GÜLLERİN AĞITI 22. ŞEYTANIN İNİ
Selamlar,
Yeni bölümden herkese merhaba.
Kontrol edemeden atıyorum. Hatalar varsa affola.
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR. !!!!!
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM
15.04.2025
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 22. BÖLÜM
"ŞEYTANIN İNİ"
şeytanın ininde, karanlık bir girdaba tutulmak.
CANAN AHSEN TORAL 22 EKİM 07:15 / İSTANBUL
Hayata dair kesin olan iki şey vardı. Biri doğmak diğeri ise ölmek... Bu iki eylemin arasındaki boşlukta insan ne kadar plan yaparsa yapsın ne kadar hedefleri ve arzularının izinde ilerlemeye çalışırsa çalışsın işin sonunda karşısına kader çıkıyordu. Her şey bir yere kadardı ve o yer geldiğinde ne yaparsan yap olan oluyordu. Yaşam, o kaderin çizgisinde elinde olmadan başına buyruk bir şekilde ilerliyordu.
Dünya'nın öldüğü gece kadere aldanmayıp hep yaptığım gibi çocukların yanında olsam belki de Dünya yaşıyor olacaktı. Belki de şimdi yanında oturduğum adam Şafak değil Barış olacaktı ve bunca zaman boyunca bana yaşattığı ihaneti asla öğrenemeden yıllarımı o adama verecektim ve belki de öyle bir adamdan çocuğum olacaktı...
Kader, urganını hepimizin bileğine dolamış bizi birbirimizden koparmadan yeni düğümler atıyordu. İpin ucu kimde sona erecekti bilmiyordum ancak bildiğim bir şey vardı ki ilerlediğim karanlık yolun sonunda aydınlık bizi karşılamayacaktı. Buna artık emindim.
"Umarım kendini toparlamışsındır. Yarkın Malikanesi sizinkine benzemez pek. Dirayetli olman lazım benden demesi," Şafak'ın sesi, uçlarında dolandığım tahammülümü tırmaladı. Kapalı gözlerimi araladım ve başımı ona çevirip baktım. Kara hareleri yüzümde dolandı. Kaşlarını kaldırıp bana ikaz eder gibi baktı.
"Hiç öyle bakma. Ben seni her konuda her defasında uyardım. Uyarmaya da devam ediyorum. Kendi aklını ve başkalarını dinleyeceğine biraz bana kulak assan her şey daha farklı olurdu." kendine olan bu güveni asla sarsılmıyordu ve üstüne çekilmez egosu da dahil olunca Şafak gerçekten çekilmez bir hal alıyordu.
"Tabii. O zaman da hayat sigortan olur muydum?" dedim hakim olamadığım öfkemle. Aniden yükselince başım döndü. Bedenim hala geçirdiğim baygınlığı üzerinden atamamış bir haldeydi. Elimi alnıma yaslayıp gözlerimi kapadım ve soluklandım.
"Elbette. Senin evine adım attığım an buna karar verdim ve işi resmiyete döktüm o kadar. Savaşta her yol mubah öyle değil mi?" deyip göz kırptı ve önüne döndü. Ona hayretler içinde bakarken ayılıp bayılanın sadece ben olmadığımı hatırladım.
"Babam kalpten gidecekti Şafak!" neşeyle güldü. Bizi düşürdüğü bu durumla fazlasıyla eğleniyordu. Bana yeniden baktı ve başını sağa sola salladı.
"Baban değil de bir sen gidip gelsin sanki." saç diplerim alev aldı sanki. Ona vurmamak için ellerimi yumruk yapıp bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Kontrol edemediğim sinir tüm bedenimi titretti. Terleyen avuçlarımı açıp pantolonumun kumaşına sürttüm ve ona dik dik bakıp parmağımı sallayarak konuştum.
"Geç sen dalganı geç. Ben o malikâneyi senin ve ailenin başına yıkmazsam bana da Canan Ahsen Toral demesinler." Başını önüne eğerek güldü ve alnını sıvazladı. Karaları bana dönünce iç çekerek nefeslendi.
"Yarkın. Toral değil Yarkın... Canan Ahsen Yarkın. Alış buna artık." üstümde kurmaya çalıştığı üstünlüğü anlıyordum ama ona yem olacak değildim.
"Pişman olacaksın Şafak. İnan bana bu işin sonunda beni karın yaptığına çok pişman olacaksın!"
Hiç parlamayan karaları denizlerime daldı. Mavilerime bakındı. Sonra yüzümdeki toprak izlerine daldı. Hareleri yine aynı yere dalıp gittiğinde parmak uçlarım karıncalandı. Başımı diğer tarafa çevirip siyah filmli camın ardından akıp giden karanlığa baktım. Tenim alev alevdi. İçim buz gibi. Ellerimin içi terliydi. Hem soğuktum hem sıcak. Yaşaran gözlerimden bir damla firar edip o çilin üzerinden yuvarlandığında bir parmağımı oraya bastırdım.
Kontrol edemediğim hisler beni paçalarımdan çekiştirmekten vazgeçmedikçe kendimi nasıl toparlayacağımı nasıl dik duracağımı bilemiyordum ve bu bilinmezlik ne denli güçsüz olduğumu yüzüme çarpmaktan bıkmıyordu.
"Dediğimi unutma. O ev senin evine benzemez. Dikkatli ol..." dedi ve arabada duyulan son şey Şafak'ın sözleri oldu.
İstanbul'un bir ucundan bir ucuna geldiğimizde saatler sabahın sekiziydi. Şehir merkezinden uzak, az evlerin olduğu bir güzergahın sonunda oldukça ıssız bir yerde araba yavaşladı. Gözlerim etrafta dolandı. Bir sürü takım elbiseli adamın önünde dizildiği büyük, uzun kapının önündeydik. Siyah demir kapı gökyüzüne kadar yükseliyordu sanki. Uç kısımlarından yükselen mızrak figürlü süslemeler kıvrılıp birbirine dolanarak daha da gösterişli bir görüntü sunuyordu. Varaklı sarmaşıklarla süslenmiş uzun demir çubuklar geniş kapının üzerinde belirli aralıklarla montelenmişti. Bizim malikânenin siyah dümdüz kapısının yanında bu kapı fazla gösterişli ve ucuzdu!
"Hazır mısın?" dönüp Şafak'a baktım. Şimdi gerçekten Şafak'tı. Kaşları çatık, kaşlarının arasında o ince çizgi, kasılı çenesi ve bomboş bakan karalarıyla karşımda gerçek Şafak Yarkın vardı.
"Asıl sen hazır mısın Yarkın? Bu evi, seni, aileni yok etmemize hazır mısın?" dudağının sol köşesi kıvrıldı. Yüzünde aniden belirip yok olan memnuniyetle yüzünü yüzüme yanaştırdı ve kısık sesle fısıldadı.
"Sana büyük bir zevkle eşlik edeceğim karıcığım..."
Arabadan ilk Alp indi. Şafak'ın kapısını açtıktan sonra arabanın arkasından koşarak dolanıp benim kapımı açtı. Derin bir nefes alıp güçlükle geri bıraktım. Gergin omuzlarımı silkip kendimi teskin ederek arabadan indim ve beni bekleyen Şafak'ın yanına yürüdüm. Tüm bakışların üzerimde olması gerginliğimi daha da artırdı. Bana değen her gözde bir nefret ve tiksintiyi fark etmek canımı sıktı. Ben bile hakkım olduğu halde onlara böyle bakmazken onlar kimdi de bana böyle bakabiliyorlardı?
Karşımdaki korumalara ters ve dik bakışlar atarak Şafak'ın yanına vardığımda dönüp bana baktı. Çatık kaşları daha çatıldı. Gözleri kısıldı ve kara gözlerini etrafta gezdirdi. Kasılan çenesi ve damarları belirginleşen boynuna istemsizce kaydı gözlerim. Üzerimdeki bakışlardan o da rahatsız olmuştu.
"Alp!"
"Buyur abi?" koşar adımlarla Şafak'ın yanında bitti Alp. Şafak bir şey demedi sadece birbirilerine baktılar ve Alp başını sallayıp o görkemli kapıya yanaşıp önündeki korumalardan birinin kulağına eğildi bir şeyler fısıldadı ve ardından kapıyı açmalarını işaret etti.
Kapı ağır ağır açılırken, Alp'in bir şeyler söylediği koruma eliyle bir hareket yaptı ve etrafımızdaki tüm korumalar başlarını önlerine eğdi. Kaşlarım kavislendi. Başımı Şafak'a çevirip baktım. Kısık gözleriyle kapıdaki korumaya bakıyordu. Çok kötü bakıyordu.
"Şafak?" dönüp bana bakmadı ama çatık kaşlarını düzeltti. Sonra da hiç beklemediğim bir hareket yapıp elini uzattı. Gözlerim bir elinde bir yüzünde gidip gelirken yaşadığım karmaşadan dolayı yutkunamadım. Ne yapıyordu bu adam?
Elini tutmadığımı hissedince dönüp bana baktı. Öyle bir baktı ki dilinden dökülmeyen o sözcükler gözlerinden kulaklarıma çalındı. Tut diyordu. Şeytanın inine girerken tutunacağın tek dal benim, o yüzden tut elimi diyordu.
"Şafak..." elini biraz daha bana yanaştırdı. Bu ondan hiç beklemediğim bir şeydi. Bana dokunmaktan itinayla kaçan bir adam bana elini uzatıyordu. Hem de kendi evine, kendi çöplüğüne girerken yapıyordu bunu.
Ne ara yumruk yaptığımı fark etmediğim ellerimi açtım. Titriyorlardı. Gözlerimi kapayıp başımı önüme eğdim. Yutkunuşlarım boğazıma dizilirken midem düğüm düğümdü. Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp gözlerimi araladım ve hâlâ önümde duran ele baktım. Benim ellerimin aksine titremiyordu.
Bakışlarım yine onu buldu. Bana bakmaktan vazgeçmiyordu. Eline uzandım. Gözlerimi gözlerinden çekmeden elini tuttuğumda ikimizin de dudaklarından aynı anda titrek bir nefes kaçtı. Buz gibi elim onun sıcacık avcunda küçücük kalmıştı. Şafak elimi sıkıca tutup beni yamacına çekti. Tutuşu sıkıydı ama acıtmıyordu. Elimdeki titreyiş tüm bedenime sirayet etti. Ona dokunmak, onun elini tutmak kalbimi dört nala koştururmuşçasına hızlandırmıştı.
Onun adımlarına eşlik ettim. Ne arkasında kaldım ne önünde tam yanında attım adımlarımı. Başını önüne eğmiş adamların önünden geçip kapıya vardığımızda Şafak durdu ve o adamın yakasına yapışıp sertçe kendisine çekti.
"Senin ve itlerinin gözü bir daha benim karıma değerse sizi akşamına Kral'a yemek yaparım! Anladın?" Şafak'ın elini sıktığımda aynı şekilde karşılık verdi bana. Adamdan bir cevap alamayınca tuttuğu yakasını silkeleyip adamı ittirdi ve barut kokan sesiyle bağırdı.
"Anladın mı?" adam başını salladı. Tüm yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
"Anladım efendim..."
Şafak, adama son kez bakıp önüne döndü. Açık kapıdan görünen yola ve eve bakıp bana döndü. Birkaç saniyeden sonra gözlerimi kaçırıp başımı salladım. Elimi tutuşu daha da sıkılaştı. Birlikte hareketlendik ve eve giden kaldırım taşlı yolda yürümeye başladık. Yol hafiften yokuştu ve yemyeşil çimlerin ortasından eve kadar uzanıyordu. Çimler, ağaçlar fazlasıyla sağlıklı ve bakımlı görünüyordu. Yol boyunca belirli aralıklarda uzun lambalar vardı. Eve yaklaştığımızda küçük kulübe tarzında müştemilatlar vardı. Hepsi birebir aynıydı.
Onları gerimizde bıraktığımızda eve yaklaştık. Yarım daire çeklinde taştan inşa edilen malikane tek katlıydı ve oldukça büyüktü. Dışarıdan tek kat görünse de alt katları olduğunu bilmesem bile emindim. Evin girişinin hemen önünde yuvarlak bir alan vardı. O alandan uzanan dört yol vardı. Biri eve diğeri bizim girdiğimiz kapıya uzanıyordu ancak diğer ikisi nereye gidiyordu şimdilik ilgilenmiyordum. Dikkatimi yuvarlak alanın orta yerindeki altından yapıldığı bariz olan aslan heykelleri çekti. Aynı boyutta ve aynı formdaydılar. Her birinin yüzü bir yola bakıyordu ve ortalarında küçük bir fıskiye vardı.
"Sizi mi temsil ediyorlar?" başını sallayıp dudak büktü.
"Dört aile zırvalığı işte." dediğinde şaşırmadım. Şaşırdığım şey bu kadar görgüsüz, bu kadar varoş olmalarıydı. Altından heykel mi kalmıştı bu devirde? Yürümeye devam ettik. Heykellerin önünden geçip evin girişine ilerlediğimiz esnada hatırladığım şeyle duraksadım. Şafak'ta durdu.
"Şafak. Sahi Kral kim?" kısıkça güldü ve bakışlarını bana çevirdi.
"Tanıştırırım. Çok iyi anlaşacağınıza o kadar eminim ki." körüklenen meraklımla tekrar konuşacakken şiddetle açılan kapı dikkatimi dağıttı. Şafak'ın yüzünde gezinen bakışlarım önüme döndüğünde Güzin ve Behzat Yarkın'ı gördüm. Bize doğru geliyorlardı ve fazlasıyla öfkeli görünüyorlardı.
"Sen hangi cüretle bu kadını benim evime getirirsin?" Güzin Yarkın'ın bağırışı yüzümü ekşitmeme neden oldu. Çok öfkeli ve sinirliydi lakin bunu bağırarak göstermesine gerek yoktu.
"Karım ya hani cici anneciğim. Getirmeyip ne yapacaktım?" Güzin'in yeşil gözleri karardı. Nefret tohumlarının filizlenip yeşerdiği bakışlarını bana dikti.
"Kafasına sıkıp atsaydın yol kenarına!" dişlerim dilimi ezdi. Çenemi dikleştirip karşımdaki kadına aynı onun gibi nefretle bakarken Şafak tuttuğu elimi başparmağıyla okşadı.
"Senin kafana sıkmayı tercih ederim." nefesim göğsüme doluştu. Boşta olan elim birbirine tutunan ellerimizin üstüne kapandı. Şafak ikidir beni onlara karşı asla ezdirmiyordu.
"Şafak!" diye bağırdı Behzat Yarkın karısının arkasından.
"A aa. Baba sen de mi buradaydın?" genzimden bir nida fırlarken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ve nefeslendim. Şafak'ın onları dalgaya alışı ikisinin öfkesini daha da kuvvetlendiriyordu ama Şafak'ın geri adım atacağını hiç sanmıyordum. Ben de geri adım atmadım. Yüzüme tatlı olduğunu düşündüğüm bir tebessüm yerleştirip onlara baktım ve omuzlarımı dikleştirdim.
"Ne hoş bir karşılama. Beni gördüğünüze bu kadar sevineceğinizi düşünmemiştim." Güzin Yarkın gözlerini kapatıp soluklandı. Behzat Yarkın ise yüzüme bakmıyordu bile.
"Sevinmedik zaten!" dikkatimi karşımdaki kadına verdim. Kendimi onun yerine koyduğumda ona hak veriyordum. Ben de potansiyel bir tehlikeyi evimde istemezdim ama artık bazı şeyler onların değil bizim yani Şafak'ın elindeydi.
"Ah, gerçekten mi? Kalbimi kırdınız..." esefle soluklandı ve kollarını göğsünde bağladı. Yeşil gözlerini bir Şafak'a bir de arkasında saklanmaya devam eden kocasına değdirdi.
"Evime adım atamazsınız. Al karını da köpek kulübüne götür o halde!"
"Anlamadım?" deyip Şafak baktım ama kararmış bakışlarını Güzin Yarkın'a kilitlemişti.
"Anlatayım tatlım. Bu ev benim. Ve bu piçi bu eve asla adım attırmadım. Attırmayacağım da. Arkadaki kulübede yaşarsınız artık." gözlerim hepsinde dolandıktan sonra başımı aşağı yukarı salladım ve gür bir kahkaha attım.
"Kocam, masada bir yerlerinizi kurtarırken ona oğlum diyordunuz ama! Ne oldu şimdi?" Şafak elimi sıktı. Bu hareketini söylediklerimden memnun olduğuna yordum.
"O, o zamandı. Ne o ne sen bu eve adım atamazsınız. Kulübede yaşarsınız." tekrar güldüm. Başımı omzuma doğru eğip gözlerimi kırpıştırdım.
"Yanlış hatırlıyorsam düzeltin lütfen... Şafak bu ailenin veliahttı. Hem de lider veliahttı. Yani bu aileye dair her şey onun, eh haliyle de benim. Kaldı ki karşınızda küçücük bir kulübeye tamah edecek bir kadın yok. Unuttuysanız hatırlatayım. Ben Toral ve Uyguroğlu ailesinin bir ferdiyim." alayla sırıttım ve küçümseyen bir bakışla Güzin Yarkın'ı süzdüm.
"Benim aile evimdeki kişisel lavabom bile sizin bu müştemilatlardan daha büyük." dedim.
Herkesin bakışları üzerimdeydi ama ben sadece Güzin Yarkın'a baktım. "İyi ya. Yeni bir deneyim olur senin için. Hem kocanda pek istekli değil." dedikten sonra arkasını dönüp evine yürüdü. Behzat Yarkın ise son kez bize bakıp karısının peşinden ilerledi.
"Şafak?" dediğimde bana baktı.
"Gel sana kulübeyi göstereyim." ona irileşen gözlerle baktım. Elimi bırakmadan yürümeye başlayınca elimi çekiştirdim ama çok sıkı tutuyordu. Diğer elimle koluna vursam da etki etmedi.
"Şafak kulübede falan kalmam ben!" beni duymadı bile. Alp bize sırıtarak bakarken ona orta parmağımı kaldırıp yeniden Şafak'ın koluna vurdum.
"Kime diyorum ben!" hiç oralı olmadı. Yuvarlak avludan arka tarafa dönen yolda yürümeye devam etti. Ben ise yol boyunca kendimi çekiştirdim ama bir anlığına dahi elimi bırakmadı. Etrafıma ve arkama baktığımda Paşalı'yı eve girerken gördüm.
Evin arkasına geldiğimizde karşımda gördüğüm şeyle duraksadım. "Yok artık! Burada mı yaşadın sen bunca zaman?" ikizlerin ev kelimesini duyduğunda neden irkildiklerini şimdi daha da iyi anlıyordum. Burası ev değildi ama kulübede değildi. Harabeden beterdi. Köpek bağlasan durmaz denilen yerlerden halliceydi ve böylesine görkemli bir arazinin kıytı köşesinde böyle bir yerin olması şaşırtıcıydı.
"Bana bak! Sen ahırdan bozma bu yerde yaşamaya alışmış olabilirsin ama ben buraya asla adım atmam Şafak." duraksadı. Başını bana çevirdiğinde elimi elinden kurtarıp göğsümün altında bağladım ve ona çattığım kaşlarımla öfkeyle baktım.
"Toral!" dedi ama konuşmasına izin vermedim. Ayağımı yere vurup ona bir adım yanaştım. Aksiliğim tutmuştu.
"Hiç Toral falan deme. Sen bana böyle konuşmadın Şafak." işaret parmağımla kulübeyi gösterdim. "Ben buraya adım atmam anladın mı?"
"Niye cakan mı sarsılır?" dedi katı bir halde. Sarsılmazdı. Yıllardır o bin bir çeşit hayvanın peşinden koşarken birçok yeri deneyimleme şansım olmuştu. Temiz olduğu müddetçe her yerde kalabilirdim ama bunu onun bilmesine gerek yoktu.
"Aynen öyle! Bana baksana bir sen. Ben bu ülkenin hatta Avrupa'nın en zenginlerinden olan iki ailenin torunuyum. Sosyete ile içli dışlı olmamamız, magazinlerde boy göstermememiz ve sessiz bir yaşam sürmemiz size aksini düşündürmesin. Ben fazlasıyla zengin bir kadınım Şafak. Ayağımda, geç ayakkabımı milyon dolarlık çorap varken burada kalmam." bana alayla baktı. Çenesini sıvazlayıp güldü ve göğsünü gerip ensesini ovaladı.
"Bulgaristan'da kaldın ama?" ellerimi iki yana açıp "orası onu gerektiriyordu da ondan. Arkamda böylesine bir malikane varken, alıştığımın aksine bu ahırdan beter harabede kalacak değilim." dedim. Kalırdım. Hatta koşa koşa giderek bu ahırdan bozma yerde kalmayı tercih ederdim ama malikanenin içinde olmalıydım.
"Barınağım konusunda kırıcısın." hâlâ alay ediyordu. Ay bir de barınağım diyordu!
"Ay çok üzüldüm. Oğlum sen bana malikanede kalacaksın demedin mi?" deyip ayağımı yine yere vurdum.
"Dedim evet. Kalacaksın zaten."
"Kalacağım tabii. Varlık içinde büyüdüm ben. Gözümü nerede açtığımın farkındasındır umarım... Kuş tüyü yataklar, yastıklar. Koca dünyada kimsenin elini süremediği kıyafetler, aklın hayalinin alamayacağı takılar... En kaliteli yemekler, içkiler... Ben bunlarla büyümüşken tabii ki de malikanede..." duraksayıp duyduklarımı algılamaya çalıştım ve "hı?" diye mırıldandım. Şafak bana bakıp başını sağa sola salladı ve yüzüme sanki hayal kırıklığıyla baktı.
"Malikanede kalacaksın zaten Toral. Ben kalamadığım için sen kalacaksın malikanede. O yüzden getirdim ya seni zaten!" bakışlarımı ondan kaçırıp alnımı kaşıdım.
"Şafak ben... Pardon," deyip dudaklarımı kemirdim. Aşırı yükselip aşırı saçmalamıştım.
"Pardonluk bir şey yok. Aksine bana gerçek seni gösterdiğin için minnettarım." dedi yine aynı alaycı tavrıyla. Ona çatık kaşlarımın altından bakıp surat astım.
"Gerçek ben?" sesimdeki cadalozluğu anında kapıp sırıttı.
"Klasik zengin züppelerindensin." burnunun ucunu tutup başını sağa sola salladı. "Etrafa tatlı görünüp, herkes tarafından onaylanmak zorunda kalan, sevgi pıtırcığı ama içten içe herkesten nefret edip aileden gelen zenginlikle yaşayıp bir de hava cıva yapan o kızlardansın... Sen kesin zorbalıkta yapmışsındır." tükürüğüm boğazımda kalınca öksürdüm. Yutkunuşlarım işe yaramadı. Boğazımı ovaladım ve ona tip tip baktım. Öyle biri değildim. Tamam ergenken bazı zamanlar tam da dediği kızlar gibi davrandığım anlar vardı ama bu karakterimin bir parçası değildi. O an nasıl olması gerekiyorsa öyle yapıyordum o kadar. Yaptığım hiçbir şey de kimseye zarar vermemişti. Buna emindim.
"Ne alaka?" bakışlarını çekmeyince omuzlarımı silktim. "Yani, belki, biraz... O da hak edene." dediğimde başını gururla salladı. Aferin zeki adam!
"İrem'e de yapmış mıydın?" dilimi ısırdım. Bu adam taşı gediğine sokma konusunda gerçekten profesyoneldi.
"Şafak!" diye üzerine yürüdüğümde ellerini havaya kaldırıp sırıtarak bir iki adım geriledi.
"İntikam güçlü bir duygu sonuçta." ona yutkunarak baktım. Yanak içlerimi ısırırken geçmişe daldım. İrem'le anaokulunda tanışmış ve ihanetini öğrenene kadar da arkadaş kalmıştık. O benim gerçekten sevdiğim, çok değer verdiğim bir insan olmuştu hep. Her şeyimi paylaştığım, ailemin içine dahil ettiğim tek arkadaşım, dostum olmuştu. Ona değer vermek ve sevmek dışında ona hiçbir şey yapmamıştım.
"Şu lanet eve nasıl gireceğim?" dedim konuyu değiştirerek.
"Bana gösterdiğin bu çirkef yüzünle." ellerimi yüzüme kapayıp gürültüyle nefesimi bıraktım.
"Dayaklıksın Şafak yemin ederim dayaklıksın." omuzlarını silkti. Bu adamın benim sinir uçlarımla derdi neydi anlamış değildim.
"Sen olmadan nasıl gireceğim ben o eve?" ellerini pantolonun ceplerine soktu.
"Yürüyerek..." oflayıp alnımı ovaladım.
"Bak ya... Beni çıldırtmasana. Hem deli misin sen bu ahırda yaşamayı nasıl kabul edersin? Veliaht değil misin sen?" deyip kendi sorumu kendim cevapladım.
"Veliahtsın. Bu aileye dair her şeyde sana ait! Bu evde dahil." bakışları sarsıldı. O eğlenen ve alaycı ifadesi anbean yok olurken dudakları kıpırdadı.
"Ama ben bu eve ait değilim Toral. Hiçbir zaman da olmadım." kara harelerindeyken bakışlarım, ağırca kıpırdanan adem elmasına kaydı. Yutkundu ama o yutkunmalar boğazına dizildi sanki. Sonra da yeri ayaklarımın altından kaydırdığı son sözü söyledi.
"Bir evim olmadı. Bir eve ihtiyaçta duymadım zaten..."
Şafak'la yürüdüğüm yolu tek başıma geri döndüm ve eve doğru ilerledim. Siyah çelik kapının ziline basıp açılmasını beklerken geçen zaman birkaç saniye değil de bir asır gibi geldi. Kafamın içinde Şafakˆın dediği yankılanmaya devam ediyordu.
O kapı açıldı. Karşımda üzerinde siyah kalem etek ve siyah gömlek olan bir çalışan durdu ve bana mimik oynamayan yüzüyle bakıp kapıyı sonuna kadar açıp eliyle içeri gösterdi. Başım dik, yüzüm ifadesiz ama kendimden emin bir şekilde eve ilk adımı attım. Geniş antrenin orta yerinde daire oluşturan büyük, seramik vazolardan vardı ve her birinde farklı renklerde şakayıklar vardı.
Antreyi çevreleyen duvarlardaysa bir sürü farklı boylarda altın varaklı aynalar vardı. O aynalarda kendi siluetimi izleyerek bana yolu gösteren kızın arkasından yürüdüm. Antreyi geçip uzun iki yana uzanan koridora çıktığımızda kız durup bana baktı ama ben koridorun sağ kanadındaki odalardan birine giren Paşalı ve Behzat Yarkın'a bakıyordu. Anlaşılan bu kapının bu kadar kolay açılmasını sağlayan Paşalı idi.
"Güzin Hanım oturma odasında. Buyurun," kıza baktım. Sola döndü ve birkaç adım yürüdükten sonra durup bana dönerek eliyle kapısı açık salonu gösterdi. Ona bakmadan yanından geçip salona girdim. Behzat Yarkın yoktu. Sadece Güzin Yarkın vardı. Geniş koltuğun ortasında bacak bacak üstüne atarak oturmuş kahve içiyordu. Dakikalar önceki halinin yerinde yeller esiyordu. Fazlasıyla sakindi.
"Açıkçası bu cesaretin beni etkiliyor. Cahil desem değilsin, bilinçsiz desem fazlasıyla bilinçli bir kadınsın. Sende ki gerçek cesaret." dediğinde başımı sallayarak güldüm. Kuyruğumu sıkıştırdığımı görmemesi iyi bir şeydi tabii.
"Övgülerinize ihtiyacım yok." gülümsedi. Bana kahvesinden bir yudum alırken bakmaya devam etti.
"Ve bir o kadarda küstahsın... Seni, tüm bu olanlar olmasaydı ve o piçin değil de benim oğlumun karısı olsaydın sanırım severdim. Ama gel gör ki her şey ortada. O gün dedim yine diyorum. Seni görüyorum Canan. Seni çok iyi görüyorum..." kollarımı göğsümde bağlayıp hemen yanımdaki koltuğun kenarına oturup bacak bacak üstüne attım.
"Şafak'ın annesi de babası da belli Güzin Hanım. Siz beni, bende sizi ve boynuzlarınızı çok iyi görüyorum. Tüm nefretinizi bu günahın sonucu olarak dünyaya gelen bir çocuktan çıkarmak yerine kocanızdan çıkarsaydınız keşke. O zaman sizi haklı bulurdum belki. Ama siz tüm bu güç ve koltuk sevdasıyla boynuzlarınızı parlatıp o yersiz nefretinizi en güçsüz gördüğünüz kişiye yöneltmişsiniz. Ama Şafak artık çocuk değil. Kocaman adam ve siz kabullenmeseniz de bu ailenin bir parçası ve sizin krallığınızı veliahttı." dedim. İfadesinden bir şey eksilmedi.
"Çok denedim biliyor musun?" dedi uzaklara dalmış bir sesle. Dudaklarında küçük bir tebessüm vardı. "
"Onu öldürmeyi beceremedim. Her seferinde ama her seferinde kurtuldu. Belki dedim veliaht olup o masaya oturursa bir şekilde kendini öldürtür ama o gün anladım ki Şafak bizim dünyamızda ne yazık ki herkesin sahip olmak isteyeceği bir evlat, bir veliaht ve ittifak. Onu öldürmek kolay olmayacak... Ama o gün bir şeyi daha anladım..." yeşil gözleri mavilerime kenetlendi. O küçük tebessüm sinsi bir sırıtışa dönüştü ve bana gözünü kırpmadan baktı.
"Şafak'ı öldürmeye çalışmama gerek kalmadı çünkü artık yanında onu ölüme götürecek bir şey var." kahvesinden son yudumunu alıp fincanı önündeki bıraktı. Sözleri bir yılan zehri kadar kuvvetliydi. Açık açık Şafak'ı öldürenin ben olacağımı ima ediyordu. Birini öldürecek olsam bu kişi Şafak olmazdı.
"Bu ev bize değil sana ve ona cehennem olacak Canan. Senin yerinde olsam, kalan zamanımı bizimle boşa harcamaz ve aileme ayırırdım." sözleri beni tedirgin ediyordu lakin ona renk vermemek için direniyordum. Korkumu da endişemi de belli etmemeliydim.
"Siz benim için tasalanmayın Güzin Hanım. Ben ne saraya giren casusum ne de canınıza susamış bir katil. Şafak'ın karısı olmam da nereden geldiğimi unutturmuyor. Ben Canan Ahsen Toral'ım yanına Yarkın soy isminin eklenmesi benim gerçekliğimi yok etmiyor. O ahırdan bozma kulübede yaşayacak değilim. Alıştığım bir statü bir yaşam biçimi var. Ancak endişeniz olmasın kocam da en kısa zamanda olması gereken yerde yanımda olacak." oturduğum yerden kalkıp gülümseyerek salonun çıkışına yöneldim ve kapıdan çıkmadan önce omzumun üzerinden ona baktım.
"Rahatınızı bozmayın. Ben kendi odamı seçerim!"
Salondan çıktığımda sağıma soluma baktım. Daha deminki kız anında yanımda bittiğinde ona gözlerimi devirip tamamen soluma döndüm ve koridorda yürümeye başladım. Karşılıklı kapıların arasında gözlerimi gezdirip kıza bakmadan " boş odalar hangileri?" dedim.
"Sağdaki ikinci, soldaki dördüncü ve beşinci kapı Canan Hanım." durup bakışlarımı kapılarda dolaştırıp sola ilerledim ve odalara baktım. Birbirine benzeyen odalardı. Beğenmeyen tavırlarla sağ taraftaki odaya ilerledim ve kapıyı açıp içeri girdim. Bu oda diğer iki odadan daha büyük ve ferahtı ancak en önemlisi pencereydi.
"Burası daha iyi. İstediğim büyüklükte değil ama idare eder." deyip kıza baktım. Kapının önünde kıstığı gözleriyle yüzüme bakıyordu. Anlaşılan evin tüm çalışanlarına kim olduğum söylenmişti ve tarafları belliydi. Yanımda durmalarına ihtiyacımda yoktu.
"Çık dememe gerek var mı? Çoktan sahibine ötmeye gitmen gerekmiyor muydu senin?" bakışlarını düzeltti. Toparlandı ama samimiyetsiz tavırları canımı daha da çok sıktı.
"Efendim..." elimi kaldırıp onu susturdum ve aynı elimle onu kış kışladım. "Çıkabilirsin."
Kız kapıyı çekip çıktı. Uzaklaşan adım seslerini duysam da kapıya ilerleyip kulağımı beyaz, ahşap kapıya yasladım. İlerden seçemediğim konuşma sesleri geldiğinde geri çekildim. Kapının arkasında kimse yoktu. Hızlı adımlarla pencereye gidip perdeyi araladığımda aramızdaki mesafeye rağmen Şafak ile göz göze geldim. Bana başını sallayıp arkasını dönüp kulübenin kapısını açtı ve bana bir daha bakmadan kapıyı kapadı. Oflayarak nefeslenip perdeyi sertçe geri çektim. Beyaz nevresimli çift kişilik yatağa oturup kendimi geriye bıraktım. Cebimdeki telefona peş peşe bildirimler düşünce çatık kaşlarımla telefonu cebimden çıkarıp bildirimlere baktım. Şafak'tı.
Doğru oda. Aferin.
Bir şey olduğunda ya da telefondan bana ulaşamazsan ışığı kapayıp aç anlarım.
Bu cephe direkt ormana açılıyor.
Kaçmamız gerekirse zaman kazanmış oluruz.
Ve Behçet'e kötü davranma...
Ayrıca o evde herkese ve her şeye dikkat et.
Yediğine, içtiğine yattığın yatağa bile!
Son mesajı okuduğum gibi yataktan kalkıp beyaz nevresimlere baktım. Bir şey varmış gibi görünmüyordu. Yorganı çekip içine baktığımda da absürt bir şeyle karşılaşmadım. Ellerimi korkarak yatağın üzerinde gezdirdiğimde de bir şey hissetmedim. Yastık ve yorganda da bir şey yoktu. Oflayarak yorganı ve yastıkları yere fırlatıp yatağa oturdum. Sürekli tetikte olarak nasıl yaşayacaktım ki ben bu evde! Salak herif beni resmen timsahların arasına atmıştı. Ama ondan bunun da acısını çıkartacaktım. Görürdü o!
Telefonumun sesi birden yükseldiğinde irkildim. Yatağın ortasında çalan telefona uzanıp aldığımda babamın aradığını gördüm. Telefonu açıp kulağıma yasladım. "Kızım," dedi telefonu açar açmaz. Sesindeki endişe geçmemişti. Uzun bir süre geçmeyeceğine de adım kadar emindim. Gece yaşanan karmaşanın ortasında bayıldığımda onu çok korkuttuğumu biliyordum. Onun kucağında ayılmıştım. Ben kendime gelene kadar kendini yiyip bitirdiğine de emindim.
"Merhaba baba." dediğimde rahat bir nefes aldı.
"İyi misin?"
"İyiyim baba. Sen iyi misin?" dedim. Kalbine bir şey olacak diye endişe ediyordum.
"İyiyim. Sesini duymak iyi geldi." dudağımı çekiştirip nefeslendim. Eskiden babamla çok rahat konuşurken şimdi doğru kelimeleri seçmek ve konuşmaya çalışmak beni zorluyordu.
"Canan..." dedi ama devam edemedi. Dün geceden sonra vicdanının ona ağırlık yaptığı ortadaydı.
"Konuştuğumuz gibi." başımı sallayıp yataktan kalktım ve pencereye ilerledim. Perdenin gerisinden karşımdaki kulübeye baktım.
"Konuştuğumuz gibi baba merak etme. Kaleyi içten fethedeceğim..."
EKİM 14:45 / İSTANBUL -
Minel, okulun son zili çaldığında kalemini defterinin arasına bırakıp hemen önünde oturan arkadaşı Arzu'nun kumral saçından bir tutam tutup acıtmadan çekti. Arzu başını ona çevirdiğinde tatlı tatlı gülümsedi.
"Pera, Arzu geliyorsa kesin geleceğim dedi. Sen karar verdin mi?" Arzu'nun yanaklarının kızardığını fark edince gülümsemesi sırıtışa döndü. Hayatındaki en değerli iki şapşalın bu halleri onu inanılmaz keyiflendiriyordu.
"Geleceğim tabii ki. Ama önce eve geçmem lazım. Hem üstümü değiştireceğim hem de teyzemler gelmiş. Onları bir görürüm." deyip tekli sırasından kalkıp çantasını toparlamaya başladı.
"Çıkalım haydi." Minel anında ayaklanan arkadaşına gülerek toparlandı. Okuldan çıkıp kendilerini bekleyen arabalara ilerlediler. Minel, arkadaşına el sallayıp Atakan'ın yanında durdu. Pera henüz gelmemişti. "Nasılsın Atakan abi?"
"İyiyim güzellik sen nasılsın?" dedi Atakan. Minel'e sevgiyle bakıyordu.
"Ay çok yorgunum. Bu dersler her gün daha da zorlaşıyor. Matematik derslerinde beynimi ekstra kullanmaya çalışmak bünyeme zarar veriyor sanki. Midem bulanıyor, ellerim terliyor, içim üşüyor." Atakan gülmeden edemedi. Genç kızın matematiğe olan garezi onu güldürüyordu. Kafası da çalışıyordu oysa ki.
"Abartma be kızım." Minel omuzlarını silkti. Zeki olması dersleri seveceği anlamına gelmiyordu. Hem o sporcuydu, öyle de devam edecekti dersler neden vardı ki?
"Çok ciddiyim Atakan abi. Alev aldım resmen! Bak yanıyorum," dediğinde Atakan devam eden gülüşüyle avcunu Minel'in alnına yasladı. Avcuna yayılan sıcaklıkla kaşları anında çatıldı.
"Minel sen yanıyorsun!"
"Ay yok o kadar da değil ama dediğim doğru bu matematik beni bitiriyor." Atakan kızı duymadan Minel'in küçük yüzünü avuçlarının arasına aldı. Yanakları da cayır cayır yanıyordu.
"Kızım cidden ateşin var senin," Minel avcunu alnına yasladı ama o bir sıcaklık hissetmedi.
"Yoo. Normal bence," dese de Atakan onu ciddiye almadı. Telefonunu çıkartıp Yusuf'u arayacakken yanlarına tüm enerjisiyle Pera geldi.
"Geldim haydi gidelim." dedi Pera ama Atakan'ın yüzü gördüğü an kaşları endişeyle kırıştı.
"Ne oldu?"
"Minel'in ateşi var." Minel gözlerini devirerek Atakan'a bakıp kızıl saçlarını elinin tersiyle geriye savurdu.
"Yok öyle bir şey o benim şahsi alevim." Pera kuzenine aldırmadan yüzünü avuçlayıp alnına dudaklarını yasladı. Hissettiği sıcaklık çok fazlaydı. Kız kardeşi Neda'nın bağışıklığı zayıf olduğundan hep hastalanırdı ama onun bile bu derece ateşi olduğunu hiç görmemişti.
"Mimikom, senin cidden ateşin var!" dedi Pera endişeyle. Ama Minel pek oralı değildi.
"Ay abarttınız sizde. İyiyim ben hasta falan hissetmiyorum kendimi üstelik. Hem annem evde bugün. Gider gitmez söylerim ona ilaç falan halleder."
"Emin misin?" Pera saçlarını karıştırıp yeniden Minel'in ateşini kontrol etti.
"Ay evet. Hava soğuk ben sıcağım ateşli sandınız beni. Hayır zaten ateşli bir hatunum orası okey ama bu anlamda değil canım. A aaa vallahi beni hasta etmeye yer arıyorsunuz siz." Atakan ve Pera birbirilerine bakıp dudak büktüler ama Minel'in bu işi inada bindireceğinden emin olduklarından başlarını saldılar.
"İyi madem. Ama eve gider gitmez halama söyleyeceksin. Arayacağım," Minel başını sallayıp arabaya yöneldi ve kapısını açıp içeri girdi.
"Haydi binin daha Arzu'yla patene gideceğiz gecikmeyelim."
Eve geldiklerinde Pera kendi evine geçmek yerine Minel'in peşinden gitti. Kuzenini birazcık tanıyorsa ateşinin olduğunu asla söylemezdi. Minel ona ters ters bakıp homurdansa da umursamadı. Onu kolunun altına alıp kızıl saçlarını karıştırdı ve şakağına dudaklarını yasladı. Arabada da ara ara aynı hareket tekrarlamıştı.
"Düşmüş biraz," dediğinde Minel homurdandı. Hastalanmaktan, hastaymış gibi davranılmasından haz etmiyordu. Kıpır kıpır ve enerjik kişiliği en ufak bir halsizliği bile kabul etmiyordu.
"İyiyim diyorum Pera." Pera bu sefer başının üstünü öptü.
"Ol kızıl şeytanım sen hep iyi ol." Minel gözlerini devirip bakışlarını kuzenine çevirdi.
"Ulan bana tasladığın şu abiliği birazda Neda'ya taslasana."Pera sırıttı. Minel'in burnunun ucunu parmaklarının arasına sıkıştırıp çekiştirdi. Eline yediği şamarla gülüşü daha da büyüdü.
"Neda canım ciğerim, biriciğim ama hemen alınıp küsüyor minik bebeğim. El şakalarıma da ağlıyor, kıyamıyorum. Sen bana karşlılık veriyorsun o yüzden seninle uğraşmak daha keyifli."
"Bundan bahsetmemiştim ama neyse." karşılıklı gülüştüler. Pera, Minel'in hep kızarık olan yanağından makas alıp üstüne bir de sıkıca öptü.
"Neda'ya da aynı ilgi ve alakam var güzellik. Canımın içi o benim biliyorsun ama sen de benim ilk göz ağrımsın." Minel dudaklarını büzüp yaşaran gözlerini silermiş gibi yapıp Pera'nın göğsüne elinin tersiyle yavaşça vurdu. Pera bunu her defasında dile getiriyor ve onun kalbini çalıp duruyordu. Birbirileri için kuzenden daha fazlasıydılar. Minel, Pera için ilk kardeşti. Pera ise Minel'in hiç olmayan ağabeyiydi. Bunlarında ötesinde birbirilerinin sırdaşı ve dostuydular.
"Bak ya. Köpek zorla sevdiriyor kendisini." Pera, Minel'in kızıl saçlarını bir kez daha karıştırıp onu göğsüne çekti ve evin ziline bastı.
Kapıyı Defne açtı. Karşısında sarmaş dolaş gördüğü ikiliye gülümseyip kapıyı sonunda kadar araladı. Çocuklar selam verip içeri girerken Defne onlara karşılık verip kaçamak bakışlarını dışarıya çevirdi. Ona gülümseyen Atakan'ı görünce başını eğip kızaran yanaklarını sakladı ve kapıyı kapadı. Önüne döndüğünde ona sırıtan iki haylazla kalakaldı.
"Defne ablacığım iyisiniz inşallah?" Minel'in sesi bile kıkırdıyordu. Atakan abisini çok seviyordu ve Defne ile aralarındaki bu ilişki onun çok hoşuna gidiyordu. Birbirilerini sevdikleri çok belliydi.
"İyiyim küçük hanım. Siz nasılsınız?"
"Aşkınıza tanık olduk daha da iyi olduk çok şükür." Pera sessizce gülerken elini kuzeninin ağzına kapadı ama Minel o eli ittirdi.
"Minel Hanım." dedi Defne utançla.
"Ay Defne abla Allah aşkına ben senden kaç yaş küçüğüm ne hanımı? Sıkışınca bana hanım demeler sizde de huy oldu," Defne gözlerini kırpıştırarak Pera'ya bakınca genç çocuk başını anlayışla salladı. Neyse ki konuyu en doğru şekilde değiştirebilecekti.
"Halam nerede Defne abla?" dediğinde Defne ona minnetle baktı.
"Kış bahçesinde kitap okuyordu."
"Teşekkürler." Pera, minel'i kolunun altından çıkarmadan kış bahçesine yöneldi. Kuzeninin asılan suratını mıncırıp saçını çekti. Kahve hareler ona dönünce kaşları çatıldı. Minel'in yüzü kolay kolay asılmazdı.
"Ben çok mu patavatsızım Pera yanlış mı konuşuyorum insanlarla acaba?" Pera dudaklarını birbirine bastırıp düşünüyormuş gibi yaptı.
"Bazen patavatsız olabiliyorsun. Sevdiklerinle uğraşmayı da seviyorsun güzellik ve o sevdiklerinde seni bildiğinden sana darılıp üzülmüyorlar merak etme." Minel ikna olmamış bir halde duraksadı. Bu aralar diline hakim olması gerektiğini fark ediyordu.
"Emin misin?"
"Evet abine güven sen." dedi Pera böbürlenerek. Minel oflayıp gözlerini kırpıştırdı.
"Ne abi ne abi ama!"
"Kalbimi kırıyorsun kızıl şeytan." Minel, Pera'nın kolunun altından çıkıp ona ters bir bakış attı.
"Sensin be şeytan."
Pera kıkırdayıp elini kalbine vurdu ve başını eğip" eyvallah güzellik." dedi. Minel ona sırtını dönüp yürümeye başlayınca o da hareketlendi.
Kış bahçesine girdiklerinde Aden başını kitaptan kaldırıp kemik çerçeveli gözlüklerinin ardından onlara baktı. Güzel yüzü gülümserken kitabını kapayıp masaya bıraktı. "Hoş geldiniz," deyip kollarını açtı. İlk önce kızına sarıldı sonra da yeğenine. Geri çekildiklerinde merakla kızına bakıp onu yeniden çağırdı. Önünde duraksayan kızının alnına avucunu yasladı.
"Minel ateşin var kızım." dedi anında fark ederek.
"Var hala. Daha yüksekti ama bu düşmüş hali." Pera geri durmadan konuşunca Minel onn ayağına ayağıyla vurup endişeli halde olan annesine baktı.
"Minel neden aramadınız bizi hemen hastaneye giderdik." Aden ayaklanıp kızını kalktığı yere oturttu ve alnını öptü.
"Üşüttün mü?" Minel, endişelenen annesine sıcacık gülümsedi.
"Ben hasta değilim. Öyle hissetmiyorum. Ateşimde normal," deyip annesinin yanağından makas aldı.
"Ona sen değil ben karar veririm küçük hanım." Aden yeğenine dönüp "Pera, ateş ölçer getirir misin?" dedi. Pera da bunu bekliyormuş gibi anında kıpırdandı.
"Hemen!" Minel koşarak uzaklaşan kuzenine bakıp ofladı.
"Anne iyiyim ben." Aden ellerini kızının yüzünde gezdirdi. Dudaklarını alnında, yanağında, başının tepesinde gezdirdi. Pera yanında Kiraz'la geldiğinde Minel gözlerini devirdi.
"Sultanım sen ne diye geldin?" dedi bastonuna yaslanmış ayakta zor duran kadına bakarak.
"Geleceğim tabii. Sus bakayım sen," yaşlı kadına iç çekerek bakıp bakışlarını ateşini ölçen annesine çevirdi. Kaşlarını çatmış elindeki alete bakıyordu.
"Otuz yedi buçuk." Minel yanaklarını şişirip ofladı. Başını geri çekti. Kesin bozuktu o alet.
"O zaman okul çıkışı kesin otuz dokuz falandı hala. Cidden yanıyordu çünkü. Neda'dan tecrübeliyim vallahi çok yüksekti." Pera'ya ters ters bakıp annesine döndü.
"Sonuç olarak korkulacak bir şey yok. Yarın genel kontrol ve antrenman var. Diğer gün de seçmeler. Zaten stres yaptım ondandır kesin."
"Minel kendini çok zorluyorsun anneciğim." Aden elindeki aleti masaya bıraktı.
"Yoo hiç zorlamıyorum bence. Hem gerçekten iyiyim anne. Sen bana bir çorba yap bir de ilaç alayım turp gibi olurum ben." Aden bir ikilemde kalsa da kendiliğinden düşen ateş içini rahatlamıştı bir nebze de olsa. Başını sallayıp kızının saçlarını okşadı.
"O zaman doğru odana. Ilık bir duş alıp gel. Ben de tavuk suyuna sana güzel bir çorba yapayım." Minel kocaman gülümseyip sandalyeden kaktı. Annesinin yanaklarından öpüp koşar adımlarla kış bahçesinden çıktı ama saniyeler içinde dönüp annesine bakarak "içinde et olsun ama." deyip odasına yol aldı.
Banyosuna girdiği gibi üzerini çıkarıp duşa kabine girdi ve annesinin sözünü dinleyip ılık suyla hızlıca duş alıp çıktı. Bornozunu giyinip odasına döndü. Dolabından giyeceklerini çıkarıp yatağına oturdu ve giyinmeye başladı. İç çamaşırlarını giyinip taytına uzandığında dönen başıyla sarsıldı. Bir elini yatağına diğer elini alnına yasladı.
Kendine gelmeye çalıştı ama başı çok kötü dönüyordu. Gözünü açamayacağını anlayınca kendini yatağına bıraktı ve ellerini yüzüne kapattı. Sakin nefesler alıp verdi. Kendini sakinleştirmeye çalıştı ama kalbi, dönen başına ayak uydururcasına deli gibi atıyordu. İçten içe kızdı kendisine. Annesine aksini söylemişti ama galiba yarışmaları ve elemeleri cidden büyük bir stres haline getirmişti ve bedeni bunu artık açığa çıkarıyordu.
"Psikoloğa mı gitsem acaba?" dedi kendi kendine. Başının dönmesi geçene kadar ellerini yüzünden çekmedi. Gözleri de yanıyordu.
Parmaklarını gözlerine bastırıp ellerini yavaşça yüzünden çekti. Gözlerini araladı. Uçuşan tanecikler gözlerinin önünde süzülürken tavana baktı. Neyse ki baş dönmesi durmuştu. Yatağından doğruldu. Yere düşen taytını yavaş hareketlerle alıp giyindi ve yataktan kalktı. Üstüne de swetini geçirip saçlarına havlusunu geçirdi. Makyaj masasına ilerleyip kendisine bakınca yüzü düştü. Bembeyaz kesilmişti.
"Bir daha... Bir daha bu tarz bir şey yaşarsan annene söyleyeceksin Minel." dedi aynadaki aksine. Bu yaşadıkları onu korkutmaya başlamıştı. Burnu sürekli kanıyor, vücudunun bazı noktalarında morarmalar beliriyordu. Bir süredir antrenmanlarda çok yorulup hemen halsizleşiyordu. Bunu kabullenmediğinden dışarıya da yansıtmıyordu ama içten içe artık bir sorunun olduğunu fark ediyordu.
Saçını kuruttu. Üzerini giyinip aşağı indi. Mutfakta sadece annesi ve anneannesi vardı. İlk anneannesine gitti. Pamuk yanaklarından öpüp annesine gitti. Yanına oturup kollarını beline sardı ve başını göğsüne yasladı. Annesinin kolları onu hemen ararken ellerini saçlarında hissetti.
"Hasta değilsen de belli ki olacaksın güzelliğim," Minel direnmedi. Başını uysalca sallayıp annesine daha da sokuldu. Ne zaman hasta olacak olsa hep annesinin koynuna saklanırdı. Saçlarının arasında gezinen parmaklarla daha da mayıştı. Gözlerini kapayıp yüzünü annesinin boynuna sakladı.
"Çorbanı içip ilacını al bir güzelde uyu bir şeyciğin kalmaz güzel kızım." Minel başını kaydırıp anneannesine kısık gözleriyle baktı.
"Paten kaymaya gideceğim. Gelince uyurum kraliçem." dedi ve annesinden uzaklaştı. Hasta gibi görünürse eve tıkılacağını biliyordu.
"Sonra gidin kızım. Dinlen bugün," annesine bakıp dudak büktü.
"Ya hayır. Babamdan zar zor izin aldım vallahi erteleyemem. Hem iyiyim ben. Canım biraz şımarmak istedi." annesi burnunun ucunu öpüp yanaklarını sevdi.
"İyi bakalım, ateşin düşmüş ama gözüme battığın an soluğu hastanede alırız. Anlaştık mı?" Minel başını salladı.
"Anlaştık annikom."
Minel çorbasını içip annesinin verdiği ateş düşürücü ve grip ilaçlarını içip onlara veda ettikten sonra evden çıktı. Atakan'ın yanına yürürken Pera ve Arzu'nun yan yana yürüdüklerini fark edince adımlarını durdurup onlara seslendi ve havada kalp çizip öpücük attı. Pera kuzenine göz devirirken Arzu domatese dönmüş yanaklarını elleriyle kapadı ve arkadaşına kötü kötü baktı. Lakin Minel sırıtmaya devam ediyordu.
"Ey aşk şu koca evrende bir benim yüzüme tükürmedin farkında mısın?" diye gökyüzüne bakıp serzenişte bulundu Minel.
"Sus kız daha yaşın kaç senin bacaksız!" abilik taslayan kuzenine dil çıkarıp parmağıyla Arzu'yu gösterdi.
"Arzu ile aynı yaştayım Pera," dediğinde aralarındaki mesafe bitmişti. Şimdi üç genç yan yanaydı.
"Senden ay olarak büyüğüm ama," Minel hemen yanındaki arkadaşına döndü. Saçını acıtmadan çekti.
"Bak bak bak! Hemen satıldım ha! Şu çakma fındık kurdundan beklerdim de senden beklemezdim. Dost dedik Ferhunde yenge çıktı iyi mi?" Arzu arkadaşına omuz silkip kızarmış yanaklarını sıktı.
"Ferhunde kim be?" dedi Pera. Kızlar birbirine bakıp sırıttı.
"Ben sana sonra anlatırım canım. Geç kalmadan gidelim mi?" Minel, kuzeninin koluna giren arkadaşına gözlerini kısarak bakıp sırıttı. Kızıl saçlarını savurarak arkasına dönüp onları bekleyen arabaya doğru ilerledi ve "gidelim Ferhunde yenge gidelim." dedi.
Önce paten kaydılar. Sıkılınca alışveriş merkezinde gezindiler. Kahkahaları hiç eksik olmuyor sürekli birbirileriyle uğraşıyorlardı. Pera, Arzu ile daha çok vakit geçirmek için bugünü planlasa da Minel'i gözünün önünden ayırmadı. Ateşi düşmüş olsa da hastalanabilir endişesi taşıyordu. Eve döndüklerinde herkes Sema ve Sefa Toral'ın evindeydi. Pera, Arzu'yu aynı sitedeki evine bırakmaya giderken Minel'de eve geçti. Herkesle selamlaşıp mutfakta tatlıyla uğraşan İzel'in yanına gitti.
'İzi'm kuşum ben geldim," diyerek mutfağa girdi. Kendisine dönen İzel'e öpücükler atıp ada tezgahın yüksek sandalyelerinden birine çıkıp oturdu. İzel'de elindeki işiyle kuzenine döndü.
"Hoş geldin güzellik." İzel biraz yükselip derin kabın içindeki şeye baktı.
"Ne yapıyorsun?"
"Kek." dedi sakince İzel. Uğraşası da yoktu ama kızının canı meyveli kek istiyordu. Kek harcının kıvamına bakıp çırpma teliyle kenarları sıyırdı. İçine koyacağı meyveleri düşününce ağzı sulandı.
"İyi misin sen moralin bozuk gibi?" başını kaldırmadan gözlerini küçük kuzenine çevirdi. Yüzünde tatlı bir gülüş, gözleri meraklı kendisine bakıyordu. İç çekti. Minel'e bakarken içinden kızının ona benzemesini diledi.
"Çok mu belli?" dedi kabı tezgaha bırakıp dolaptan kek kalıbı çıkardığı sırada.
"Amcamla mı atıştınız onunda suratı sirke satıyor." İzel işini yapmaya devam etti ama aklındaki düşünceler susmadı. Şile'deki toplantıdan sonra Yusuf Ali ile aralarında anlamadığı bir gerginlik vardı. Ne kadar sorsa da bir karşılık alamadığından sormaktan vazgeçmişti. Kocasının bu huyundan nefret etse de şimdilik sessizliği tercih ediyordu.
"Evlilik işte. Oluyor öyle arada." Minel dudaklarını büzüştürüp başını salladı. Anne ve babası da atışırdı ama babası annesinin yüzünü asmasına asla izin vermezdi. Konuyu uzatmak istemediğinden daha keyifli bir konu açtı.
"Eee kızımız nasıl?" İzel iç çekip bir eliyle karnını okşadı. Kızının varlığını, onun hareketlerini hissetmek mucizeydi.
"İyi ablası. Çok şükür her şeyi iyi." dedi sakin bir gülüşle. Harcı kalıba döküp fırına verdikten sonra mutfak masasına yöneldi. Minel'de peşinden geldiğinde yan yana oturdular. Genç kız elini büyümüş karna yaslayıp aşağı yukarı okşadı.
"İsmine karar verdiniz mi?" İzel aldığı bu soruyla iç çekti. Bu konuda aşırı kararsızdı. Minel'e doğru biraz dönüp kızıl saçlarının uçlarını parmaklarına doladı.
"Bir türlü karar veremedim. İkimizin içine de sinmiyor hiçbir isim." Minel başını sallayıp parmak uçlarıyla hafif hafif vurdu elinin altındaki şişliğe.
"Eh, ailedeki herkesin isminin bir anlamı derinliği var. küçük hanımın ismi de anlamlı olmalı." İzel tatlı tatlı güldü. Eli karnından asla inmiyordu.
"Ama bu gidişle bir isim bulamayacağız." Minel elini sallayıp omuz silkti.
"Ay derdin bu olsun İzi'm kuşum. Buluruz illa ki."
"Bulur muyuz?" dedi emin olamayarak İzel. Aklına gelen isimler olmuştu ama açıkçası hiçte eşsiz hissettirmemişlerdi.
"Buluruz tabii. Bak mesela Emir dayım bana kimse isim bulamayınca çıkmış ortaya ben bulurum demiş. Gitmiş anlamında cennet taşıyan isimlere bakmış ve bingo..."
İzel kıkırdayıp Minel'in yanağını okşadı. O zamanları az çok hatırlıyordu. Canan ve Peri isminden sonra halasının ve eniştesinin içine hiçbir isim sinmemişti ama Emir Erez tüm karizmasıyla doğuma günler kala ortaya çıkmış ve Minel demişti.
Cennet bahçesi olan Aden'in cennetteki inci tanesiydi Minel.
"İnci tanem sen sadece cennetin muziplikle parlayan gözlerle bakıp "vallahi inkar edemeyeceğim öyleyimdir İzel ablacığım." dedi.
"Eşek seni." diye mırıldandı İzel sevgiyle. Onun en çok bu tatlı şımarıklığını seviyordu. Zaten cıvıl cıvıl, rengarenkti ama bu halleri gözüne daha cimcime görünmesine neden oluyordu. Neda bile küçücük yaşıyla Minel'den daha ciddiydi.
"Misal sen kesin kızını mucizem diye seviyorsundur." dedi Minel bir süre sonra aklına gelen fikirle.
"Evet." diye onayladı İzel kuzenini. Gözü fırına kayıp yeniden Minel'e döndü. Kızın gözündeki ışıltıları görünce gözlerini kısıp balını salladı.
"Eh, bak bakalım mucize anlamına gelen ne isimler var. Belki bulursun bir şeyler." İzel'in gözleri büyüdü.
"Ay doğru diyorsun. Bu gelmedi hiç aklıma." deyip hırkasının cebindeki telefonunu çıkarıp arama motoruna girdi.
"Ayda, Büşra, İkra, Mira." İzel isimleri sıralayıp dudak bükerek Minel'e baktı.
"Mira?" dedi Minel. İzel yeniden telefonuna dönüp ismi araştırdı.
"Hmm. Arapça'da olağanüstü ve mucize anlamına geliyormuş. Roman dillerinde harika, Slav dillerindeyse barış anlamına gelirmiş..." İzel ismin diğer anlamlarını da sıralarken Minel gözlerini kısmış eli İzel'in karnında düşünüyordu.
"Mira Toral... Oldu sanki?"
"Mira Toral?" İzel yine emin olamadı. Bir şeyler eksikti sanki.
"Oldu oldu. Bak bulduk bile." İzel burnunu kırıştırdı. Kararsızdı.
"Dur bakalım. Babamız ne diyecek orası da önemli."
"Bence çok güzel." İzel başlarını mutfağın girişine çeviri. Yusuf Ali kollarını göğsünde bağlamış, kapının kenarına yaslanmış bir şekilde onları izliyordu.
"Canım, gelsene." Minel iç çekip ayaklandı.
"Canın geldiğine göre ben kaçar. Aşıkları baş başa bırakmak gerekir." Minel, İzel'in yanağından kocaman öptü. Seke seke kapıya ilerledi. Amcasının da yanağından öpüp kulağına doğru fısıldadı.
"Anne üzülürse bebekte üzülürmüş diyorlar. İzi'm kuşumu üzme." Yusuf Ali yeğenin yanağını okşayıp göz kırptı.
"Üzmem bir tanem." Minel amcasının yanağından makas alıp güldü.
"Aferin aslanım. Seni karın ve kızınla baş başa bırakayım."
Minel salona geçti. Yarın sabah antrenmanı olduğundan erken yatacaktı. Dedelerini öpüp babaanne ve anneannesini arasına oturup iki dakika dedikodu yaptıktan sonra ayaklanıp annesini de öptü. Eve geçmeden bahçeye çıkıp telefonda olan babasına uzaktan seslenip ona öpücük atarak el salladı ve eve geçip odasına çıktı. Üzerini değiştirip kendini direkt yatağına attı. Telefonunda biraz vakit geçirdikten sonra Safiş'i yanına alıp uyudu.
Gece bir ara uykuyla uyanıklık arasında gittiğinde annesi ve babasının sesini duyar gibi odu. Saçlarında tanıdığı bir sıcaklık, yanağındaysa ezbere bildiği baskılar vardı. Babasıydı. Saçını okşayıp yanağını öpüyordu.
"Yusuf, uyandıracaksın kızı. İyi dedim ya sana." annesinin fısıltısı yakınından geliyordu. Yatakta hemen yanında oturuyordu sanki. Babasının varlığını ise tam tepesinde hissediyordu.
"Güzel kızım, güzelliğim benim. İnci tanem..." Minel huzurla mırıldanıp Safiş'e daha sıkı sarıldı.
"Canım, haydi ama. Uyanınca uyuyamıyor biliyorsun." annesini yine duydu Minel. Zihni uyanıyor gibi olsa da kendini rüyada sanıyordu.
"Biz yine de bir doktora gidelim Aden. Hatta bir şeyler planlayalım. Çok boşladık sanki bu aralar onu?" dedi Yusuf kızının çok sevdiği kızıl saçlarını parmak uçlarıyla okşadığı sırada.
"Bu konuda haklısın. Senin birden yoğunlaşan işlerin, benim eğitim ve seminerler derken ilgilenemedik hiç. Amasra'yı özledim diyordu. Bir hafta sonumuzu ayıralım. Ara tatilde de o ne isterse onu yapalım. Ablalarını ister kesin ama bakarız duruma göre." Yusuf başını sallayıp kızının saçlarını okşamaya devam etti ama bakışlarını karısına çevirdi.
"Hallederiz güzelliğim, hallederiz." Aden, baba olduktan sonra kocasının diline pelesenk olmuş ikilemeyle gülümsedi. O hallederiz diyorsa hallederdi. Yataktan usulca kalkıp Yusuf'un koluna girdi ve "çıkalım haydi," dedi.
Minel babasının dudaklarını son kez yanağında hissetti. Üzerine çekilen yorganın sıcaklığıyla elini Safiş'ten çekip bu sefer yorganına sarıldı kaldığı yerden rüya görmeye devam etti. Sabah uyandığında yüzünü yalayan Safiş'e ve onun şiş karnına tek gözü açık bir şekilde baktıktan sonra esneyip gerindi ve Şafiş'i ellerinin arasına alıp havaya kaldırdı.
"Günaydın kızım. Günaydın azgınların azgını, anaların anası, yumoşların yumoşu. Günaydın benim güzel çalar saatim. Ne oldu acıktınız mı?" deyip Safiş'in yüzünü yüzüne yanaştırıp dudaklarına değen patileri öptü.
Yataktan Şafiş'i bırakmadan çıktı ve çalışma masasının altındaki mama kabına ilerledi. "Eee daha gece yatmadan doldurdum ben bunu Safiş. Obez olup çıkacaksın sonra gel de ablamla uğraş. Bir doğur hemen diyete başlayacaksın anlaştık mı?" dedi ama aldığı karşılık yüzüne yediği pati oldu.
"Hain kedi seni. Anana şikayet edeyim seni de gör."
Safiş'i yere bırakıp masasının dolabındaki mama torbasından bir ölçek kuru mama çıkarıp kaba boşalttı. Safiş anında ellerini patileyip mamaya gömüldüğünde onun bu haline güldü Minel. Kendi su şişesinden su kabına birazcık boşaltıp odasına Safiş için su ve süt çıkarmayı aklının bir köşesine not etti.
Bir süre Safiş'i izleyip odasının penceresini açtı ve temiz havayı içine çekti. Yağmur yağacak gibiydi. Tül perdesini çekip dolabına ilerledi. Giyeceklerini ayarlayıp çantasını hazırladı ve ardından banyosuna gitti. Bugün için hazırlanırken telefonundan hareketli bir şarkı açtı.
Bugün sabah antrenmanı vardı. Antrenmandan sonra genel sağlık kontrolü ve sonrasında akşam antrenmanı vardı. yarın ise takım içi elemeler yapılacaktı. Minel bu iki günün öneminin farkındaydı. Antrenmanlarda seçici kuruldan birilerinin olacağının da farkında olduğundan biraz gergindi ancak atlatamayacağı bir şey değildi. Birileri onu sanatını sergilerken izlerken kendisine olan güveni daha da artıyordu.
Üzerini değişti. Uzun saçlarını sıkı bir balerin topuzu yapıp bebekliğinden beri onunla olan civciv maskotlu çıt çıt tokasını sol tarafına takıp aynadaki yansımasına öpücük attı. Çalan şarkıyı mırıldanarak telefonunu alıp birkaç tane fotoğrafını çekip hem ablalarıyla hem de Pera ve Arzu ile olan gruplara attı.
Son kez kendisine baktı. Hazırdı. Kendini fazlasıyla dinç ve iyi hissetmesi keyfini daha da arttırdı. Banyodan çıkıp yatağının ortasında mayışmış yatan Safiş'e ilerledi. Başını peş peşe öpüp karnını sevdikten sonra odasından çıktı ve direkt mutfağa indi.
"Annikom günaydınnnnn." enerjisiyle annesinin yüzünde güller açtırdı Minel. Aden elindeki küçük tavayı masaya bırakıp kızına ilerledi.
"Günaydın bebeğim." Aden kızının yanaklarını seve seve öptü. Minel havayı koklayıp sırıttığında kızının burnunu tutup acıtmadan çekiştirdi.
"Anniko domamesi mi?" dedi Minel kasten domatesi yanlış söyleyerek. Çocukluğundan beri en sevdiği şey bu basit yemekti. Annesinin sadece ona yaptığı pişmiş domatesi çok seviyordu. Çok az yağda ezilerek pişiriliyor ve pişince üstüne karabiber atıp ekmek bana bana yiyordu.
Aden, başını sallayıp kızını omuzlarından tutup masaya ilerletti. "Anniko domamesi tabii ama karabiber ve ekmek bugünlük yok." Minel masaya bakınca ağzı sulandı. Üç kişilik kahvaltıda rutinin dışında sadece annesinin yaptığı domates vardı ama neyse ki o da sorun değildi.
"Otur sen başla civcivim baban şimdi gelir." Minel yerine geçip oturdu. Önüne koyulan sütle annesine teşekkür edip onu izlemeye devam etti. Annesi başla dese de babası gelmeden başlamak istemedi. Gözünü bir an bile domatesten çekmeyip sulanan ağzıyla dudaklarını kemirirken yanaklarına yaslanan ve hemen ardından başına bırakılan öpücükle kocaman gülümsedi.
"Günaydın babikom," dedi son harfi uzatarak. Başını kaldırıp babasına baktı. Alnına konan buseyle gözlerini yumdu ama geri açması babasının sözleriyle çok hızlı gerçekleşti.
"Günaydın mimikom. Başla hadi sen ağzının sularından göl oluşacak burada."
"Yaaaa baba!" diye çemkirse de keyfi yerindeydi. Anne ve babasıyla güne başlamayı seviyordu.
"Afiyet olsun bal kızıma." deyip kızını son kez öptü ve karısına yöneldi Yusuf.
Aden ise elindeki fincanları masaya bırakıp kocasına baktı. "Günaydın hayatım."
"Günaydın güzel karım. Günümü güzelleştiren karım. Bugün ne kadar güzelsin sen böyle." Aden kendisine büyük bir aşkla iltifatlar yağdıran kocasına nazlı nazlı sırıtarak göz süzdü. Beline dolanan kollar ve yanağına bırakılan öpücükle sırıtışı daha da büyürken küçük kızının cazgır sesiyle o sırıtışı kıkırtılara döndü.
"Hey hey hey! Son çocuk olmaktan son derece memnunum. Kardeş istemem. Baba uzaklaş hemen annemden!"
Karı koca küçük kızlarına gülerek bakıp ona aynı anda göz kırptılar. Masaya yerleştiklerinde Yusuf kendi önündeki salatalık tabağını kızına doğru itekleyip çayından bir yudum aldı. Masaya bir bakış atıp karısına döndüğünde divane olduğu mavilerle karşılaştı. "Ellerine sağlık güzelim. Keşke bana da yiyecek bir şeyler hazırlasaydın."
"Yusuf!" dedi Aden taviz vermeyen sesiyle.
"Yusuf'un canı."
"Masada yiyebileceğin her şey var canım kocam." Yusuf haşlanmış yumurtaya, salatalık, domates ve yeşillik dolu tabağa ve diğer kahvaltılıklara baktı. Peynirlerin bile tuzsuz olduğuna emindi ama iç çekip kaderine boyun eğdi. Tabağına bir şeyler alırken kızının "baba!" demesiyle bakışlarını ona çevirdi.
"Canımın canı," Minel başını omzuna doğru eğip sırıttı. Elini geçiştirircesine sallayıp çatalındaki salatalığı ağzına attı.
"Bir şey yok bunu duymak için seslendim. Siz devam edin." karı koca kızlarının bu haline güldüler. Aden çayını yutup peynirden bir parça yedi.
"Hastaneye kaçta gideceksiniz kızım?"
"Öğleden sonra iki dedi Hakan hoca, anne." dedi Minel dikkatini domatesinden çekmeden.
"Güzel. Ben de o saatte dersten çıkmış olurum. Beklersin beni birlikte döneriz." Minel ağzındaki lokmayı yutup başını salladı.
"Olur... Ay annikom babikom, dayımla akşam yemeğine mi çıksak? Barlas aşkımla ne zamandır görüşemedim." karı koca birbirilerine bakıp kızlarına döndüler.
"Önce dayınla konuş bir tanem. O tamam derse çıkarız." Minel bakışlarını annesinden babasına kaydırdı.
"Ben de ayarlarım işlerimi babam bakma öyle." dedi Yusuf. Bu aralar fazla mesaiye kalıyor olmasına ses çıkarılmasa da karısının ve kızınınn bu durumdan hoşlanmadığı belliydi.
"O zaman tamam dayımı ben hallederim. Yarın gelecek misiniz peki?" derken ayaklandı Minel.
"Geleceğiz anneciğim. Hatta dedenlerde gelmek istiyorlar ama sana sormadan hareket etmeyelim dedik." Minel kocaman gülümsedi.
"Yaaa canlarım benim. Çok önemli bir yarışma değil ama istiyorlarsa gelsinler tabii."
Minel anne ve babasına veda edip evden çıktı. Arabaya gidene kadar kendisine eşlik eden korumalarla şakalaşıp enerjisine enerji kattı. Arabaya yanaştığında Atakan'ın yanında Pera ve Arzu'yu görünce kaşları bir anlığına çatıldı ama hemen ardından sırıtıp seke seke yanlarına gitti.
"Yaaa siz benimle mi geleceksiniz?" şen şakrak sesiyle herkesin bakışı Minel'e döndü.
"Günaydın mimikom ne kadar da dakik bir insansın sen." diye laf attı arkadaşına Arzu. Minel ise arkadaşına gözlerini kısarak baktı.
"Öyleyim canımcım. Siz birbirinizle flörtleşin diye gelişimi ağırdan aldım." Pera onlara atan kuzenini kolunun altına alıp alnına dudaklarını bastırdı. Neyse ki ateşi falan yoktu.
Atakan kolundaki saate bakıp arabanın kilidini açtı ve gençlere döndü. "Gençler, trafiğe yakalanmadan gidelim mi?"
Spor kulübüne geldiklerinde Pera ve Arzu antrenman salonunun izleyici kısmına Minel ise soyunma odasına yol aldı. Hem kişisel hem takım antrenmanı olduğundan oda kalabalıktı. Hazırlanan arkadaşlarına selam verip direkt kendi dolabına ilerledi. Eşyalarını bırakıp üzerini değiştikten sonra banyo kısmına geçip saçını düzeltti. O sırada hemen arkasından açılan kapıdan içeri giren kıza gözleri kaydı. Belki de takım içerisinde anlaşamadığı ve içinin ısınamadığı tek kişi olan Ruya gelmişti. Tabii ikisinin arasında herkesçe bilinen bir rekabette vardı.
"Günaydın millet." Minel diğerlerinin aksine başını sallamakla yetinip topuzunun alt kısmına bir tel toka daha geçirdi. Ruya ise eşyalarını bırakıp Minel'in yanına geldi ve soluna geçip uzun siyah saçlarını toplamaya başladı. Gözleri ara ara Minel'e kayınca sonunda istediğini aldı.
Minel ellerini göğsünde bağlayıp kalçasını lavabosuz tezgaha yasladı. "Ne var?"
Ruya da aynı pozisyonu alıp Minel'e baktı. "Bugün olimpiyat komitesinden gelenler varmış. Avrupa şampiyonası önce kota alabilecek kapasitedeki sporcularla erkenden ilgilenmek istemişler." Minel ağız ucuyla gülüp Ruya'ya göz devirdi.
"Babanın asıl işi fizyoterapistlik mi yoksa uçan kuşluk mu anlayamadım Ruya?" dediğinde Ruya'nın çenesi kasıldı ama gülümsemesini korumaya başardı.
"Haydi ama Minel bunu sende biliyorsun. Eminim Hakan hoca sana önceden söylemiştir." Minel iç çekip karşısında boş yapan kıza boş boş baktı.
"Hakan hoca senin babanın aksine her sporcuya ayırt etmeden dengeli bir şekilde yaklaşıyor." Ruya küçümser bir tavırla gülüp ciddileşti. Minel'e bir adım yaklaşıp daha kısık bir sesle yeniden konuştu.
"Bizim kulüpten sadece bir kişi seçilecekmiş Minel. Tek bir kişi... O kişi ben olacağım."
"Kendini benden iyi görmen beni hep güldürüyor Ruya. Neyse bu konuşmanın devamını Avrupa şampiyonu olup kotayı ben aldığımda devam ettiririz. Şimdi izninle ısınmam lazım."
Minel arkasına bakmadan soyunma odasından çıkıp antrenman salonuna gitti. Yerine geçmeden önce gözleri tribünde yan yana oturmuş gülüşerek konuşan ikileye ilerledi. Onlara Ruya ile konuşmalarını anlattı. Pera bakışlarını anında salonda gezdirirken Arzu kaşlarını çatıp arkadaşının yüzünü avuçladı.
"Senin tırnağın bile olamaz o kız kızılım. Buradaki herkes en iyilerinin sen olduğunun farkında. Komitede ilk antrenmanda bunu anlar. Sen hep yaptığın gibi kendine güven yeter." Minel arkadaşına göz kırpıp güldü.
"Kızım sen kendi annenin yolundan değil benim annemin yolundan git bence." dediğinde Arzu omuzlarını silip ellerini geri çekti.
"Yok. Mirasyedi olacağım ben. Yol benlik değil." Pera ise anında olaya dahil olup yüzünü Arzu'nun yüzüne yanaştırdı.
"O zaman evlenelim mi Arzu biz sizinkilerden daha zenginiz ya, ye ye bitmez bizim miras."
"E yuh sana Pera. Sana çüş artık!" deyip avcunu Pera'nın yüzüne kapatarak onu kendisinden uzaklaştırdı Arzu. Bir yandan da gülüyordu. Minel karşısındaki iki şapşala kahkahalarla gülüp başını sağa sola salladı. Onları kendi hallerinde bırakıp ısınmaya geçti. Tüm bedenini esnetip sırasıyla ısınma hareketlerini yaptı. Diğer sporcular ve Hakan hocada geldiğinde kontrollü ısınmalar başladı.
Antrenmana geçilmeden önce Hakan hoca öğrencilerinin ortasına geçip onlara kısa bir konuşma yaptıktan sonra diğer antrenörlerle birlikte aletlere göre gruplar oluşturdu. Her grup sırayla aletlerde antrenman yapacaklardı. Minel yer hareketlerinde başladı. Süresi boyunca özenle hazırladığı koreografiyi zorunlu hareketleri atlamadan tamamlayıp selamla bitirdi. Onu hunharca alkışlayan ikiliye öpücükler atıp atlama beygirine yöneldi. Deneme atlayışlarını tamamladıktan sonra asıl atlayışı için sırasını bekledi. Dikkatini dağıtmadan tüm konsantrasyonuyla alana geldiğinde selamla başlayıp pozisyonunu aldı ve güçlü adımlarla koşup zorlu bir sıçrayışla dönüşünü tamamlayıp hatasız bir inişle iki ayağının üzerinde durdu. Selamını verip gülümsediğinde tuttuğu nefesini de bıraktı.
"Helal be kızılama." kendisine tezahürat eden kuzenine bakmadı ama dudakları kıvrılmıştı. Sıra en sevdiği alete geldiğinde güçlü bir nefes alıp verdi. Aletin olduğu kısma doğru hareketlendi ancak aniden dönen başıyla adımları duraksadı. Başını yukarı kaldırıp derin bir nefes aldı. Bir şey yok dedi içinden. Bir şey yoktu. Anlık bir şeydi ve geçecekti. Bir şey yoktu.
Kendini avutarak yürümeye devam etti. Dönen başı algısını kaybettirecek derecede değildi ama terleyen avuç içleri hiç iyiye alamet değildi. asimetrik paralelde işini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. Kenara bıraktığı havlusuna ilerledi. Ellerini silip suyundan da bir yudum aldı.
"Bir şey yok Minel. Hiçbir şey yok. İyisin kızım. Sorun yok iyisin." ellerini açı açıp kapattı.
"Minel," Hakan hocanın seslenmesiyle ellerini son kez havluya silip derin derin soluklandı.
"Geldim hocam."
Hakan hocanın yanına gittiğinde ona uzatılan kasedeki tebeşir tozuna avuçlarını bastırdı. İstediği kurulukta ve sertlikte olduğunu ikna olduğunda kaseyi hocasına yeniden uzattı. Bakışları paralel barda antrenman yapan Ruya'ya kaysa da onu izlemedi. Gözlerini kapayıp dakikalar sonrasını zihninin içinde canlandırdı. Kural basitti Minel için. O zevk almaya, eğlenmeye bakardı ve sergilediği performanstan zevk alıp eğleniyorsa bu performansına da yansıyordu.
"Minel sıra sende."
Minel avuçlarını birbirine vurarak bara ilerledi. Hocaları aleti onun boyuna göre ayarlarken bedenini gevşetip parmak uçlarında yükselip alçaldı. Hocaları geri çekildiğinde paralel barı gözleriyle kontrol edip Hakan hocanın yardımıyla üst bara tutundu. Ciğerlerini güçlü bir nefesle doldurup bedenini öne ileri sallayıp ilk sıçrayışını yaptı ve tüm gücü ellerine verip bedenini kastı. Baş aşağı dururken burnundan süzülen şeyi fark etti. Aynı anda kararan gözleri dengesini bozarken elleri titredi. Bedeni dengesizce geriye düşerken ellerini bardan koparmadı. Gücünü toplamak için yeniden salınıp kalan tüm gücüyle bir tur dönüp alt bara sıçramak için hamle yaptı ancak beceremedi. Kararan gözleri ve dönen başıyla kendini yerde bulduğunda acıyla kıvrandı.
Çarpmanın etkisiyle beli acısa da asıl acıyan tüm bedeniydi. Sızı bir sarmaşık misali tüm bedenini sararken burun deliklerinden sızıp dudaklarından çenesine oradan da gerdanına süzülen kanının sıcaklığını ve kokusunu alabiliyordu. Gözlerini aralamak istedikçe daha da kapanıyordu.
Karanlık onu bir girdap misali onu içine çekerken tüm sızıları onunlaydı. Yüzüne dokunup adını haykıran seslere bir tepki veremeden o girdaba yenik düştü ve karanlığa ilk adımı attı.
Minel bilmiyordu anca adım attığı karanlık bütün hayatını değiştirecek nice olaylara zemin hazırlayacaktı. Belki kapıldığı girdap onun ve ailesinin felaketi olacaktı ancak bu felaket bazı sırların kapılarını aralayıp tüm dengeleri altüst edecekti. Kapıldığı bu karanlık bazı aydınlıkları gün yüzüne çıkaracaktı...
***
Yorumlar