çıkacağım. Saat gecenin üçü bu saatte hepsi uyuyordur," Şafak birkaç tane küfür mırıldandı. Sonra kenara çekip arkasına dönerek bana baktı.

"Anlaşmamızı unutma Toral! Çiğnersen çiğner, yakarsan yakarım." tehdidine karşı takındığım tavır gülmekti ve karşımda adından ve ne mal olduğundan ötesini bilmediğim bu adamı çıldırtmama yetiyordu.

"Ateşimle tanışmak istiyorsan hodri meydan! Şimdi ileriden dön ve şu şarkıyı kapat artık!" kapatmak yerine sesi daha da arttırdı. Cem Karaca'nın o güçlü sesi şimdi bomboş yollarda yankılanıyordu.

Araba, Uyguroğlu Malikânesinin arka kapısının önünde durduğunda yüreğim ağzımda attı. Tüm ışıklar kapalıydı. Arabadan inmeden hemen önce Şafak'a baktım ve "işim bitince gelirim!" diyerek arabadan indim.

Bahçeyi aşıp evin büyük ahşap kapısına geldiğimde yanımdan hiç ayırmadığım anahtarları çantamdan çıkarıp kapıyı açtım ve içeri girdim. Karanlığın kol gezdiği evde ezbere bildiğim adımlarımı atıp üst kata çıktım. Odaları tek tek gezip aileme uzaktan baktım. En son durduğum kapının önünde dolan gözlerimi kapatıp titrekçe soluklandım. Kapıyı aralayıp içeri girdim ve kapıyı usulca kapattım. Yatağa yaklaşıp kenarına oturdum. Titreyen parmaklarımı çok sevdiğim bakır kızılı tutamların arasında gezdirip kokusunu solumak için biraz eğildim.

"Civcivim, güzel kızım benim..." Fısıltılarımın arasında yatağa serilmiş saçlardan bir tutamı avcuma alıp usulca öptüm. Biraz daha yanaşıp parmaklarımın sırtıyla çok özlediğim kardeşimin yanağını okşadım. Dudaklarımı omzuna ardından yanağına bastırdıktan sonra ince pikeyi omuzlarına kadar çekip yataktan usulca kalktım ve odadan çıktım. Merdivenlerden inip evin salonuna yürüdüm. Yüreğime sızan yuva kokusu burnumun direğini sızlattı.

Kulağımda çınlayan sesler, kahkahalar, etrafımızı sımsıkı saran sevginin sıcaklığı dört yanımı sarmıştı ama şimdi hissettiğim şey özlem ve acıydı. Karanlık salonda gözlerimi dolandırıp bakmaktan korktuğum duvara kaydı sonunda gözlerim. Duvardaki kısık ışıklandırmalar tüm çerçeveleri görmemi sağlıyordu. O çerçevelerde gezindim. Dedemlerin, dayımların, annemle babamın, kardeşlerimin, kuzenlerimin fotoğraflarına tek tek baktım. O çerçevelerin içinde bir çift mavi gözle göz göze geldiğimde kalbime sinen sancıyla elimi göğsüme yasladım. Acı ani ve keskindi. Buruşan yüzümle iki büklüm olup nefes nefese soluklandım. Bir zamanlar o çerçevelerdeki mutlu ailenin bir parçasıydım ama şimdi mutlu olan bu aile çerçevelerden ibaret olmuştu. Yıllardır tutulan yas, yerini bulmayan adalet, kopan bağlar hepimizi bambaşka evrenlere sürüklemişti. Kopmuştuk, kördüğümler çözülmüş, bağlarımız en kopmaz dediğimiz yerden kopmuştu.

Elimi göğsümden yavaşça çekip doğruldum. Akan gözyaşlarımı silip kendime çeki düzen verdim. Başımı dik tutup bahçeye açılan camekana yürüdüm ve evden çıkıp bir zamanlar dedemin büyük anneannem için camdan yaptığı çiçeklerle dolu bahçeye emin adımlarla ilerledim. Camdan duvarlarla sınırlandırılmış bahçenin kapısının önünde durdum. Bahçenin her yanına yerleştirilmiş beyaz güllere, cayır cayır yanan şömineye ve tam ortadaki masada oturmuş beni bekleyen adamlara baktım ve güçlü bir soluğun ardından kapıyı iterek açtım ve içeri girdim.

Masadaki tüm gözler bana döndüğünde başımı daha da dikleştirip hepsine baktıktan sonra bu hayatta en güvendiğim insana, annemin babasına, Yağız dedeme baktım. Bana sorgusuz sualsiz kollarını açtığında yıllar sonra kendimi ait olduğum yerde yuvamda, evimde, ailemin yanında ve dedemin kolları arasında buldum...

***

"Hiç gelmeyeceksin sandım," kapıyı kapatır kapatmaz işittiğim sözlere göz devirmenin ötesinde bir tepki vermedim. Şafak'a bakmadan arka koltukta iyice yerleşip "gidebiliriz," dediğimde uzunca beklemenin ve ukala tavrımın etkisiyle sinirle güldü.

"Gideceğin bir yer kalmadıysa artık kardeşlerimin peşine düşebilir miyim?" dedi. Sorudan daha çok olması gerekeni artık yapacağını söylüyordu. Başımı iki koltuğun arasından uzatıp yüzüne baktım.

"Aşiyan'a gideceğiz. Sonra kardeşlerimizin peşine düşebiliriz!" dudaklarını birbirine bastırdı. Kaşları anlık hareketlendi ancak sonrasında yüzünü düzeltti. Neden gideceğimi anlamış olduğundan ses etmedi ama laf sokuşturmaktan da geri durmadı.

"Aşiyan mı? Hayırdır ruhlar alemi ile içli dışlısın herhalde," samimiyetsiz bir gülüşle başımı salladım.

"Öyle, malum baytarım ben. Korkmam öyle ölüden, inden cinden!" aynı samimiyetsizlikle güldü bana.

"Belli, hangi aklı başındaki insan evinde pitonla yaşar zaten," gülüşümü yüzümden silmedim. Başımı biraz daha ona doğru eğip kısık bir sesle konuştum.

"Pitonla yetindiğimi de nereden çıkardın?" kaşları önce hayretle kalktı sonra çatıldı. Başını sağa sola sallayıp bana yandan bir bakış attı.

"Bravo sana!" gözlerimi devirerek geri çekilip arkama yaslandım.

"Ayrıca kızımın bir adı var," bana dikizi aynasından baktı.

"Kızın?" bunu söylerken yüzünü buruşturdu.

"Evet kızım!"

"Piton ve kızın?" bir şeyleri kendi içinde anlamaya çalışıyor gibiydi. Başı sallayıp alayla sırıttı.

"Anlıyorum," dedi.

"Yani Yarkın?" dedim sıkkınca soluklanarak.

"Tuhaf kadınsın," dedi mırıldanır gibi onu aldırmadan başımı araba camından dışarı çevirdim. Tuhaf olduğumu söyleyen ilk insan Şafak değildi. Ben insanlar tarafından genellikle tuhaf olarak tanımlandığımdan buna alışıktım. Ayrıca hayvanları insanlardan daha çok sevmek tuhaflık falan değildi!

Yeniden yollara düştüğümüzde Şafak daha hızlı sürüyor, Cem Karaca'nın sesi daha yüksekten tekrar tekrar çalıyordu. Yol boyunca gözüm camdan ötesinde, parmaklarım gerdanımda süzülen büyük anneannemden yadigâr elmas kolyemin üzerindeydi. Gece, sabaha doğru ilerlerken İstanbul anca sessizliğe bürünmüştü. Arabada çalan şarkı bitip tekrardan çalınca sıkkınca oflayıp bakışlarımı Şafak'a çevirdim.

"Ne kara bahtın varmış be arkadaş sıkılmadın mı saatlerdir aynı şarkı!" bakışlarını dikiz aynasından bana çevirdi. Bir şey demeyince başımı salladım hayırdır dercesine. Şafak bakışlarının benden çekmeden şarkının ses seviyesini sonuna kadar getirdi. Aniden öne atılıp şarkıyı kapattım.

"Yeter! Gerçekten yeter, kulak bu!" deyip sinirle arkama yaslandım. Şafak homurdanıp küfürler savurarak bana tepkisini gösterse de umursamadım. O da bir daha açmadı şarkıyı neyse ki.

Arabanın camını indirip başımı biraz dışarı çıkardım. Soğuğun uğultusu kulağımda can bulurken biraz olsun rahat bir nefes aldım. Hızla akıp giden yolda yağmur yağdığını fark ettiğimde önüme arkama bakıp hiç arabanın olmadığını görünce elimi uzatıp avucumu açtım. Avuçlarıma düşen damlaları izledim.

Kollarımı cam kısmının boşluğuna yerleştirip başımı kollarıma yasladım. Yüzüme düşen damlalar izler bırakarak kayıp içime işliyordu. Islanıyordum ama umurumda değildi. Üşüyordum, titriyordum ancak hissetmiyordum. Aklım bulanık, kalbim boğuktu. Ruhumdaki hiçlik bedenime sirayet ettikçe omzumda ve sırtımda artan ağırlık belimi ağrıtıyordu. Mezarlığa gidene kadar kıpırdamadım. Araba durduğunda yağmur daha da şiddetlenmişti. Şafak'a bakmadan bir şey demeden arabadan indim.

"Çok uzatma Toral, geç kalacağız!" Şafak'ın uyarılarını duymazdan gelip yoluma baktım.

Mezarlığın dik yokuşunda durduğumda birkaç saniye duraksayıp etrafıma bakındım. Zifiri karanlık ve sessizdi. Mezarlıklardan korkmazdım. Mezarlıklara küs ve kırgındım. Derince bir nefes alıp gürültüyle bıraktım. Yokuşu büyük adımlarla inip sola saptığımda varmak istediğim yerdeydim. Temiz ve bakımlı çiçeklerle donatılmış iki mezarlığın tam ortasında durdum. Mezar taşlarında yazan isimlerde gezindi gözlerim.

Bir adım daha atıp buruk bir gülümsemeyle ikinci ismimi aldığım kadının toprağını usulca sevdim. Konuşmaya dilim varmadı. Mezar taşında yazılı isimde gezdi gözlerim. Ahsen Yadigâr... Sadece ismini değil huyunu suyunu da taşıdığım kadındı. Toprağını avuçlayıp okşamaya devam ettim. Büyük dedemin mezarına kırık bir bakış atıp iç çekerek vedalaştım ikisiyle.

Dik yokuşa geri dönüp aşağı inmeye devam ettim. Uyguroğlu aile kabristanlığına geldiğimde dudaklarım titremeye başladı. Rüzgârdan uçuşan saçlarımı gelişigüzel toparlayıp bir hizaya sokmaya çalıştım lakin nafileydi. Sonunda pes edip aile kabristanlığına ilk adımımı attım.

Hikayesi beni her zaman duygulandıran mezarın başında durduğumda gözlerimin gördüğü ilk şey oyuncak spor arabalardı. Jiyan Uyguroğlu... Büyük dayımın hiç sahip olamadığı ilk evladı, çok sevdiği karısının en büyük yürek yangınıydı. Henüz iki yaşındayken hayatı elinden alınmış hiç tanışamadığım kuzenim, abimdi. Kız kardeşi İzel'in dert ortağı, erkek kardeşi Hayat'ın sırdaşıydı. Ona kocaman gülümseyip dolu gözlerimi kırpıştırarak gözyaşlarımı itelemek istedim ama başaralı olamadım.

Parmak uçlarımı beyaz mermerinde gezdirerek iki adım soluna doğru ilerleyip durdum. Başım yerde, parmaklarım beyaz mermerin üzerindeydi. Başımı kaldırmaya cesaret edemeyişim dudaklarımdaki titreyişleri çeneme bulaştırdı. Çenem titredikçe burnumun direği sızladı ve ben sonunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Ellerimi yüzüme kapatmış, yere çömelmiş hüngür hüngür ağlıyordum. Yıllar öncesinin acısı hiç değişmeden daha da katlanarak kendini hissettiriyordu. Aynı endişe, aynı korku, aynı acı, aynı suçluluk ve aynı pişmanlıktı. Sadece daha yoğun, daha fazlasıydı. Zaman geçtikçe acı geçmiyordu, zaman geçtikçe acı katlanıyor, seni ele geçiriyor ve yıkıma sürüklüyordu.

"Ben geldim Dünya..."

Çömeldiğim yere oturup kollarımı bacaklarıma sardım. Beyaz mermerdeki Dünya Uyguroğlu ismine dalıp gittim. Henüz on sekizinde, hiç ummadığımız, aklımızın kıyısından köşesinden geçmediği bir anda ölmüştü. Öldürülmüştü... Failleri asla bulunamamış, dava dosyası kirli eller yüzünden kapatılmış ve ailem susturulmuştu. Baran dayım kızının davasının peşini bırakmayınca görevinden alınmıştı. Babam ise ilk defa durmuştu. Aile büyüklerimiz ilk defa çaresiz kalmışlardı... Bir şey denmesine gerek yoktu çünkü herkes farkındaydı. Ailemiz; bizlerle tehdit edilmiş, göz dağı verilerek susturulmuştu.

Dünya, katledilmişti... Hayallerini ve hedeflerini gerçekleştirdiği o yaz hayatının sonu olmuştu. Küçük yaşına sayısız başarılar sığdırmıştı. Avrupa, Dünya ve Olimpiyat yüzme şampiyonu olan Dünya Uyguroğlu saldırıya uğramış ve boğularak öldürülmüştü.

Hayatı suda başlamış, suda devam etmiş ve suda sona ermişti...

Yaşlarımı silip ellerimi yüzüme kapatarak kendimi toparlamaya çalıştım. Derin nefesler aldım, ağlamaktan akan burnumu çekip yüzümü tekrar silip yüzüme yapışan saçlarımı geriye doğru tarayıp çöktüğüm yerden kalkıp mezarın başına gittim. Islak toprağındaki beyaz gülleri sevip isminin yazdığı mezar taşını öptüm.

"Merak etme tamam mı? Merak etme ablacığım ben halledeceğim. Uzay'ın, diğerlerinin zarar görmesine müsaade etmem... Sana yetişemedim ama onlara yetişeceğim söz veriyorum..." titreyen dudaklarımı ısırıp başımı karanlık geceye kaldırıp derin nefesler alıp verdikten sonra tekrar önüme döndüm.

"Az kaldı güzelliğim, az kaldı..." mezar taşını yeniden öpüp diğer mezara ilerledim ve onun da mermerini öptüm. "Jiyan, Dünya'mız sana emanet... Birbirinize iyi bakın..." onlara son kez bakıp veda ettikten sonra sırtımı döndüm ve çıkışa doğru yürüdüm.

Mezarlıktan çıkıp arabaya doğru hızlı hızlı yürüdüğümde arabanın önünde dikilmiş Şafak'ın yanında gördüğüm bedenle adımlarım birbirine dolandı. Dengem bozulduğunda düşecek gibi oldum. Korku iliklerime kadar sıvışıp kalbimin ritimleriyle oynadı. Minel'di! Bir saat kadar önce yatağında uyuyan kardeşim, saçlarını sevip öptüğüm kardeşim, Şafak denilen adamın yanındaydı.

"Minel!" kontrolsüz bağırışım karanlık gecede gürültüyle patladı. Minel yerinde sıçrayıp daldığı yerlerden sıyrılarak başını bana çevirdi.

Beni görür görmez "Abla!" diye bağırarak bana doğru koştu. Bozulan dengemi umursamadan koşmaya başladım. Birbirimize kavuştuğumuzda ince bedenini tutup sıkıca sarıldım.

"Abla," dedi. Ağlıyordu. Kızıl saçlarını okşayıp başına buseler kondurdum. Göğsüme yasladığı başını tutup yanaklarını kavradım. Alnından, yanaklarından öpüp kızarık yanaklarını okşadım.

"Ne işin var senin burada?" Minel, kızgın çıkan sesimle dudaklarını ısırdı.

"Minel?" dedim dişlerimin arasından. Onun burada bu adamın yanında görmek korkularıma korku ekledi. Şu anda evde, yatağında güvende olmalıydı.

"Birden uyandım, Uyandığımda da odanın kapısı kapanınca kalktım hemen. Yanıma kim geldi emin olamayınca odadan çıkıp evi dolandım. Seni bahçede dedemlerle konuşurken görünce..." elimi hızla dudaklarına kapadım. Gözlerim anında Şafak'a kaydı. Arabaya yaslanmış çatık kaşlarıyla bizi izliyordu. Aramızdaki mesafe neyse ki konuşulanı duyamayacağı kadar fazlaydı.

"Minel!" gözleri korkuyla büyüdü. Elimi geri çektiğimde yutkunup ağlamamaya çalıştı.

"Nasıl geldin buraya? Ona bir şey söyledin mi Minel? Allah kahretsin senin burada ne işin var kızım?" dedim kısık sesle bağırarak. Gözlerinden peş peşe yaşlar akınca dayanamayıp gözyaşlarını silip burnumu burnuna sürttüm. Katı duruşumu bir tek Minel'in karşısında sürdüremiyordum.

"Mimikom..." dediğimde burnunu çekip gözyaşlarını sildi.

"Kendim geldim. Senin gideceğini anlayınca evin arka tarafına taksi çağırdım. O adama hiçbir şey söylemedim. Peşinden mezarlığa geleceğim zaman kesti önümü. Başından beri peşinizden geldiğimin farkındaymış... Susup yanında seni bekledim abla. Hem dedemle ne konuştuğunuzu duymadım ki... Sadece Perikomun adını duyar gibi oldum ama bilmiyorum... Peri ablama bir şey mi oldu?" yanaklarına avuçlarımı yaslayıp alnından peş peşe öptüm. Korkumu derin nefesler alıp vererek dinginleştirmeye çalıştım. Minel bir başına peşime düşmüştü. Henüz on beş yaşındaki bir kız çocuğunu, dışarıda ve güvensiz bir ortamda peşimden sürüklediğimi fark etmek öfkemi kabarttı.

"Peri iyi bebeğim. Sorun yok ama... Minel duyduğun her şeyi ve bu geceyi unutuyorsun tamam mı? Ben hiç gelmedim, bu an hiç yaşanmadı!" dedim. Kararlı ve keskin tavrım karşısında bocalar gibi oldu.

"Ama abla..." dedi an lafını kestim.

"Aması yok Minel!" başını uysallıkla salladı. Bana alttan bakışlar atıp "o zaman sarılalım mı? Ben seni çok özledim." gülümseyerek başımı sallayıp onu kollarımın arasına aldım ve tüm gücümle sarıldım.

Minel, beş kişilik çekirdek ailemizin en küçüğüydü. Peri ile aramızdaki ilişki gerçek bir abla kardeş ilişkisiydi ancak doğduğu ilk andan beri sorumluluğunun büyük kısmını üstlendiğim ve kucağımdan indirmeden koynumda büyüttüğüm Minel benim için evlattı.

"Kardeş sefanız sona erdi mi? Benim de yetişmem gereken kardeşlerim var!" Şafak'ın sabırsız sesiyle gözlerimi devirip oflayarak Minel'i bırakmadan göğsümden başını kaldırdım.

"Haydi gidelim," dediğimde Minel başını sallayarak beni onaylayıp yamacıma iyice sokuldu. Birlikte Şafak'ın yanına ilerledik. Bize üstten bakışlar atıp arabaya yöneleceğinde "Minel'i eve bırakacağım!" dediğimde omzunun üstünden bana baktı.

"Taksiyle gelebildiyse geri de dönebilir. Yeterince vakit kaybettik Toral!" sakin kalmak için derin nefesler aldım. Geri zekalı! Bu adam tam anlamıyla geri zekalıydı. Karşısında bir çocuk olduğunu göremeyecek kadar da gözü kördü.

"Kardeşimi kendi ellerimle eve bırakacağım!" bedenini tamamen bize döndürdü. Öfkeli bakışlarını üzerimizde gezdirip gürültülü nefesler alıp verdikten sonra "son istisnam haberin olsun!" dedikten sonra Minel'e kısa bir bakış atıp arabaya geçti.

Minel ile kısacık bakışıp arabanın arkasına yerleştik. Minel anında kollarını belime sarıp başını göğsüme yasladı. Onu omuzlarından sarıp kızıl saçlarına durmadan buseler kondurdum. Benim güzel kızım hâlâ bebek gibi kokuyordu. Bir elimi belime sardığı ellerinin üzerine yasladım. Saçlarını dudaklarımla sevip kokusunu uzun uzun içime çektim.

"Geldik! Hızlı olun," Şafak'ın daha da sabırsız çıkan sesi bizi kısacık zamanda dalıp gittiğimiz kendi dünyamızdan kopardı. Minel başını göğsüme daha kuvvetli bastırıp ellerini sıkılaştırdı.

"Minel," dediğimde titreyen sesiyle "abla," dedi. Saçlarını okşayıp başını göğsümden kaldırdım.

"Mimikom, haydi bir tanem..." başını sallayıp titreyen dudaklarını birbirine bastırarak arabadan indi. Ben de hemen peşinden indim. Evin arka kısmındaydık. Şafak inmek için bir hamle yapmayınca Minel'in elini tutup arka kapının girişine yürüdük. Kapının önüne geldiğimizde kaşlarım derinden çatıldı.

"Korumalar bu tarafa ne zamandan beri bakmıyor?" Minel dudak büküp omzunu silkti. Bir şey demedim. Uzun bir solukla kendimi toparlayıp usulca gülümsedim. Minel'in yanaklarını avuçlayıp burnumu burnuna sürttüm.

"Bu gece ikimizin arasında sır olarak kalacak tamam mı?" dudakları büküldü.

"Annemle babama bile mi söylemeyeyim?" başımı salladığımda dudakları daha da büküldü.

"Dedeme..." dedi ancak bakışlarımı görür görmez sustu. Başını sallayıp sarıldı.

"Tamam, aramızda..." dediğinde yanağındaki ellerimi saçlarına çıkardım. Uzun, bakır kızılı saçlarını sevdim.

"Toral kızları sözü mü?" söylediğime kıkırdadı. Başını göğsümden kaldırıp ışıldayan bakışlarıyla bakıp başını salladı.

"Toral kızları sözü!" ellerini tutup avuçlarını ardından alnını peş peşe öpüp artık vedalaşmam gerektiği için son kez göğsüme çekip sıkıca sarıldım.

"Geç kalıyoruz!" Şafak sesine sadece göz devirmekle yetindim. Onu umursamadan kardeşimle ilgilendim.

"Annem ve babam sende bebeğim. Merak etme ben sana sürekli ulaşacağım... Beni eğer kötü bir şey olursa ara tamam mı? Gerçekten çok kötü bir şey olursa ara ablacığım çünkü sen aradığında mutlaka açacağım," dudaklarını göğsüme bastırıp geri çekildi.

"Tamam merak etme. Ama hemen dön tamam mı? Dönün..." dudaklarımı aralasam ağlayacağımdan sadece başımı salladım.

"Toral, geç kalıyoruz cümlesinin neresini anlamadın?" Şafak elbette daha fazla dayanamamıştı.

"Minel, seni çok seviyorum biliyorsun değil mi?" dedim.

"Ben de seni çok seviyorum abla. Peri ablamı da çok seviyorum ama hemen şımarma," gülerek başımı sallayıp kızıl tutamlarını okşadım. "Biliyorum bir tanem. Toral kızları birbirini çok seviyor..." gülerek başını salladı ama gözler dolu doluydu

"Haydi git, yatağına yattığın gibi fotoğraf atıyorsun tamam mı?" başını sallayıp son kez sıkıca sarıldı ve yanağımdan öpüp evin kapısına ilerledi. Attığı adımlar durup omzunun üstünden bana daha doğrusu benim arkama bakınca ben de arkama dönüp baktım. Şafak arabanın önünde durmuş sigara içiyordu. Minel birden dönüp Şafak'a doğru koşar adımlarla yürüdü.

"Minel!" dediğimde yanından hızlıca geçip gitti. Minel, Şafak'ın hemen önünde durduğunda Şafak dudaklarındaki sigarayı yere atıp söndürdü. Koşarak yanlarına gidip Minel'i kolundan tuttum. Arkama çekeceğim esnada Minel kolunu tutuşumdan kurtarıp Şafak'a bir adım daha attı.

"Minel!" diye söylendiğimde Şafak bana bakıp tekrar Minel'e baktı.

"Hayırdır bücür?" dedi Şafak kaba sesiyle. Minel çenesini dikleştirip karşısında dev gibi dikilen adama baktı.

"Bana söz verir misin?" duyduğum kelimelerle gözlerim iri iri büyüdü. "Ne?" diye bir tepki verdiğimde Şafak bana baktı. Bakışları donuktu.

"Biz ablalarımla birbirimize hep söz verir ve verdiğimiz sözleri daima tutarız. Sen de bana söz verir misin?" Şafak tepkisizliğini korudu. Ben ise onun kadar tepkisiz kalamadım. Küçük kız kardeşimin elini tutup onu çekiştirmek için hamle yapacağım sırada buna izin vermedi ve tekrar konuştu.

"Bana söz ver. Ablamı nereye götürüyorsan oradan da geri getir tamam mı?" Şafak hiçbir şey demedi. Donuk bakışlarını Minel'e çevirdi. Kardeşimi omuzlarından tutup kendime çektim.

Şafak alaylı bir ifadeyle "oldu, başka bir arzun isteğin?" dediğinde "Yarkın!" kısık sesle bağırarak onu susturdum. Minel'i kendime iyice yasladım.

"Bu kadar yeter!" Minel'i eve doğru sürüklercesine götürdüm.

"Hemen eve Minel!" dedim ama bana bakmadı. Titreyen çenesini durdurmak için çabaladı ama gözlerinden yuvarlanan yaşları buna izin vermedi.

"Minel eve gir!" uzanıp ahşap kapıyı açtığımda Minel yerdeki bakışlarını kaldırıp Şafak'a baktı.

"Lütfen... Ne olursa olsun ablamı geri getir..." Şafak yine bir tepki vermedi. Bakışlarını bana çevirip parmağını bileğindeki saate peş peşe vurup arabaya yerleşti ve motoru çalıştırdı.

"Böyle bir şey yaptığına inanamıyorum!" dediğimde Minel düşen omuzlarıyla nefeslenip "korkuyorum," dedi. Yanaklarını silip titrek bakışlarıyla gözlerime baktı.

"Bir gece ansızın geliyorsun, dedemlerle konuşup geri gidiyorsun ve geldiğini kimseye söylemememi isteyip üstüne tanımadığım bir adamla gidiyorsun... Korkmakta haklıyım abla," dedi. Yanaklarını avuçlayıp burnumu burnuna sürttüm.

"Korkacak bir şey yok. Geri döneceğim. Tamam mı?"

Başını sallayınca yanaklarını öpüp son kez sarıldım. Bana sırtını döndü ve eve ilerledi ama girmeden hemen önce bana baktı.

"Toral kızları sözü mü?" dedi. Güzel yüzüne bakamadım. Bakışlarımı yere düşürüp soluklandım sonra yüzüme bir tebessüm yerleştirip kardeşime baktım.

"Toral kızları sözü Mimikom. Mutlaka döneceğim..." dedim. Minel başını sallayıp ahşap kapıdan bahçeye girdiğinde kapıyı kulpundan çekip kapıyı kapattım. Sakince nefes alıp verdikten sonra arabaya ilerledim ve arka kapıyı açıp oturdum.

"Gidebiliriz!" diyerek Şafak'a baktığımda bana sinirle bakıp "hadi ya!" dedi. Onu oylamadığımı düşünüyordu ancak görmem gereken insanlar vardı. Ne yazık ki Minel bana da sürpriz olmuştu.

"Uzatma da ilerle!" Şafak aniden bana döndü. Burnundan solumuyordu ama öfkelendirdiğim aşikardı.

"Sınırlarımı çok zorluyorsun Toral! Acayip zorluyorsun," öne doğru hareketlenip yüzümü yüzüne yaklaştırdım.

"Çok korkuttun beni," alaycı ve küçümser tavrımla gözlerini kapattı.

"Dua et, dua et işin ucunda kardeşlerim var!" güldüm. Başından beri kardeşlerim diyordu ama nedense şu an bana o sıcaklığı vermiyordu.

"Hı hı! Ederim," dediğimde öfkeli soluklarıyla araladığı gözlerini gözlerime dikti. Konuşacağı sırada dudaklarımı büzerek arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım ve camdan dışarı baktım.

"Hareket edecek misin artık malum yetişmemiz gerekenler var!" dediğimde bana son kez bakıp önüne döndü ve arabayı çalıştırdı. Arka cebimdeki telefonumu alıp saate bakıp mesaj bölümüne girip dedeme Minel ve korumalarla ilgili hızlı bir mesaj yazıp gönderdim. Şafak'ın bakışlarını üzerimde hissedince gözlerimi dikiz aynasından gözlerine dikip "Gabriel," deyip telefonu kapadım ve yanıma bıraktım.

Mersin'e gitmek üzere yeniden havaalanına geldiğimizde anlamadığım bir anda kendimi uçakta buldum. Şafak'ın karşısına oturduğumda bana alttan bir bakış atıp cebinden telefonunu çıkarıp arama yaptı.

"Son durum ne?" karşı tarafı dinledikten sonra öfkeyle soluklanıp yüzünü sıvazladı.

"Oyala! Gerekirse zor kullan ama oyala ben gelene kadar. Ne Ekin ne Ekim, Mersin'in dışına asla çıkmayacak anladın mı Eren?" karşı tarafı dinledikten sonra telefonu kapatıp önündeki masaya fırlatırcasına attı. Üzerinde dolanan bakışlarımı hissetmiş olacak ki bana çatık kaşlarıyla baktı. Kahverengi gözleri yüzümde dolandıktan sonra başını cama çevirip dışarı baktı. Gerginliği elle tutulur cinstendi ve tüm olumsuzluğunu etrafa yayıyordu. Durmadan titrettiği bacağına avcunu yasladı. Ben Mersin'e beş yıl aradan sonra gideceğim için yeteri kadar gerginken onun bu negatif havası beni daha da geriyordu.

"Şafak Bey, uçuşa geçiyoruz efendim!" sol tarafımdan aniden gelen sesle sıçrayıp başımı çevirdim. Brezilya'dan döndüğümüz yolculukta da bizimle ilgilenen esmer hostesti. Uzun boylu, güzel ve çekici bir kadındı.

Şafak'tan bir tepki gelmeyince kadın bana kısa bir bakış atıp yeniden konuştu. "Bir arzunuz var mı?" Şafak başını çevirmeden elini sallayarak kabaca git hareketi yaptı.

Hostes kadın "sizin bir isteğiniz var mı hanımefendi?" diyerek bana dönünce başımı hayır anlamında sallayıp "yok, teşekkürler." dedim. Kadın başını aşağı yukarı sallayıp nazik bir tebessümle yanımızdan uzaklaştı.

Başımı yeniden Şafak'a çevirdim. Hâlâ uçağın camından dışarı bakıyordu. "Ne kadar kabasın!" diye çıkıştım. Sadece şimdi değil on dört saat süren bir önceki yolcuğumuzda da hostes kadına karşı fazla kaba ve sertti. Gerçi bu kabasakaldan farkı olmayan adamın doğduğu ilk andan beri böyle olduğuna kalıbımı basardım.

"Gereksiz samimiyete gerek yok!" dedi kestirip atarcasına.

Başımı sağa sola sallayıp "kabasakal ne olacak," dedim mırıldanarak.

Söylendiğimi duymuş olacak ki bakışları anında bana döndü. Başımı koltuğa yaslayıp hemen gözlerimi kapadım. Şafak ise homurdanmakla yetindi.

"Ya sabır ya sabır!" demekle yetindi.

İki saate yakın uçuş sona erdiğinde kalbim çok hızlı atıyor, avuç içlerim terliyordu. Mersin benim için tüm kabusların başladığı, tüm bağların koptuğu şehirdi. Buraya yeniden gelmek hafızamdan silip atmak istediğim tüm kötü anıları geri getirmişti.

Şafak'la sessiz ama hızlı hareketlerle havaalanından arabayla ayrılmış çocukların bulunduğu konuma son sürat ilerliyorduk. Ben yine arkaya oturmuş sessizce yeni yeni doğmaya başlayan günü izlerken Şafak, arabanın hızını arttırarak yola devam ediyordu.

"Uzay, Mersin'den uzun bir süre ayrılmadı!" uykusuzluktan yorgun çıkan sesim sessizliği bıçak gibi kesti.

"Ne?" diye bir tepki verdi Şafak.

"Nasıl tanıştılar bilmiyorum dedin ya. Dünya'dan sonra uzun bir süre burada tek kaldı Uzay. O dönem denk geldiler belli ki," dediğimde dikiz aynasından bana baktı ama bir şey demedi.

Susup başımı yeniden pencereden dışarıya çevirdim. Akıp giden yol gözlerimi daha fazla açık tutmama imkân vermeyip beni uykuya iterken daha fazla direnmek istemedim ve gözlerimi kapadım ancak kapamamla arabanın ani bir frenle durması aynı anda oldu.

"Orospu çocuğu!" Şafak'ın nefretle ettiği küfürle gözlerimi aralayıp başımı ön cama yönelttim. Durduğumuz yolun karşısında duran üç araba vardı. Arabaların etrafında bir sürü adam varken bir tanesi en önde elleri cebinde bir halde durmuş direkt buraya Şafak'a bakıyordu.

"Ne oluyor?" dedim merakla ancak Şafak bir tepki vermedi. Emniyet kemerini çözüp arabadan çıkacağı zaman uzanıp kolundan tuttum. Bana baktığında göz göze geldik.

"Ne oluyor?" dedim bir kez daha.

"Burada kal Toral. Dışarı çıkma eğer geri dönmezsem bas git tamam mı? Navigasyonda gideceğimiz adres kayıtlı. Ne olursa olsun arkana bakma bas git ve çocukları durdur!" deyip kıskacımdan kolaylıkla kurtularak arabadan indi ve kapıyı sertçe kapadı. Kendinden emin adımlarla arabanın önüne yürüyüp durdu. Karşısındaki adam ellerini cebinden çıkarıp birbirine sürttü ve sonra kollarını iki yana açarak sinir bozucu bir sırıtışla bir şeyler söyledi. Şafak bir şeyler söyledi mi anlamadım ancak karşısındaki adam ve diğer adamlar bir anda gülmeye başladı. Ne konuştuklarını duyamadığımda oflayarak etrafıma bakındığımda yan tarafımda kucağımdan koltuğun üzerine düşmüş olan telefonumu fark ettim.

Gözlerim ani bir hızla ön camdan dışarı kaydı. Şafak ve diğer adamlar hâlâ aynı durumda görünüyorlardı. Telefonu hızlıca alıp dedeme uzun bir mesaj attıktan sonra iletilen mesajı silip telefonu kapadım ve dışarıdakileri kontrol ettim.

"Olay ne bir anlasam?" diye kendi kendime mırıldandım.

Sıkkınca nefeslenip boş vererek arkama yaslandığım anda neler döndü anlamadım lakin aralarındaki mesele her ne ise kızıştı ve Şafak'ın karşısındaki adam silah çekti. Gördüğüm manzara karşısında ise tepkim "ne!" demek oldu.

Anın verdiği adrenalin ile dışarı çıkmak için arabanın kapısını açıp adımı atacağım sırada kapı hiddetle kapandı. Kafamı kaldırdığımda camın diğer tarafında Şafak'ın yakın korumasını gördüm. İstanbul'a indiğimiz anda ortadan kaybolan o değilmiş gibi şimdi karşımda duruyordu. Bana çatık kaşlarının altında parlayan kahverengi gözleriyle birkaç saniye baktıktan sonra belinden silahını çıkarıp Şafak'ın yanına yürüdü ve hemen bir adım sağında durup silahını karşısındaki kalabalığa doğrulttu.

En öndeki adam gülerek Şafak'ın korumasına baktı. Baştan aşağı süzüp bakışlarını Şafak'a çevirdi ve bir şeyler söyledi. Ne söylediğiyse Şafak'ın koruması hiddetle bir iki adım attı lakin Şafak onu durdurdu. Koruması bir adım gerileyip doğrulttuğu silahını indirdi. Şafak ise karşısında duran adama yaklaşıp kulağına doğru eğilip bir şeyler söyledi.

Adamın yüzü anbean düşüp bakışları karardığında Şafak ve koruması gülerek birbirilerine baktılar. Karşısındaki adam öfkeyle Şafak'ın dibine kadar yaklaşıp başını sol omzuna doğru eğip bir şeyler söyledi. Onları izlemeye dalmışken arabanın içinde yükselen sesle irkildim. Etrafıma bakındığımda ön koltukta çalan telefonu gördüm. Ekranda Eren ismi yazıyordu. Telefonu uzanıp aldığımda açıp açmamak arasında gidip geldim lakin ben düşünene kadar arama sonlandı. Telefon sustuğunda kilit tuşuna bastım ve açılan telefonla güldüm. Şifresi yoktu. Telefonu hızlıca sessize aldıktan sonra aldığım yere ekranı ters olacak şekilde bıraktım dışarıya göz attım. Şafak ve diğer adamın konuşması bitmiş olacak ki o adam kendi adamlarını toplayıp arabalara yöneldi. Rahat bir nefes alıp arkama yaslandım.

Şafak korumasına bir şeyler söyledikten sonra dönüp bana baktı ve korumasının omzuna peş peşe vurup arabaya döndü. Yerine oturacağı sırada telefonu fark etti. Telefonu aldıktan sonra koltuğa yerleşti. Bakışlarım onun üzerindeydi. Telefonu açıp kontrol ettiğinde küfürler savurup Eren'i geri aradı ancak ulaşamadı.

"Telefonu sessize alan aklımı sikeyim!" dudaklarımı birbirine bastırıp ondaki bakışlarımı korumasına çevirdim. Göz göze geldiğimizde başını aşağı yukarı sallayıp arabanın yanından yürüyüp gitti. Arkasından baktığımda hemen arkamızdaki arabaya yerleştiğini gördüm.

"O adamlar kimdi?" dedim. Bakışlarını bana çevirmeden "seni ilgilendirmiyor," dedi ve Eren denilen adamı yeniden aradı ama karşı taraf açmadı.

"Yolumuza devam edelim o zaman. Geç kalacağız," dediğimde öfkeyle soluklanıp elini direksiyona vurdu ve bana döndü.

"Kapa çeneni!" dudaklarıma fermuar çekip arkama yaslandım. Şafak son kez arama yaptı ama sonucu aynı olunca birbirinden farklı birbirinden güzel küfürlerini savurarak arabayı çalıştırdı.

Sonunda Tartaros spor salonun önünde durduğumuzda arabadan apar topar indim ve salona doğru koşar adımlarla ilerledim. Kapıyı açmaya çalıştım ancak kapalıydı. Bir iki adım gerileyip sağıma soluma baktım. Kimse yoktu. Kapıya yeniden yönelip avuç içlerimle vurdum ama ne ses ne soluk vardı. Arkama döndüğümde kulağında telefonla yanıma gelen Şafak'a "kimse yok!" dedim. Bana çatık kaşlarıyla bakıp telefonu kulağından çekip yeniden arama yaptı.

"Aç şunu Eren!" bağırtısıyla bir adım geriledim. Çok öfkeli görünüyordu. Telefonu kulağından indirip yanıma geldi ve cam kapıya güçlü bir darbeler vurdu. Lakin benim karşılaştığım sessizlikle karşılaştı. Çocuklar yoktu, Eren denilen adam yoktu. Kimse yoktu!

"Gitmişler," dedim çaresiz bir şekilde. Öfkeli bakışları beni buldu. İki adımda yanıma gelip kolumu sıkıca tuttu ve bedenimi sarsarak tüm hıncını benden çıkarmak istercesine bağırdı.

"Sana dedim değil mi? Geç kalacağız dedim sen ne yaptın abuk sabuk ziyaretlerinle bizi oyaladın! Lanet olsun, lanet olsun!" kolumu tuttuğu elinin tutup kolumu çekiştirdim lakin daha fazla sıktı.

"Yolun ortasında bir sürü adamla muhabbete dalan da bendim, haklısın!" dediğimde daha da öfkelendi. Tuttuğu kolumdan beni yamacına çekince bedenlerimiz çarpıştı. Yüzlerimizin arasında milimetrik mesafe vardı.

"Keyfime mi durdum kızım?" diyerek bağırmaya devam etti.

"Bağırma bana. Bağırmak bize bir şey kazandırmayacak," dediğimde kolumu itekleyerek bıraktı. Bir elini ensesine götürüp sertçe ovaladı. Kapı duvar olan salona bir bakış atıp koşar adımlarla yürüdü ve cam kapıya tekme attı. Sarsılan cam kapı aldığı darbelerden sonra gürültüyle tuzla buz oldu.

Şafak kırık camların arasından spor salonuna girince önce etrafıma göz attım ve ben de peşinden salona girdim. Karanlıktı. Kırılan cam kapının boşluğundan içeriye gün ışığı çok az giriyordu. Karanlık ortamdan pek seçemesem de etraf düzenliydi ve temiz bir kokusu vardı.

"Uzun süredir kimse gelmemiş buraya," Şafak'a döndüm. Bir duvarın önünde durmuş lamba düğmelerine basıyordu.

"Ne?" bana döndü.

"Müşteri falan kimse gelmemiş, aletler aynı düzende. Kullanılmadıkları belli," dediğinde dudak bükmekle yetindim. Bu tarz salonlar pek benlik olmadığı için pek bir fikrim yoktu. Benim için spor salonları voleybol sahalarından ibaretti. Telefonumu cebimden çıkarıp fenerini açtım.

"Temiz kokuyor," dediğimde başını salladığını hissetim. Etrafıma bakınmaya devam ediyordum.

Ben etrafı incelemeye devam ederken Şafak karanlık bir koridora ilerledi. Hemen peşinden ilerledim. Telefon fenerlerinin aydınlattığı koridoru peş peşe yürüdük. Koridorun sonundaki merdivenlerin başına geldiğimizde Şafak ezbere biliyormuş gibi hızlıca indi ancak ben oldukça yavaş bir şekilde aşağı indim. Şafak arkasında kalan duvardaki lamba düğmelerine bastı ancak ışıklar yine açılmadı.

Önüme dönüp etrafa bakındım. Bodrum katıydı. Odanın tam ortasında büyük bir yatak vardı ve dağınıktı. Geniş bir çalışma masası, dolabın yanı sıra bir bölüm tamamen oturma alanıydı. Ah, bir de paravanın kapattığı bir duş alanı mevcuttu.

"Burada vakit geçirmişler," dedi Şafak. Etrafı inceleyince aynı sonuca vardım.

Şafak çalışma masasının başında bir şeylere bakarken ben de oturma grubunun olduğu köşeye ilerledim. Koltukların üzerinde birden fazla battaniye vardı. Tüm koltuklara tek tek bakıp yeniden etrafa bakındım. Yaşanmışlık vardı ancak aynı zamanda da hiçbir emare yoktu.

Şafak'ın yanına gidip masaya baktığımda karşılaştığım tek şey düzendi. Masanın tam ortasında son model bir dizüstü bilgisayar, üst üste koyulmuş defterler ve kalemler vardı. Çalışma masanın yaslandığı duvara baktığımdaysa bant izlerini fark ettim.

"Her şeyi yok etmişler," dedi Şafak.

"Tahmin ettiler demek ki," dediğimde bakışlarını üzerimde hissettim. Ona aldırmadan masanın altına eğilip çöp kavası var mı diye kontrol ettim. Vardı ancak içi boştu.

"Tam da dediğim gibi işlerini şansa bırakmamışlar," Şafak'ın homurtularını işittim ama pek oralı olmadım. Doğrulup yeniden odada dolanmaya başladım. Yatağın etrafında, duş alanında gezindim. Dolabı kontrol ettim lakin hiçbir şey yoktu. Yeniden koltukların olduğu kısma ilerleyip oflayarak rastgele bir koltuğa bıraktım kendimi.

"Ne yapacağız şimdi şu Eren denen adam onları takip etmiyor muydu neden açmıyor telefonları?" Şafak bana bakmadı. Bilgisayarı açmış ekrana girmek için şifreyi bulmaya çalışıyordu. Cevap vermeyince yeniden konuştum.

"Kime diyorum?" dedim ama oralı olmadı. Oflayıp yerimden kalkacağım sırada karşı koltukta büyük yastığın altına sıkışmış pembe bir şey fark ettim. İki adımda koltuğa geçip büyük yastığı kaldırdığımda karşılaştığım atkı ile gözlerim anında dolu dolu oldu. Peri'nin atkısıydı. Uzanıp atkıyı alacağım sırada merdivenlerden gelen adım sesleri duydum.

"Patron?" başımı merdivenlere çevirdiğimde Şafak'ın koruması hızlıca merdivenleri inip Şafak'ın yanına ilerledi.

"Neredeler?" dedi Şafak. Koruması varlığımı yeni fark etmiş gibi bana döndü. Göz göze gelince hızlıca koltuktaki atkıyı alıp yanlarına ilerledim. Koruması bir Şafak'a bir bana baktıktan sonra sıkıntılı bir solukla gözlerini kaçırdı.

"Konuşsana neredeler?" koruması dudaklarını ıslatıp soluklandıktan sonra cevap verdi.

"Bulgaristan," geç kalmıştık...

Şafak birkaç saniye karşısındaki gence bakıp bakışlarını bilgisayara çevirdi ve kapağını çok şiddetli bir şekilde kapattı. O bilgisayarın bir daha kullanabileceğini sanmıyordum. Şafak derin nefesler alıp sakin kalmaya çalıştı lakin bunu pek becerebildiği söylenemezdi.

"Eren?"

"Dışarıda abi, şey..." dedi ama devamını getiremedi.

"Korkusundan karşıma dikilemedi göt herif değil mi?" Şafak söylenir söylenmez ayaklanıp bizi arkasında bırakarak yukarıya çıktı. Koruması ensesini ovalarken bakışlarım ona kaydı. Benim bakışlarımı fark etmiş olacak ki bana baktı.

"Canan Hanım?" dediğinde dudaklarıma samimiyetten uzak bir tebessüm yer edindi.

"Adın ne senin?" gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Sonra kibarca gülümseyip adını söyledi.

"Alp, Canan Hanım." dedi.

"Alp... Güzelmiş," dediğimde başını salladı.

"Teşekkür ederim," yüzüne bir süre daha bakıp merdivenlere yöneldim. O da peşimden geldi. Spor salonundan bahçeye çıktığımızda gördüğümüz manzarayla ben olduğum yerde kalırken Alp, yerde kendinden geçmiş adamı yumruklamaya devam eden Şafak'a koştu.

Alp, Şafak'ı zorlukla geri çekti. Yerdeki adam kıvranarak soluna doğru dönüp öksürük krizine girmişken Şafak dönüp aniden adama yeniden atıldı ve karnına sert bir tekme geçirdi. Alp yeniden araya girdiğinde Şafak onu sertçe itip yerde yatan adama baktı.

"Ne sikime yarıyorsun sen?" diye bağırdı hızını alamayıp bir tekme daha savurdu. Peri'nin atkısını yere değmemesi için birkaç kez sarıp avcumda topladım ve kollarımı göğsümde bağlayıp Şafak'ın ve yerdeki adamın çırpınışlarını izledim.

"Abi! Sırası değil şimdi," dedi Alp ama Şafak'ın onu duyduğu yoktu. Yerde yatan adama eğilip yakalarından tuttu ve yüzüne yüzüne tekrar bağırdı.

"Engel ol dedim lan engel ol dedim. Ne olursa olsun engelle dedim. Bir boku da becer!" dedikten sonra adamı sertçe yere itip sağa sola yürüdü. Yerdeki adamlar bir şeyler mırıldandı lakin buradan ne demek istediğini duyamadım lakin Alp'in "sus bence," demesi gayet net duyuluyordu.

Yerde adam susup kendini tamamen bıraktığında Alp, Şafak'a doğru ilerledi ve karşısında durdu. "Şimdi ne yapıyoruz abi?" diye sordu. Şafak derin soluklarla sakinleşmeye çalıp yüzünü sertçe sıvazlayıp başındaki şapkayı çıkardı ve koyu kumral saçları sonunda özgürlüğe kavuştu.

Kısa saçlarının on tarafına avcunu bastırıp sıvazlar gibi yaptıktan sonra şapkasını yeniden taktı ve bakışlarını bana çevirdi. Kollarımı göğsümden indirmeden ona doğru yürüdüm ve tam karşısında durdum.

"Sanırım artık babamı aramalıyım. Tabii sende. Bence işin içine girmeleri gerekiyor," çenesi anında kasılırken zaten sinirden kıpkırmızı olan cildi iyice kızardı. Kırmızı görmüş boğadan halliceydi.

"Kıt mısın kızım sen aile yok dedim sana! Aile falan yok!" ettiği hakareti duymazdan gelip ona öylece baktım. Durum bu kadar karmaşıkken egomu onarmak için ondan daha zeki olduğumu savunmayı sonraya bıraktım.

"Ne yapacağız peki yine sonuna ulaşamayacağımız yollara mı düşeceğiz?" söylediğim şeyle kaşları çatıldı. Gözleri yere doğru kaydı. Baktığı yere dalıp gidince düşünceler içinde boğuştuğunu fark ettim. Artıyı, eksiyi hesaplıyor aklında bir güzergâh oluşturuyordu. Onu tanımıyordum ama böyle yaptığına emindim. Çünkü o, dakikalar önce hâlâ yerde yatan adamı döverken ben de bunları düşünüyordum. Gözlerini kapatıp baş ve işaret parmağıyla burnunu sıkıp başını aşağı yukarı salladı ve bakışlarını yanımızda duran Alp' e çevirdi ve daha konuşmadan kuracağından emin olduğum o cümleyi kurdu.

"Uçağı hazırlat Bulgaristan'a gidiyoruz!"

* * *

Alohaaaaa

Alohaaaaa

Nasılız bakalım.

1. bölümü nasıl bulduk?

Diğer bölümlerde neler olacak sizce?

Canan Ahsen Toral'ı nasıl bulduk?

Şafak Yarkın?

2. BÖLÜMDE GÖRÜŞÜRÜZ

ÖPÜLDÜNÜZ

İnstagram:
yaren.dilan_

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL