GÜLLERİN AĞITI 9. KASIRGA
Selamlar,
Yeni bölümden herkese merhaba.
Umarım iyisinizdir.
!!!Bölüm yazma süreci uzadığı için özür dilerim.
Bu hikaye günümüz tarihinden çok ileri bir tarihte geçmektedir. !!!
GÜLLERİN AĞITI, ADEN HİKAYESİNİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR. ANCAK BAĞIMSIZDA OKUNABİLİR. AMA FAZLA KARAKTER İÇEREN BİR HİKAYE OLDUĞU İÇİN ADEN'E GÖZ ATIP BURAYA GELEBİLİRSİNİZ.
Düzeltme yapmadan atıyorummm. Hatalar varsa affola....
GÜLLERİN AĞITI SOY AĞACI
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
BÖLÜM ŞARKISI CEM ADRİAN & ŞEBNEM FERAH- İNCE BUZ ÜSTÜNDE YÜRÜYORUM
05.06.2024.
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 9. BÖLÜM
" KASIRGA "
İnsan, rüzgara kapılırken;
kapıldığı rüzgarın kasırgaya dönüşebileceğini bilmeliydi.
1 Ekim 17:00 / İstanbul - Türkiye
İstanbul Adalet Sarayı'nın koridorları yavaş yavaş boşalıyordu. Genç kadın sakin geçen ilk gününü sonlandırmak için toparlanarak odasından çıktı. Uzun topuklularıyla mermer fayanslarda tok sesler çıkartarak koridorun sonundaki Başsavcı Özel Kalem Müdürü Reber Güntekin'in odasına ilerledi. Kapıyı iki kez vurduktan sonra araladı ve başını uzattı.
"Reber Bey. Başsavcımız çıktı mı?"
"Sayın savcım." diyerek apar topar oturduğu koltuğundan kalkıp karşısındaki genç savcının karşısında saygıyla dikildi.
"Kendileri henüz çıkmadılar. Sizi bekliyor kendisi zaten geçebilirsiniz." deyip ayaklandığında durması için elini kaldıran kadınla duraksadı.
"Eşlik etmenize gerek yok. Ben geçerim. Teşekkür ederim," dedikten sonra açtığı kapıyı kapattı genç kadın. Hemen arkasındaki kapıya ilerleyip kapıyı çaldı. İçeriden gelen "gel" komutuyla kapıyı açıp içeriye baktı.
"Başsavcım," dedi yüzünde ciddi bir ifadeyle. Kendisine dönen kahve gözlerle gergin bedeni gevşedi. Kendisine sımsıcak bakan ve gülümseyen sima yabancı değildi.
"Ferah savcım girin içeri," Ferah içeri girip kapıyı kapattığında kendisine açılan kollara tebessümle baktı.
"Başsavcım, emin miyiz?" dedi Ferah. Sesindeki tını bu ciddi, gergin savcı hanımdan küçük kız çocuğuna dönüşmek için can atıyor gibiydi.
"Gel kız buraya fırlama!" Ferah, ailesinden sonra kendisini her zaman güvende hissettiren kolların arasına girdi. Kısa bir kucaklaşmanın ardından geri çekildiler. Ferah, amca saydığı adamı süzüp eğlenerek konuştu.
"Yusuf Bey kilo mu aldınız siz?"
"Öyle oldu biraz. Emekliliğe yakın saldım iyice kendimi," dedikten sonra kızı gibi sevdiği genç kadının yanağından bir makas alıp masasının önündeki koltukları gösterdi.
"Geç bakalım. Mesai bitişi kahvemizi içelim."
"İçelim amca," Ferah yüzündeki gülüşü silmeden makam masasının önündeki rahat deri koltuklardan bir tanesine yerleşti.
Yusuf amcası odasının bir köşesindeki makinede kahve hazırlarken o odayı inceledi. Odanın içi büyük ve ferahtı. Gözleri masanın üstündeki isimlikte dolandı.
Türkiye Cumhuriyeti Başsavcısı Yusuf Toral.
Aile bağları, babası Merdo'yla yıllara dayanan dostlukları ve can dostu Canan'ın babası olması bir yana bu adam ülkenin en güvenilir hukuk adamlarından birisiydi. Kendisini mesleğine adamış, her zaman doğrunun ve yasaların yanında durmuş idealist bir insandı. Mesleğine öylesine sadıktı ki zamanında kendisine teklif edilen çoğu makam mevkii dürüstlüğüne zarar değmemesi için reddetmiş, Bakanlık koltuğunu dahi elinin tersiyle itmişti. Adliye insanıydı Yusuf amcası. Meslek hayatındaki idolüydü.
Makam koltuğunun hemen arkasındaki duvarın tam ortasında büyük, yanlarında ise aynı boyda iki ayrı Atatürk portresi vardı. Büyük portrenin sağ alt köşesindeki imzayı gördüğünde iç çekti.
"Andre Bey sanatını konuşturmuş," dediğinde kendisine dönen bakışlara başını çevirdi.
"Eh. Annesiyle babası kim," dedi Yusuf. Hazırladığı kahvelerle Ferah'ın yanına ilerledi. Fincanları ortadaki alçak sehpaya bırakıp boş koltuğa yerleşti.
"Doğru diyorsun. Güneş teyzeyle Daron enişteyi yabana atmamak lazım... Minel de çiziyordu sanki bir ara," Yusuf keyifle güldü. Üç evladının da bambaşka konularda yetenekleri vardı ama her biri bir tanesini seçip o yöne eğilim göstermişlerdi.
"Eskisi kadar hevesi kalmadı. Küçük hanım tamamen yarışmalara odaklandı." dedi Yusuf sonrasında kahvesinden küçük bir yudum aldı.
"Az kaldı değil mi?" diye sordu Ferah. Tarihleri biliyordu aslında ama emin olmak istedi.
"Öyle. İki ay sonra Avrupa Şampiyonası var. Önümüzdeki ay kampa katılacak. Sonrası hayırlısı. Biliyorsun en büyük hedefi Dünya ablasını onurlandırmak." Ferah hissettiği burukluğu dışarı yansıtmamak için daha da büyük gülümsedi. Fincanına uzanıp kahvesini yudumladı.
"Biraz serseri biraz yaramaz ama çok yetenekli mimikom. Eminim tıpkı Dünya gibi çok güzel şeyler başaracak."
"İnşallah kızım... Eee ilk gün nasıldı?"
"İyiydi. Arşive göz attım. İnsanlarla tanıştım, birkaç dosya inceledim. Çok sakindi anlayacağın."
"Şanslıymışsın ilk günden ne davalarla başlayanları bilirim. Neyse ki bugün İstanbul'da sakindi." Ferah için hiç sorun değildi. Avukatlığında uğraştığı sorunlu, baş ağrıtan ne kadar dava varsa kazanmıştı. Hır güre alışıktı.
"Artvin'deki arsa kavgalarındansa burayı tercih ederim." Yusuf güldü.
"Sen büyük konuşma yine de kızım. İstanbul zordur. İstanbul'un insanı daha da zordur. Dikkatli ol. Gözünde kulağında açık olsun her zaman. Kontrollü davran. Gelecek kaleminle iyi geçin. Burada en güveneceğin insan o olacak. Henüz atanmadı sana ama iki güne hallolur o da. Ve en önemlisi koruman her zaman yanında olacak Ferah. Bu senin hakkın. İstemem falan deme!" Ferah açacağı konunun daha konuşulmadan kapanmasıyla sıkkınca nefesini bıraktı lakin özel korumadansa devletin verdiği korumayı terci ederdi.
"Tamam tamam. "dedi pes ederek Ferah.
"Aferin kızım...Eh içtiysek kahvemizi haydi yemeğe. Bugünde gelmezsen Aden teyzen küser benden demesi," Ferah içtenlikle gülümseyip kahvesinin son yudumunu içti.
"Emare'ye geçeceğim Yusuf amca. Çaya yetişirim ama. Hem konuşmak istediğim bir konu var seninle." dediğinde Yusuf'un gülen yüzü anında ciddileşti.
"Şer mi?" Ferah dudaklarını birbirine bastırdı. Sıkıntı saran bedenini dikleştirip ellerini birbirine kenetledi.
"Sanırım. Başımız ağrıyacak gibi ama konuşunca duruma bakarız amca." dedikten sonra ayaklandı. Sıkıntılı yüzüyle oturmaya devam eden Yusuf'un yanağından öpüp "akşam görüşürüz. Yemeğe yetişemem ama mavişim çayın yanına havuçlu tarçınlı kek yaparsa tadından yenmez hani."
Yusuf babacan bir gülümseme kondurdu yüzüne. Kızlarından, yeğenlerinden ayrı görmediği genç kadının yanağını baba şefkatiyle okşayıp "emir anlaşıldı Ferah savcım." dedi.
Ferah son bir vedanın ardından odadan çıkıp kendi odasına geçti. Ceketini ve çantasını aldıktan sonra odasını kilitleyerek adliyenin açık otoparkına indi. Kendisine tahsis edilen araca ilerlediğinde bu sabah tanıştığı yeni korumasını aralarındaki mesafeye rağmen hemen gördü.
"Savcım, iyi akşamlar." başını sallayıp karşısındaki adamı boydan aşağı süzdü Ferah. Meslek hayatında tecrübeli olduğu duruşundan dahi kendini belli ediyordu.
"Adın neydi senin," diye sordu. Yüzünde dakikalar öncesine kıyasla buzdan bir ifade sesinde ise sert bir tını vardı.
"Cem efendim," dedi genç adam son derece saygılı ve temkinli bir sesle.
"İyi akşamlar Cem. İstinye Emare'ye gideceğiz. Haritadan bakarsın yola, tarif edemeyeceğim." dedi. Korumalığının yanı sıra şoförlüğünü de yapıyordu. Kendisi için açılan kapıyla arka koltuğa yerleşip çantasındaki telefonunu ve kulaklığını çıkarttı. Anne ve babasını ortak aramada arayıp kulaklığı kulağına taktı. Annesi aramayı reddederken babası aramayı onayladı ve ekranda annesiyle babası yan yana belirdi.
"Çifte kumrular," dedi özlemle Ferah. Oysaki ailesinden ayrılıp İstanbul'a geleli üç gün olmuştu.
"Kızım ilk günün nasıldı?" dedi annesi. Meraktan öte kızının heyecanını paylaşıyordu.
"Çok sakin çok güzeldi anne. Sağ olsun Yusuf amcam her an desteğini hissettirdi." dedi.
"Memnun olmadığın bir şey var mı?" diye soran babasıyla gülümsemesi daha da büyüdü Ferah'ın. Her zaman aksi, inatçı, anlaşılmaz olan babası konu kendisi ve annesi olduğunda pamuk oluyordu.
Günün geri kalanındaki olaylardan, yaşayacağı evden de bahsedip aramayı sonlandırdılar. Akşamın trafiğinde bir saatin sonunda konuma geldiler. Cem arabadan inip arka kapının önünde beklemeye başladı.
Ferah arabasından inmeden önce dikiz aynasından kendisine baktı. Siyaha yakın kahverengi gözleri tüm günün dingin yorgunluğuyla kızarıktı. Üstüne cayır cayır yanması da cabasıydı. Uzun kıvrık kirpiklerini peş peşe kırpıp kuru gözlerini nemlendirdi. Aynadaki yansımasına son kez göz atıp rujunu tazeledi ve arabasından inmek için hareketlendiğinde kapısı Cem tarafından açıldı.
"Teşekkür ederim Cem. Sen gidebilirsin. Yarın beni alacağın konumu sana iletirim. İyi akşamlar," dediğinde Cem'in kaşları çatılır gibi oldu.
"Sizi beklerim savcım."
"Gerek yok. Senin de mesain buraya kadar. İyi akşamlar Cem!" dedikten sonra Cem'i arkasında bırakıp Emare'ye giriş yaptı. Onu yıllardır burada karşılama hostesliği yapan genç adam karşıladı.
"Ferah Hanım hoş geldiniz. Sizleri yeniden görmek çok güzel." Ferah, kendisinden birkaç yaş büyük adama baş selamı verip ezbere bildiği mekanda ilerledi. Geniş salona ilerlemek yerine terasa çıkan merdivenlere yöneldi.
Cam tavanlı terasa çıktığında her zaman rezerve olan masaya yerleşti. Mekana girdiği andan beri peşinden gelen baş garsona düz bir ifadeyle bakıp "şefin spesiyali lütfen. Bizzat şefin yapmasını istiyorum!" dedi. Garson notunu aldığı gibi yanından ayrılınca gözleri etrafında dolandı Ferah'ın.
Mekan her zaman olduğu gibi dolu doluydu. İlk açıldığı günden bugüne adını duyurmuş, çeşitli ödüller almış bir restorandı. Bu namı her şeyiyle de hakkediyordu. Masalara göz gezdirdiğinde denk geldiği birkaç tanıdık simayla gözlerini kaçırıp griye boyanmış Marmara Denizi'ni izlemeye koyuldu.
"Ferah, hoş geldin." hemen solundan gelen kibirli sesle başını denizden çekip o yana çevirdi Ferah. Karşısında restoranın müdürünü gördü. Oldu olası bu kadından asla haz etmezdi. Yüzüne samimiyetten yoksun eğreti bir tebessüm yerleştirip insanı diken üstünde hissettiren bakışlarıyla kadını süzdü.
"Ferah? Samimiyeti bu kadar ilerlettiğimizi hatırlamıyorum," dediğinde karşısındaki kadının asılan suratı onu keyiflendirdi.
"Ah, biz İzel'le ilişkimizi ilerletince istemsizce sana karşı da aynı yakınlığı hissettim." Ferah'ın yüzündeki gülümseme gerilse de karşısındaki kadın bunu fark etmedi.
"İzel? İş disiplini kendine gelince yok oluyor galiba. İş verenine, iş yerinde ismiyle hitap ettiğine göre." dediğinde karşısındaki kadının duruşu dikleşti.
Ferah oturduğu sandalyede iyice arkasına yaslanıp dirseklerini sandalyenin kolçaklarına yaslayıp ellerini birbirine yasladı. Karşısında fazlasıyla bozulan ve kızaran kadınla keyfi hafiften yerine geldi. O; insanları zorbalamaktan, tartışıp kavga çıkarmaktan zevk alan bir kadındı. Elbette sadece hak edene hak ettiği gibi davranıyordu.
"Ben nerede nasıl davranacağımı gayet iyi biliyorum Ferah. Merak etme!"
"Sanmıyorum. Müşterine küstahça ve laubali davranmaya devam ediyorsun hâlâ," Ferah hiç haz etmediği kadının bozaran yüzünü keyifle izledi. Bakışlarını deniz manzarasına çevirip başında dikilen kadını görmezden gelip yok saydı.
"Peki. Sana iyi akşamlar." Ferah yanından uzaklaşan kadının gidişini izledi. Salına salına yürüyüşü, neredeyse her masada durup mekanın sahibi gibi rollere bürünmesi daha da negatif duyguları yüklenmesine neden oldu.
"Allah'ım ya rabbim ya!"
Bir süre daha o kadını izledikten sonra bakışlarını tekrardan manzaraya çevirdi. Ara ara saatine göz atıp terasın girişini kontrol ediyordu. Yarım saatin sonunda duyduğu adım sesleriyle seyre daldığı manzaradan bakışlarını çekiştirip önüne döndü. Kendisiyle ilgilenen şef garson yanında bir başka garsonla masanın başında durdu.
"İçecek arzu eder misiniz efendim?"
"Her zamankinden." dediğinde diğer garson terastaki bara ilerleyip bir kadeh beyaz şarap hazırlayıp masaya tekrar döndü. Ferah servis edilen yemeği çatalın ucuyla tattıktan sonra yüzünü ekşitip "beğenmedim. Şefinizi çağırın lütfen!" dedi.
"Ferah Hanım. Yemek saati şefimiz haliyle yoğun." Ferah garsonun konuşmasını dinlemeden sözlerini tekrarladı. Emin olamayan bakışlarla kendisine baklan iki adama daha da sert bir sesle konuştu.
"Şefi istiyorum. Hemen!"
"Tabii efendim." deyip tabağına uzanan garsonu durdurup "o kalsın," dedi.
İki garson yanından uzaklaştığında şarabından küçük bir yudum alıp önündeki yemeği afiyetle yemeğe koyuldu. Damağında dağılan tatla keyifle gülümseyip arkasına yaslandı. Elinde şarabı sabırla şefin gelmesini beklerken bir yandan da kendi kendine söyleniyordu.
"Yani Canan şu harika şeyleri nasıl yemez aklım almıyor arkadaş. Kendini böyle muhteşem tatlardan mahrum etmesi ne yazık."
Ferah biten şarabının yenilenmesini istediği sırada terasın girişinde görmeyi beklediği o kişi sonunda gördü. Üzerinde beyaz aşçı önlüğü, başındaki bonesi ve ayağında terlikleriyle kendisine kızgın bakışlar atarak gelen İzel'i baştan aşağı süzdüğünde kaşları derinden çatıldı.
"Hadi canım!" karşısındaki sandalye gürültüyle çekildi. Karşısına tüm kızgınlığıyla oturan kadına çatık kaşlarıyla bakmaya devam ettiğini farkında değildi.
"Zıkkımlanmışsın ya tüm tabağı daha ne çağırıyorsun beni?" Ferah'ın çatık kaşları hiddetle konuşan arkadaşının karşısında gevşedi. Oturuşunu dikleştirip üst üste attığı bacaklarının yerini değiştirip kadehinden yeniden bir yudum alıp gözlerini yeşile çalan gözlere değdirdi.
"Mutfağına girilmesini sevmiyorsun çünkü! Hijyenik değil hem," dedi.
"Ferah!"
"Ne Ferah? Hem sen karşıma otururken patronundan izin aldın mı?" diyerek bakışlarıyla onları uzaktan izleyen kadını işaret etti.
"Ne patronu?"
"Ay mıydı Aydan mıydı Dolunay mıydı her ne haltsa. Maşallah pek sahiplenmiş buraları. Mekanın sahibi gibi dolanıyor etrafta."
"Dolunay buranın müdürü. Elbette sahiplenecek," Ferah küçümseyen bir gülüşle başını salladı.
"İzel. Sen gerçekten salaksın ya!" dedi. Aslında daha da ağır konuşabilirdi ama aklında dolanan soru işaretleri durmasını sağladı.
"Bak başladın yine daha selam sabah vermeden! Sen hoşlanmıyorsun diye işten mi çıkarayım görüşmeyeyim mi? Hem at koşturduğun adliyen değil burası, benim mekanım benim çalışanlarım."
"Ya tabii. Tam tersi gibi görünüyor ama. Neyse ki işte böyle. Bunun evi var, kocası var..." dedi Ferah imayla. Bunca yıllık arkadaşının yaptığı bu imayı anladığından da emindi.
"Saçmalamasana sen ya! Sevmediğin insanlar için böyle ithamlarla konuşamazsın," İzel'in titreyen sesiyle daha da dikkatli bakışlarla baktı ona Ferah. Bu mekan ilk açılıp Dolunay ortaya çıktığında da kadından hoşlanmamış üstüne üstlük Yusuf Ali'ye olan farkı davranışlarını fark etmişti. Kendisi gibi kaba ve aşktan anlamayan bir kadın bu durumu anlarken İzel gibi tabiri caizse aşko kuşko bir kadının anlayamamasına şaşırıyordu.
"Ağla bir de!" dedi daha da üstüne giderek. Ki saniyeler sonra titreyen çene ve dolan gözlerle istediğini aldı. Aklındaki soru işaretleri uçup gittiğinde içinde tutmayıp İzel'in direkt yüzüne sormak istediğini sordu.
" Kaç gündür arıyorum seni açmıyorsun. Mesaj atıyorum dönmüyorsun. Hayırdır sen?" diye hesap sordu. Arayıp soran taraf zaten hep kendisiyken cevap alamaması yansıtmasa da Ferah'ı kırıyordu.
" Müsait değildim." dedi İzel. Ferah alaycı bir bakışla başını sallayıp soluklandı.
"Dokuz mu doğuruyordun neye müsait değildin?"
"Değildim lafından ne anlıyorsun Ferah? Açamadım işte." Ferah sevdiklerine sabırlıydı lakin aksi tarafı her zaman yerli yerinde olduğundan laf çarpmaya devam etti.
"Açmadım mı açamadım mı? Seni gebertirim kızım öylesine biri miyim de müsait değilsin geri zekalı!" normal ses tonu da yüksek olduğundan bağırıyor gibiydi lakin bu Ferah'ın normaliydi.
"Abartma Ferah abartma." Ferah yumruk yaptığı ellerini göğsünde bağladı. İzel'in Son yıllardaki bu tavırlarını görmezden gelmeye alışmıştı.
"Hem senin ne işin var İstanbul'da?" dedi İzel. Ferah İstanbul'u sevmez annesiyle babasını da yalnız bırakmak istemezdi.
"Açsaydın bilirdin geri zekalı. Senin için çok üzgünüm ama artık buradayım."
"Nasıl ya? Buradaki baroyu mu geçtin?" diye sordu İzel yerinde kıpırdanıp dururken.
Ferah'ın burada olması demek her halta karışması demekti. Artvin de dahi eli her yere uzanırken şimdi yanlarında olması onu rahatsız hissettirdi. Özellikle hamileliğini ve Canan ile ilgili durumu Ferah öğrenirse herkes öğrenecek demekti.
"Hayır. Artık avukat değilim."
"Nasıl anlamadım?" dedi İzel aklına gelenin başına gelmesinden endişe ederek. Ferah gibi kontrol manyağı birisinin her an etrafında olmasını şu zamanda istemiyordu.
"Evlilik sana yaramamış İz. Biz Hayat'la 106 diye dalga geçiyorduk ama sen 96'sın anlaşılan," dedi Ferah alayla IQ'sundan dem vurarak.
"Ferah! Savcı mı oldun?" İzel'in kızgın ve memnun olmayan sesiyle yüzünü ekşitti Ferah. O sesin tınısında hissettiği rahatsızlıkla kaşları çatıldı.
"Kızım seni döverim de dua at sen!" sakince konuştuktan sonra İzel'in masanın altında belli olmayan karnına baktı. O İzel'i bilirdi. Annesinden babasından daha iyi tanırdı arkadaşını. Terasın girişinde gördüğü ilk an anlamıştı hamile olduğunu. Hem Ferah'tı bu onun gözünden uçan kuş dahi kaçmazdı.
"Kaç aylık?" İzel afalladı. "Ne kaç aylık?" dedi gerçekten o anın verdiği gerginlikle anlamayarak.
"İzel seni bir sikerim görürsün kaç aylık olduğunu!" İzel duyduğu küfürle kıpkırmızı kesildi. Gözlerini hemen etraflarında gezdirdi. Birkaç gözün üstlerinde dolandığını görünce titrek bir tebessümle önüne dönüp ateş saçan gözleriyle arkadaşına baktı. Bu kızın ansızın ettiği küfürler yüzünden az rezillik yaşanmamıştı.
"Ya ne bağırıyorsun sussana!" diyerek çıkıştı İzel. Ferah hiç oralı olmadan sorgusuna devam etti.
"Kaç aylık dedim. Cinsiyeti ne herkes biliyor mu? Benim neden haberim yok!" İzel gözlerini kaçırıp terleyen avuçlarını birbirine sürttü. Ferah'tı bu. Hiç durmadan konuşur karşısındakini bıktırana kadar da susmazdı. Bu çeneyle boşuna avukat olmamıştı. Ah, o artık bir savcıydı.
"Dur tamam bir sakin." oflayıp alnını kaşıdı İzel. Arkadaşına kaçamak bakışlar atıp omuzlarını silkerek nefeslendi.
"Beş aylık." dedi bir nefeste. Sözlerinin ardından nasıl bir tepki geleceğini bildiğinden Ferah'a gözlerini belerterek baksa da etkili olamadı.
"Çüş ama ebenin amı!" yeni bir küfür daha havada uçuşunca İzel renkten renge girdi.
"Ferah! Sus Allah aşkına restoranın ortasındayız. Küfretmesene!" İzel her kelimesini heceleyerek ve bastırarak söylese de Ferah'ın işittiği tek şey beş aylık cümlesiydi.
"Amına koyayım lan doğurmana ne kalmış neden haberim yok benim?" dedi İzel'in hiçbir uyarısına dikkat etmeden. Dost bildiği insanın bu kadar önemli bir durumunu bilmemek kanına dokunmuştu.
"Ya kızım sus! Kimsenin haberi yok. Doğurana kadar da söylemeyi düşünmüyorum zaten!" Ferah duyduklarıyla daha da dellendi.
"Senin o yarım aklına sıçayım. Geri zekalı salak!" diye yeniden yükseldi Ferah. Aptal insanlara asla tahammül edemiyordu.
"Ferah sus diyorum sus!"
"Ne sus İz? Senin herkese söylemen gerekirdi saklaman değil. Salak! Ne yani söylemezsen bir şey olmaz, nazar değmez mi dedin? Abi gerçekten alıksın ya! Allah korusun bir şey olsa sancın tutsa sana kim yetişecek mal!" Ferah karşısında ağladı ağlayacak gibi görünen arkadaşının travmalarını biliyor, endişesini anlıyordu lakin bu yaptığı ona göre yanlıştı. İzel saklamak yerine söylemeli ve her ihtimale karşı kendini korumalıydı.
"Bitti mi hakaretlerin?" dedi İzel. Ferah'ın her zamanki halleri buydu. Lakin bu denli hassas olduğu bir dönemde bunu çekecek hali yoktu.
"Hayır bitmedi." sinirle soluklanıp terleyen saç diplerini parmaklarıyla havalandırdı. Öfkeden deliye dönen gözleri etrafta dolanırken aklına yeni yeni gelen şeyle gözlerini yumdu. Dün gece kardeşiyle yaptığı konuşma bir bir aklına düşünce siniri daha da yükseldi.
"Canan'ı böyle manipüle ettin değil mi?" İzel oturduğu sandalyede korkuyla kıpırdandı.
"Sen..." dedi titrek sesiyle. Ferah'ın her şeyi bildiği belliydi.
"Tabii ya. Yusuf Ali'ye geldi anlatmak için ama sen çıktın karşısına. Sonra da attın bebeğini ortaya. Eh Canan yufka yüreğin teki kıyamadı sana tabii. Yusuf Ali'ye söyleriz diye de ne bana ne Barlas'a hiçbir şey demedi." Ferah'ın söylediği sözlerin doğruluğu karşısında başı önüne düştü İzel.
"Ferah..." dedi fısıltıyla. Dolan gözleri gerçek, üzüntüsü samimiydi lakin karşısında yufka yürekli Canan değil taş kalpli Ferah vardı.
"Sen ne ara bu kadar bencilleştin İzel? Yine tüm yükü hiç acımadan Canan'ın omuzlarına yüklemişsin. Yazık ya. Gerçekten çok yazık..." Ferah'ın İzel'e karşı yaşadığı hayal kırıklığı ilk değildi. Ancak bu daha güçlü daha sertti.
"Ulan hadi herkesi geçtim. Kardeşinin böyle bir işe sürüklenmesine nasıl göz yumdun?" dedi. Dün geceden beri aklı kardeşinde ve diğerlerindeyken İzel'in kardeşine karşı böylesine kayıtsız kalması da zoruna gidiyordu.
"Hayat artık çocuk değil. Karışamam," dedi İzel kalkanı kuşanmış bir halde. Ferah'ın sol gözü sinirden seğirdi. İzel ne yazık ki hep aynıydı. Ve belli ki değişmemekte fazlasıyla kararlıydı.
"Tabii çocukken de çok karışır korur kollardın ya zaten." dedi laf dokundurarak. Kendisi de ablaydı. Kardeşi Dağhan her zaman Ferah'ın önceliğiydi. Canan içinde kız kardeşleri öyleydi. Ama İzel ve Hayat için ayrı şeyler geçerli değildi. Öyle ki İzel'i çok sevse de Hayat için gerçek abla Canan'dı.
İzel böyleydi ama. Annesi, babası içine doğduğu insanların aksine bencil ve umursamazdı. O her zaman önce kendisini düşünürdü. Kimsenin sorumluğunu üstlenmek istemez hayatında bir sorun olsun istemezdi. Fazla korkak fazla pısırıktı. Anne olduğunda ne değişir bilinmezdi ama bencilliği bir köşeye bırakmayacağı su götürmez bir gerçekti.
"Yeter Ferah. Öğrenmişsin belli. Yusuf Ali'ye bir şey söylemeni istemiyorum. Doğuma az kaldı. Onun yanımızda olması gerekli. Elinde silahla mafyacılık oynamasını istemiyorum." Ferah küçümseyerek bakıp alayla güldü. Onun tanıdığı Yusuf Ali karısının dibinden ayrılmazdı. Hele ki hamile ise bir adım uzağında dahi olmazdı. Demek ki o da bilmiyordu.
"Yanında değil ama. Nerede sahi senin kocan?" diye sorunca İzel duygusallığını bir kenara bırakıp tırnaklarını çıkardı.
"Sana ne ya! İrdeleme Ferah, deşme. Ne o konu ne hamileliğim. Seni ilgilendirmiyor." dedi İzel. Karşısındaki kadının neler yapabileceğini biliyordu. Ferah durmaz, Ferah susmazdı. Onu ne riskli hamileliği durdururdu ne ricası. Onu kırıp kendisine küstürür ise Ferah umursamazdı ama şu anda emin olamıyordu.
"Ne demek seni ilgilendirmiyor?" dedi Ferah sıkılı dişlerinin arasından.
"Kardeşin için mi endişe ediyorsun. Ara konuş gelsin. Dinler Dağhan seni... Ayrıca aile meseleleri bunlar. Sizi pek ilgilendirmiyor..." Ferah bir an yutkunamadı lakin kendisini tuttu. Katı duruşu ve soğuk bakışları kendi içinde yaşadığı kasırganın belirtileriydi. Usulca nefeslenip boğazının orta yerine tırmanan yumruyu görmezden geldi.
"Vay be. Gerçi ben neye şaşırıyorsam. Salaklık ben de! Seni hâlâ dost sanan bana da yazıklar olsun."
Ferah masadan kalktı. Çantasını alıp nazik adımlarla İzel'in önüne iki adımda vardı ve ona doğru eğilip gülümseyerek "senin ben yolunu yordamını sikeyim İz tamam mı? Senin ben cibilliyetini, beyninin tasını sikeyim! Göt lalesi!" diyerek saydırdı.
İzel işittiği küfürlerle renkten renge girerken Ferah yemeğin ve içkinin parasını masaya bırakıp aynı sakin adımlarla Emare'den ayrıldı. Taksi çağırması için valeye ilerleyecekken valeyle sohbet edip sigara içen Cem'i gördü. Hâlâ burada olmasına sinirlense de bir yanı rahatladı. Bakmaya devam ederken Cem üzerindeki bakışları fark edip başını çevirdi. Korumakla yükümlü olduğu çiçeği burnunda olan savcı Ferah'ı görünce sigarasından son bir fırt çekip yere atıp ezdi. Valeden arabayı getirmesini isteyip Ferah'a doğru ilerledi.
"Git demiştim." dedi Ferah katı bir tonda.
"Benim görevim kalmak efendim!" Cem'in bu cevabı Ferah'ı iyi hissettirdi. Ona başını salladı. Araba gelene kadar konuşmadılar. Vale arabayı getirdiğinde Cem arka koltuğun kapısını açıp Ferah'ın binmesini bekledi.
Yola çıktıklarında Ferah gideceği yeri söyleyip telefonunu çıkardı ve rehberinden arayacağı ismi bulup aradı. Peş peşe çaldıktan sonra açılan telefona selam sabah vermeden sinkaflı küfürlerini saydırıp rahatladı. Kendisine dikiz aynasından şaşkın şaşkın banan Cem'e kaş çatıp "dön önüne ne bakıyorsun?" diye çıkıştı.
"Küfürbaz Haydo modunu açsa açsa benim karım açar. Ne oldu tartıştınız mı yine?" dedi Yusuf Ali telefonun öbür ucundan.
"Senin karını sikeyim ben. Amcık beyinli göt lalesi ya. Yarım akıllı salak!" Ferah saydırmaya devam ederken Yusuf Ali telefonun diğer tarafında gerildi. Ferah ağzı bozuk bir kadındı. Çok rahat küfreder, bağırır, laf sokar ve hakaret ederdi lakin sevdiği insanlarda bir sınırı vardı. O sınır aşıldığına göre cidden damarına basılmış diye düşündü Yusuf Ali.
"Ne yaptı benimki yine?" dedi alışkanlıkla. Karısının haklı olma olasılığının ihtimali bile çok küçüktü.
"Bırak ne yaptığını onun sen neredesin Ali?" diyerek sinirini yatıştırmaya çalıştı Ferah. Karadeniz hırçınlığı yetmiyormuş gibi tüm aksi yanlarıyla babasına benziyordu.
"Çiftlikte. Atlar doğuracak onlarla ilgileniyorum." Ferah yeniden öfkeyle doldu. O öfke dinmek bir yana daha da artıyordu.
"Ulan geri zekâlı asıl senin karın doğurdu doğuracak hâlâ at diyor. Atlar siksin seni Ali! Kalk git karının yanına." bağırışı tüm arabada yayılmanın yanında arabanın dışına da taşıyordu. Ferah telefondan Yusuf Ali'ye saydırmaya devam ediyordu.
Cem ise duyduğu her küfürle şoktan şoka girerken dudağının kıvrılmaması için büyük bir çaba sarf etti. Bu iş teklifini kabul ettiğinde hem Yusuf Başsavcı hem de İsa müdür tarafından bu konuda uyarılmış olmasına rağmen bu kadarını beklemiyordu.
"Ne?" dedi Yusuf Ali saniyelerin sonunda. Duyduğunu hâlâ kavrayamamıştı. "Ferah sen ne dedin?" normal şartlar altında Ferah bunu Yusuf Ali'ye asla söylemezdi. Fakat İzel'in söylememekte ciddi olduğunu anlamıştı.
"İzel beş aylık hamile Ali. Yarım akıllı karın kimseye söylememiş. Salak ya! Yemin ediyorum geri zekâlı."
"Kaç aylık dedin?" dedi Yusuf Ali kekeleyerek.
Bebek fikrini yaşadıkları son düşük olayından sonra rafa kaldırmışlardı. Sık sık kavga etmeye başlayınca birbirlerinden uzaklaşmışlardı lakin aşkları ve sevgileri hâlâ aynı yerindeydi. Karşılıklı yaşadıkları kırgınlıkları ise tazeliğini yitirmemişti.
"Seni de sikeyim Ali. Beş ay lan beş ay. Atlarınla baytarlık oynayacağına kalk git karınla evcilik oyna mankafa." Ferah son sözlerini söyledikten sonra telefon kapattı ancak söylenmeye devam etti. Ara ara Can ile dikiz aynasından göz göze gelse de küfürlerine son vermedi. Yol boyunca iki gündür duyduğu şeyleri derinlemesine düşündü.
Uyguroğlu malikanesine geldiğinde arabasından inmeden önce bir süre zaman tanıdı kendisine. Aklını boşaltıp öyle girmeliydi bu eve. En azından bir iki saat tüm bu olanlardan uzaklaşmalı sonrasındaysa Yağız dedesi ve Yusuf amcası ile konuşmalıydı. Silkelenip kendisini toparladı.
" Yarın sabah buradan alırsın. iyi akşamlar," dedikten sonra arabadan indi. Büyük evin girişindeki korumalara gülümseyerek baş selamı verip kendisi için açılan bahçe kapısından girip eve yürüdü.
Daha zili çalmadan açılan kapıyla ve boynuna sarılan kollarla yüzünde kocaman bir gülüş doğdu. Uzun kollarını kendisine sarılan ince bedenle dakikalar önceki tüm siniri stresi buhar oldu. Kendisine sarılan bedeni sıkıca sarıp kız kardeşi gibi sevdiği genç kızı kucaklayıp sağa sola döndürdü.
"Ferah'ım da Ferah'ım hoş geldin." Ferah yanaklarını sulu sulu öpen kızı kıyafetinin sırt kısmından tutup kendisinden uzaklaştırdı. Çatık kaşlarıyla Minel'e baksa da dudakları gülüşle doluydu.
"Kız kızıl çıyan sana kaç kere öpme beni şöyle demedim mi?" dediğinde karşısında neşeyle kıkırdayan kıza sevgiyle baktı.
"Ama kalbimin taa içi Feri'm bu yanaklar öpülmezlerse ağlarlar." öpmesi yetmemiş gibi birde sıkıp iki yana çekiştirilen yanaklarıyla fenalık geçirecek gibi oldu Ferah. Minel'in ellerini tutup uzaklaştırmaya çalışsa da genç kız tuttuğunu bırakacak gibi değildi. Aynı bebekliği gibi yapıştığını salmıyordu hanımefendi.
Onlara yaklaşan kadını görünce rahatladı. Yanakları hâlâ sağ sola çekiştirilirken "mavişim kurtar beni bu kızından!" diye bağırdı.
"Minel! Bırak anneciğim ablanı." Minel alarm sesini duyduğu gibi Ferah ablasının yanaklarını bırakıp annesi yanlarına varmadan bahçeye kaçtı. Ferah acıyan yanaklarını ovalarken Aden genç kadının yanına gelip ona kollarını açtı.
" Senin bu kızın canavar!" diyerek kendisine açılan kolların arasına girdi. Aden teyzesinin kollarının arasında huzurla kapadı gözlerini. Annesinde duyumsadığı o anne kokusunu onu sevgiyle sarmayan bu kadından da duyumsuyordu.
"Hoş geldin kızım. " Ferah, Aden'in şefkatli sesini işitince kendini sarmalayan elleri tutup üzerine buseler kondurup yanağından da öptükten sonra "hoş bulduk cennet bahçesi. Yaptın mı kekimi?" dedi.
"Yaptım deli yaptım. Geçelim haydi..."
İçeri geçtiklerinde Ferah tüm ev halkıyla uzun dakikalar kucaklaştı. Herkesin üzeri onun üzerindeyken ferah her soruya cevap verip herkesle ilgilendi. Yağız dedesiyle ayrı, Zümrüt anneannesi ayrı sohbetler etti.
"Kerem amcamlar nasıl?" dedi Ferah. Gözleri Minel'le yan yana oturmuş telefonuyla uğraşan Pera'daydı. Her şeyiyle babasına benzemesi şaşırtıcı olsa da Uyguroğlu ailesinin genlerinin ne denli baskın olduğunu unutmuştu.
"İyiler Feri'm. Onlarda gelecekti ama Neda üşüttü üstüne huysuzluğu tutunca evde kaldılar. Annem özürlerini iletti sana. Neda iyileşir iyileşmez bizdesin kaçarın yok." dedi Pera. Küçük kız kardeşi gerçekten huysuzun tekiydi.
"Tamam tamam. Önce ben bir yerleşeyim evime düzenim otursun ondan sonra her akşam bir evdeyim zaten," dedi Ferah. Düzenini kurmadan rahat edemezdi.
"Sahi kızım keşke burada olsaydın. Dört blok ötede bir ev boşa çıkmıştı hazır," dedi Zümrüt.
Ferah hemen yanında oturan kadına döndürdü bedenini. Yaşlı kadının bakımlı ve ojeli elini tutup üstünü öptü. Narin bir tebessümle öz anneannesi kadar çok sevdiği kadına cevap verdi.
"Bana büyük gelir buradaki evler buzlar kraliçem. Apartman dairemde mutluyum ben. Hem işime de çok yakın daha rahat ettim ben böyle. Sık sık geleceğim zaten tasalanma sen benim için," dedi.
"Bak geleceksin ama tamam mı? Hem o deli babanla papaz etme bizi..." Ferah içten bir gülüşle sarıldı Zümrüt anneannesine.
"Tamam sözüm söz. Şu evim bir yerleşsin iyice hep buralarda olacağım. Hem yemek yapmasını da beceremedim bir türlü. Gelmezsem aç kalırım," dedikten sonra Aden'e döndü.
"Sizin ev bitmedi mi teyze?"
"Onu Yağız dedene sor kızım. Zira kendisi meslek hayatının en yavaş inşaatının başında," Yağız kızının sözlerine surat asıp burnunun ucundaki gözlüğünü ileri itti.
'Ne gerek var başka eve. Kocaman ev yaşayıp gidiyoruz ya kızım." memnuniyetsiz ve aksi sesi gençleri güldürürken Yusuf kayınbabasına gözlerini devirdi.
"Aaaa ama olmaz baba. Kaç yıl oldu? Hem ne demişler ev ev üstüne olmazmış." Ferah kıvrılmış dudaklarıyla baba kızın atışmasını izlerken Minel yerinden kalktı. Kuş gibi sekerek odasına gidip günlerdir uğraştığı şeyi kucaklayıp aşağı indi. Direkt Ferah ablasının yanına gidip kucağındaki büyük kutuyu uzattı.
"Savcı hanıma Toral kızlarından tebrik hediyesi..." Ferah ona uzatılan kutuyu alırken Minel; "ablamlar sadece boş boş çene çaldı. Tüm emek benim haberin olsun," demeyi de ihmal etmedi.
"Anladık mimikom. Ödeşiriz merak etme," Minel aldığı cevapla kıkırdadı. Elleri belinde bakışlarını salondaki herkeste gezdirerek konuştu.
"Bakın ben zeki kadın severim. Siz seversiniz sevmezsiniz beni alakadar etmez. Ben zeki kadın kadınıyım." Minel'in, Canan taklidiyle kıkırdamalar yükselirken Ferah kutunun kapağını kaldırdı. İçinde çeşit çeşit şeyler varken dikkatini siyah kadife kutu çekti. Uzanıp kutudan ilk onu çıkarınca Minel hemen konuştu.
"O Cananikom'un hediyesi. Sen görünce anlarmışsın anlamını," Ferah kadife kutuyu açtığında karşılaştığı broşla duygulandı. Çiçek demetini anımsatan pırlantalarla süslenmiş broşun uç kısmında adının ve soyadının baş harfleri vardı.
"Anlamı neymiş?" diye sordu Pera. Ferah, parmağını broşun üzerinde gezdirip durgun bir gülüşle Aden teyzesine döndü.
"Ben çocukken senin taktığın broşlara hep hayran kalırdım. Canan da bilirdi. Zarar verir, kaybederiz diye dokunmaktan da çekinirdik." Aden konuşmak için dudaklarını araladığında Ferah yeniden konuştu.
"Biliyoruz, söyleseydik hepsini önümüze sererdin... Ama ne bileyim onlar senindi ve senin bir parçanmış gibiydi. Dokunulmaması gereken şeydi sanki... Canan o zamanlar bana söz vermişti. Ben ne zaman savcı olursam o da bana ilk broşumu alacaktı." kutudaki broşu çıkarıp ipek gömleğinin sağ göğüs kısmına taktı.
"Güle güle kullan." dediler hep bir ağızdan. Ferah, Minel'i kucaklayıp uzun saçlarını okşayarak öptü ve teşekkür etti. Peri ve Canan'a saha sonrasında teşekkür edecekti. İlerleyen saatlerde çay kahve içildi. Kek yendi. Çocuklar odaya çıkarken salonda yetişkinler olarak kaldılar.
"Sefa dedeler nasıl?" dedi bir süre sonra Ferah.
"İyiler kızım. İzmir'e gittiler birkaç günlüğüne." dedi Aden. Sohbetleri bir süre daha devam ettikten sonra Ferah kol saatine ardından Yusuf amcasına baktı. Yusuf o bakışları hissedince boğazını temizledi.
"Ferah, bir hava alalım kızım," Ferah balını sallayıp hemen ayaklandı.
"Alalım amca. Benimde sana adliyeyle ilgili sorularım olacaktı." Yusuf'ta ayaklarında Yağız'ın şüpheli bakışları onların üzerinde gezindi.
Ferah ve Yusuf bahçeye çıkıp beyaz güllerle solu camdan duvarlarla örülmüş dikdörtgen formdaki çardağa girdiler. Cam mekanın orta yerindeki masaya karşılıklı oturduklarında Ferah gerildi. İri gözlerini beyaz güllerde dolaştırıp ellerini birbirine kenetledi.
"Konu ne Ferah?" diyerek sessizliğe son verdi Yusuf. Yılların tecrübesiyle artık karşısındaki insanı konuşmasa da duruşundan, bakışından anlıyordu. Ferah'ın canı bir şeylere fena sıkılmıştı.
"Konu ailemiz amca..." dedi Ferah büyük bir sıkıntıyla. Karmaşık düşünceleri birbirine savaş açmış durumdaydı ve nasıl düşünmesi gerektiğini bilemez haldeydi.
"Kızım ne olduysa anlat düzgünce," Yusuf'un baskın sesi Ferah'a kendisini mahkeme salonundaymış gibi hissettirince silkelenip cümlelerini toparladı.
"Dün gece Dağhan aradı beni. Bir şeylerden söz etti." her zaman gür çıkan sesinin aksine durgundu ses.
"Nasıl şeyler?" dedi Yusuf şüpheyle. Duyacağını şeylerin iyi olmadığı belliydi. İçini kemiren endişe aklına doluşan ihtimallerle büyüdü.
"Dünya ile ilgili..." kurumuş dudaklarını diliyle ıslatıp göğsünü kabartan bir nefesle bakışlarını karşısındaki adamdan kaçırdı.
" Ferah. Ne oluyor kızım?" kelimeleri yumuşak olsa da sorgulayıcı tavrı bakiydi. Ferah boğazını temizleyip dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra ellerini masaya yasladı ve gözlerini bir olsun karşısındaki gözlerden çekmeden konuşmaya devam etti.
"Uzay intikam istiyormuş amca..." dedikten sonra dudaklarını kemirip cümlesini tamamdı. "Dağhan bana Uzay'ın hepsini topladığını söyledi. Hepsinden kastım..." Yusuf gömleğinin yakalarını çekiştirtirdi.
"Dünya öldüğünde yanından olanlar." Yusuf başını salladı.
Ferah, olayın en başından başlayarak Dağhan'ın anlattığı her şeyi Yusuf amcasına anlattı. Uzay'ın intikam notuyla başlayan intikam oyununu, Mersin'den Bulgaristan'da oradan Arnavutluk'ta yapılan şeylerle ilgili ve söz konusu ailelerle ilgili söylenen şeyleri anlattı. Ancak Peri'nin vurulduğunu söylemeye dili varmadı.
"Allah kahretsin..." dedi Yusuf duyduklarının ağırlığıyla nefes almakta zorluk çekerken. Ferah ise ellerini birbirine sürtüp kaldığı yerden anlatmaya devam etti. "Sonra olaya Uzay'ın ikiz olan arkadaşlarının abisi dahil olmuş."
"Kendi başlarını yaktıkları yetmedi bir de el âlemin çocuklarını da mı sürüklemişler?" dedi kızışmaya devam eden öfkesiyle Yusuf. Aklında dolanan ihtimaller, şüpheler kılıçlarını kuşanmaya başlamıştı.
"Amca... İkizlerin abisi yanında Canan'la düşmüş çocukların peşine," Yusuf'un eli göğsüne gitti. Nefesleri boğazını zorlarken Ferah yerinden korkuyla kalkmaya yeltendi ancak Yusuf elini kaldırıp durmasını istedi. Nefes nefese öksürüp kendisine gelmeye çalıştı.
"Başka? Başka ne dedi Dağhan devam et Ferah!"
Ferah, Yusuf amcası kötüleşmeye başladığı için devam etmek istemese de bu konuşmayı yapmak zorunda olduğunun bilincindeydi. Sandalyeden kalkıp masanın diğer tarafına yürüyüp Yusuf'un yanına oturdu.
"Amca..." dedi içindeki sıkıntıyla soğuk soğuk terlerken. "O adam. Abi olan... Adı Şafak Yarkın'mış."
" Şafak Yarkın?" dedi Yusuf yeniden kesik kesik çıkmaya başlayan sesiyle. Göğsüne sızmaya başlayan ince sızılar son beş yıldır yaşadığı korkunun gerçekleşmek üzere olduğunun farkındalığıyla kendisini belli ediyordu.
"Evet. Bir şey daha söyledi Dağhan... Canan'ın dediğine göre bu Şafak denilen adam seni ve Baran amcamı tehdit etmiş ve cinayeti örtbas etmiş."
Yusuf'un kalbindeki sızılara başına saplanan ağrılar eklendi. Yıllardır sadece Baran ile kendisi arasında olan bu sırra kızının ortak olabileceğini hiç düşünmemişti. Düşünmediği gibi evlatlarının ve yeğenlerinin o adamla yan yana olacağına ihtimal bile vermemişken şimdi bir arada olduklarını bilmek yorgun kalbini daha da zorluyordu.
"Yusuf amca bu doğru mu?" Yusuf ağır ağır başını salladı.
"Hepsi tehlikenin göbeğindeler. " dedi Ferah içini kaplayan karanlıkla.
"Ben bir hâl çaresine bakacağım." Yusuf'un sesi kendinden emin ve vakur çıksa da karadelikte kaybolmaya başladığı yüzüne yerleşen dehşetten belliydi.
" Bence artık çok geç amca. Diğerlerini bilmem ama Uzay düşmüşse peşine artık bırakmaz Dağhan'ı söylemiyorum bile. Canan'da onları asla yalnız bırakmaz biliyorsun." Ferah'ın sözlerini Yusuf sindiremedi. Aklı kızlarındaydı.
"Neredeler?" diye sordu Yusuf.
"Sadece Bulgaristan diye biliyorum. Tam konum yok henüz," dedi Ferah. Yusuf derin nefesler alarak arkasına yaslanıp yeniden göğsünü ovaladı. Derin derin nefesler alıp verdi. Tüm hisleri ve düşünceleri birbirine girmiş haldeydi.
"Yusuf amca," dedi bir sürenin ardından Ferah. Canan çocukların peşine düşmeden önce buraya gelmiş. Yusuf Ali'den destek isteyecekti büyük ihtimalle ama İzel mani olmuş... Benim tanıdığım Canan, Yağız dedenin de kapısını çalmıştır." Yusuf'un duyduğu her kelimeyle nefesleri yavaşladı. Elini yeniden göğsüne yaslayıp ovaladı.
" Ferah sen neler dediğinin farkında mısın kızım?" Ferah usul usul başını sallayıp alt dudağının kenarlarını kemirdi.
"Ne yazık ki amca... Yağız dedeyle de konuşmamız lazım." Yusuf'tan ses çıkmayınca Ferah sakince kalktı sandalyeden. Arkasını dönüp çardaktan çıkacakken cam kapının önünde bastonuna yaslanmış bir halde duran Yağız dedesiyle göz göze geldi.
Ferah güçlü adımlarla kapıya ilerleyip açtı. Yağız Uyguroğlu tüm heybetiyle içeriye girip ağır adımlarla ortadaki masaya ilerleyip yığılırcasına oturdu. Oğullarından ayırt etmediği damadına şeffaflığını yitirmemiş mavi gözlerle baktı.
"Öğrendiniz mi?" dedi katı sesiyle.
"Öğrendik baba öğrendik." Yusuf'un kızgın sesini göğsünde yumuşattı Yağız. Baba olarak onun kızgınlığını, öfkesini anlıyordu. Aynı korkuyu aynı endişeyi yaşıyordu torunları için ancak gözünün önünde yitip giden oğluna ve gelinene daha fazla dayanamıyordu.
"Çocukların sağlığı iyi. Kaçırdıkları kız çocuğu Doğu'yla birlikte Meksika'da güvende. Haydar ve Arda tüm güvenliği, korumayı sağlıyor." Yusuf ve Ferah duyduklarıyla birbirilerine bakıp Yağız'a geri döndüler. Ferah şaşkınlığı yaşarken Yusuf'un öfkesine öfke ekleniyordu.
"Baba! Benim kızlarım nerede kimlerle sen farkında mısın? Senin torunların cehenneme gözü kapalı atlamışlar kendilerini ve sen bunu bana demek yerine babamla, Doğu'yla, Haydar abiyle onlara arka mı çıktın?" Yusuf'un kuzguni sesi camdan duvarlara çarpıp bin parçaya bölündü. Yaşadığı hayal kırıklığı boğazını kesti. İçine için akan kanı korkuyla çarpan kalbine daha da ağır geldi.
"Yusuf! Sakin ol. Her şey kontrol altında. Çocuklar zaten bulaşmışlardı. Canan gelip yardım istedi. O da gözünü karartmıştı ne desek dinlemedi. En azından elimiz üstlerinde olsun dedik," gür çıkan sesi ortamdaki tüm sesleri bastırsa da üzerindeki bakışlar değişmedi.
"Bakma öyle oğlum," dedi daha yumuşak bir tavırla. "Ne biz ne siz hiçbir şey yapamadık. Dünya'nın kanı yerde kaldı. Onlar yapar belki. Acımızı dindirirler." yorgunluğu her halinden belliydi.
"Onlar yapar... Onlar dediğin bir avuç çocuk. Benim, kızlarının, oğullarının çocukları...Kumar mı oynuyorsun sen baba! Ben kızlarım, yeğenlerim bu pisliklere bulaşmasın diye kılı kırk yararken sen benim çocuklarımı o azılı suçluların o katillerin arasına gözün kapalı gönderdin!"
"Yusuf..." Yağız konuşmak istese de Yusuf izin vermedi. Hiddetle ayaklandı. Üste çıkan sesi oldukları her yeri ateşe verirken Ferah buz kesmiş bedeniyle karşısındaki ikiliyi müdahil olmadan izliyordu.
"Hangi hakla baba söyle hangi hakla? Yarın öbür gün bu eve benim kızlarımın cenazesi gelirse sen Aden'in yüzüne nasıl bakacaksın? Nasıl bakacaksınız? Uzay'a bir şey olursa Baran teşekkür mü edecek sana söyle. Aslan'a ne diyeceksin baba? Güneş, Emir, Merdo... Nasıl bakacaksınız yüzümüze!"
"Aslan amca biliyor..." Ferah'ın davudi sesi ortamdaki ateşi soğuğuyla söndürdü. Yağız bildiği gerçekle susarken Yusuf yeni bir hayal kırıklığının yüküyle Ferah'a baktı.
Ferah ellerini birbirine kavuşturup üzgün bir ifadeyle başını salladı. " Dağhan söyledi. O da biliyor Yusuf amca. Detayları sen ondan öğrenirsin ama benim bildiğim onunda birkaç gün önce öğrendiği. Eminim o da sana nasıl anlatacağını düşünüyordur"
Yusuf arkasındaki sandalyeye yığılırcasına geri oturdu. Dolan gözleri bulanıklaşınca parmaklarıyla ovaladı. Bir damla yaş süzülüp yolunu kaybetti. Yusuf titrek ama güçlü bir nefes alıp yanağındaki ıslak izi silip mahkeme duvarından farksız çehresiyle Yağız'a baktı.
"Bu işten kimin haberi varsa topla Yağız Uyguroğlu. Kim varsa! Nerede hangi adamın varsa hepsini bileceğim. Sadece bende değil. Baran, Merdo, Emir, Daron. Hepsi bilecek. Yeri gelince anneleri de öğrenecek. Ama dua et, dua et benim kızlarımın kılına dahi zarar gelmemiş olsun!"
Yusuf son sözünü söyleyip zorlukla ayaklandı. Ferah bir kez daha yardım etmek için hareketlendiğinde Yusuf onu yine eliyle durdu. Sarsak ama sert adımlarıyla yerleri döve döve onlardan uzaklaştı.
Ferah sarsılsa da dik duruşuyla gözden kaybolan Yusuf'un ardından başını Yağız dedesine çevirdi ve iş çekip nefesini gürültüyle bıraktı. "Peri'nin durumunu bilerek söylemedim. Adamın kalbini yeterince zorladık. Sizde bahsetmeyin..." dediğinde Yağız usulca başını salladı.
Ferah diyecek başka bir şey olmadığına kanaat getirince eve dönmek için hareketlendi ancak attığı birkaç adımdan sonra yeniden Yağız'a baktı. Aklının almadığı şey dilinden kayıp düştü.
"Sahiden Yağız dede. Nasıl müsaade edebildin böyle bir şeye? Canan'ı da Uzay'ı da vazgeçirebilecekken ne durdurdu seni?"
Yağız yaşlılığın verdiği yorgunlukla nefeslendi. Mavi gözleri bastonundan destek alan ellerine dalıp gitti. Zihninin çeperlerinde Baran oğlunun kızıyla yaşadığı en güzel anıları süzüldü. Kulaklarında oğluyla torununun birbirine karışan kahkahaları çınladı. Yaşaran gözlerini titreyen eliyle silip üzgün bakışlarını Ferah'a çevirdi ve sorduğu sorunun cevabını verdi.
"Günün birinde umarım bir evladın olur kızım..."
* * *
CANAN AHSEN TORAL
2 Ekim 07:30 /Bulgaristan
Aynalar gerçeği mi gösteriyordu yoksa o gerçeği saklıyordu muydu muammaydı benim için. Aynaya baktığımda yüzüm silikleşiyordu sanki. Babamın beni mavişim diye sevmesine neden olan mavi gözlerim puslu bakmaya başlamıştı. Annemin civcivim diye sevdiği, yaşım kaç olursa olsun özenle, incitmeden tarayıp okşadığı sarı saçlarım ziftle boyanmış gibi hissettiriyordu. Halbuki ben Canan'dım. Ben Ahsen'dim. Ben Toral 'dım. Kimliğimde yazmasa da ben Uyguroğlu'ydum. Lakin aynaya baktığımda kendimi göremiyordum.
Yüzüm bulanıklaşıyordu. Buna sebep on gündür yaşananlar mıydı yaşanacak olanlar mıydı emin değildim. içimde bir yer sürekli hiç durmadan durmamı, pes etmemi söylüyordu. Kulaklarımı o seslere kapatıp ilerlemeye çalışsam da beni duraksatıyordu. Kendimden öte çocukların zarar görme olasılığı adımlarımı atmama izin vermiyordu. Peri ve Yalın artık burada olmasalar da onlarda hâlâ tehlikedeydiler. Uzay, sakin duruşunun altında patlamaya hazır yanardağ gibiydi. Dağhan, birinden birine saldırmak için an kovalıyordu. Hayat ve Andre'de ise her şey normaldi. En azından öyle görünüyorlardı. Ama hiçbiri iyi değildi. Değildik... Çelişkiler içinde sadece ben değil onlarda boğuluyordu. Ucu bacağı olmayan karanlığa bodoslama daldığımızı biliyorduk ama tam olarak ne zaman onun farkındalığını yaşayacaktık işte bunu bilmiyorduk.
Gözlerimi aynadaki yansımamdan kaçırıp başımı öne eğdim. Açık musluktan akan soğuk suyun altına ellerimi sokup avcumu doldurdum ve soğuk suyu yüzüme çarptım. Soğuk beni kendime getirince birkaç kez daha yıkadın yüzümü. Ensemi ıslatıp dağınık saçlarımı tepemde toplayıp kaküllerimi elimle gelişi güzel düzelttim. Onlarda çok uzamışlardı. suyu kapattım. Bakışlarımı aynaya değdirmeden banyodan çıktım.
Sessiz adımlarla içeriye geçtiğimde Uzay' ın salon duvarıyla çıkış kapısının ortasındaki pencereden dışarıyı izlediğini fark ettim. Ekin ve Kurt uyumaya devam ederken aynı sessizlikle iki koltuğun arasından geçip Uzay'ın yanında durdum. sağanak yağmurun altında ip atlayan Dağhan'ı izliyordu. Günlerdir durmayan yağmuru aldırış etmeden iki gündür uyanır uyanmaz ip atlıyordu.
" Bir şeyler düşünüyor." dedi Uzay kısık bir sesle.
" Ne düşünüyor sence? Günlerdir böyle." dediğimde başını önüne eğip derince soluklandı.
" Bence kendi planını kuruyor!" Dağhan'ın üzerindeki bakışlarım Uzay' a kaydı. Alnına düşen sarı tutamlarının arasına karışan parmaklarıyla alnını ovalıyordu.
"Anlamadım?" başını kaldırıp şiş ve kızarık gözleriyle baktı uyuyamadığını bağıran gözlerini birkaç kez kırpıştırıp Ekin ve Kurt'a kısa bir bakış attıktan sona yeniden bana döndü.
" Dağhan bu. " dedi normal bir tonda. Başını pencereye çevirip tekrardan Dağhan'ı izlemeye başladı.
" Bilirsin her zaman kendi bildiğini yapar."
Elim kolyeme gitti. Sıkıntıyla ucuyla oynamaya başlayıp Dağhan'a baktım. İp atlamaya devam ediyordu lakin fazlasıyla dalgın bir haldeydi.
"Bir tahminin var mı?"
"Emin olamıyorum," deyince sıkıntıyla nefeslendim.
Ne düşünüyor ne planlıyor bilinmezdi lakin canımın sıkılacağına emindim. Dağhan'a peşinden Uzay'a son kez bakıp mutfağa ilerledim. Kahve yaptığım sırada Dağhan içeri girdi. Kimseye bakmadan direkt banyoya yönelince uzay bir şeyler homurdandı. pişen kahvemi alıp dışarı çıktım ve buraya geldiğimizden beri kaçış yerim olan ahşap merdivenlere oturdum. Yağmur azalmış lakin dinmemişti. Ormanın kokusuna kendi kokusu da karışınca ortaya huzur veren bir koku çıkmıştı fakat o huzuru bir türlü hissedemiyordum.
Kahveden bir yudum alıp kupa bardağını yanıma bıraktım. Bacaklarımı öne uzatıp üst üste attım. Ellerimi arkama yaslanıp başımı geriye yasladım ve gözlerimi kapadım. Zihnimin içinde sadece kalp atışlarım yankılanırken yeniden uyumak istedim. Uyumak, güzel rüyalara dalıp uyanmamak. Fakat rüyaların yerini kabuslar alıyordu. Başımı sağa sola yatırıp esnettim. Yağmur git gide hızlanırken saçaktan savrulan damlalar tenime çarpıyordu.
Yağmurun kokusunu derince soluyup gözlerimi açtığımda Şafak ile göz göze geldim. Bir eli ekoseli gömlek ceketinin cebindeyken diğer elinde telefonu vardı. Bakışlarını benden çekip telefona baktı ve kulağına dayayıp bir şeyler söyledi. Sustu, bana yeniden baktı. Karşı taraf ne söylediyse sinirlendiği belliydi.
"Güvende olacak dedim. Uzatma!" birden yükseldikten sonra kendini toparlayıp bakışlarını kısa bir an benden kaçırdı ama yeniden bana çevirdi. Cebindeki elini çıkarıp ensesine yasladı. Şapkası her zamanki gibi başındaydı. Sıkıntıyla soluklanıp gözlerini benden kaçırmadan bir şeyler daha söyleyip telefonu kapadı ve cebine attı.
Kim güvende olacaktı ya da kimi güvende tutacaktı aklım ona takıldı. Ben bunu düşünürken Şafak yanıma gelmiş, basamakların sonuna uzattığım ayaklarımın hemen önünde dikilmiş beni izliyordu. Son konuştuğumuz gecenin ardından onu ilk defa görüyordum. iki gündür ortalıkta görünmüyordu.
"Günaydın," dedi sakince. Bakışlarını çok kısa etrafta gezdirip bana çevirdi.
"Günaydın!" tavırlı çıkan sesimle gözlerim kocaman açıldı. Sanki naz yapıp trip atar gibi yükselen sesim onu da şaşırttı. Tamam, son düşüncelerimin ardından onun aklıyla ve duygularıyla oynamayı tercih ediyordum lakin kendimden böyle bir çıkış beklemiyordum. Artık müdavimi olduğum o çizgi yine iki kaşının ortasında belirdi.
"Bir şey mi oldu?" dedi.
" Hayır." deyip sustum ancak dudaklarım kapanmamakta ısrarcıydı. "İki gündür ortada yoksun ne haber verdin ne bir şey söyledin."
Çatılı kaşları düzeldi ama hemen ardından alnına doğru şaşkınlıkla yükselti. Dudaklarını birbirine bastırıp sol elini ceketinden çıkartıp sakallı çenesini sıvazladı. Yüzünde onu tatlı gösteren bir şaşkınlık vardı.
Çenesini sıvazlamaya devam ederken başını yere eğip sağa sola salladıktan sonra yeniden bana baktı ve emin olamıyormuş gibi "Toral sen bana trip mi atıyorsun?" dedi.
Ve ben sadece saçmaladım.
"Ne münasebet!" dedim.
"Sen kimsin ki sana trip atacağım," dedim.
" Tripmiş. Allah Allah! Çok beklersin," dedim.
Dedim de dedim o ise sadece güldü. Çenesindeki elini yeniden cebine sokup sırıtarak gözlerini gözlerime kenetledi ve yürüyüp yanıma gelerek oturdu. Sırıtışını silmeden "yalancı," diye sessizce mırıldanıp yan gözlerle yüzüme baktı.
Kara gözleri kaküllerimde, gözlerimde, burnumda, yüzümün her yanına yayılmış çillerimde ve ince ama biçimli olan dudaklarımda dolandıktan sonra silkelenip önüne döndü. Bir an sonra aramızdaki kupayı izin istemeden alıp kahvemden büyük bir yudum aldı. Saniyeler içinde yüzünü ekşiterek kupayı geri bıraktı ve içtiği yudumu zorlukla yuttu.
"Sen bu şeyle şeker komasına nasıl girmedin bunca zaman?" dedi. Çok severek ve keyifle tükettiğim kahvem için böylesine tiksinti dolu bir ifadeyle davranmasa daha güzel olurdu tabii.
"Abart!" dediğimde oldukça ciddi bir suratla "abartmak mı? Senin canına kastın var demek ki Toral." sözlerinin ardından dudak büküp kahveme baktım. Kısıtlı şartlarda sütlü ve şekerli içiyordum. Aksi takdirde çok daha fazla abarttığımda oluyordu.
"Ben sağlıklı bir insanım Yarkın. Şekeri de sadece kahvede severim."
"Bu gidişle diyabet hastası olursun benden demesi," yüzüne karşı oflayıp kahvemi aldım. Büyük bir yudum aldığımda Şafak'ın gözleri kupa bardakta dolandı. Bakışlarını bir anlığına dudaklarıma ve boğazıma kaydırıp tekrar önüne döndüğünde kaşlarım çatıldı. Bardağı dudaklarımdan çekip tekrar aramızdaki boşluğa bıraktım.
"Ciddi ciddi bunca derdin içinde şekerli kahveme mi takıldın Yarkın?"
"Yok, yani bana ne. Yani ne ilgilendirir beni. Sadece yani..." saçmalayıp geveledi. Şapşal hali yüzünden silinmezken gözleri bir kupa bardakta bir bende gezinince derdini anladım. İçtiği yerden içmeme takılmıştı. Kupayı alıp yeniden içtim. Bakışları üzerimden ayrılmazken genişçe sırıttım.
"Neden öyle bakıyorsun?" dedim. Kaşları çatıldı. Bakışlarını benden kaçırıp arabaların olduğu tarafa başını çevirdi. Dudağımdaki sırıtış yanağına doğru kaydı. Onun bu haliyle keyiflenmem saçmaydı ama pek rastlamadığım bu şapşal halleri aşırı iyi hissettiriyordu.
"Şafak ben hep hayvanlarla iç içe yaşadım. Evcil hayvanlarımla aynı kaptan yemek yediğimde oldu su içtiğimde. O yüzden öyle herkesten her şeyden tiksinmem ben." dediğimde öksürmeye başlayınca gülecek gibi olsam da tuttum kendimi.
"İyi misin?" sahtelik akan sesimle bana döndü. Gözleri dudağımda tutunmaya çalışan gülüşümde takılı kaldı.
" Sen cidden bu yaşına kadar iyi yaşamışsın Toral." gözlerimi devirmekle yetindim. Azalan kahvemi başıma dikip boş bardağı yeniden aramıza bıraktım. Sırtımı evin duvarına yaslayıp Şafak'a baktım.
"Sen yaşamışsın ya bu yaşına kadar benimde yaşıyor olmam normal." dudaklarını kıvırmadan güldü. Omuzları hafifçe sarsıldı.
" Bana bir şey olmaz Toral." dedi güven dolu sesiyle. Bu egosu, özgüveni, ben güçlüyüm triplerini başka bir adamda görsem aşırı itici bulurdum lâkin ona ayrı bir hava katıyordu.
"Niye ilâh mısın sen?" küçümseyen bir bakışla baktı yüzüme. Sırtını basamakların korkuluğuna yaslayıp kollarını göğsünde bağladı. Yüzüme bir süre daha baktıktan sonra "hayır. Sadece Yarkın'ım." dedi. Dudakların düz bir çizgi halini aldı.
"Doğru! Senin bir Yarkın olduğunu unutmuşum."
Onunda yüzündeki o alaylı ifade yok oldu sözlerimin ardından. Dudaklarını birbirine bastırıp bakışlarını kaçırdı. Ancak ben ona bakmaya devam ettim. Gözlerim bedenini süzünce istemeden onu incelerken buldum kendimi. Sakalları uzamıştı. Favorilerinde beyazları vardı. Sakallı olsa da yüz hatları belirgindi. Burnu kemerli, dudakları abartısız dolgundu. Sakal ve bıyığının arasında yok gibi görünüyordu. Boğazı tıraş olmaktan pürüzlüydü. Adem elması belirgin ve çıkıntılıydı. Gözlerim omuzlarına kaydı. Genişti. Gök kubbeyi taşıyan Atlas misali tüm dünyanın derdini taşıyabilirmiş gibiydi. Kolları uzun pazuları güçlüydü. Ellerine baktım. parmakları kalın ama uzundu. Sol elinin ortasında yuvarlak formda bir yara izi vardı. İç geçirdim. Görünürde bu kadar yarası varsa görünmeyenleri merak ettim. Sesli bir halde iç çekip tekrar yüzüne baktığımda göz göze geldik. Kara harelerinin parlaklığının ardından kendi yansımamı gördüm. Utanıp kaçmak yerine süzerek bakmaya devam ettim.
Lakin Şafak bakışlarımdan rahatsız olmuş olacak ki kalkmaya yeltendi. Müsaade etmedim ve "Niko denilen adam," dedim konuşmayı asıl merak ettiğim konuya çekmek için. Omuzları düştü. Bana ters bakışlar atıp tekrar arkasına yaslandı.
"Buldun mu?"
"Buldum." dedi. Rahat ve sakindi.
"Konuştun mu?" gözlerini devirdi. Başındaki şapkasının gölgelik kısmını büyük avcuyla sıkıp ucunu sivrileştirdi. Bana yandan bir bakış atıp "konuştum." dedi. Onun bu isteksiz ve heyecansız haline gözlerimi devirip dudaklarımı büktüm.
" Eee yani?"
" Hiç." dedi aynı isteksizlikle.
"Şafak!" diye yükselince bakışları tamamen bana döndü. Kızgın halimi görünce dudağının bir köşesi yanağına doğru kaydı. Herif resmen beni kızdırmaktan zevk alıyordu!
"Ne istiyorsun Toral?" dedi bakışmamız son bulmazken. Kendimi toparlayıp tüm ciddiyetimle konuştum.
"Nasıl hiç Yarkın! Aynı gemide olmanın da ilerisinde aynı kaptan köşkünde aynı dümenin başındayız biz. O yüzden gizli saklımız yok, olmamalı. Her şeyi anlat." kısılan gözleriyle ciddiyetimi sorguladı. Başını sağ eğdi, sola eğdi. Kısık bakışlarının gerisine benim yansımalarımı gizledi. Sonunda derince soluklandı ve yüzünde yaptığı görüşmeden rahatsız olduğunu belli eden bir ifadeyle baktı.
"Adam yanar dönerin teki." dedikten sonra dudak ucuyla küfretti. Alnını ovalayıp burnunu iki parmağıyla sıktı ve ilgisini bana verdi.
"Agron Molnar'ın Bulgaristan'daki eli kolu. Buradaki her işin başındaki adam ama fazlasıyla çamura bulanmış, yediği kaba pislemiş, ihanet etmiş. Çocuklar iyi detaylar öğrenmiş adamı bayağı sıkıştırmışlar. Adam leş. Herkesi her an satabilir. Lafına da ne kadar güven olur bilinmez."
" Detaylar ne?" dedim heyecanlı bir merakla. Sıkkın bir solukla bana sağ kaşını kaldırarak baktı.
" Kaçırdığın dizinin bölümünü anlatmıyorum Toral." yüzüme alaycı ama kendinden emin bir ifade yerleşti.
"Aaa! Teessüf ederim. Ben dizilerimi asla kaçırmam." durup yanağımı kaşıdım ve büyük bir rahatlamayla "neyse ki bu aralar izlediğim hiçbir dizi yok. Yoksa var ya kaçırdım diye oturup ağlardım." dediğimde gülecek gibi oldu. Burnunun ucunu kaşıyıp boğazını temizledi. Gözleri ellerine indi. Sol elinin parmaklarıyla sağ elinin avcunu kaşırken yeniden konuşmaya başladı.
"Agron'un karısıyla ilişkisi var. Hatta söylenen göre bu puşt Agron'un kızı Anita'nın da babasıymış. Hatta ve hatta Agron'un kız kardeşiyle de ilişkisi olmuş. Bizimkiler bunlarla ve birkaç kaçakçılık, ortadan kaybolan paralarla ilgili tehdit etmişler," dedi. İkidir bizim çocuklar ve bizimkiler demesine takılıyordum. Bu kelimeleri söylerken sesinde herhangi bir yalan dolan ya da samimiyetsizlik barınmıyordu.
Bunları düşünürken aydınlanma yaşadım. Kurt konuştuğunda içime hep bir şüphe ve huzursuzluk yayılırken Şafak'ta böyle bir şey hissetmiyordum. Gözlerimi kırpıştırıp başımı sağa sola salladım ve silkelendim.
Dizlerimi kendime çektim ve dirseklerimi yaslayıp yüzümü avucuma aldım. Ona alttan bakışlar atarken "dizilerim bu hikâyenin yanında halt etmiş." dedim. Sözlerim ardından bakışları bana döndü. Bu halimle bayağı eğlenmiş olacak ki yüzüne gerçek bir sırıtış yayıldı.
" Bayağı hoşuna gitti bakıyorum."
"Ay tabii gidecek. Dizi gibi sahiden. Adam yürek yemiş, vallahi değil Agron Molnar benim ailemin erkekleri bile öldürür o herifi. Rabbim evlerimden ırak!" küçük ama etkili gülüşünü duyar duymaz boğazımı temizleyip asıl meseleye geri döndüm.
"Neyse. Peki ne dedi bu adam peşimizdeler mi?"
"Öyle. Arıyorlar her yerde. iki gündür her ihtimale karşı gelmedim buraya." dedi. Parmaklarımı ritmik bir şekilde yanaklarıma vurup dudaklarımı ısırdım.
" Bu kadar mı başka bir şey yok mu?" gözlerini benden kaçırıp başka yerlere bakınca bir şey olduğunu anladım.
"Şafak, dümenini kırdırtma bana!" hareket eden başı duraksadı. Çenesi, dudaklarını birbirine bastırdığından gerildi ve artık her bir noktasını ezbere bildiğim kara gözlerini yeniden ve yeniden mavilerime çevirdi.
"Adama diyorsun ama sen de yürek yeme konusunda bayağı iyisin, geçen günden sonra..." dediği sözlerin ardından zihnimde canlanan sahneyle ve peşinden burnuma gelen kan kokusuyla anında bulanan midem yüzüme sirayet etti. Günlerdir içimde tuttuğum tüm hislerim bir lafıyla altüst oldu. Ekşiyen suratımla silkelenip yanağımda olan bir elimi ağzıma kapattım. Kusmaktan nefret ediyordum!
"Yuh!'" dedi Şafak bu halime şaşırarak. "Cidden bu kadar etkileniyor musun sen?" bakışlarındaki hayrete midem iyi olsaydı gülebilirdim ama midemdeki kahve boğazımda gidip gelirken hareket edemiyordum.
"Alt tarafı bir deyim. Mecaz!" başını olumsuz tavırlarıyla sağa sola salladı. Sonra yüzüme bakıp "gerçi ciğer kavurmada güzel giderdi şimdi!" demesiyle midem daha beter kasıldı. Sessiz öğürmelerimle yerimden fırlayıp evin arkasına doğru koşar adımlarla ilerledim.
"Toral!" o arkamdan bağırırken ben daha fazla gidemeyip dizlerimin üzerine düştüm. Ellerimi yere yaslayıp kusmaya başladığımda arkamda adım sesleri vardı.
"Ulan alt tarafı şaka yaptık!" sesi hemen yanımdan geliyordu. Ben öğürdükçe varlığı daha da yakından hissediliyordu. Toplu olsa dahi yüzüme yapışan kısa saçlarımı elimin tersiyle itekleyip kendimi geriye attım. Sırtım yağmurdan ıslanan toprakla buluşunca içim titredi lakin kendimi tamamen bıraktım. Sabahın köründe küle boyanmış gibi gri olan gökyüzüne birkaç saniye baktıktan sonra yutkunup yüzümü ekşittim.
Üstüme düşen gölgeye baktım. Şafak elleri belinde sıkıntılı bir ruh haliyle beni inceliyordu. Ona buradan bakınca ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım. Boyu öyle çok uzun değildi ancak bedeni gerçekten büyüktü ve ona Kabasakal yakıştırmam tam yerinde bir karardı.
"İyisin?" diye sorunca yüzüm öfkeyle kasıldı.
"Bir daha böyle şakalar yapma!" dedim. Kaşları hayretle hareketlendi. Başını başka bir yana çevirip nefes alıp verdi. Beline yaslı sol eliyle yüzünü sıvazlayıp yeniden bana baktı.
"Gözlerim yaşardı bu hayvani duygularına..." alay edişine çenem titreyince bana ciddi misin dercesine baktı ve "Toral ah Toral. Bu dünya için fazla narinsin..." dedi.
Söz konusu çok sevdiğim hayvanlar ve onları yemek olduğunda evet öyleydim. Bunu diyen ilk kişi de o değildi. Hayatımın merkezinde olan herkesten duyduğum bir şeydi. Annemden, babamdan, kardeşlerimden. Dedemden. Hayatımın her alanında kıymet verdiğim herkesin en az bir kez kurduğu bir cümleydi bu. Ancak atladıkları bir şey vardı. Hayvanlara karşı olan bu hassasiyetim aslında insanlar için yoktu.
Vejetaryenlik bedenimin verdiği bir tepkimeydi. Annemin hatıraları ve benimde zihnimde küçük küçük yer kaplayan anılarım vardı. Hayvan eti tükettiğimde cildimin kabarmaları, boğazımın şişmesi, vücudumun pütür pütür olması... Üstelik alerjik bir tanımım da yoktu. Onların afiyetle tükettikleri şeyleri yiyememek bir yerden sonra kendi tercihimdi lakin henüz küçük bir çocukken kimileri için komik ama benim için büyük bir travma olan tavuk meselesi bende bu konuda ciddi bir iz bırakmıştı.
"Kötüsünüz. Onlarında yaşam hakları olduğunu bilemeyecek kadar kötüsünüz!" sabırla soluklandı. Karşısında otuzuna merdiven dayamış bir kadın değil de küçük bir kız çocuğu varmış gibi sabırla baktı yüzüme.
"Ekosistemdir, habitattır bu şeyleri eminim ki çok iyi biliyorsundur Toral!" dediğinde dudaklarım aralı kaldı. Cevap verecek bir kelime bulamayınca sinirle doğrulup kollarımı göğsümde bağladım.
"Kötüsünüz işte kötüsünüz!" diye tutturdum. Bu tavrım onun nezdinde çocukça olabilirdi ki simasına sirayet eden ifadeden de belliydi.
"Zincirle bir de kendini. Pankartta vereyim eline ha ne dersin?" dedi alaycı bir tavırla ancak o tavrın altında bu hallerime tahammül edemediğini de hissettirdi.
"Olur yabancısı olduğum şeyler değil!" dik çıkışmamla dudakları kıvrıldı. Ben çatık kaşlarımla konuşurken benden duydukları karşısında çatık kaşları düzeldi hemen ardından alnına doğru kavislendi. Yüzündeki şaşkın hal bir an sonra keyifli bir hale döndü.
"Başsavcının anarşist kızı ha! Bak bunu sevdim." dedi.
Saniyeler önce onun yüzünde gördüğüm şaşkınlık benim yüzüme düştü. Söylediği şey amansızca hoşuma gidince kendimi tokatlayasım geldi. O kimdi ki bana dair bir şeyleri sevebiliyordu? Kaşlarımı çattım. Düşüp kaldığım yerden dengesizce kalkıp yüzüne tüm asabiyetimle bakıp "sana ne baba benim anarşistlik benim sana ne!" diye bağırdıktan sonra onu gerimde bırakıp verandaya geri döndüm ve kalktığım yere yeniden oturdum.
Ben saniyeler önce yaptığım geri zekalılığı düşünürken Şafak elleri arkasında ağır ağır yürüyerek yanıma geldi. Yine ayaklarımın önünde durup yüzünde alışık olmadığım serseri bir gülüşle bana baktı. Bir şeyler düşünüyordu. Aklından neler geçtiğini, hakkımda ne düşündüğünü çok merak edince bu sefer gerçekten kendime tokat attım.
"Ah!" acıyla inleyip yanağımı tuttum. Elimin ne kadar ağır olduğunu unutmuştum!,
Salaksın Canan! Salağın tekisin...
"Kızım sen manyak mısın niye vuruyorsun kendine?" ona öfkeyle bakıp hemen ayağımın önündeki kavak kemiğine vurdum ama bana mısın demedi.
"İşlemez bana Toral. Ayrıca bir toparla anlatacaklarım bitmedi." deyince gözlerim büyüdü.
"Ne oldu? Yoksa Niko denilen adam tüm Molnar kadınlarını yatağından mı geçirmiş?" dedim anında değişen ruh halimle. Meraklı teyzelerden farksız halime dudak ucuyla gülüp başını yandık der gibi salladı.
"Yok, yok bu kız gerçekten manyak. Dikkat et oğlum!" dedi kendi kendi ama gayet iyi duyuyordum onu.
"Duyuyorum seni," dediğimde ifadesini hiç bozmadan bana baktı ve "Farkındayım," dedi. Bana bir süre daha baktıktan sonra yine karşıma oturup sırtını yasladı. Ciddiyetini takıp kısık gözleriyle yüzüme baktı.
"Birisi var," dediğinde anlamsızca kirpiklerimi kırpıştırıp yüzüne doğru eğilip ona baktım.
"Nasıl yani?" sesime yansıyan o gıcık, imalı ton onu da şaşırttı. Hesap soran bir halde gibiydim. Bana ciddi ciddi; neyin kafasını yaşıyorsun, diye bağıran gözleriyle bakınca silkelenip kendime geldim.
"Demek istediğim kim bu biri?" diye düzelttim kendimi ama bugün çuvallayışımın altına altın harflerle imzamı atmıştım çoktan.
" Niko'dan daha çok işimize yarayacak birisi." dedi Şafak düz sesiyle. Hiç uzatmadan "kim?" diye sordum. Dudakları bilinmezlikle büküldü. Dudağının sus çizgisinde bulunan yarasını kaşıdı.
" Magnus adında bir adam. Vëlla'nın dediğine göre söz konusu olan ailelerin ortak adamı!" oturduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Magnus denilen adam ayrı bir konuydu ancak bu Vëlla meselesini de fazlasıyla merak ediyordum.
"Ne çok adam var..." ağır ağır aşağı yukarı başını salladı.
"Öyle. Böyle insanların ayakçıları çok olur." dedi.
"Peki o adamda burada mı?" diye sordum.
"Bilmiyorum. Araştırmaya devam." ellerini birbirine sürtüp cebinden sigarasını çıkarıp dudağına yerleştirdi. Çakmağı çakıp sigarasını yakacağı sırada boğazımı temizledim. Bana yandan bir bakış attıktan sonra sigarayı dudağından çekip kutuya geri yerleştirdi ve cebine attı.
"Çok yorucu bu işler," dediğimde tip tip yüzüme bakıp ben biliyordum der gibi süzdü beni.
"Sen şimdiden böyle nazlı nazlı davranacaksan biz nasıl yol alacağız Toral?"
" Nazlı değilim ben." derken bile nazlı çıktı sesim. Küçük bir kahkaha sardı etrafımı. Ben ona ters bakışlar atsam da gülüşünün sesi kulağımda çınlamaya devam etti.
"Belli." dedi eğlenerek. Dakikalar önceki halimize atıfta bulunarak bakışlarını evin arka tarafını işaret etti.
"Yarkın!" kendini hiç bozmadan aynı şekilde cevap verdi.
"Toral!" ofladım. Yüzümü asıp bakışlarımı farklı bir tarafa çevirerek "çekilmez herifin tekisin!" dedim tüm asabiyetimle.
" Bunu diyen ilk insan..." dedi ama sustu. Devam etmedi, keyifli haline rüzgar çarptı sanki.
"Gerçekten çekilmezsin!" dudağında gülüşle gözleri uzaklara daldı ansızın. Saniyeler geçtikçe o gülüş yavaşça silindi. Yüzüne isim veremediğim bir yoğunluk çöreklenince gözlerine sinen sızıyı fark ettim. Aklına ne geldi, ne düşündü muammaydı. Sol eliyle yüzünü kabaca sıvazlayıp uzayan sakallarını parmak uçlarıyla taradı. Sonra sus dudağının kenarındaki yara izini okşadı. Güçlü soluklar alıp bana bakmadan konuştu.
"Vëlla adamı arıyor. Bulunca halledeceğim. Şimdilik bu kadar," dedikten sonra bana bakmadan ayaklandı ve arabasına ilerledi. Araca yerleşti lakin çalıştırmadı. Başını koltuk başlığına yaslayıp gözlerini kapadı.
"Bu Vëlla olayını anlatsana..." gözlerini açmadı. Kılını kıpırdatmadan "sonra," diyerek beni geçiştirdi.
Dakikalar sonra eve girdiğimde herkes uyanmış sessizce oturuyorlardı. Mutfak kısmından gelen seslere baktığımda Ekim'in agresif hareketlerle bir şeylerle uğraştığını gördüm. Hıncını almaya çalışır gibi görünüyordu. Yanına ilerleyip durdum. O bana hiç bakmazken yan gözlerle onu izleyerek elimdeki bardağı yıkadım. Bir şeye sinirlendiği çok belliydi. Arkamı dönüp gitmek istesem de yapmadım. Daha doğrusu yapamadım. Şafak'ın onlara karşı olan tavırları ikisine karşı daha yumuşak olmama itiyordu. Kardeşlerim en kıymetlilerimdi. Bu hayatta en anlayışlı davrandığım ve tahammüllerimi zorladığım insanlardı. Hal böyle olunca damarlarımda dolanan ablalık güdüsü peşimi Ekim'in karşısında da bırakmadı.
"Ekim nasılsın?" önce elleri durdu. Sonra titreyen bedeni. Burnunu çekip elinin tersiyle yanağını sildi.
"iyiyim," dedi bana bakmadan. Sesindeki buğu ağlamak isteyip ağlayamadığını belli ediyordu. Bir omuza ihtiyaç duyduğunu anladım. iki gündür ve dün gece gayet normalken şimdi ne olmuştu ?
" Sesin hiç öyle demiyor. İyi misin gerçekten?"
Başını bana doğru çevirdi ama bakışları yerdeydi. Üzerinde dış görünüşündeki sertliğe ve asiliğe tezat bir durgunlukla hüzün vardı. Esmer tenindeki dövmeleri onu daha da asi göstermenin ötesinde dikkat çekmeye çalışan, bilerek yaramazlık yapan bir çocuk gibi gösteriyordu. Bir adım yaklaştım. Kısa saçlarının arasında kaybolan yüzünü daha yakından görmek için başımı hafifçe eğdim. Hiç uzatmadan eğilip bükülmeden demek istediklerimi dedim.
" Biz ablalar, özellikle kız kardeşi olan ablalar iyi dinleyicilerizdir. Olur ya konuşmak istersen iyi bir dinleyici olduğumu bil. Sadece dinlerim. Eleştiri yok, yargı yok." buruk bir ifade düştü yüzüne. Saklamak istese de kırgınlığı kendini belli ediyordu.
"Kardeşlerin çok şanslı." dedi. Göğsümün orta yeri özlemle yandı. Kaç gündür onları aramadığımı fark etmek göğsümdeki yangını daha da harladı. Onları aramayı aklıma not edip yeniden Ekim'e yöneldim. Ona bir adım daha yaklaşıp Şafak'ı andıran gözlerine anlayışla baktım.
"Öyle. Kardeşi olan herkes çok şanslı." müstehzi bir bakış belirdi koyu harelerinde. Dudak ucuyla gülüp beni samimiyetten uzak bir şekilde onayladı.
"Senin daha doğrusu sizin gibiler için şans anlamını yaşatan gerçek bir kelime."
"Nasıl yani?" dedim anlamamış gibi. Başını salona doğru çevirdi. Gözleri yan yana oturup boş boş bir yerlere dalıp giden kuzenlerimde ve ikizinde dolandı.
"Keşke herkes sizin gibi şanslı olsa. Aile, kardeş manasında." dedi. Zihnimde yankılanan kelimelerle yaşadığım aydınlık boğazımı kuruttu. Ne demek istediğini anladım. Dudaklarımı birbirine bastırıp ufak bir tebessümle başımı salladım. Bir elimi omzuna koyup usulca sıvazlayınca yeniden yaşarmış gözleriyle bana baktı. Onu anladığımı anladığında bir damla gözyaşı kirpiğinde sallandı.
Yarası buradaydı. Sakladıkları gerçek, üstünü örtükleri sırlar bu yaranın içindeydi. Yaraları şanstı. O şans ise aileydi.
"İkizin seninle. Abin hıyarın teki olsa da," gülümseyince bende gülümsedim. "Şu kapının arkasında. O yüzden şans bazen olmasını istediklerimizde değil zaten olanlardadır."
"Öyle mi dersin?" omuzlarımı silktim.
"Ona sen karar vereceksin..." omzunu bir kez daha sıvazlayıp yanından ayrıldım. Direkt odaya geçip kirlenen üstümü değiştirdikten sonra kirli kıyafetleri yıkamak için banyoya ilerledim. Kapı açılmayınca tıklattım ancak içeriden ses gelmedi. Oflayıp kapının karşısındaki duvara yaslanıp içerideki kişinin çıkmasını bekledim.
Dakikalar sonra banyodan bedenine sarılı havluyla Eylem çıktı. Uzun saçları ıslak bir halde yüzünün iki yanından sarkıyordu. Bana birkaç saniye bakıp Ekim'in kaldığı odaya ilerledi. O odaya girene kadar bakışlarım sırtında dolandı. Sıyrılan havluyla sırtındaki izleri fark ettim. İrili ufaklı, uzun kısa bir sürü yara izi vardı. Bazıları façaya benzerken bir iki tanesi kurşun yarası gibiydi.
"Toral girecek misin?" hemen dibimden gelen Şafak'ın sesiyle sıçrayıp ondan tarafa baktım. Üstü ıslaktı. Elinde kabaca tuttuğu bir sırt çantası vardı.
"Evet." dediğimde başını salladı ve "acele et o zaman!" deyip yaslandığım duvarın dibine oturdu.
Banyoya girip kapıyı kapadım. Lavaboya ilerleyip kucağımdaki kıyafet yığınını yere atıp sırayla yıkamaya başladım. Çok işe yaramasa da işimi görürdü. Yıkadıklarımı iyice sıkıp üst üste yığıp kucakladım. Banyodan çıkınca Şafak'ı aynı yerde gördüm. O da beni görünce ayaklandı.
"Makine vardı." dediğinde gözlerim kucağımdaki ıslak kıyafetlerime kaydı.
"Ne?" şaşkın ve öfkeli sesim yüksek çıkınca Şafak alayla sırıttı.
"Çamaşır makinesi."
"Bana böyle bir bilgi verilmedi," dediğinde Şafak gülümsedi.
"Gel göstereyim." deyip banyoya girince peşinden ilerledim. Banyo duşa kabin ve lavabodan ibaretti. Ne makine vardı ne bir sepet. Şafak duşa kabinin karşısındaki duvara ilerleyip fayanslara baktı ve rastgele bir fayansa dokunduğunda duvar sağa doğru kaydı. Karşıma çamaşır ve kurutma makinesi çıktı.
"Eh yuh ama! Bizim evlerde bile yok böyle bir mekanizma."
" Her zenginin bir kusuru vardır demek ki Toral... İnşaat sektörünün kralı olan Uyguroğlu markası için büyük kayıp..." açık açık dalga geçişine gözlerimi devirdim. Kucağımdaki ıslak kıyafetlerimi çamaşır makinesine itip kakarak atıp kısa programı ayarlayıp deterjanı ekledim.
Şafak'a bakmadan banyodan çıkmaya yeltendiğimde "bunu unuttun." diyen Şafak'la arkama döndüm. Eğildiği yerden doğrulup bana bakınca gözlerim eline kaydı. Şafak'ın havaya tutup salladığı şey sutyenimdi. İki adımda yanına varıp çamaşırımı almak için uzandım.
"Güzel tercihler..." dedi alayla.
"Çok cüretkarsın Yarkın!" dedim aynı alaylı tavırla.
"Sen cüretinin yanında benimki hiç." sesi, sesindeki ton, bakışları... İki gün önce kendi içimde başlatıp kendi içimde son verdiğim savaşın sonucunu hatırlattı bana. Onu yıkmak için aşk yeterli olur muydu diye tekrar düşündüm. Konuşurken birbirine tutunan gözlerimiz sustuğumuzda da bırakmadı birbirilerini. Düşüncelerimin cevabı çok uzak değildi...
"Toral," dedi bir an sonra. Kısık ve puslu bakan gözleri bünyemde sürekli yutkunma ihtiyacı doğruyordu.
"Ailelerinizi nasıl idare ediyorsunuz?" Beklemediğim bir soruydu. Gözlerimi ondan çekip ellerimize indirdim. Aramızdaki kumaşı çekip avucumda yuvarladım.
"Ailelerimiz bizi ilgilendirir Şafak. Sen bizimle bu kadar ilgileneceğine git kendi kardeşlerinle ilgilen." dedikten sonra banyodan çıktım. Çocuklarla paylaştığımız odaya girdiğimde kendimi yatağa atıp nefeslendim. Avcumu kaşındıran kumaş parçasını yatağa gelişi güzel fırlatıp doğruldum.
Telefonumu cebimden çıkarıp Peri ve Yalın'a ayrı ayrı nasıl olduklarına dair mesaj atıp Minel'i aradım. Anında açılan telefonla sırıtışım yüzüme yayıldı. Uykulu sesine rağmen her zamanki gibi canlı ve neşeliydi. Birkaç dakika konuştuktan sonra kapadık. Telefonu komodine bırakıp yatağa yeniden uzandığım esnada odanın kapısı çalınıp hemen ardından açıldı. Hayat kapalı gözleriyle başını içeri uzatınca gülümsedim. "Müsaidim, gel." dediğimde gözlerini açıp içeri girdi.
"Bol peynirli bir tost yapayım sana dedim ama parmaklarım uf oldu. Sonra peynirler yere düştü, tabak kırıldı. Makinenin kablosu yandı. Anlayacağın Dağhan beni dövdü abla!"
"Dağhan elinden gelse beni de dövecek bebeğim. Alınma üstüne heyheyli bu aralar." iç çekti. Derin bir soluk alıp yeni tıraş ettiği belli olan yanağını kaşıdı. Yanıma gelip uzanacakken elleriyle gözlerini kapattı.
"Ne?" dedim anlam veremeyerek.
"Abla dantel cismi gördüm sanki!" kıkırdayıp sutyenimi attığım yerden alıp görmeyeceği bir yere koydum.
"Gel uzan," dediğimde gözlerini açıp sağa sola baktı. Etrafın temiz olduğuna kanaat getirmiş olacak ki yanıma uzandı. Yan dönüp dirseğimin üzerinde yükselip ona baktım. Sakalsız yanağını parmağımın sırtıyla okşayıp saçlarını sevdim.
"Nasılsın?" dedim narince. Dudaklarını büktü, iri gözlerini kırpıştırıp bakışlarını bana çevirdi.
" Ablamın yaptığı bulamaç çorbalar gibi hissediyorum kendim." her fırsatta İzel'in aşçılığına laf sokması da ona özeldi.
"Hayat..." dedim uzatarak. Bir kez daha dudaklarını büktü. Parmaklarım uzamış saçlarının arasında kayboluyordu.
"Karmaşık. Bir fikrim, bir düşüncem yok. İstediğim tek şey Dünya'nın huzura ermesi." saçlarının arasına dudaklarımı bastırdım. Yüzünü yeniden okşayıp "erecek ablacığım. Erecek... Dünya, biz... Hepimiz huzura ereceğiz."
Benim gibi yan dönüp dirseğinin üzerinde yükseldi. İşaret parmağıyla burnuma iki kere vurup usulca gülümsedi. "Sen öyle diyorsan," dediğinde çenem titrer gibi oldu. Bu cümlenin sadece anneme söyleneceğini sanırken ben de duyar olmuştum. Ben öyle diyorsam, öyleydi. Onun gibi usulca gülümseyip saçlarını karıştırdım.
"Haydi kalk. Mutfaktaki enkazına bir bakalım." dedim.
Mutfak tıpkı dediğim gibi enkaza dönmüştü. Hayat bana üzgün gözlerle bakarken onun yarattığı dağınıklığı toparladım. Hayat yardım etmek isterken daha çok dağıttığından onu kışkışlayıp kendime atıştıracak bir şeyler hazırladım.
Masaya oturup yemeğe başladığımda salondakilere göz attım. Kurt uyuyordu. Ekin ve Ekim yan yana oturmuş, Ekim başını kardeşinin omzuna yaslayıp gözlerini kapamıştı. Uzay gözleri bir yerlere dalıp gitmiş öylece otururken Andre ve Dağhan ortalıkta yoktu. Hayat ise masanın diğer ucuna oturmuş uyukluyordu.
Yaptığım sandviçten ikinci ısırışımı aldığım esnada kulağıma telefonum çalan sesi ve adım sesleri çalındı. Yerimden kalkmak için hareketlendiğimde Şafak elinde telefonumla belirdi. Bana kısa bir bakış atıp yanıma iki adımda gelip telefonu fırlatırcasına önüme bıraktı.
"Sevgilin," deyip gitti.
"Ne oluyor be!" diye arkasından söylenip çalan telefonuma baktım. Ekranda yazan Gabriel Cavalcanti ismiyle kaşlarım çatıldı. Gabriel'i ne zaman kaydetmiştim hatırlamıyordum. Yerimden kalkıp hızlı adımlarla evden çıkıp verandanın kenarına ilerleyip aramayı cevapladım.
"Cici, selam... Eee? Ben," deyip sustu. Ne diyeceğini seçemediği belliydi.
"Selam Gabi. Nasılsın?" iç çekip boğazını temizledi. Sağ elimle ensemi ovalayıp etrafıma bakındım. Gözlerim hemen Şafak'ı bulurken yerimde huzursuzca kıpırdandım. Arabasına yaslanmış, kollarını göğsünde bağlamış öylece bana bakıyordu.
"İyiyim. Ben seni merak ettim hiç sesin çıkmadı," dedi.
"Hiç... işler uzadı burada. Okulda durumlar nasıl? Lilith zorlamadı umarım seni," gülmesini işittim ama çok sürmedi.
"Evinde bir hayvanat bahçesi yarattığını görünce şok oldum. Merak etme senin sınırlarını aşmadan çocuklarına ve evine sahip çıkıyorum." dudaklarım kıvrıldı. Brezilya'daki evimin bodrum katında laboratuvar ve küçük çaplı bir klinik vardı. Anne ve babam tarafından her ne kadar devlet memuru çocuğu gibi belirli sınırlarda yetiştirilsem de zengin bir ailenin ferdiydim.
"Teşekkür ederim Gabriel. Minnettarım sana." dedim.
"Rica ederim. Minnettar olacak bir durum yok Cici. Ben kızınla ve diğer evlatlarınla çok iyi anlaştım... Ama. Ama döndüğünde biz belki yeniden bir şeyler içeriz," ensemi ovalan parmaklarım duraksadı. Gözlerim kendiliğinden yeniden Şafak'ı buldu. Aramızdaki uçurumlara rağmen göz göze geldik. Bakışlarındaki dalgalar akın akın kıyılarıma vurdu. Ben gözlerimi çekmedikçe bakışları daha da derinleşti.
"Cici?" Gabriel'in sesiyle bakışlarımı kaçırdım. Elimi ensemden çekip bir adım daha attım ve yağmurdan ıslanan ahşap tırabzana oturdum.
"Sanırım alkolü bıraktım." derken buldum kendimi. Gabriel bir süre konuşmadı. İkimizin de işittiği tek şey nefeslerimizdi.
"Anladım. Meslektaşıma bir kahve ısmarlayabilirim ama değil mi?" gülümseyip refleksle başımı salladım.
"Amfide içeceksek neden olmasın." yine sessiz kaldı. Lakin bu sessizliği bir öncekine göre daha kısa sürdü.
"Olur. O zaman görüşürüz Cici." dedi. Bozulduğu fazlasıyla hissediliyordu ancak şu an oralı olacak halde değildim.
"Görüşürüz Gabi." dedim ve aramayı sonlandırdım.
Telefonu avcuma vurup başımı Şafak'ın olduğu tarafa çevirdiğimde yanında Eylem'i gördüm. Elindeki telefonu bir şeyler söyledikten sonra Şafak'a uzattı.
Şafak telefonu alıp Eylem'in yanına yaklaşarak konuşmaya başlayınca kaşlarım alnıma doğru kavislendi. Yanında konuşmaması ilginç bir detaydı.
İç çekişle birlikte derince soluklanıp eve geri döndüm. Şafak güya aileleri araştırmak için zaman istediğinden bir şey yapmadan öylece oturuyorduk evin içinde.
Geçip giden iki güne iki gün daha eklendi. Şafak ve Eylem ara ara kapalı kapılar arkasında konuşmalar yaptı. Uzay her soru sorduğunda Şafak elle tutulur bir cevap vermiyordu. Ben sorduğumda beni geçiştiriyordu.
Aramızdaki gerilim ise arttıkça azalıyor, azaldıkça artıyordu. Gabriel ile konuştuğum günden sonra bana hep çatık kaşlarıyla bakıyordu. Bu hali bana doğru yolda olduğumu ispatlıyor gibiydi. Şafak belli henüz etkilenmiyor, bana o gözle bakmıyordu. Ancak aklına kazınmaya başladığımda ortadaydı.
Haftanın son günü gelip çattığında Alp hâlâ ortalıklarda yoktu ve kimseden ses çıkmıyordu. Kurt bir gelişme olmadığından sadece uyuyordu. Dağhan ise kendini tamamen kapamıştı. Kimseyle konuşmuyor, her sabah saatlerce ip atlayıp odaya kapatıyordu kendisini.
Andre ve Hayat her şeyin ortasında neye yetişeceklerini şaşmış haldeydiler. Göstermemeye çabalasalar da hepimizden daha gergin olduklarını görebiliyordum. Uzay ise meçhuldü. O da kendisini kapatmıştı ancak en azından konuşuyordu. Konuşmalarımızsa her zaman Şafak'la ilgiliydi. İşin tuhaf yanı Rusya'da olan Cesur'dan da haber yoktu. Bu onun canını daha da sıkarken Kurt ve Ekin'in de eli boştu. Burada sadece saklanıyorduk ve bunu bu hale Şafak getirmişti.
"Birkaç gün daha abla. Hâlâ bir bok çıkmazsa kendi bildiğimi okumaya devam edeceğim." demişti bu sabah.
Şimdi gecenin bir körü, cumartesinin ilk saatlerinde kaldığı odadan apar topar Eylem çıktı. Elinde telefon yemek masasında oturan Şafak'ın yanına oturup telefonu ona uzattı. "Şamil'den iz buldum gibi." dediğinde Şafak sıkıntıyla oflayıp Eylem'e ters bir bakış attı.
"Bana iz değil Şamil'i bul Eylem!" dedi. Eylem bu çıkışı beklemiyor olacak ki kısacık bir an afalladı. Uzattığı telefonu masaya bırakıp başını salladı ve kollarını göğsünde bağlayarak geri yaslandı.
"Sana ben bulayım demiştim. Değil bir hafta bir saat bile beklemezdin!" dedi Ekim oturduğu koltukta abisine alayla bakarken.
Şafak kardeşine baktı. Sert ve kaba bakışları birkaç saniyeliğine yumuşasa da değişmedi. Ekin ve Ekim'in elini bu işe bulaştırmak istemediğini fazlasıyla belli etmişti. Hatta birkaç gün öncesinde ikizlerin asla burada olmadıklarını bu işin en başından beri Mersin'de olduklarını resmi olarak kanıtladığını söylemiş başlarına bir halt gelirse ikizleri direkt Mersin'e götürecek adamları dahi ayarlamıştı.
"Buldum!" Alp'in sesi uzun zaman sonra evin içinde yankılandığında tüm bakışlar evin kapısına kaydı. Yorgun olduğu halde heyecanlı haliyle eve girip Şafak'ın yanına nefes nefese koşturdu. Ellerini dizlerine dayayıp nefes nefese abi dediği adama baktı.
"Magnus denilen adamı buldum abi." konuşurken nefesi kesiliyordu. Kısa bir öksürük krizinden sonra ona hiç tepki vermeyen Şafak'a baktı.
"Vidin'de yaşıyor. Yarın öğlen için bir görüşme ayarladım. Sabah erkenden yola çıkarsak tam vaktinde orada oluruz!" Uzay ve Dağhan yerinde dikleşip çatık kaşlarıyla Alp'in dediklerine odaklandılar. Kurt her zaman ki sakinliğinden ve uykulu halinden saniyeler içinde sıyrılıp yüzünde şüpheli bir edayla gözlerini Alp'in üzerinde sabitledi.
"Gördün mü Eylem bulmak tam olarak budur!" dedi Savaş. Sesinde bariz belli olan alay ve gurur ona şaşkınca bakmama sebep oldu. Alay ettiği Eylem'di. Gurur duyduğu ise Alp... Aslında Yiğit.
Eylem bir şey demedi ama öfkeli bakışları Alp'in üzerinde gezindi. Şafak, Eylem'deki bakışlarını Alp'e çevirip sırtına iki kere vurdu ve "aferin koçum, dökül bakalım kimmiş bu adam..." der demez bakışları bize doğru döndü.
"Magnus. Niko denilen adamın aksine sadece Molnar ailesine değil diğer ailelere de hizmet eden birisi." dedi çocuklara durumu açıklayarak.
"Çok güzel. Yarın bende geliyorum," Uzay'ın çıkışına karşılık ayaklandım. Normal adımlarla buzdolabına ilerlediğimde Ekin ve Dağhan da yarın onlara katılacağını söylerken Şafak'ın sabırsız ve aksi nefeslerini duyuyordum.
"Kimse gelmiyor. Hiçbirinizi riske atamam. Burada güvendesiniz. Ben gideceğim!" dedi Şafak kaba, itiraz istemeyen bir sesle. Dolaptan su alıp duvara yaslandım. Kapağı açıp suyu içmeye başladığımda Uzay yeniden konuştu.
"Ben de geleceğim!" dedi bastıra bastıra dile getirdi.
"Güven çocuk! Güvene ne oldu?"
"Bunun güvenle alakası yok. Mevzubahis benim kardeşimin intikamı. O yüzden söz konusu olan herkesi her yeri göreceğim!"
"Tehlikeli! Burada olmamın en iyi yanı böyle ipsizlerle benim görüşecek olmam. Yanımda Alp'te olacak. Eğer güven istiyorsan Ekim'in şu zımbırtılarından bize de yerleştirir. Burada her haltı duyarsınız!"
"Gerek yok," dedim kimsenin beklemediği bir çıkışla. Herkesin bakışları bana dönerken ben sadece Şafak'a baktım.
"Seninle geleceğim!" Şafak gözlerini kapatıp sabır dilenircesine dudaklarını sıktı. Onu takmayarak çocuklara döndüm.
"Siz ortalıkta dolanmayın bir süre daha. Şafak'a ben eşlik ederim."
"Olur," Uzay'ın kabulünden sonra Dağhan'a baktım. Hiç istemese de başını sallayıp koltuğa geri yaslanıp kollarını göğsünde bağladı. Şafak ise yerinden kalkıp sert adımlarla evden çıkarken bana seslendi.
"Toral sen bir dışarı gelsene benimle!"
Dolaptan çıkardığım suyu içip Şafak'ın peşi sıra dışarı çıktım. Göl kenarında volta atıyordu. Onun aksine sakin adımlarla yanına ilerleyip durdum. Ellerimi üzerimdeki hırkanın ceplerine koyup ona baktım.
"Duracak mısın?" dediğimde durdu. Öfkeli gözlerini üzerimde dolandırıp bana adımlar attı.
"Gelmiyorsun!"
"Bunu tartışmayacağız Şafak. Geleceğim." dedim. Keskin bakışları yüzümde dolandı. Sinirle soluklandığından burun kanatları her nefesinde genişliyordu.
"Ne ile karışılacağımız belli bile değilken hiçbir boka gelemezsin. Ne sen ne diğerleri!"
"Gözlerim yaşardı," alaylı tavrım sinirlerini daha da bozdu. Şapkasını sinirle savurarak çıkarıp kısa saçlarını karıştırdı. Başını sola doğru biraz çevirdiğinde gözüme bir şey takıldı ancak ne olduğunu görmeme fırsat bırakmadan şapkayı yeniden başına geçirdi.
"Kimse gelemeyecek o kadar!" deyip bana omuz attı ver arkasına bakmadan eve geri döndü.
Elbette gidecektim. Mesele güvenden öte hissettiğim sorumluluktu. Çocukları ne kadar korursam o kadar iyiydi ve bu meseleyle ilgili tüm insanları bizzat görmek daha da önemliydi. Şafak'ın asla tüm gerçekleri ortaya dökmeyeceği de belliyken mevzu bahis olan her insanın karşısına Şafak'ın yanında ben de çıkacaktım.
Ertesi sabah gün aymadan uyandım. Büyük çantamdan siyah, kumaş palozzo pantolonumu ve beyaz kalın askılı V yaka, örme bluzumu çıkarttım. Hızlıca hazırlanıp dün gece Ekim'in konum takibi için gizliden verdiği telefonu bel çantamın içine atıp kendi telefonumu cebime yerleştirdim. Odadan çıkıp hızlıca banyoya girdiğimde peşimden Dağhan ve Uzay girdi.
"Korkuttunuz!" dedim elim göğsümde bir halde onlara bakarken.
"Dikkatli ol abla. Bu ite asla güven olmaz." dedi Uzay. Başımı salladım.
"Ekim dün sana telefon verdi. Ondan nerede olduğunuzu adım adım göreceğiz. Seste kaydedebilirsin. Ayrıca yalnız kalmalarına asla izin verme. Her an yanlarında ol!" Dağhan'a da başımı salladığımda sustular.
"E çıkında işlerimi halledeyim. Gidecek adam şimdi."
"Ha!" çıktı ikisinden de aynı anda. Banyodan girdikleri gibi peş peşe çıktıklarında sıkıntıyla oflayıp işimi hallettim.
Evden çıktığımda Alp ve Şafak kendi araçlarına bindiler. Koşar adımlarla Şafak'ın arabasına ilerleyip ön koltuğa yerleştim. Emniyet kemerini takıp Şafak'a baktım. Kızgın bakışları hâlâ yerli yerindeyken bakışlarımı direkt kaçırıp ses sistemine yöneldim ve her ne kadar hoşlanmasam da Şafak hep dinlediği o şarkıyı açtım.
"Her şey tamam. Haydi gidelim."
"Toral! Gelmeyeceksin," dedi itiraz etmemi istemediğini belli ederek. Lakin dediklerini umursamadım.
"Geleceğim Şafak. Kiminle görüşülecekse ben de orada olacağım. Üzgünüm ama geminin hainlerle dolu olduğunu söyleyen sendin. Şimdi sus ve yoluna bak." dedim.
Sabırla soluklandı. Onu kendi sözleriyle vurduğumdan ne diyeceğini de kestirememiş olacak ki başını hiç istemese de salladı. "Gözümün önünden ayrılmayacaksın Toral. Bir adım gerimde olacaksın!" uyarı kokan sesine aldırış etmedim.
"Hayır," deyince kaşlarını daha da derinden çatıp burnundan soludu. Yeniden konuşacağı sırada "tam yanında olacaktım unuttun mu?" dedim. Kasılan yüzü gevşedi. Derince soluklanıp önüne dönüp "sözümden çıkma, yanımdan ayrılma!" dedi.
Başımı sallayıp "tamam," dediğimde gaza yüklendi.
Yola çıktığımızdan beri çalan şarkının karamsarlığı içimi bayınca arabanın camını açıp yüzümü tamamen dışarı çevirdim. Yağışlı havanın sertliği yüzümü okşayınca gözlerimi kapadım. Kollarımı açtığım pencere yerine yerleştirip çenemi kollarıma yasladım.
"Değiştirebilirsin..."
"Ne?" dedim istifimi hiç bozmadan.
"Şarkıyı diyorum. Değiştirebilirsin," kollarımı çekmeden başımı Şafak'a çevirdim.
"Değiştirirsem öldürmez misin?" dediğimde dudağının kenarı kıvrıldı.
"Uçma Toral." gözlerimi belerterek bakınca başını sağ sola eğip aşağı yukarı salladı.
"Bir şarkı yüzünden öldürmem seni korkma!" ona baygın bakışlar atıp ofladım.
"Tamam. O zaman artık bu buhrandan kurtulalım," deyip telefonumu ses sistemine bağladım. Müzik listeme girip rastgele çal butonuna basıp arkama yaslandım ve çalacak şarkıyı bekledim.
Tanıdık melodi birden başlayıp yükseldiğinde gülen yüzüm burukça düştü. Müzik iyice yükselip şarkı başladığında çenem titremeye başladı. Şafak'ın meraklı bakışları ara ara beni yoklarken şarkının nakarat kısmına eşlik ettim.
"Tek başınayız Aden..."
Dolan gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı yeni yeni doğan güneşin, yağan yağmurun griliğiyle kamufle olan gün ışığına çevirdim.
Bu şarkı annemin can dostu Emir dayımın anneme yazdığı şarkıydı. Annemin gerçek hayatına kavuşmadan önceki hayatını anlatan bir destandı. Her dinlediğimde ne kadar güçlü bir kadının kızı olduğumu hatırlatan, ailemin, arkadaşlarımın ve dostlarımın ne denli kıymetli olduğunu hatırlatan bir şarkıydı. Bu şarkı Emir dayımın dönüm noktası anneminse sıfır noktasıydı. Bu şarkı ailemizin yeniden başlangıcıydı...
"Toral?" Şafak'a bakmadım.
Burnumu çekip şarkıyı döngüye alıp sesi tamamen açtım ve yeniden dışarıyı görecek şekilde kapıya yasladım. Yüzüme vuran yağmur damlalarıyla gözlerimi huzurla kapadım. Annemle olan tüm güzel anılarım kapalı gözlerimin ardında film sahnesinden fırlamışlar gibi kayıp gitti. İçime oturan öküzle cebime attığım telefonumu çıkarıp mesaj uygulamasına girip Mavişim Annecim diye kayıt ettiğim numaraya tıkladım.
SİZ:
(07:21)
Seni çok seviyorum mavişim annecim.
Mesajı attıktan sonra yüzümü sıvazlayıp kaküllerimi kulağımın arkasına itiştirmeye çalıştım. Şarkıyla beraberinde gelen kasvet sadece bana değil Şafak'a ve arabaya da sinmişti. Ara ara bana bakışlar atan Şafak'a döndüm.
"Annemin adı Aden," dediğimde bana baktı ama önüne hemen geri dönüp "biliyorum," dedi.
"Bu şarkıda ona yazılmış bir şarkı..." dedim hüzün kokan bir sesle. Bakışlarıma çöken özlemi gördü. Dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini benden kaçırdı.
"Bunu bilmiyordum," dedi yumuşak tutmaya çabaladığı belli olan sesiyle. Kendimi daha da duygusal hissederken duraksadım. Duygusaldım ve Şafak bu halimin farkındaydı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Burnumu çekip yaşaran gözlerime parmaklarımı bastırıp nefeslendikten sonra alttan bakışlarla Şafak'a baktım.
"Şafak?" dedim yumuşak ama titrek bir sesle. Bana kısa bir bakış atıp yola döndü tekrardan.
"Annen... Geçen şarkıyı sorduğumda annenden kalan bir alışkanlık demiştin. Annen sadece o şarkıyı mı dinlerdi?" niyetim aramızdaki iletişime ilerletmek ve onlarla ilgili bir şeyler kapmaktı. Gözlerimi bir an olsun kaçırmadım ondan. Hafif yutkunuşu, direksiyonu sıkan elleri dikkatimden kaçmadı. Annesine aşırı düşkün olduğumdan onunda annesine düşkünlüğünü anlamam zor olmadı.
"Affedersin ben kabalık ettiysem..." bakışları bana dönünce sustum.
"Sadece o şarkıyı dinler söylerdi. Hep mırıldanır, yemek masasında rakı varsa o şarkı çalardı. Çocukluktan gelen bir alışkanlık işte." dedi kestirip atmak yerine eksik kelimelerle özetleyerek.
"Anladım. İkizlerden hiç duymadım ama..." dediğimde agresifleşti.
"İkizler hiç dinlemedi çünkü!" dedi kabaca. Başımı sallayıp bakışlarımı yola çevirdim. Geçmiş zaman kipi kullanması, ikizlerin şarkıyı hiç dinlememesi aklıma tek bir ihtimal getirdi. Annesi ölmüştü. Lakin benim bildiğim kadarıyla Yarkın ailesinin tüm kadınları yaşıyordu. Yutkunuşum boğazıma dizilirken aklıma gelen ihtimallerle dudaklarımı ısırdım. Aklıma Kurt'un durumu gelince Şafak ve ikizler içinde aynı durumun olup olmadığını merak ettim.
Belirli bir süre daha sustuktan sonra Aden şarkısını değiştirip yeniden Cem Karaca'yı açtım. Şafak'a bakıp "Şafak bir soru daha sorabilir miyim?" dedim nahif bir sesle.
"Sor Toral!" dedi sıkılgan haliyle. Güçlü bir nefes alıp yanağımı kaşıdım ve cevabını daha önce alamadığım soruyu yine sordum.
"Soyadlarınız neden farklı?" dedim. Direksiyonu ritmik bir şekilde vuran parmakları durdu. Diliyle dudaklarını ıslatıp kısık bakışlarını bana çevirdi. Gözleri yüzümde dolandıktan sonra kara hareleri yüzümün sol tarafında gözümün hemen altında takılı kaldı. Geçen saniyelerin ardından başını sağa sola sallayarak yola tekrar döndü.
"Böylesi daha güvenli!" dedi kestirip atarak.
"Anladım..." dedim sakince. Ellerimi birbirine sürtüp aklıma gelen şeyle yeniden Şafak'a dönüp "haydi sende iki tane soru sor. Durumu eşitleyelim." dediğimde kaşları çatıldı. Bana kısa bir bakış atıp yola tekrar döndü ve sapaktan dönüp ışıklarda durdu.
"Ne?" dedi.
"Ben sana soru sordum. Sen de bana sor durumu eşitleyelim." dedim. Dudaklarını büktü. Işık değiştiğinde gaza yüklenip Alp'i takip etmeye devam etti. Bana ara ara bakışlar atıp durunca ne soracağını kestiremediğini fark ettim.
"Bu kadar zor olmamalıydı," dediğimde dudaklarını birbirine bastırdı. Yola göz atıp bana baktı ve "Sevgilin olacak adam seni tanımadığı bir adamla göndermeye nasıl ikna oldu?" diye sordu. Kaşlarım şaşkınlıkla kavislendi.
"Sevgilim mi?" dedim sesli düşünerek.
"O gavat işte. Geçen gün arayan," Gabriel'den bahsediyordu. Dudaklarım kıvrılmak istedi ama ben sıkı sıkıya birbirine bastırıp bakışlarımı Şafak'tan kaçırıp açık pencereden dışarıya baktım.
"Gabriel benim sevgilim değil," değil dediğimde öksürdü. Başımı aniden ona dönünce bakışlarını benden kaçırdı.
"E siz..." deyip susunca neyi kastettiğini anladım. Yıllar, adetler, gelenekler değişse de ataerkil kafa yapısı asla değişmiyordu.
"Yattığım her erkekle sevgili mi olmam gerekiyor anlamadım!" dedim gıcık bir tavırla.
Boğazını temizledi, dudağını bilmem dercesine büküp bana yandan ters bire bakış attı. "Yok! Sadece yani... Aşk çocuğu olduğun o kadar belli ki öyle her önüne gelenle yatacak bir kadın gibi durmuyorsun." dedi. Sesinin gerilerinde gelen tavır kıskançlık mıydı emin değildim lakin sözlerimden rahatsız olduğundan emindim.
"Evet aşk çocuğuyum ama sevişmenin bununla ne ilgisi var anlamadım?" boğazını yeniden temizledi ama onu rahatsız eden o gıcık bir türlü gitmedi boğazından. Soruyu sorup buraya getiren oydu ama rahatsız olan da oydu.
"Yok... Sormadım, bir şey demedim var say!" başımı salladım hızlıca. Bu tavırları benim için iyiye işaretti. Aklına gerçekten kazınıyordum aksi takdirde Şafak'ın kimin kiminle ne yaptığını umursayacak bir adam olduğunu sanmıyordum. Gerçi daha öncesinde tezgah dokundurması yapmıştı ama o zamanki halleriyle şu an hali arasında dağlar vardı. O zamanlar rahatsız değildi lakin şu anda bu durumdan rahatsız olduğu anlaşılıyordu.
"Aynen öyle. Kaç yaşında kadınım kiminle yattığım kiminle seviştiğim sadece beni ilgilendirir Yarkın!" çenesi kasıldı. Bakışlarını bana hiç değdirmeden yola devam etti. Ben de susup gözlerimi kapadım. Ortam sessizleşince Cem Karaca'nın sesi yeniden ortaya çıktı. Saniyeler sonrasındaysa Şafak'ın mırıldanışları eşlik etti Cem Karaca'nın sesine. Sonra ne oldu bilmiyorum ama gözlerimi tekrar araladığımda bir restoranın önünde durmuştuk ve Şafak dışarı Alp ile bir şeyler konuşuyordu.
Esneyip gerindim. Dilim damağım kurumuş, üstüne terlemiştim. Önümdeki torpidoyu açıp su var mı diye bakındım ama yoktu. Geri kapatıp arabadan indim. Çantamdaki parfümümü çıkarıp sıktıktan sonra saate bakmak için telefonu cebimden çıkardım. Saat öğlen on ikiydi ve annemden de mesajlar vardı. Şafak ve Alp'e bir bakış atıp mesajlara girdim.
Mavişim Annecim:
(09:00)
Günaydın büyük civcivim.
Ben de seni çok çok çok seviyorum.
Dikkat et kendine. Müsait olduğunda da mutlaka ara kızım. Çok özledik seni.
Bu arada;
Canınız neye sıkılıyorsa benimle konuşabilirsiniz Ahsen hanım. Hatırlatayım dedim.
Mesajlardan sonra huzurla soluklanıp anneme her zaman yaptığım gibi sadece yüzüm görünecek şekilde anlık fotoğrafla kalp çıkartması attım. Telefonu yeniden cebime atıp Şafak'ın yanına ilerledim.
"Burası mı?" ikisi birden bana döndü. Alp başını sallayıp bakışlarını yere eğdiğinde Şafak'a baktım.
"Burası ama ne adam var ne o adamın adamlarına dair bir iz!"
"Nasıl yani gelmemiş mi?" Şafak başını salladı. Sıkıntıyla nefeslenip ensemi ovaladım. Dudaklarımı dilimle ıslatıp etrafıma bakındım. Sık ağaçların arasında zor fark edilebilecek bir restorandı ancak tek mekan değildi. Yan yana dizilmiş bir sürü mekan vardı ve hepsinin tabelası bir kelimeyi tamamlıyor gibi aynı yazı şeklinde ve renginde tasarlanmıştı.
"Girelim biz. O da gelir elbet." dediğimde birbirilerine baktılar.
"Adam geleceğim dedi abi. Gelmezse işlerin karışacağını belirttim o da mutlaka seninle görüşeceğini söyledi." Alp'in açıklaması Şafak'ı tatmin etmese de başını salladı. Kara gözleri bana döndüğünde ben de ona baktım.
"Yanımdan ayrılma Toral." dedi.
"Asla Yarkın!" dedim.
Bakışlarımız alışkanlık haline gelerek yine birbirine tutundu. Kara gözleri kapalı havada daha da karanlık görünürken benimkilerin rengini daha da belli ettiğine emindim. Biz bakışlarımızda kaybolacakken Alp boğazını temizleyip dikkatimizi üzerine çekti.
"Mesaj geldi abi. Yarım saate buradaymış. İçeri geçip oturmamızı söylüyor." Alp'in sözlerinin ardından "İzleniyoruz!" dedik Şafak'la aynı anda.
"Her neyse. Haydi girelim." dedi Şafak.
Mekana girdiğimizde zaten gergin olan bedenim daha da gerildi. Mekan çok şık ama bir o kadar kasvetliydi. Takım elbiseli adamların cirit attığı mekanda birkaç masa dışında tüm masalar boştu. Bizi karşılayan adama gözüm kayınca Şafak'ın arkasına saklanma ihtiyacı duydum. Ki Şafak bunu hissetmiş olacak ki gibi beni tam arkasına almasa da biraz yan durarak beni kendi kalkanının arkasına aldı. Alp ise hemen yanımda tetikteydi.
Adam bizi baştan aşağı süzdükten sonra tüm dikkatini Şafak'a verdi. Bulgarca olduğunu bildiğim ama anlamadığım bir dilde konuştuktan sonra adam arkasını döndü ve ilerlemeye başladı. Şafak hareketlenince yürümeye başladık. Bizi restoranın arka kısmında ormanı gören bir masaya oturttular. Şafak ile yan yana otururken Alp arkamızda tam ortamızda ayakta dikiliyordu.
"Bu Magnus denilen adam ne kadar önemli?" bedenim ona dönük gözlerim yüzündeydi.
"Önemden kastın?" bakışları restorandaki adamlarda, dışarıda görülmeye başlayan diğer adamların üzerinde ve masalardaki müşterilerin üzerindeydi.
"Rütbe, makam, mevkii!" dedim.
"Üç ailenin ortak noktası. Her haltı bilen, çözen biri. Köprü gibi düşün."
"Bir nevi arabulucuları," dediğimde başını sallayıp nefeslendi. Giyindiği siyah gömlek o derinden nefesler alınca bedeninde gerildi.
"Aynen öyle."
"Peki işimize yarayacak mı?" alaylı bir sırıtış belirdi dudağının sol köşesinde. Etrafta dolanan bakışlarını bana çevirdiğinde ikimizde duraksadık. Aramızdaki mesafe çok azdı ve nefeslerimiz birbirimizin yüzüne vuruyordu. Gözleri ilk defa görüyormuş gibi tüm yüzümde gezindikten sonra sağ gözümün altında, elmacık kemiğimin üzerinde oyalandı.
"Kalp mi o?" dedi şaşkın bir edayla.
"Ne?" dedim klasik tepkimle. Parmağıyla kendi yüzünü gösterip elmacık kemiğinin hizasında parmağını bir iki tur döndürdü.
"Çilin kalp şeklinde..." gözlerime gölge düştü. Boğazıma sert bir darbe aldığımı hissedince bakışlarımı ondan kaçırıp önüme döndüm. Tırnaklarım kalp şeklindeki çilimin izine kapanıp orayı kaşıdı.
"Yanlış bir şey mi söyledim?" deyince başımı sağ sola salladım.
"Sadece..." deyip sustum. Geçmişin sancısı kalbimi ansızın dövünce kendimi kötü hissettim. Bir zamanlar tüm kalbimi verdiğim birisi o yüzümdeki o kalbi hiç fark etmemişti. Şimdi benim için hiçbir değeri olmayan bir adamın o kalbi fark etmesi ağırıma gitti.
"Toral?" toparladım kendimi. Yüzüme öylesine bir tebessüm yerleştirip Şafak'a yeniden baktım.
"Eh, aşk çocuğu olduğumu söylüyordun. O da kanıtı işte..." başını salladı ama bu halime bir anlam veremedi. Gözleri yüzümdeki o kalpte biraz daha dolandıktan sonra önüne döndü ve tekrar etrafa bakındı.
Oturduğumuz masada sessiz geçen dakikaların ardından mekanda hareketlilik oldu. Takım elbiseli her adam hazır ola geçmiş bir haldeyken bizi karşılayıp masaya oturtan adam koşturarak dışarı çıktı. Garsonlar dahi hazır ol da beklerken kaşlarım ince ince çatıldı.
"Sanırım sandığımdan daha önemli birisi," Şafak homurdanışımı duymuş olacak ki "öyle," diyerek beni cevapladı. Oflayıp oturduğum yerde dikleştim. Zaten çok geçmeden o hareketlilik tüm mekana yayıldı ve mekanın kapısı açıldı.
İçeriye önce sarışın iki adam girdi. İkisi de oldukça uzun ve yapılıydı. Böyle adamlar eminim ki özellikle seçiliyordu. O iki adamın arkasından birkaç tane adam daha içeriye girdi. Gözlerim içlerinden hangisinin Magnus olduğunu ararken öndeki iki adam birden iki yana çekilince ortaya bambaşka bir adam çıktı.
Adam bir yetmiş beşlik benden dahi kısaydı. Çok kısa, tıfıl, kilolu, kel ve çirkin bir adamdı. İnsanları böyle sıfatlandırmaktan haz etmezdim ancak bu adamı ancak bu sıfatlar tarif edebilirdi. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp genzimi temizledim. Karşımdaki manzarayı ancak şu cümlelerle tarif edebilirdim. Bir cüceyi bir sürü dev koruyordu ve o cüceden belli ki herkes korkuyordu.
"Sakın gülme Toral. Sakın!" diyerek beni uyardı Şafak ve hemen ardından ayaklandı. Ayaklanınca kendime çeki düzen verip ayağa kalktım. Adam korumalarıyla beraber yanımıza geldiğinde küçük gözleri üzerimizde gezindi. Şafak'ın heybeti karşısında etkilenip kıskanmış olacak ki yüzü düştü. Gözleri bana dönünce midemi bulandıran bakışlarla bedenimi süzmeye başladı ki bir an sonra bedenimi Şafak'ın bedenine yaslı halde buldum. Eli de belimi sarmıştı.
Magnus denilen adam bakışlarını yeniden Şafak'a çevirdi. Bulgarca bir şeyler söyleyince bakışlarım Şafak'a kaydı. Sıkılı çenesi, şakağında beliren damarı ve kıstığı gözleriyle adamın dediği şeye öfkelendiği aşikardı. Hemen arkamda kısık seste adama küfreden Alp'te bu tezimi destekledi.
Şafak her zamanki katı sesinden daha katı ve sert bir sesle Bulgarca konuşup adama cevap verdi.
Magnus'un yüzünde mimik oynamazken onun etrafını saran adamları Şafak'a doğru bir hamle yapmak üzere hareket ettiler ancak Magnus durdurdu ve bana bakarak bir şeyler daha söyledi. O sözlerin üstüne Şafak'ın belimi saran eli sıkılaştı.
Aldığı nefeslerden hırıltılar çıkınca elimi belimdeki elinin üzerine yasladım. Adam halimize yarım yamalak gülerken masaya yürüdü.
Şafak adamın beklemediği bir anda korkutucu derecede sert ama bir o kadar sakin sesiyle bir şeyler dediğinde Magnus durdu. Daha demin gülen yüzünde yeller eserken adamları da bu sefer hareketlenmemişti. Üstelik görmesem de Alp'in sırıttığını hissettim.
Magnus biçimsiz dudaklarını büzüp başını salladı. Masanın yanına vardığında arkasındaki sarışın koruması sandalyeyi onun için çekerken diğer koruması Magnus'u sanki bir çocukmuş gibi koltukaltlarından kucaklayıp sandalyeye oturttu.
Yaşadığım şaşkınlığı yüzüme yansıtmamak için direndim. Ben karşımda yaşanan absürt şeyleri idrak etmeye çalışırken Şafak elini belimden çekip bana oturmam için bir bakış attı.
Önce ben peşimden Şafak oturdu. Mekana girdiklerinde en önde duran iki sarışın koruması ve Alp dışında kimse kalmadı yanımızda.
Magnus bakışlarını bana hiç değdirmeden sadece Şafak ile muhatap oldu. Ne konuştuklarını anlamamak kendimi salak gibi hissettiriyordu. Şafak bana bilmem gerektiği kadarını anlatacağından bu konuşmaları Alp'e sormam gerekecekti.
Şafak ve Magnus hararetli bir halde konuşurken dikkatimi çok dağıtmadan etrafa bakındım. Mekândaki insan sayısı git gide azalırken çok uzağımızda olmayan masada bir çift vardı. Sırtı bana dönük olan kadının uzun siyah, gür ve dalgalı saçları sırtından sarkıyordu. Karşısında oturan adama baktığımda göz göze geldik. Başını hemen farklı bir yana çevirdi. Kadına tekrar baktığımda hissettiğim tanıdıklık kaşlarımı çatmama neden oldu.
"Bir şey mi oldu?" Şafak'ın sorduğu soruyla ona döndüm. İlgili ve meraklı bakışları üzerimdeydi. Başımı sağa sola sallayıp "cık," diye mırıldandım.
Birkaç saniye gözlerime baktıktan sonra yeniden Magnus'a döndü.
Konuşma dakikalardır tek düze sakin ilerliyordu. Magnus sanki bilerek bizi tutuyor, lafı uzatıyormuş gibi hissettiriyordu.
Bir şeyler daha söyledi. Söylediğiyle eğlendi. Dalga geçen haliyle sinirlerimi bozarken Şafak oturuşunu dikleştirip boğazını temizledi. Yumruk yaptığı elini masaya koyup kolunu sandalyeme uzatıp yasladı.
Pürüzlü sesiyle Bulgarca bir şeyler söyledi ve her ne söylediyse Magnus'un rengi attı. Korumaları burnundan soluyup ellerini bellerine götürdüğünde Alp onlardan hızlı davranıp silahını çekti ve direkt Magnus'a doğrulttu. Ne söylendi de bu duruma gelindi anlamadım.
Magnus korumalarına bir şeyler söyleyip ciddiyetini takındı ve Şafak'a baktı. Yüzüne sinsi bir sırıtış sinerken mide bulandırıcı bakışları bana kaydı. O bakışlar bana kaydığı anda da Şafak yumruk yaptığı elini masaya çok sert bir darbeyle indirip bağırdı.
"Sana, gözlerin bir daha ona değerse ananı avradını siker, gözlerini deşerim demiştim!" Türkçe konuşması ayrı söyledikleri beni ayrı şoka sokarken yaşadığım asıl şok Magnus'un cevabı oldu.
"Ah siz Türkler, hep böyle paylaşımsız bencil insanlarsınız!" dedi ve silinmeyen sırıtışıyla yeniden bana baktı.
Ben yaşadığım şaşkınlığın ve şokun etkisiyle ne tepki vereceğimi şaşırırken her şey çok ani gelişti. Şafak masanın üzerindeki servis bıçağını çok hızlı bir manevrayla kaşla göz arasında alıp Magnus'un sağ gözüne sapladı ve bıçağı döndürüp geri çıkardı.
Attığım çığlık tüm mekanda yankılandı. Buz kesene bedenimle masadan ağar topar kalkıp geri geri uzaklaşırken Alp beni hemen arkasına aldı. Ellerimi sırtına yaslayıp başımı Şafak ve diğerlerini görmek için yana eğdiğimde korumaların hiçbir şey yapmadığını daha doğrusu yapamadığını fark ettim.
"Sana deşerim demiştim! Belli, belli ki siz benim kim olduğumu unutmuşsunuz." Şafak'ın bağırışı azalmak yerine daha da yükseliyordu. Elindeki kanlı bıçağı masaya fırlatmış, Magnus'u yakalarından tutarak havaya kaldırmıştı. Başka zaman bu görüntüye kahkahalara gülecekken şu anda korkudan tir tir titriyordum.
"Ama ben hatırlatırım öyle ya da böyle kim olduğumu hatırlatırım. Şimdi al itlerini siktir git. Ama giderken benim adımın Şafak Yarkın olduğunu yarım aklına yaz bir daha da unutma. Siklerini yaladığın o patronların gözünü kim deşti diye sorarlarsa onlara de ki Şafak Yarkın uyanmış. Tamam mı?"
Magnus can acısının yanında işittiği tehditlerden ve Şafak'ın böyle bir şey yapacağını ön görememenin şaşkınlığıyla bir tepki veremiyordu. Korumalarınınsa Şafak Yarkın ismini duydukları an bembeyaz kesilmişlerdi.
"Sana tamam mı dedim!" diye bir kez daha bağırdı Şafak.
Magnus can havliyle başını salladığında gözünden süzülen kanlar tüm yüzüne bulaştı. Şafak, Magnus'u fırlatırcasına bıraktığında korumaları adamı düşmemesi için son anda yakaladı. Mekandaki diğer insanlar, korumalar, çalışanlar olan biteni anlamaya çalışırken Şafak yeniden Bulgarca konuşmaya başladı. Büyük ihtimalle tehditler savuruyordu.
Daha fazla dayanamadım. Gözlerimi kapayıp alnımı Alp'in sırtına yasladım. Daha fazla dayanamayıp altüst midemi, sinirlerimi zapt etmeye çalıştım ancak imkansızdı. Midemde başlayan kasırga tüm bedenime vurmak ister gibi duvarlarımı zorladı. Rüzgarın can yakan esintisi tüm bedenimi ele geçirdi.
Artık anlıyordum. Her seferinde böyle olacaktı. Şafak her seferinde elini kana bulamaktan çekinmeyecek beni her seferinde gafil avlayacaktı. Alp'in en başında dediği gibi etrafına gösterdiği pasifik diğer maskelerinden sadece bir tanesiydi. Şafak'ın gerçeği buydu. Eline bulanan kan onun asıl gerçeğiydi.
Her şeyin ama her şeyin... Denilen her sözün, söylenen her yalanın, itiraf edilecek hiçbir gerçeğin önemi yoktu. O kötüydü. Onun aslıda buydu.
Midem daha da kötü kasıldı. Alp'in ceketine tutunan ellerimi mideme yasladım. Kapalı gözlerimin ardında elinde kanlı bıçağıyla Şafak vardı. "Toral?" Şafak'tı ama değildi. Bu sesi daha yumuşak daha temkinliydi. Aldatmacadan başka bir şey değildi aslında. Sesini duymak tüylerimi diken diken etti. Bu hali yanılsamadan başka bir şey değildi.
"Gitmemiz gerekiyor," yaklaşan adım sesleriyle gerilen bedenim Alp'e daha da yanaştı. Alıp aramızda kalkan görevi görse de ondan kaçacak yerim yoktu. Gölgesi üzerime düştü. Kokusu yine her yanımı sardığında elini bana uzattığını hissettim. Ondan istemsizce kaçarken kulağımda patlayan sesle tüm kanım çekildi.
"Dokunma ona!" yanlış mı duyuyorum diye düşünürken midem daha da kasıldı.
Şafak'ın tüm varlığı yanımdan uzaklaştı. Titreyen kirpiklerimi aralayıp bulanık gören gözlerimi sesin geldiği tarafa çevirdim. Şafak'ın iri bedeninden O sesin sahibini göremiyordum ancak dakikalar önce masada otururken göz göze geldiğim adamla bir kez daha göz göze geldim. Bu sefer gözlerini çekmedi. Maviye çalan gri gözleri tüm bedenimi süzdü. Ancak bu süzüş taciz değil kontrol amaçlı olduğunu belli ediyordu.
" Sen kimsin?" diye sordu Şafak katı bir sesle. Sinirli, sabırsız ve agresifti. Yumuşak sesinin yerinde yeller ediyordu.
Ellerimi Alp'in ceketinden çektim. Birbirine giren duygularım yüzünden tir tir titreyen bedenimi ayakta tutmakta zorlansam da onlara doğru bir adım attım.
"Benim kim olduğum seni hiç alakadar etmez. " o sesi tekrardan duyunca çenem titredi. Kendimi zorlayıp ağır adımlar atmaya devam ettim.
"Sana kimsin dedim!" Şafak'ı bağırdığı için pataklama isteğimi bertaraf edip onlara iyice yaklaştım.
"Ben de sana seni ilgilendirmez dedim," duymayı özlediğim katı ve güçlü ses gözlerimi doldurdu.
"Beni ilgilendiriyor! Bir daha sormayacağım kimsin sen?" dedi Şafak. Ancak aldığı karşılık küçük, kısa bir kıkırtı oldu.
Üzerimde hissettiğim bakışlar ve hemen ardından " beni de sen değil arkandaki kadın ilgilendiriyor!" cümlesiyle bir damla gözyaşım sol gözümden çeneme yuvarlandı.
"Ferah?" dedim ama sesim kısık ve titrekti.
Ferah, karşısında dağ misali dikilen Şafak'ı elinin tersiyle itekleyip bana doğru yürüdü. Siyah, yırtmaçlı kalem elbisesi, topukluları, her adımında salınan kapkara dalgalı saçlarıyla ve mahkeme duvarından hallice suratıyla sahiden benim can dostum Ferah'tı. Burada, yanımdaydı.
Adımları önümde son bulduğunda beni anında kolları arasına aldı. Birbirimize sımsıkı sarılmak her zamanki gibi iyileştiriciydi. Etrafımızda bizi izleyen gözlerden kaçmak için yüzümü omuzuna gömdüm. Elleri sırtımı sıvazladı. Saçlarımı okşadı.
"Ferah..." dediğimde iç çekercesine nefeslendi ve "Sonra konuşacağız." dedi.
Bir süre daha sarıldıktan sonra ayrıldık. Bakışlarım hiç istemesem de Şafak'a kaydı. Elleri beline yaslı, kaşları çatık öyle bizi izliyordu. Ferah'a göz ucuyla bakıp yeniden Şafak'a döndüm ve "Dağhan'ın ablası." dedim.
İç çekti. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp alnını ovaladı ve "başıma bir abla daha eksikti!" dedi. Daha demin yaşananların ateşi sönmemişken Ferah'ın da ortaya çıkması hoşuna gitmemiş olacak ki homurdanıp duruyordu.
"Çok konuşma sen! Kapa o sikik çeneni!" diyerek karşılık verdi Ferah. Hiç değişmeyen küfürbazlığı, aksiliği ve kafa tutan halleriyle o gerçekten Ferah'tı.
Şafak bu baş kaldırışla gözlerini hızla aralayıp Ferah'a baktı. Ona doğru bir adım atınca bende Ferah'ın Önüne geçtim lalin benim önüme de kim olduğunu bilmediğim o adam geçti. Şafak'tan daha uzun ancak daha zayıftı. "Buradan gitsek iyi olacak !" dedi emreden bir tonda. Giyinişi, duruşu bir koruma olduğunu bağırıyordu.
Göremesem de Şafak'ın rahatsız hissettiğini anlıyordum. "Abi! Adam haklı dönmeliyiz." diyerek araya girdi Alp. Gözleri asla bizden tarafa kaymıyordu.
Şafak asi hareketlerle yüzünü sıvazladı. Bakışları mekanda dolanınca ben de baktım. Müşteri namına kimse kalmamıştı. Çalışanlar ve takım elbiseli adamlar ise tedirgin halde Şafak'ı izliyorlardı. Ondan bu kadar çelinmelerinin sebebini şu an anlayamıyordum ancak Yarkın isminin buralarda bilindiği su götürmez bir gerçekti.
Şafak bakışlarını bana çevirdi. Kısıl bakan karalarından gözlerimi kaçırdığımda "Gidelim!" dedi.
Şafak ve Ferah'ın koruması önümüzde Alp arkamızda bizi izleyen gözlerin arasından restorandan çıktık. Peş peşe park edilmiş arabalara ilerlediğimizde Ferah elimi tutup kendi arabasına yöneldi ama onu durdurdum. Anında çatılan kaşlarıyla bana bakınca "onunla konuşmalıyım!" dedim.
"Canan!" sesi kızgındı.
"Sorun yok Feri'm. Onunla konuşmak zorundayım." sıkıntılı haliyle nefeslenip istemeyerek başını salladı.
"Sen su katılmamış bir geri zekalısın Canan!" dediğinde susup sadece gözlerine baktım. Çok sürmedi iki saniye sonra oflayıp baçını salladı.
"Tamam! Bir halt etmeye çalışırsa sinyal ver bir şekilde. Hemen arkanızda olacağız!" başımı sallayıp kollarımı boynuna sardım. Bahar kokusunu derin derin içime çekip omzunu öptüm.
" Sana o kadar ihtiyacım varmış ki... Bunu demekten utanıyorum ama iyi ki buradasın!" dedim özlemle. Uzun parmaklarına saç uçlarımı dolayıp çekti. Canım acısa da ses etmedim.
"Bunu da sonra konuşacağız! " dedi ama meali bambaşkaydı.
" Sıç ağzıma gıkım çıkmayacak." gözlerini devirdi. Tehditkar bakışlarını Şafak'a çevirip "hemen arkanızda olacağım ona göre!" dedi.
Şafak onu aldırmadan arabaya yerleşti. Ben de son kez Ferah'a bakıp arabaya ilerledim. Alp'in benim için açtığı kapıdan arabaya yerleştim. Üç araba peş peşe yola çıktık. Gelişimizin aksine arabanın içi bu sefer tamamen sessiz ve gergindi.
"Sen mi çağırdın?" dedi sıkılı dişlerinin arasından.
"Ne?"
"O kadını sen mi çağırdın?" dedi kelimeleri bastıra bastıra telaffuz ederken.
"Ne fark eder ben ya da bir başkası neyi değiştirecek?" dedim sakinliğimi korumaya çalışarak. Burnundan soludu.
"Çok şey!" bağırmasıyla yerimden sıçradım. Dişlerimi birbirine bastırıp ona baktım. Kasılı çenesi ve öfke kusan bakışları üzerimde dolanıyordu.
"Bana bağırma!" dedim.
Küfürler savurup elimi direksiyona peş peşe vurdu. "Ulan ben herkesi uzaklaştırmaya, bu işi tek başıma çözmeye çalıştıkça bir yerden birisi fırlıyor. Anlamıyor musun kızım sen? Ne kadar çok kişi o kadar tehdit o kadar ölü hayat demek!" işittiklerim boğazıma irili ufaklı yumruklar atarken yutkunamadım.
'Öylesine biri değil Ferah o. Hem inan herkesten daha çok yardımı dokunur." dedim güçlü çıkarmaya çabaladım cılız sesimle.
"Neden ilk ona gitmedin o zaman?" dedi haklı olarak. Bakışlarımı ellerime indirip parmaklarımı birbirine geçirdim.
"Savcı çünkü..." dediğimde küfretti. Direksiyona bir kez daha vurup bakışlarını bana çevirdi.
"Anlamadım Toral. Ne dedin bir daha desene?" yutkundum. Dilimi dudaklarımda gezdirip alt dudağımı ağzıma yuvarladım. Korkumu daha fazla saklayamayarak ona baktım.
"Ferah, savcı..." dedim kaçmadan. Yeniden, yeniden ve yeniden küfürler savurdu.
"Kafa mı buluyorsun sen benimle kızım? Ben en başta ne dedim sana Toral! Aile yok, savcı yok, polis yok demedim mi? O uçakta sana eğer ailenden başka biri daha bu işe bulaşırsa ben de bu işe ailemi sokar yedi ceddinizi sikerim demedim mi?" sesi o kadar gür ve keskin çıkıyordu ki kendimi, ellerimi kulaklarıma bastırmamak için zor tuttum.
"Bana bir daha bağırma! Benimde haberim yoktu. Kimden duydu buraya nasıl geldi bilmiyorum!" dedim. Ağlamamak için kendimi tutsam da titreyen çenem ve sesim daha da çok ağlama isteği uyandırıyordu.
"Ulan! Ulan!"
Direksiyona son kez vurup gömleğinin yakasını çekiştirdi. Kaba hareketlerle arabaların camını açtığında uzun saçlarım yüzüne doğru esti. Uçuşan saçlarımı toparlarken sakallarına karışan tutamlarına elleri gitti.
"Sakın!" diye bağırışımla eli havada asılı kaldı. Bakışları bana döndüğünde sakallarına sataşan saçlarımı hınçla çekip " sakın kana bulanmış o pis ellerinle bana dokunma Sakın Yarkın!" diye hırsla bağırdım.
Sersemledi. Yutkunuşu boğazında kaldı. Dudakları kapanıp açıldı. Parlayan kara gözleri artık parlamıyordu sanki. Dili dudaklarını ıslattı. Yutkunmaya çalıştı ama başaramadı. Gözlerimi esir eden karaları havada asılı kanlan eline kaydı. Parmaklarından bileğine kadar kana bulanmış elini yeni fark ediyormuş gibi afalladı. Eli yumruk oldu, kucağına düştü. Boş bakan bakışları yüzümde son kez dolandıktan sonra önüne döndü ve "dokunmam..." dedi.
Üzerimize çöken sükût ağır geldi. Ne o bana baktı ne ben ona. Bir kelime etmedi. Şarkı açmadı, mırıldanmadı. Tamamen sessizliğe gömülüp benim aramıza ördüğüm duvarlara kendi duvarlarını ördü. Titreyen dudaklarımı ısırıp saçlarımı karman çorman bir halde düğümledim. Dolan gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarımı gün doğduğundan beri yağmurunu eksiltmeyen gökyüzüne çevirdim. Kuşlar oradan oraya uçup konacak bir dal ararken yağmurlar acımasızca damlamaya devam ediyordu. Başımı arabadan çıkarıp göğe uzattım. Yüzüme düşen damlalar gözyaşlarımı akıtmam için bana bir bahane sununca sessiz sessiz ağladım.
Bu ağlayışım korkumun eseri miydi ya da Ferah'ı görmem miydi yoksa... Düşünmedim. Sadece sessizce döktüm gözyaşlarımı. Dakikalar geçip yerini saatlere bıraktığında gökyüzü karanlığa batmaya başladı. Yağmur hız kesmeden yağmaya devam etti ama benim ağlayışım dindi. Başımı arabaya geri çekip ıslanan kaküllerimi iteleyip yüzümü sıvazladım ve bakışlarımı uzun bir süre sonra ona çevirdim.
Kanlı eli hâlâ yumruk halde kucağındaydı. Puslu bakışlarını bir an olsun yoldan çekmeden arabayı sürmeye devam ediyordu. Burnumu çekip " Şafak," dedim ama beni duymadı. Ya da duymak istemedi.
"Ben... Ben senden korkmak istemiyorum..." yola bakan gözlerini çok kısa bir anda yumup geri açtı. Direksiyonu tutan elinin boğumları tutuşunun sıkılığından bembeyaz kesildi ama bana bakmadı. Bir cevap vermedi.
Gün geceye döndü, yağmur dindi. Yol bitti. Kaldığımız evin patika yoluna girdiğimizde bedenimi bir rahatlık ele geçirdi lakin bu rahatlık hemen önümüzdeki Alp'in ani frenle durmasıyla uçup gitti.
"Ne oluyor?" dememe kalmadan Şafak arabadan indi ve bana bakıp "sakın inme!" deyip kapıyı yüzüme çarpıp Alp'in yanına ilerledi. Ferah'ın koruması da arabadan inip Şafak'ın yanına geçince ben de hızlıca arabadan indim.
"Canan!" Ferah'a baktım. Koşar adımlarla yanıma gelip kolumu tuttu. Kısa bir an bakıştıktan sonra ön tarafa yürüdük. Üçü de silahlarını çıkarmış ne olduğunu anlamaya çalışırken parmak uçlarımda yükselip eve doğru baktım. Yan yana dizilmiş bir sürü araba vardı ve hepsinin farları yanıyordu.
"Çocuklar!" diye korkuyla soluklandığımda Şafak'ın bakışları beni buldu.
"Sana arabadan inme dedim ben!" diye kısık sesle bağırdı.
"Şafak çocuklar," dedim ne dediğini umursamadan. Sabır çekip arkasını döndü ve küfürler savurdu.
"Cem, silahımı ver!" dedi Ferah birden. Koruması anında belinden başka bir silah çıkarıp Ferah'a uzattı.
"Ne oluyor ya!" hepsinin bakışı beni buldu. Alp sıkıntıyla nefeslenip "sanırım etrafımız sarılı!" dedi ve başıyla patika yolun başında beliren araçları gösterdi. Sözlerinin ardından yaşadığım farkındalıkla arkama baktı. Üç araba tıpkı diğerleri gibi açık farlarıyla yan yana durmuşlardı. Tuhaf olan geldiğimizin farkında olmalarına rağmen bize karşı harekete geçmemeleriydi.
"Bizi ön tarafa itiyorlar." dedi Ferah'ın koruması olan Cem. Şafak, ensesine peş peşe vurup sağa sola yürüdü. Alp'e baktı. Cem'e baktı. Ferah'a baktı. Nefes aldı, nefes verdi. Silahına bakıp tetiği çekti ve bakışları sonunda beni bulunca birkaç saniye bakmak yetti ne dediğini anlamama. Ferah'ın yanından uzaklaşıp iki adımda Şafak'ın yanına geçtim.
"Alp!"
Alp aldığı komutla hemen önümüze geçip pozisyon aldı ve evin ön tarafına doğru yürümeye başladı. Şafak Cem'e ve Ferah'a baktıktan sonra bir adım önüme geçip bedenimi perdeledi ve yürümeye başladı. Ferah hemen ardımda Cem ise en arkadaydı.
Hızlı ama temkinli adımlarla evin önünü saran arabaların aralarından geniş alana geçtiğimizde hepimizin adımları da nefesleri de aynı anda durdu.
Evin önündeki bahçe gibi kullanılan geniş alanı yarım ay şeklinde saran; 03 KNV yazan Kırgızistan plakalı arabaların ortasında, dizlerinin üzerine çökmüş bir haldeydi herkes. En sağda Kurt başı çekerken onun hemen yanında sırayla ikizler, Uzay, Andre, Hayat, Dağhan varken Dağhan'ın yanında Eylem vardı. Hepsinin başına silah dayanmıştı ve elleri arkalarından bağlıydı.
"Allah kahretsin!" dedi Ferah. Korkuyla kıpırdandım yerimde.
"Şafak," dedim bir şey söylesin diye ama oralı olmadı. Alp'in omuzunu tutup geriye çekti ve en öne geçip güçlü adımlarıyla ortaya çıktı.
Alp onun peşinden ilerleyince ben de yeltendim ama Ferah kolumu tuttu. Adımlarım anlık sekteye uğrasa da Ferah elini elime kaydırıp sıkıca tuttu ve benimle beraber adım attı.
Şafak ve Alp'in peşinden ortaya çıktığımızda Şafak'ın sol tarafına geçtim. Ferah hemen yanımda Cem'de onun yanındaydı.
Kurt ve çocuklar bizi fark etseler de bir tepki bir hareket göstermediler. Onların aksine Eylem kıpırdanıp "Şafak!" diye bağırınca başında dikilen adam, onu başına dayadığı silahla susması için itekledi.
"Tasmanızın sahibi nerede?" Diye bağırdı Şafak tok ve vakur sesiyle.
Adamlar birbirilerine baktıktan sonra Eylem'in başındaki adam bir adım geriledi ve sol tarafta en başta duran arabaya ilerleyip etrafında dolandı ve arka kapısını açtı. Merakla bu sefer nasıl bir adamla karışılacağımı beklerken karşımda bir kadın belirince kaşlarım hayretle alnıma doğru kavislendi.
Araba farlarının arasından süzülüp Eylem'in yanında durduğunda karşımdaki kadını baştan aşağı süzdüm. Üzerinde gerçek olduğunu bas bas bağıran leopar kürkü yere kadar uzanıyordu. Mini elbisesinin altına giydiği çivi topuk çizmeleriyle fazlasıyla uzun görünüyordu. Siyah saçları gergin bir topuzla ensesinde toplanmıştı. Güçlü duruyordu ve o güç yüzüne de yansıyordu.
"Epeydir bekliyor ben sizi!" dedi ağır aksanla. Çekik gözlerini tek tek üzerimizde dolandırdıktan sonra Şafak'a kısa bir bakış atıp ellerini arkasında birleştirip kendi etrafında yürümeye başladı.
"Bugün yaramazlıklar yapılmış..." derken Eylem'in arkasında durup Şafak'a baktı.
"Magnus zırlayarak herkese Yarkınlar uyanmış diyor!" Dedikten sonra alaylı alaylı sırıttı. Bu durumdan zevk aldığı bayağı belliydi.
"Gözünü oymuşsun... Yoksa yanındaki bu sarışın afete mi yürüdü?" dedi gözlerini bende gezdirirken. Hiçbirimizden ses çıkmayınca sesli bir halde iç çekip ellerini birbirine sürttü.
"Uyandın mı sahiden?" Şafak bir şey demedi. Çatık kaşlarının altında öfkeyle parlayan gözlerini kadımdan bir an olsun çekmeden baktı.
"Anladım... Kurt kışı geçirmiş ayazı unutmuş... Güzel, çok güzel..." farklı bir havası vardı. Güzeldi, güzelliğine edilecek tek laf yoktu. Lakin o güzelliğini korkutucu bakışları gölgeliyordu. Bu bakış, duruş Şafak'tan tanıdıktı.
"Sen kimsin arkadaşım?" dedi Ferah sabırsızca. İçimizde sesini çıkaran tabii ki o olmuştu.
"Ben..." dedi karşımızdaki kadın kırmızı rujlu dudaklarını bükerek. Eğlenen bir tavırla bize bakıp gülümsedi.
"Ben!" dedi bir kez daha. Bakışlarını Eylem'e çevirip ona bakarak "Bu kadının..." der demez sağ bacağını kaldırıp o çivi topuk çizmeleriyle Eylem'i sırtından yere itti ona iğrenerek baktı. Ferah'la birlikte Eylem'e doğru hareketlendiğimizde Şafak bana; "dur," derken Cem, Ferah'ın kolunu tutarak onu durdurdu.
"Arkadaşınızı kaldıracak siz yoksa ben devam edeyim?" küstahtı. Koyu harelerinde beliren alaycı bakışlar rahatsız ediciydi ancak ne denli güçlü bir kadın olduğunu da bu şekilde gösteriyordu.
"Peki, peki... O zaman ben kim olduğumu sizlere açıklayayım." sesli mırıltılarla yeniden iç çekip irrite eden bir gülüşle bize baktı.
"Ben, bu kadının fıldır fıldır her yerde arayıp bulamadığı Şamil Kuznetsov'un elçisi İlknura Shanova!"
Önce kadının adı, sonra Şamil adı en sonda ise Kuznetsov adı yankılandı kulaklarımda. Kuznetsov demişti. Şamil Kuznetsov. Şafak'ın, Eylem'den bulmasını istediği adamın ismiydi. Orta Asya'daki işleri yürüten ailenin adıydı... O ailelerle olan bağı sabahtan beri durmadan çalkanan midemi yeniden altüst etti. Tenimi sıyırıp geçiren rüzgarlar beni yerden yere vurmaya başladı. Kulaklarım uğuldamaya başlar, gözlerim bulanıklaşırken adı İlknura olan kadının kıkırtıları kazındı zihnime.
"Duyduk ki bizi arıyormuşsunuz. Baktık siz bizi bulamadınız bari biz sizi bulalım dedik!" dedikten sonra bize doğru adımlar attığını gördüm. Topukluları toprak yolda bile ses çıkartırken ondan önce kokusu geldi yanımıza. Çok değil saniyeler sonra ise Şafak ile ortamıza denk gelecek şekilde tam karşımızda durup Şafak'ın kanlı elini avuçlarının arasına aldı. Önceki tüm gülümsemelerinden farklı, daha içten daha samimi bir gülüşle Şafak'a baktı.
"Kan kardeşin Şamil sana selamlarını iletmemi istedi. En kısa sürede aramıza katılacağını da ekledi kuzin..."
İşittiğim kelimeler tüm algılarımın kapanmasına yol açtı. Başım döndü, ellerim karıncalandı. Titreyen bakışlarım Şafak'a döndüğünde o zaten bana bakıyordu. Gözlerinde yakalanmanın öfkesi, bakışlarındaysa endişe vardı. Sarsılan bedenim yalpalanırken bana elini uzatmak istedi ama yapamadı.
"Toral," dedi onu anlamamı, onu dinlememi ister gibi. Yüzündeki endişe ve korku beni ağlatacaktı.
Ondan kaçtım. Bir adım geriye atsam da bedenim duvarlarına çarpıp duran rüzgarlara yenik düştü ve ben daha fazla dayanamayıp o kasırgaya karıştım. Tüy kadar hafifleyen bedenim içine düştüğü kasırga yüzünden sivri uçlu kayalıklara, büyük dalgalara, kalın duvarlı evlere çarpıp durdu. Kanım akmadı, canım acımadı belki ama ben zifiri karanlığın orta yerinde sarı ışıklarla çevrelenmiş bir evin önünde yerle yeksan oldum ve bilinen bir gerçeğin, inanılmak istenen bir yalandan daha can yakıcı olduğunu yenik düştüğüm kasırgayla öğrendim.
* * *
Huuhhhhhh
Sonunda bitti ama ben de bittim.
Gerçekten bitmeyen, zorlayan, uğraştıran bir bölüm oldu.
Ne zaman kısa tutacağım desem hep uzun oluyor. O yüzden bu konu hakkında yorum yapmayacağım.
Ferah ile tanıştık. Kendisi Aden hikayesindeki Merdo ve Sevda'nın kızları. Dağhan'ın ablası. Sevdiniz mi onu?
Bir de Cem dahil oldu tabii. Bakalım bu beyefendi neler edecek neler yapacak!!!
İzel ve Yusuf Ali konusunda ne düşünüyorsunuz? Diğer bölüm onlarla başlayacak bu arada ;)
Gelelim asıl meseleye.
Şafak ve Canan nereye gidiyor arkadaşlar? Hem yakın hem uzak bir öyle bir böyle bunlar bizi delirtir benden demesi.
Bölümde en düştüğüm kısım son kısımdı vallahiii.
Canım İlknur, güzel hediyen ve desteğin için çok teşekkür ederim. Sana nasıl karşılığını verebilirim diye düşünürken en güzelinin seni kalemimde yaşatmak olduğunu düşündüm. Umarım hoşuna gider. Bu arada korkma, sen bu hikâyenin en sevilenlerinden olacaksın :) 🥰
Gelelim cidden en sona. Şafak, üç aileden biri olan Kuznetsov'lardan birisiyle kan kardeş ve İlknura ile kuzen. Bu ilişki ağı nerelere gider sizce?
Bölüm hakkında ve gelecek hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bölüm beğenildi mi?
Diğer bölümde görüşürüzzzz
Öpüldünüz 😘
Yorumlar