GÜLLERİN AĞITI 21. BAŞLANGIÇ
GÜLLERİN AĞITI 20. BÖLÜM
"BAŞLANGIÇ"
Geçmiş bitiş çizgisinde,
gelecek ise başlangıç çizgisinde saklıydı.
CANAN AHSEN TORAL 20 EKİM 04:48 / İSTANBUL
Sık ağaçlarla çevirili yol karanlık ama yine de hatırladığım gibiydi. Şile yine sonbahara boyun eğerek sararıp gitmiş gibiydi. Yağmurun hızlı damlaları arabanın camına tüm kuvvetiyle vuruyordu. Saat sabaha karşı beşe geliyordu ve biz saatlerdir yoldaydık. Bulgaristan macerası buraya kadardı. Kucak kucağa ağladığımız o geceden bir gün sonra yola çıkmıştık. O andan sonra herkes suspustu. Şafak sadece benimle konuşmuş ve dönüş saatini söylemişti. O andan bu ana kadar da kimseden ses çıkmamıştı. Üç araba arka arkaya yol almıştık.
"Hiç değişmemiş..." diye mırıldandım sessizce. Geçip giden yolları karanlığa rağmen ayırt edebiliyordum. Ağaçların aralıkları, sararmış yaprakların salınışı, asfalttaki kusurların tekerlekte hissedilmesi... Bu yola dair hiçbir şey değişmemişti. Eve varmamıza çok az zaman kalmıştı.
"Haber verse miydik?" Alp varla yok arası sesiyle konuşunca bakışlarım ona döndü. Gözleri bir yola bir de dikiz aynasından bana bakıyordu.
"Gerek yok! Anahtarım var," dedim aksi bir tonla. Bakışlarını tamamen yola çevirdi. Ondaki bakışlarımı yeniden karanlığa çevirdim.
Camda süzülen damlalara dalıp gitmişken kulağıma yine Eylem'in homurdanışları doldu. Neredeyse iki gündür yoldaydık ve bu kadın sürekli içine içine konuşup duruyordu. Bu duruma Şafak fazla dayanamamış olacak ki yanımda hareketlendi. Ön koltukların arasına doğru eğildi. "Kes sesini Eylem. Saatlerdir kafamı sikip attın! Kapa çeneni..."
Eylem sessizleşti ancak susmadığına hepimiz emindik. Yol devam etti. Daha kaç kilometre ya da dakika geçip gitti bilinmeyen bir yerde asfalt yolun sonuna geldik ve eve giden patika yola girdik. Kalbim hızlı hızlı attı. Burnum özlemle sızlarken sulanan gözlerimi ovalayıp nefeslendim. Hatıralar birer birer zihnimde canlanırken geçmişin kahkahaları kulaklarımda çınladı.
Araba durdu. Diğer iki arabada hemen arkamızdan durdu. İlk Eylem indi sonra Alp. Şafak'ın bakışlarını üzerimde hissedince daha fazla dayanamayıp kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Yağmur sanki bu anı bekliyormuş gibi daha da hızlandı.
Karşımdaki eve kısık gözlerle bakabildim. Bir insan ya da herhangi bir canlı olsaydı koşa koşa gider sımsıkı sarılırdım. Öyle bir sevgi öyle bir özlemdi burası bende.
"Hiç değişmemiş ama yaşlanmış sanki." dedi ne ara yanıma geldiğini fark edemediğim Hayat. Diğerleri de hemen arkasındaydı. Elimi gözlerime siper edip eve daha alıcı gözle baktım. Yıpranmıştı, yaşlanmıştı ama yıkılmamıştı. Küçücük duvarlarının arasında nice anılarımızı saklamaya devam ediyordu.
Büyük dedem Tahir'den babama, babamdan anneme, annemden de bize kalmıştı burası. Onların doludizgin aşklarının yuvasıydı. Annemle babamın gençliği bu evde saklıydı. Anahtarı da sadece annemde, bende ve kız kardeşlerimde vardı.
"Haydi girelim yoksa sıçana döneceğiz." deyip çoktan kapının önüne doluşmuş diğerlerine doğru ilerlemeye başladım.
Sırt çantamın büyük gözünü açıp gizli cebinden fazlasıyla süslü olan anahtarlığımı çıkardım. Peluş civcivim, yılan, Eyfel Kulesi, Brezilya Bayrağı maskotum ve bir iki süs daha anahtarlığımda sallanıyordu.
"Abla bir ben eksiğim valla o anahtarlıkta. Ağırlık yapmadı o sana?" dedi Hayat anın gerginliğini azaltmak istediği için takılarak.
"Yapmadı Hayat." dedim öylesine. Anahtarların arasından doğru olanı bulup kilide taktım ve kapıyı açtım. Kaşlarım çatılırken anahtarı geri çekip kapıyı itekledim. Kapının kilitli olmayışı canımı sıktı. İçeri ilk adımı attım. Yılların tanıdık kokusu beni karşılarken birkaç saniyeliğine gözlerimi kapatıp huzuru içime çektim. Hatıralar yeniden kulaklarımı işgal etti. Kızların kahkahaları, annemle babamın cilveleşmeleri, benim hayvanların peşinde koşuşturuşlarım... Gölde yüzmelerimiz. Kızlarla, annemle babama sürekli şakalar yapmamız... Babamla mutfaktaki kaos dolu ama bir o kadarda neşeli anlarımız... Hepsi buradaydı. Yılda en fazla bir ya da iki kez gelebildiğimiz bu evde saklıydı. Burası evden çok bizim çekirdek ailemizin mabediydi ve şimdi bu mabedin kapısından yabancı birilerinin girmesi canımı sıkıyordu.
"Abla?" dedi Uzay hemen arkamdan. Gözleri kırpıştırıp dudaklarımı birbirine bastırıp soluklandım. Kenara kayıp çocuklara girmeleri için izin verdim ancak diğerlerinin eve girmesini içten içe istemiyordum.
Şamil en önden eve bir adım attığında Şafak onu ensesinden tutup geri çekti. Gözlerini gözlerime çıkardığında beni anladığını anladım. Mavilerim onun karalarından kaçıp ikizlere takıldı. Nefesimi içimde tutup kapıyı açık bırakarak içeri doğru ilerledim. Ev sessizdi. Küçük salonda ve Amerikan mutfakta da kimse yoktu. Peri yatak odasında olmalıydı. Sırt çantamı bırakmadan koltuklara çoktan yerleşen çocuklara bakıp "ben bir odaya bakayım," dedim.
Arkamdaki kısık sesleri duymazdan gelerek evdeki tek odaya ilerledim. Kapıyı yavaşça açıp içeri bir adım attım. Yatağa doğru ilerleyip ucunda durduğumda çatık kaşlarım düzelip alnıma doğru kavislendi.
Peri uyuyordu ama Yalın'ın yanında, onun kolları arasında, sarmaş dolaş bir halde uyuyordu. Uyuyorlardı... Normal şartlarda bunu asla yadırgamazdım ama normal şartlarda değildik.
Geçip giden beş yılda birbirilerine çok uzaklaşmışlarken bu kadar yakın olmayı yeniden başarmışlar mıydı yani? Bizi duyamayacak kadar, evin kapılarını kilitlemeyecek kadar normale mi dönmüşlerdi sahiden.
Ellerim belime gitti. Boynumu sağa sola esnetip onları kısa bir süre izledim. Peri, Yalın'ın kolunun altında başı gövdesinde uyuyordu. Beyaz, uzun kıvırcık saçları Yalın'ın göğsüne dağılmıştı. Yalın'ın bir eli saçların arasındayken diğer eli Peri'nin omzuna sarılıydı. Peri'nin elleri ise hep olduğu gibi çenesinin altındaydı.
Parmaklarımı göz pınarlarıma yaslayıp iç çekerek soluklandım ve sırt çantamı yavaşça çıkarıp kenara bıraktım. Yalın'a doğru yanaşıp eğildim ve onu çok korkutmamaya çalışarak sarstım. Önce kıpırdandı, sonra gözlerini kırpıştırarak açıp Peri'yi kontrol etti.
"Yalın?" dediğimde başını hızlıca benden tarafa geçirdi. Gözleri anlık yaşadığı şokla iri iri açılıp küçüldü.
"Canan abla?" sesi kontrol edemediği bir şekilde yüksek çıkınca Peri huysuzlandı ama uyanmadı.
"Benim. Sakin ol," dedim uyku mahmuru yaşadığı paniği yatıştırmak için teskin edercesine. Gözlerini ovalayıp Peri'ye baktı. Karanlıkta dahi olsak uyku dolu gözlerindeki parlamayı fark ettim. Biraz geri çekilip doğruldum ve boğazımı temizledim. Yalın bana baktı. Açık kapıdan odaya vuran ışık çok azda olsa odayı aydınlattığından birbirimizi fark edecek kadar görebiliyorduk.
"Diğerleri?"
"İçerideler..." başını salladı. Yüzünü sıvazlayıp Peri'nin başını çok yavaşça gövdesinden kaldırıp kendi yattığı yastığa bıraktı ve yüzüne düşen saçlarını parmak uçlarıyla kulağının arkasına sıkıştırdı. Yataktan da aynı yavaşlıkla kalkıp karşımda durduğunda yüzümün aldığı hali fark etmiş olacak ki açıklama yapma gayretiyle "Canan abla," dedi ama konuşmasına müsaade etmedim.
"Peri uyanmasın Yalın." fısıltımla başını sallayıp son kez Peri'ye bakıp odadan çıktı ve kapıyı ardından kapadı.
Alnımı kaşırken Peri'ye baktım. Uyku problemini belli ki bir yere kadar aşmayı başarmıştı. Yoksa mümkünü yok onu bu saatte böylesine derin bir uykuda bulamazdım. Nice ilaçlar kullanmış, hatta bir dönem uyku ilaçları yüzünden zehirlenmişti lakin ona rağmen uyku ondan ırak kalmıştı. Şimdi tıpkı çocukluğundaki gibi mışıl mışıl uyuyordu ve bu durumda Yalın'ın katkısı varsa aklıma süzülen senaryoları görmezden gelecektim.
Yatağın kenarına oturup ayakkabılarımı ve üzerimdeki ince kabanımı çıkarıp yere bıraktım. Yalın'ın kalktığı boşluğa uzanıp Peri'ye döndüm ve ona sokuldum. Bir elimi yanağımın altına yaslarken diğer elimi doğduğu ilk andan beri uğraşmayı çok sevdiğim beyaz tutamlara yaslayıp usul usul okşadım.
Peri anlamsız homurdanışlarla yüzünü yastığa sürtüp döndü ve sırtüstü yattı. Yorganı iyice üzerine çekip uyandırmamak için elimi üzerinden çektim ve gözlerim kendiliğinden kapanana kadar onu izledim...
Yüzüme güneş vuruyordu. O tatlı sıcaklık çıplak tenimden içime işlerken kulağımda dalgaların zarif sesi ve gür kıkırtılar çınlıyordu. Kısa kesik kesik kıkırtılar Dünya'nındı. Daha canlı ve gür kıkırtılarsa Minel'indi.
Gözlerimi araladığımda masmavi bir gökyüzüyle karşılaştım. Sıra sıra bulutlar farklı biçimlerde süzülüp gidiyorlardı.
Kıkırtılar kahkahalara dönüşünce uzandığım yerden doğrulup sağıma baktım. Kumsaldaydım ama kimse yoktu. Kahkahalar ise sanki hemen yanımdaymış gibi canlı ve yüksekti. Soluma baktım. Ama ne kızlar vardı ne başka birisi.
"Minel?" ayağa kalkıp etrafımda döndüm. Gözüme siyah tüller çarpınca üzerime baktım. Siyah bir elbise vardı. Etekleri kum olmuştu. Kumları temizlemek için ellerimi elbiseye değdirdiğimde tenime bulaşan sıcak ıslaklıkla ellerimi geri çektim. Denizin suyudur diye düşünsem de avuçlarıma bulaşan şey kandı.
Nefesim boğazımda tıkanıp nefesimi kesti. Neden kan vardı ki? Bedenime bakındım. Hiçbir yerim kanamıyordu ama ellerim elbiseye değdikçe o ıslaklığı hissediyordum
"Abla," Minel'in seslenişi ve hemen ardından gülüşü göğsümü titretti.
Kanlı ellerimle arkamı dönüp uçsuz bucaksız deniz baktığımda Dünya ve Minel'i gördüm. Çok yakınımdaydılar ama bir o kadar da uzakta görünüyorlardı. Birbirlerinin ellerini sıkıca tutmuş denizin kıyısında şen gülüşleriyle dönüp duruyorlardı.
"Abla bak," Minel bir kez daha bağırdı ama ses arkamdan geliyordu. Başımı omzumun üzerinden döndürdüğümde iskeleyi gördüm. Mersin'deki iskeleydi. Dünya'nın öldüğü, parmaklarım kırılana kadar kalp masajı yaptığım iskeleydi... Burası Mersin'deki koydu.
"Abla baksana bana." ses iskelenin altından geliyordu. Dudaklarımı aralayıp bağırdım ama sesimi duyamadım. Hızla önüme dönüp denize baktım. Minel ve Dünya hâlâ denizin kıyısındaydı. Onlara doğru ilerlemek istedim ama Minel'in "abla orada değil buradayım!" bağırışıyla yeniden iskeleye döndüm.
Minel diye bağırdım ama sesim yine çıkmadı. Dünya dedim yine çıkmadı. Adımlarım benden bağımsız iskeleye doğru yürümeye başladığında kendimi durdurmaya çalıştım ama nafileydi. Düşe kalka, kendimle savaşa savaşa iskleye yürüdüm. Ağaçtan yapılma uzun sütunların altına doğru ilerlerken gözüme ilk çarpan ipleri yosun tutmuş salıncakta sallanlanan Dünya oldu. Üzerinde beyaz, pembe çicekli elbisesi vardı. Gözleri kapalı, yüzünde dingin bir gülüşle salıncakta sallanıyordu.
"Abla," başım soluma döndü. Minel oradaydı. İskelenin en ucunda yığın olmuş kumların üzerinde sırtı bana dönük oturuyordu.
Ona doğru yürümeye başladım. Dünya yanından geçtiğim sırada gözlerini açtı ve bana baktı. Kalbim özlemle titredi. Tüm bedenim titrerken gülümsedim ve ilk ona gittim. Salıncak durdu. Saçları yüzünü kapattı ama mavileri benim mavilerimdeydi.
"Üzülme olur mu?" dedi birden.
"Dünya..." ona elimi uzattım. Yanağını okşamak istediğimde ellerim boşluğa düştü. Kalbim sıkıştı. Elimi yeniden uzatıp ona dokunmak istedim ama aadece boşluk vardı.
"Dünya..." dediğimde kederle iç çekti. Dudak büküp bakışlarını iskelenin denizle birleştiği kısıma dikti.
"Burada bir başımayım..." canım yandı. Yaşaran gözletimi kırpıştırıp dudaklarımı araladım. Nefes alamıyordum sanki.
"Dünya...." onuzlarıjı silkti ve bakışlarını yeniden bana çevirdi. Küskün bakıyordu.
"Sizi çok özledim... Kimse gelmiyor yanıma. Neden yanıma gelmiyorsunuz ki?"
"Dünya," beni duymuyorlardı.
"En azından Minel burada benimle kalsa olmaz mı?"
"Olmaz.... Olmaz Dünya olmaz." bağırıyordum lakin kulaklarım kendime sağırdı. Kanlı ellerimi hayır dercesine salladığımda Dünya sessizce ağlamaya başladı.
"O zaman beni de yanınızda götürün... Burası çok güzel ama siz olmadan hiçbir anlamı yok ki."
"Özür dilerim Dünya..."
Ona tekrar ellerimi uzattım ama dokunamadım. Bir siluetten ibaretti. Gözümden bir damla akıp gitti. Yeniden Minel'e baktım. Hiç hareket etmiyordu. Üzerinde benim gibi siyah bir elbise vardı. Hep uzun olan kızıl saçları sırtını kapatmıyordu. Önüne almış yine uçlarıyla oynuyor olmalıydı. Ona gitmek istedim ama hareket edemedim. bakışlarım ayaklarıma düştü. Kumun içindeydiler ve o kum sanki sarmaşlık gibi ayaklarımı sarıp yutmuştu.
"Abla," ayaklarımı çekmeye çalıştıkça daha da battım kuma. Minel yine seslendi ama hiçbir şey yapamadım. Dünya salıncaktan inip gülümseyen gözleriyle önce bana sonra Minel'e baktı.
"Sizi çok özledim. En azından Minel burada benimle kalsa olmaz mı?"
"Hayır!" bağırışım o kadar kuvvetliydi ki bana asıslar gibi gelen zamandan sonra kulaklarınm kendi sesimi işitti.
"Hayır.. Hayır Dünya. Olmaz, sen gel tamam mı sen gel bizimle." dedim beni suymasını umut ederek. Dünya yüzünü astı. Titreyen dudaklarını ısırıp bana alttan alt tan baktı.
"Ama gelemem ki... Gelebilir miyim?" elim ayağım uyuştu. Ensemden başlayan ateş tüm saç diplerime yayıldı. Ona sen öldün gelemezsin diyemezdim ki. Nasıl diyecektim...
"Dünya," burnunu çekti. İçli içli ağlamaya başlayıp "ne olur ki gelsem bir kerecik?" hıçkırıklarıma engel olamadan ağladım.
"Gelirsin. Gelirsin ben götürürüm seni. Ama burada kalmayalım tamam mı?" gözleri parladı. Küçük bir çocuk gibi uysalca başını sallayıp gözyaşlarını sildi.
"Tamam. Minel'i getireyim mi buraya?"
"Getir kızım. " Dünya salına salına Minel'e ilerledi. Yürürken Minel'e "Minel yanıma gelmene gerek yokmuş. Canan ablam beni de götürecekmiş." diyordu.
Minel'in yanına gidip önüne geçti. Ona elini uzatıp gülümsedi. Minel hareketlendi ama Dünya'nın uzattığı elini tutmadı. Kum yığının tepesinden kalktı. Dünya'yla yan yana bana doğru yürülerken gözlerimi onlardan çekmedim. Dünya bana bakarken Minel'in yüzü aşağı eğikti.
"Ben sana demiştim Canan abla izin vermez diye boşuna geldin bak yanıma." Minel ses etmedi.Usul usl yanıma geldiklerinde yeniden hareket etmeye çalıştım ama ayaklarım kuma gömülmüştü. Sessizce lanetler savurup ellerimi bu sefer Minel'e uzattım ama avuçlarımdaki kanları haırlayınca ellerimi indirip arkama sakladım.
"Mimikom?" omuzlarını silkip burnunu çekti. Dünya ona bir kere bakıp iç çekerek nefesini verdi ve bana dönüp gülümsedi. Sonra da yanıma gelip durdu.
"Haydi gidelim abla. Herkesi çok özledim." elimi tutup ban agülümseyerek bakmaya devam etti ama onun varlığını hissedemiyordum. Elimi tutuyordu ama kısık bir rüzgardan ibaretti.
"Gel bebeğim. Gel yanıma," Minel başını kaldırıp bana baktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Teni solmuş, gözaltları ve dudakları mosmor olmuştu.
"Minel?" dedim korkuyla. İki yanında sımsıkı yumruk yaptığı ellerini bana doğru kaldırıp açtı. Kızıl tutamları yumak yumak avuçlarındaydı.
"Saçlarım abla... Bak, saçlarıma!"
Elleri başına gitti. Saçlarını çektikçe avuçlarına daha fazla tutamlar düşüyordu. Beton dökülmüş gibi ağırlaşan ayaklarımı çığlık çığlığa kumlardan kurtama çalıştım ama asla çıkmıyordu.
"Saçlarıma bak abla ..." ağlaya ağlaya saçlarını çekiştirmeye devam etti.
"Minel yapma!"
Bağırışlarıma Minel'in ağlayışları Dünya'nın mırıldanışları karışırken arkadan yükselen kahkahalar yine kızlara aitti.
"Abla saçlarım..." ellerimi uzattım. Ona uzanmak sımsıkı tutup kendime çekmek istedim ama yapamadım. Elim tıpkı Dünya'da olduğu gibi boşluğa düştü.
Nefesim kesildi. Çığlıklarım kulaklarımda çınladı. Yeniden uzandım, Minel'i tutmaya çalıştım ama boşluktu. O da siluetten ibaretti.
"Hayır...Hayır Minel."
Minel saçlarıyla dolu avuçlarını yüzüne kapatıp hıçkırıklaga boğulduğunda Dünya elimi bıraktı. Minel'e gidip ona sıkıca sarıldı. Bana acıyla bakıp o da ağlamaya başladı.
Onlar önümde ağlarken arkamda kahkahalar yükseldi. Başım arkama döndü. Uzun sütunların arasından görünen denizde Minel ve Dünya sarmaş dolaş denizin derinliğine doğru ilerliyorlardı.
"Hayır... Minel hayır." denizdeki Minel sesime doğru başını kaldırıp bu tarafa baktı. O sırada Dünya yavaşça suya batıyordu. Minel'in gözleri gözlerime denk düşünce elini kaldırıp salladı.
"Minel hayır!" bağırışımı duymadı. Denizin içinde kaybolmaya başlarken o tarafa hareketlendim ama sonuç yine hüsrandı...
Minel, çığlıklarım ve hıçkırıklarımın arasında denize gömüldüğünde bacaklarım beni daha fazla taşıyamadı. Dizlerimin üzerine düştüğümde başımda önüme döndü.
Yoklardı. Birbirine sarılarak ağlayan Minel ve Dünya burada da yok olmuşlardı. Kalbim sıkıştı, nefesim yetmedi. Kumların üzerine devriliğimde ayaklarım sonunda kıpırdadı ama benim artık hareket edecek mecalim yoktu. Ne iskelenin altındakiler benimleydi ne de denize gömülüp gidenler...
"Abla?" gözlerim birden açıldı. Göğsüm hiddetle inip kalkarken yüzümü okşayan saçları sonra da üzerime eğilmiş bana endişeyle bakan Peri'yi fark ettim. Yutkundum, kuruyan boğazım canımı yakarken elimle gözlerimi kapatıp kendime gelmeye çabaladım.
"Abla iyi misin?" yüzümü sıvazlayıp başımı salladım ama kalbimin atışları yavaşlamadı. Gördüğüm rüya bedenime bıçaklar saplanmış gibi hissettiriyordu. Yutkundum bir kere daha ama işe yaramadı. Koca bir yumru dikenli tellerle boğazımı çevrelemiş gibiydi. Öylesine acıyordu boğazım.
"Abla korkutma insanı!" ellerim yüzümden çekip yatakta doğrulup oturdum.
"İyiyim kötü bir rüyaydı." dedim nefes almadan konuşarak. Bu boğazımı daha da kötü yaptı. Hasta olacaktım galiba.
"Ağlar gibi inleyip durdun. Sonra da Minel ve Dünya dedin. Ağladın hatta bir ara. O kadar sarstım seni ama anca uyanabildin. İyi misin?" gözlerimi kırpıştırarak Peri'ye baktım ve onu hiç beklemediği bir anda göğsüme çekip sıkıca sarıldım. Kıvırcıklarına parmaklarımı daldırıp kokusunu içime çektim.
"İyiyim bir tanem." kollarını belime sardı. Başını omzuma yasladı. Yatakta kucak kucağa sessizce dakikalarca oturduk. Birbirimizi özlediğimizdendi suskunluğumuz. Yoksa çoktan ikimizde dırdır etmeye başlar birbirimizi sorularımızla boğardık ama bazen özlem ve sessizliğe olan ihtiyaç daha ağır basıyordu.
"Ne gördün?" dedi sessiz kaldığımız dakikaların ardından. Gözlerimi kapattım. Gördüğüm rüyadan parça parça görüntüler zihnimde süzülmeye devam ediyordu. Dünya ve Minel hâlâ el ele bana gülümseyerek denize doğru geri geri adımlayarak yürüyorlardı.
"Hiç..." mırıltım onu tatmin etmedi. Yüzünü omzuma sürtüp bedenime sarılı kollarını gevşetti.
"Minel ve Dünya diye sayıklıyordun." kurumuş dudaklarımda dilimi gezdirip başımı sağa sola salladım.
"Hiç Peri. Gerçekten hiç..." neyse ki üstelemedi. Başını omzumdan kaldırıp gülümseyerek yüzüme baktı. "Öyle olsun madem."
Dudaklarım kıvırıldı. Yüzünün iki yanında salınan saçlarını geriye itip yanağını okşadım. "Çok özlemişim seni..." başını salladı hızlı hızlı.
"Sabah seni görünce şoka girdim bir an ama hemen göğsüne sokulup yeniden uyudum. Çok özlemişim bunu yapmayı." elim yeniden saçlarına gitti. Bir tutam saçını parmağıma doladım.
"Uyuyorsun?" gülümsemesi küçüldü. Titrek mor harelerini benden kaçırıp başını salladı. Utanmıştı sanki. Yanakları kızarmazdı ama utandığında farklı gülümserdi. Zaten ince olan üst dudağı böyle gülümsediğinde tamamen yok olurdu.
"Yalın, uyumak istediğim zaman bana şarkı söylüyor." alt dudağımı ısırıp ona manidar bir bakış attım. Boğazımı temizleyip burnunun ucunu çekiştirdim. "Ve seninle uyuyor."
"Evet." dedi çok normal bir tonda. Dağınık saçlarını toplayıp tepesinde gelişi güzel bağladı.
"Tuhaf." dedim kendi kendime ama Peri hemen gardını aldı.
"Ne var bunda abla. Çocukken de uyurduk." ona hadi oradan dercesine bakıp "hıh," diye mırıldandım. Yatağın üzerinde dizlerinin üstünde doğruldu. Ben de ellerimi yatağa yaslayıp başımı arkaya attım.
"Uyumazdınız Peri. Sen benimle, Minel'le hatta ve hatta çok sevsen dahi annemle babamın ortasında uyumaktan bile rahat edemez kaçardın." huysuz huysuz oflayıp bana baktı.
"Yani abla?" omuzlarımı silktim. Onunla uğraşmak kararan zihnime iyi gelmişti.
"Hiç. Bazı rahatsızlıklar aşılmış demek ki." dedim imayla ama karşımdaki ortanca civcivin ne denli kurnaz olduğunun da farkındaydım ki aldığım cevaptan da bu kurnazlığı kendini belli ediyordu.
"Evet. Sana da sokulup uyudum işte sabah." sırıtmama engel olamadım. Başımı ağır ağır sallayıp göz kırptım.
"Tamam canım bir şey demedim." dedim ama sesimdeki tını kendini fazlasıyla ele veriyordu.
"Bu dememiş halin mi abla?" kısık sesle kıkırdama sabır çekince boğazımı temizledim.
"Evet. Sadece... Dün gece karşılaştığım manzarada aynı gün doğmuş, birlikte büyümüş iki yakın arkadaştan çok daha fazlasını görür gibi oldum o kadar. Sonuçta araya giren beş yıl var. İkinizde birbirinizden uzaklaştınız. Birer yetişkin oldunuz. Yani demek istediğim..." gözlerini devirip ofladı ve yataktan kalkıp dolaba ilerledi.
"Saçmalamak mı? Yalın benim tüm çocukluğum abla." dolap kapaklarını açıp içinden kalın bir kazak ve çorap çıkardı.
"Evet ama mesele çocukluğunuz değil. İkinizde birer yetişkinsiniz artık ve ben sadece ne gördüğümü söylüyorum celallenme hemen." ben ona tatlı tatlı sataşırken onun sivri dili anında ortaya çıktı.
"Celallendirme abla. Koskoca kadınsın gelmiş karşıma saçma sapan imalarda bulunuyorsun. Git kendi yetişkinliğinle ilgilen. Koca bul, çocuk yap falan!" ağzım iki karış açık kaldı. Bana laf etmemiş gibi üzerini değiştirince arkamdaki yastığı tuttuğum gibi ona fırlattım.
"Kız bana bak. Düzgün konuş benimle. Ablan var senin karşında. Yersin takunyayı kıçına he!" bana alayla gülerek baktı.
"Aynen aynen, junior Filiz seni." demez mi bir de.
"Peri..." deyişimle oflayıp gözlerini kirpiklerini kırpıştırarak devirdi.
"Of abla. Vallahi daraldım da! Sal beni. Git çocuklara bak Hayat yine ben açım diye mutfağa dadanmıştır." yataktan kalkıp yanına ilerledim. Yanağından acıtarak bir makas alıp kapıya yürüdüm. Ona omzumun üstünden bakıp sırıttım.
"İyi gideyim bari. Gitmişken de Yalın'ı bir köşeye çekeyim. Belki şimdiden alnını karışlamam gerekir."
"Abla!" gülerek odadan çıkıp kapıyı kapadım. İki adımda içeriye ulaştığımda Hayat cidden mutfaktaydı. Yalın ve Andre'de onunlaydı. Dağhan ve Uzay'a bakındım. Karşılıklı koltuklarda uyuyorlardı. Yanlarına gidip üzerlerini örttüm. Mutfağa gittiğimde beni ilk fark eden Yalın oldu.
"Canan abla, günaydın." ona yandan yandan bakıp başımı salladım. Yutkunup önüne döndü ve kafası karışınca her zaman yaptığı şeyi yapıp burnunun ucunu iki kere kaşıdı.
"Ne yapıyorsunuz?" dedim diğer ikisine yaklaşarak.
"Kahvaltı hazırlayalım dedik ama beceremedik." Hayat'ın mutfak konusundaki becerisi takdire şayandı cidden. Yani nasıl olurda öyle anne, baba ve abladan sonra yemek konusunda böyle beceriksiz biri çıkar aklım almıyordu. Hevesliydi üstelik ama yok ne yaparsa yapsın mutfak onu istemiyordu.
"Beceremedik değil Hayat sen beceremedin bizim becermemizi de engelledin." Andre'nin bıkkın sesine gülümsedim. Hayat'ın ayarsız tutan inadı insanı çileden çıkarıyordu bazen.
Hayat'ın sırtını sıvazlayıp elindeki kabı ve çırpıcıyı alıp duruma baktım. Yumurta sarısının içinde yüzen kabuklar bana el sallıyordu resmen.
"Kabuklu omlet yememiştim hiç. Özel spesiyalin mi?" Yalın ve Andre gülerken Hayat küskünce yüzüme bakıp kollarını göğsünde bağladı.
"Of abla ya." yüzüne gülerek bakıp başımı sağa sola salladım ve tezgahın sağ köşesindeki dolaptan el süzgecini alıp ocağın üzerindeki tavaya ilerledim. Çay kaynıyordu. Elimdekileri bırakıp çayın altını kıstım ve masaya baktım. Daha bir şey hazırlamamışlardı.
"Önce masayı hazırlayın. Sonra da yumurtayı tavaya süzerek koyup pişirin. Tuzu eklediniz mi?" Hayat hemen tuzu bulup birazcık serpiştirdi. Masayı düzeltmek için arkamı döndüğümde evin boşluğu dikkatimi çekti.
"Diğerleri nerede?" dedim çocuklara dönerek. Andre omuzlarını silkip tezgaha yaslandı.
"Eve girmediler. Şafak izin vermedi..." kaşlarım alnıma doğru kavislendi. Dün gece kapıdaki duraksayışımdan beni anladığını fark etmiştim ancak bu hassasiyetime saygı duyması beklediğim bir şey değildi.
"Yatacak yer yok zaten. İyi olmuş." dedi Yalın. Masaya yeniden dönüp eksiklere bakındım. Çatal bıçak çıkarıp masaya yerleştirdim. Çay bardakları, kahvaltılıklar masada yerini bulurken masaya sığmayacağımızı bile bile kapıya ilerledim ve dışarı çıktım.
Geniş verandadan inip arabalara ilerledim. Ön arabada Alp ve Cesur vardı. İkisi de önde geriye yatırdıkları koltuklarda uyuyorlardı. Arka koltukta ise Eylem'in bedeni görünüyordu. Ortadaki arabada ikizler ve Kurt vardı, en arkadaki arabada ise Şamil ve İlknura.
Gözüm Şafak'ı aradı. Arabalarda yoktu. Sağıma soluma baktığımda onun iri cüssesini göl kenarındaki çardağın içinde gördüm. Şapkası başında, kalın oduncu gömleği yine üzerindeydi. Adımlarım ona doğru ilerledi. Yaklaştıkça sigara içtiğini fark ettim. Çardağa girip yanına gittiğimde bana yan gözlerle bakıp henüz bitirmediği sigarasını yere atıp botunun ucuyla ezdi.
"Günaydın," dediğimde başını salladı. Çardağın ahşap masasına onun gibi yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım.
"Eve girmemişsiniz." omuzlarını silkti. Ellerini pantolonun ceplerine sokup önümüzdeki göle baktı. Şapkasının gölgesi yüzüne düşerken uzayan sakallarını fark ettim. Hep kirli sakallı bir adamdı ama ilk defa uzattığını görüyordum. Bakışlarımın çekilmediğin görünce bana baktı.
Girmemizi istemedin." dedi dakikalar sonra. Kuruyan dudaklarımda dilimi gezdirip bakışlarımı ondan kaçırdım.
"Nasıl anladın?" ağzımın içinde mırıldansam da duydu beni. Kara gözlerini üzerimde hissetsem de ona dönüp bakmak istemedim.
"Zor bir kadın değilsin Toral." gözlerimi ondan sakınmak istesem de çattığım kaşlarımla ona bakamadan duramadım. O ne demekti şimdi?
Mavilerim karalarına tırmandığında içim titredi birden. Gözleri yüzümde dolanıp kalpli çilime bakındı. Birkaç saniye orada duraksayıp yeniden gözlerime sürüklendi. "Mavilerin tüm saflığıyla bakıyor insana... Hislerini anlamak zor değil." ağır ağır salladım başımı. Bunu diyen ilk kişi o değildi. Yağız dedemde hep aynısını derdi bana.
"Zor olmak gibi bir çabam olmadı ki. Neyse o işte Şafak. Sadece bu ev bizim için çok daha özel çok daha kıymetli. Yabancı birinin adım atmasını..."
"Yabancı mı kirli mi?" yarım ağız güldü.
"Ne?" dedim alık bir halde. Bu halimle eğlenir gibi olsa da bakışlarındaki derinlik liğme liğme battı tenime. Bana böyle baktığında hep canımı sıkan cümleler kuruyordu.
"Sen bizi bu eve yabancıyız diye değil senin gözünde kirli ve kötü olduğumuz için istemedin. Tertemiz pür pak evini çamurlu ayaklarımızla kirletmemizi istemedin. Ama ne var biliyor musun Toral?" yutkunuşum ağırdı. Bakışlarına eşlik eden sözleri sırtımda ter damlalarına neden oldu.
"Ne varmış?" dedim ters ters. Omuzlarımı geriye doğru gerip parmak uçlarımda yükselip alçaldım. Bana başını sağa sola sallayarak bakıp nefesini gürültüyle bıraktı.
"Senin harikalar diyarınla benim yaşadığım evren arasında çok ama çok büyük farklar var. Burası gerçek dünya bu dünyada iyi ve kötü asla senin gibi at gözlüklerinin ötesinde yaşayan yalı bebekleri tarafından belirlenmiyor. İşte gerçek bu. Gerçek burası..." derken elini kaldırıp etrafı gösterdi. "Sen, siz kocaman bir balonun içinde hayali bir evrende yaşamışsınız. Ama gerçek bu değil. Gerçek asla kabullenmediğiniz kötülükle var olmaya devam eden bu dünya..." birbirine sımsıkı bastırdığım dudaklarım duyduğum her kelimeyle titredi.
Şafak bana bir adım attı. Başımı kaldırıp ona baktım. Aramızda çok boy farkı olmadığından yüzlerimiz yakın duruyordu.
"Sana bir sır vereyim mi?" eli aramızda yükseldi. Parmaklarını yumruk yapar gibi kapayıp işaret parmağının sırtını yüzüme yaklaştırdı ve yine kalp şeklindeki çilimi okşar gibi yaptı.
"O balon patladı. Harikalar diyarı yerle bir oldu... Temiz kalmak için ne kadar direnirsen diren eninde sonunda o çamura ve kötülüğe sen de bulaşacaksın Toral. Yoksa Yarkın mı demeliydim?"
Gözlerim ahşap masanın parlak yüzeyine dalgın dalgın bakarken arkada çocukların sesleri yankılanıyordu. Bulgarista'dan, Kazakistan'dan ve burada aile büyükleriyle yapılan toplantı hakkında konuşuyorlardı.
Birden ürperince titreyip gözlerimi kırpıştırdım. Dalıp gittiğim yerlerden geri geldim ve çocuklara baktım. Dudaklarımda buruk bir tebessüm can buldu. Onları bu olayların başında ilk gördüğümde mesafeliydiler ancak şimdi gözüme eskisi gibi görünüyorlardı. Hâlâ birazda olsa çekingenlik hissedilse de özlemleri ve birbirilerine duydukları ihtiyaç daha ağır basmış gibiydi.
Peri, Uzay'ın göğsüne yaslanmış, Uzay'da onun saçlarıyla oynuyordu. Hayat ve Andre tartışarak olanları anlatırken Yalın onları can kulağıyla dinliyordu. Dağhan ise bir yerler dalıp gitmişti. İç çekip onu inceledim. Ferah bir keresinde dalgınlığının boyutunun çok büyük olduğundan ve bundan çok endişelendiğini söylemişti. Sürekli dalmıyordu lakin dalınca da kolay kolay geri dönmüyordu.
"Öyle işte. Siz ne yaptınız? Babamlar nasıl tepki verdi?" Hayat'ın meraklı sesinde ufaktan bir korkuda vardı.
"İçten içe hepsi kızdı, sinirlendi bence ama Baran amca burada diye çokta bir şey diyemediler." dedi Yalın. İç çekip önümdeki çay bardağını döndürmeye başladım.
"Babamda zaten her şeyi kontrol altına almış. Bize pek bir şey yansımadı haliyle. Zaten asıl korkmamız gerekenler babalar değil anneler." Peri'nin sözleri üzerine yüzler düştü.
"Sizinkileri bilmemde annem beni mahvedecek." Andre doğru diyordu. Güneş teyzem oğluyla her zaman arkadaş ilişkisi içerisinde olmuş bir kadındı. Muhteşem bir kadın olmasının yanında gerçekten iyi bir anneydi ancak panik ve kuruntulu halleri de vardı ve onun çoğu zaman kendini zorlukla frenlediğini biliyorduk.
"Ya bırakın analarımızı şimdi. Bize dayanamaz onlar. Asıl babalarımız düşünsün o kısmı. Ben başka bir şey diyeceğim." deyip bakışlarını bana çevirdi Hayat.
"Abla, Yusuf eniştemin mit başkanı falan olma ihtimali var mı?" ne alakaydı şimdi?
"Hı hı. Hatta Cia falan da peşinde..." gözlerimi devirip ofladım. "Salak salak konuşma Hayat. En fazla teşkilatın başındaki adamı tanıyordur.
"Ya da iş birliği falan yapıyordur." dedi Andre ben susar susmaz.
"Yok deve!" dedim lakin gözlerim kocaman açıldı. Bakışlarımı çocuklardan kaçırıp masaya diktim. Konuşulanlar zihnimde dinamit gibi patlarken bir ihtimalin ışığı tüm ruhunu aydınlattı. Olabilir miydi?
"Mümkün değil Canan abla!" Dağhan'ın sesi uzun zaman sonra çıkınca başımı kaldırıp ona baktım. Bulanık bakışları üzerimdeydi.
"Aklından ne geçtiğini biliyorum ama o adamı asla böylesine kutsal bir teşkilata kabul etmezler." o adamdan kastı Şafak'tı ve herkes anlamıştı.
"Ama muhbir olarak kullanabilirler." dedi bu sefer de Uzay. Bu da bir ihtimaldi lakin Şafak'ı birazcık tanıdıysam bu ihtimal doğruysa asla çıkarsız bir işe kalkışmadığına emindim. Ama çıkarı neydi, amacı, sebebi, motivasyonu neydi bilmiyordum. Fikir yürütecek halde de değildim. Bana saf gerçekler lazımdı.
Dudaklarımı dişleyip çocuklara baktım. Hepsinin yüzünde aynı soru işaretleri varken dikkatimi çeken kişi hiç konuşmayan biricik kız kardeşimdi.
"Pamuk Peri'm?" başını Uzay'ın göğsünden kaldırmadan bakışlarını bana çevirdi. Sol kaşım kendiliğinden alnıma doğru kavislenirken kollarımı göğsümde bağlayıp ona şüpheyle baktım.
"Babamı nasıl ikna ettin bir anlat bakalım!" bana mor hareleriyle bakıp hiç sevmediğim o gülümsemesini yüzüne yerleştirdi.
Babam, baba olma konusunda mükemmel bir adamdı her zaman. Bizim aramızda asla bir ayrım yapmazdı. Üç kızdık ve bize duyduğu sevgiyle gösterdiği sevgi hep aynıydı. Fakat Peri üzerine en çok titrediğiydi. Bu annem, benim ve hatta tüm aile için aynı olmuştu. Onu hep pamuklara sarmış, özel durumundan ötürü dışarıdan bir darbe almaması için dikkatli davranmıştık. Şimdi böylesine vahim bir olayın ortasında üstelik omzunda bir kurşunun emaresini taşıyorken onu bu işe yeniden bulaştırması akıl alır şey değildi.
"Anlatacak bir şeyim yok abla. Zaten görmek isteyene her şey kabak gibi ortada." gözlerim kısıldı. Ben onun yüzünden bir şeyleri anlamaya çalışırken Hayat çenesine hakim olamadı.
"O ne demek kızım?"
"En basitinden babam bizim can güvenliğimiz konusunda fazla rahat. Bu bile bir şeyleri açıklıyor." attığı taş suyu bulandırmak yerine daha da berraklaştırdı. Şafak'ı, onunla geçirdiğim anları düşündüm. Vëlla denilen insanları, İlknura'nın sürekli etrafımda oluşunu, Alp'in hallerini... Bu hikayenin en başına gittim. Gerçekler bariz karşımdayken fark edemeyen ben miydi?
Şafak her seferinde bizim tarafımızda olduğunu söylerken gerçekten bizim tarafımızda olabilir miydi?
Babamla olan iletişimini, babamın yanında kalmamı istemesi. Benim için bir adamın gözünü oyması. Masadayken beni herkese karşı koruyuşu. İşler yoluna girer gibi olduğunda takındığı o rahat ve samimi tavırları.. Oturduğum sandalyeden hiddetle kalkıp evden çıktım. Evin dışında kalan herkes çardakta oturmuş bir şeyler yiyordu. Gözlerim Şafak'ı aradı ama görünür de yoktu. Arabalara baktım. Hepsi buradaydı.
Çardağa doğru yürüdüm. İkizlere ilerleyip Şafak'ı sordum ama dudak büktüler. Masadakilere göz gezdirdiğimde Eylem'in de olmadığını fark ettim. Göğsümün orta yerinde beliren ağırlık bedenimi baştan aşağı titretti.
"İlknura, neredeler?" dedim. Sesim sandığımdan güçlü ve kasvetliydi.
"Şafak yürümek istedi biraz. Eylem de peşinden gitti. Bir problem mi var?"
Arkamı dönüp evin arkasından ormana açılan patika yola doğru ilerledim. Yürüse yürüse bu yoldan yürürdü. Hızlı adımlarım birbirine karışsa da yürümekten vazgeçmedim. Patika yolu bitirip orman yoluna girdiğimde etrafıma bakındım. Burayı avucumun içi gibi bilirdim.
Etrafıma bakındım. Sürekli aynı yerden yüründüğünden artık aşınmış olan toprak yolda ilerlemeye devam ettim. Gözlerim sürekli etrafta kulağım bir ses duyma isteğiyle hassaslaşmıştı. Yürümeye devam ettim. Çok değil attığım birkaç adımdan sonra işittiğim sesle durdum. Eylem'in sesiydi.
Nereden geldiğini anlamak için dikkat kesildim. Ses aynı yükseklikle gelmeye devam ediyordu. Sağıma dönüp ağaçların sıklaştığı kısma ilerledim ve onları birkaç metre ileride fark ettim. Önümdeki ağaca yanaşıp bedenimi arkasına gizledim ama gözlerim ve kulaklarım onların üzerindeydi.
"Neden dinlemiyorsun beni. Yakacaksın başını Şafak. Gözünün yaşına bakmazlar ne senin ne bizim." konuşmanın başı mı ortası mı emin değildim ama konuya yabancı kalmayacağıma emindim.
"Kapılar açık Eylem. Gidişler serbest." dedi Şafak umursama tek düze çıkan sesiyle.
"Bundan mı bahsediyorum Allah aşkına. Ne oluyor sana anlamıyorum. Asla böyle sorumsuz, plansız davranmazdın sen..." Eylem burnundan soluyup ellerini yüzüne kapayıp birkaç saniye duraksadıktan sonra aynı hiddetle yeniden konuştu.
"O kadın yüzünden değil mi? Nasıl işlediyse içine ince ince, olmayan vicdanını bile sızlatmış belli." Şafak'ın etrafta gezinen bakışları bir ok misali Eylem'in yüzüne saplandı.
"Eylem!"
"Yalan mı? Sen bunca sene olan her şeye herkese çocuklar için göz yumdun ama asıl amacın babanla karısından intikamını almak değil miydi? Şimdi varsa yoksa bunlar sadece ölen o kız. Bize ne ya ondan bize ne! Geberip gitmiş, katilleri belli. Halletsinler kendileri." sinirle soludum. Ellerim kendiliğinden yumruk olurken ortaya çıkıp Eylem'in saçına yapışmak istedim ama tuttum kendimi.
"Sen ne zamandan beri benim işime karışıp laf söylemeyi kendinde hak görür oldun Eylem?" Şafak'ın sorusuna güldü Eylem.
"Yatağına aldığından beri!" soğuk bir rüzgar tenimi yalayıp geçti. Geçtiği her yeri de alev alev yaktı sanki. Böyle hissetmemem lazımdı ancak boğazıma dizilen titreyişlere engel olamadım. Tanıdık bir his kalbimi yoklayıp midemi bulandırdı.
"Yatak mı? Hangi yatak Eylem? Sen benim yatağıma yatabilecek bir kadın mısın ki?" deyip güldü arsızca Şafak. Karşısındaki kadına karşı tutumu çok alçakça idi. Ancak bu beni rahatsız etmek yerine tatmin etti. Bu histen bir kadın olarak çok utansam da gerçek tam da şu anda buydu.
"Sen..." dedi Eylem sinirden titrer bir halde fakat Şafak onu bek takmadı.
"Bundan böyle yeniden Vëlla ile birlikte olacaksın. Serdar ve Semi ne derse o. Ya da özgürsün istediğin cehenneme siktir olup gidebilirsin. İşine nasıl gelirse."
"Bunu yapamazsın. Hele ki o kadın yüzünden o insanlar yüzünden bana bunu yapamazsın Şafak!" bağırtısı tüm ormanda yankılanacak kadar yüksek ve gergindi Eylem'in.
"Onlar yüzünden değil kendin yüzünden Eylem." Eylem, Şafak'ı göğsünden itekledi ama etki etmedi. Şafak yerinden kımıldamadı bile.
"Sen... Sen... Çok pişman olacaksın Şafak. Hayatını mahvedeceksin. O kadın sonun olduğunda Eylem demişti diyeceksin ama çok geç olacak."
"O kadından kastın karım mı?" Eylem kıpkırmızı kesildi. Boynundaki damarları belli olmaya başlarken bir an Şafak'ı çekip vuracağını sandım. Şafak'ın ona dair hiçbir duygusu belli ki yoktu lakin Eylem'in duyguları artık ayan beyan ortadaydı. Şafak'ı saplantı yapmış gibi görünüyordu.
"Karısıymış..." deyip gülmeye başladı. Kahkahaları gökyüzünü inletecek kadar güçlü güldü. Ellerini dizlerine yaslayıp nefeslendi ve tekrar güldü. Doğrulmadan Şafak'a baktı. O büyük gülüşü sırıtışa döndüğünde Şafak'ın yüzü gölgelendi.
"Dikkat et karına o zaman. Geberip gitmesin!"
O an ne oldu kavrayamadım. Şafak atik bir hamleyle Eylem'in boğazına yapışıp onu arkasındaki ağacın duvarın sertçe çarptı. Eylem'in acı inlemeleri kulağımı tırmaladı. Saklandığım yerden çıkıp onlara koştum. Şafak, Eylem'in ince bedenini ağaca bir kere daha vuru yüzünü yüzüne yanaştırdı.
Yanlarına vardığımda eline yapıştım ama farkında değildi. "Bir daha söyle. Daha demin söylediğini bir daha söyle!"
Eylem'in rengi git gide kızarırken nefes almaya çalışıyordu. Şafak'ın beyazlaşan boğumları tutuşunun ne denli sıkı olduğunu belli ederken o eline asıldım ama bana mısın demiyordu.
"Şafak bırak." dedim panikle. Eylem nefes alamıyordu.
Şafak'ın elini tutup yüzüne baktım ama beni görmüyordu. Gözleri kısılmış, kaşları çatılmıştı. Çenesi kaskatıydı. Öfkeliydi ve benim üzerimden tehdit edilmenin onu bu kadar öfkelendirebileceği aklımın ucundan geçmezdi.
"Şafak bırak öldüreceksin." Eylem çırpındı. Gözleri kaymaya başladığında nefesinin tükendiğini anladım. Kalbim korkuyla çarptı. Buna şahit olmak istemiyordum. Ne olursa olsun bir kadının ölmesini, yanımda ölmesini ve onu öldürenin öyle ya da böyle kocam olmasını istemiyordum.
"Şafak dedim!" ellerimi üzerinden çekip yüzüne baktım ve yanağına sert bir tokat attım. Bu darbeyi beklemediğinden başı yana düştü. Kolunu ittirdim. Eli gevşerken Eylem'i kolundan tutup çektim ama bedeni yere yığıldı ve can havliyle öksürmeye başladı.
"Delirdin mi be adam?" bağırtım kuşları uçuşturdu. Şafak dinmeyen öfkesiyle bu sefer bana bakınca ona parmağımı salladım.
"Sakın açma o ağzını. Kadının boğazına yapışmak ne!" duygudan yoksun gözleri yerde kıvranan Eylem'e kaydı. Onu göğsünden itekleyip uzaklaştırmaya çalıştım. Neyse ki bana ayak uydurup geri geri yürüdü. Ona son kez bakıp Eylem'in yanına dönüp önünde çömeldim.
"Eylem iyi misin?" omzuna dokunmak için uzattığım elimi itekleyip başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinde başlayan yangın dinecek gibi değildi. Nefreti fazlasıyla hissediliyordu.
"Aklın varsa," deyip öksürmeye başladı. Boğazı ciddi anlamda tahriş olmuş olmalıydı. Yeniden yardım etmeye niyetlendim ama yine itekledi.
"Onun yamacından ayrılmazsın." bu sefer daha büyük öksürükler boğazına yapışsa da konuşmaktan kaçınmadı ve canı acıdığı halde cümlesini tamamdı.
"Çünkü fırsatını bulduğum ilk anda bıçağımı sırtına saplayacağım!" bana olan bu nefreti de öfkesi de yersizdi. Onun muhatabı ben değil Şafak'tı. Evet ona açık olabilirdi. Ancak Şafak ile aramızdaki ilişkinin ne şartlar altında olduğu da saklanılan bir şey değildi.
"Bu halde bile mi Eylem?" gözlerindeki o ateş dinmedi. Yalpalayarak kalkmaya çalışınca ben de doğruldum ve onu izledim. Kalktı, elini boğazına yasladı ve gözlerini gözlerimden çekmeden yürümeye başladı ve omzuma çarpıp çekip gitti. Arkasından bakmadım onun aksine hemen önümde dikilen Şafak'a ilerledim ve göğsüne avuçlarımı yaslayıp onu itekledim.
"Sen nasıl bir adamsın ya! Hem kadını yerin dibine soktun hem de boğazına yapıştın insan mısın sen?" öfkesi devam ediyordu. Bana yandan bir bakış atıp ensesini ovaladı.
"Seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma." ellerimi saçlarıma geçirip çekiştirdim. Onu bu vurdumduymaz rahat halleri beni çıldırtıyordu.
"Kadını öldürecektin Şafak! Delirtme beni," nefesini oflayarak bıraktı. Ensesindeki elini çekip bana yanaştı.
"Kızım, savunduğun kadın seni tükürüğünde boğmanın hayallerini kuruyor sen gelmiş bana hesap soruyorsun." bir bakıma haklıydı sözlerinde ama bu daha demin neler olduğunu, neler olabileceği gerçeğini değiştirmiyordu.
"İyi de neden böyle oldu ki?" dedim birden gelen sakinlikle. Sırtını döndü. Ellerini arkasında birleştirip başını gökyüzüne kaldırdı ve gözlerini yumdu.
"Eylem ve aşırılıkları. Ben de fazla yüz vermişim demek ki." yanına adımladım. Onun gibi yüzümü gökyüzüne kaldırıp gözlerimi kapadım .
"Yine de bu yaptığın şeyi aklamaz Şafak." güldüğünü işitsem de gözlerimi açmadım. Onunda açamadığını düşünüyordum.
"İlk defa adam öldürmüşüm gibi konuşmasan mı?" kapalı göz kapaklarımın altından gözlerimi devirdim ve hemen yanımda olduğunun bilinciyle koluna omuz attım.
"Pisliksin." hareket etti. Kuruyup yerlere düşmüş yaprakların hışırtılarından ne yaptığını anladım. Şimdi tam karşımdaydı. Hem nefesi yüzüme vuruyordu hem de ağırlığının gölgesi üzerime vurmuştu.
"Öyleyim aksini hiçbir zaman iddia etmedim... Sen ne diye geldin de saklandın ağaçların arkasına onu söyle." tek gözümü açtığımda sırıtan bir Şafak'ı bulmayı beklemiyordum. Açık açık bana sırıtıyordu. Diğer gözümü de açıp bakışlarımı etrafta gezdirdim.
"Saklanmadım. Sesi duyunca ne olduğunu çözmek için duraksadım o kadar." başını yere eğip boğazını temizledi. Burnunun ucunu kaşırken beni ne hale soktuğunun farkında değildi. Zaten karmaşık olan aklım ve kalbimi bu tavırları allak bullak ediyordu. Başını yerden kaldırdı. Kıvrık dudakları yerini korurken gözleri yüzümde en çokta çillerimde dolandı.
"Ağacın arkasında mı?" kirpiklerimi peş peşe kırpıp yandan yandan gülümsedim ve "evet," dedim. Başını sağa sol sallayıp sakalını sıvazladı. Bana küçümser ama eğlenen bir bakış atıp sırıtmaya devam etti.
"İyi. Aferin sana..." benimle daha fazla uğraşmasın diye lafı ona getirdim.
"Neyse... Sen sakinleştin mi?" dudaklarını büktü. Gözleri bir anlığına boş ve manasız baktı ama dudaklarını aralayıp konuşmayı başardı.
"Sakinim ben." boğazımdan bir hırıltı yükseldi. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü tuttu. Karaları kısılıp bana yalancı bir öfkeyle baktı.
"Gülme Toral." sanki bunu demesini bekliyormuşum gibi kıkırdamaya başladım.
"Gülmesene kızım." deyip sabırla soluklandı. Benim ise kıkırtılarım yükselip kahkahalara dönüştü. başım gökyüzünde gözlerim yaprakların arasındaydı. Yarınlar yokmuşçasına yükselen kahkahalarım ağaçlardaki yuvalarında huzurla uyuyan kuşları uyandırdı. Hepsi kanat çırpıp kaçışmaya başlayınca gülüşlerim durdu ve birden ağlamaya başladım.
"Bak ya..." dedi homurdanarak ama duyduğumu bile algılayamadım. Dizlerimin üzerine düştüğümde başımda önüme düştü.
"Toral ne oldu şimdi?" omuzlarımı silkerek ağlamaya devam ettim. Bir şeyler homurdanıp yanıma çömeldi ve yüzümü görmek için başını iyice eğdi.
" Niye ağlıyorsun?" burnumu çekip derin derin nefesler alıp başımı ona kaldırdım.
"Kuşlar... Kuşları rahatsız ettim...." kesik bir soluk aldı. Gözlerini devirip başını yavaşça onaylamaz bakışlarla salladı.
"Buna mı ağlıyorsun kızım? Kuş bu uçup gider gelir." ağladığım yetmiyormuş gibi dudaklarımda titremeye başladı. Usanmış bir solukla geriye doğru çekilip yere oturdu Şafak. Ellerini yere yaslayıp uzun bacaklarını uzatıp ayakların üst üstte attı.
"Ağla anasını satayım. Bana mı ağlıyorsun sanki!" elimin tersiyle botuna vurdum ama canı acıyan ben oldum. Acıyan elimi tutup göğsüme bastır ters ters yüzüne baktım.
"Annemi ne karıştırıyorsun?" bakışları şaşkınlaştı. Kaşları çatılınca o iz yine kendisini gösterdi. O ize o kadar alışmıştım ki göremeyince yadırgıyordum asıl.
"Anneni karıştırmadım Toral." dedi benim aksime rahat bir tavırla. Bal gibi de karıştırmıştı.
"Anasını dedin ama?" gözlerini kapadı, kaşları alnına doğru hareketlenirken nefesini dudaklarının arasından oflayarak bırakıp gözlerini araladı ve yüzüme baktı.
"Lafın gelişi o!" tek omuzumu silkip dudaklarımı büktüm ve yaşlı yüzümü silip kollarımı göğsümde bağladım. Mızıkçı kız çocuğundan halliceydim.
"Anneme laf etme." dedim ciddi ciddi. Bakışları gözlerimde dolandı. O alaycı ifadesi silindi. Başını aşağı yukarı salladı ve paramparça bir tebessüm dudağının kenarına ilişti.
"İyi tamam, etmem Toral." gözlerim kırpıştı. Yüzüme farklı bir yere çevirsem de gözlerim onda kaldı. Uysallaşması hoşuma gitmişti.
"Aferin adam ol böyle." dememle dumura uğraması bir oldu. Şaşkın bakışları gülmemi tetiklese de kahkahamı içime gömdüm ama sırıtışım dudaklarımdaydı. Onu böyle şaşırtmak nedensiz bir keyif veriyordu.
"Ulan havasından suyundan mıdır ne oldu sana?" durduk yere miydi? Bu adam gerçekten Kabasakal'dı. Ne halden anlıyordu ne de hali düşünüyordu.
Yüzüne sırıtarak bakarken birden neden burada olduğumu hatırladım. Ona sormam gerekenler vardı ve o soruların cevapları Eylem'den, bizim bu değişkenli ruh halimizden daha önemliydi.
"Şafak. Ben sana başka bir şey soracağım ama tek soru tek cevap isterim bak sakın lafı dolandırma özlü sözler gibi cümleler kurma bana. Evet ya da hayır tamam mı?" ellerini yasladığı yerden çekip oturuşunu değiştirdi. Bacaklarını kırıp kendine çekmiş kollarını da dizlerine yasladı.
"Çok konuştun. Kapatma düğmen var mı?" bu kez ayağımla ayağına vurup yüzümü yalandan ekşiterek baktım. Konuşmamdan rahatsız olmuyordu. Olsaydı bunu anlardım çünkü rahatsız olan insanın tavırlarının nasıl olduğunu çok iyi biliyordum.
"Yok! Anaerkil bir sülalede büyüdüm ben. Ayrıca babam hukukçu annem psikiyatrist. Kaldı ki üç kız kardeşiz biz tabii bu kadar uzun cümleler kurarak konuşacağım." dedim yine uzun bir cümle kurarak. Bazen çenemin yayı çok gevşerdi ama bu genelde kızlarla yaptığımız pijama gecelerinde olurdu.
"Pes ediyorum. Sor ne soracaksan senin bu yeni sürümüne ayak uyduracak kafa yok bende." deyip başındaki şapkasını düzeltti. Bu şapka aşkı da başkaydı adamın. Onu şapkasız gördüğüm an çok kısıtlıydı. En son Rusya'dayken takmamıştı.
"Soracak mısın?" dedi sabırsızca. Neyi nasıl ifade edeceğimden emin olamasam da zihnimde yankılanan kelimeleri susturup hizaya sokmam bir iki dakikamı çaldı.
" Bu işte asıl ortak olduğun kişi babam mı Şafak?"
"Bakma bana şöyle! Babamı nasıl ikna ettin nasıl becerdin bilmiyorum ama bir şekilde başarmışsın bunu belli. Ama ucu açık kalan tek şey sensin. Senin çıkarın ne bu hikâyede onu çözemedim." kara gözleri dalgalandı. Yüzüme dalan bakışlarındaki ifade kırıldı. İkilem desem değil kararsızlık desem değildi bana hissettirdiği şey. Şafak benim aksime mantığıyla hareket eden bir adamdı. Gerçekçi ve analitikti.
"Evet dersem ne değişecek?" dedi pası bana atarak. Gerçek bir cevap vermeyeceğinden o kadar emindim ki haklılığım karşısında gülümsedim ve ona öylece bakarken ihtimallerin dalgaları aramızda gidip geldi.
"Bilmem. Belki hiçbir şey belki de çok şey." gözleri yere düştü. Aramızdaki kurumuş yapraklara dalıp gidince kaşlarım çatıldı. Bu kadar karanlıkta ve kapalı olması canımı sıkıyordu. Halbuki onunla yüzleştiğimiz gün babamı arayan oydu.
"Bunu babana sor Toral. Bu sorunun gerçek cevabını ondan duy." dudaklarım aralanıp kapandı. Çakışan bakışlarımızda başlayan kıvılcımlar hızlıca parlayıp söndü.
"Ama..." konuşturmadı beni. Ayaklanıp üzerini silkeledi ve bana arkasını dönemeden hemen önce "amasını bana bırak. Sen sorunu unutma yeter. Başka soru?" dedi.
"Yok." dediğimde başını salladı ve arkasını dönüp yürümeye başladı.
"İyi. Vëlla gelmek üzeredir. Bölgeleri öğrendim ama spesifik bir konum yok. Biraz uğraştırıcı olacak." peşinden ayaklandım. Aramızda iki adımlık mesafeyle yürümeye devam ettik. Patika yola çıktığımızda kendimi daha fazla tutamadım.
"Şafak, cevap verseydin dediğine inanırdım." dedim samimiyetle ama bu ona ne kadar geçti şüpheliydi. Durdu, omzunun üzerinden bana çatık kaşlarıyla bakınca kendimi azarlanan yaramaz çocuklar gibi hissettim.
"Hiç sanmıyorum Toral. Benim ağzımdan bir şey duyamazsın!" gözlerim açıldı. Aramızdaki mesafeyi aşıp yanında durdum.
"Al işte. Bu bile çok şey açıklıyor." dedim bir yandan. Ellerini pantolonun cebine sokup yüzüme doğru eğildi.
"Kur kafanda, aynen..." göğsüne vurup kaşlarımı çattım.
"Şafak sinir etme insanı." gülüp geçti. Önüne dönüp "he, he," diyerek yürümeye başlayınca kolundan tutup onu durdurdum ve karşısına geçtim.
"İnsanı sinir etme. Bir şey demeyeceğim deyip imalarda bulunma. Saman altından suyu yürütme. Cümlenin başını söyleyip ortasını kesme." dedikten sonra parmağımı yüzüne doğru sallayıp "ve bundan böyle sakın bir daha herhangi bir kadına, senden küçüğe, güçsüze her ne olursa olsun şiddet gösterme!" yüzüme birkaç saniye çatık kaşlarıyla baksa da sırıtması çok uzun sürmedi.
"Tamam öğretmenim. Tek ayak üstünde de bekleyeyim mi?" dediğinde tıpkı onun gibi alayla sırıttım.
"Fena olmazdı sanki." kesik bir nefes aldı. Dudakları arasından bıraktığında sıcak nefesi yüzüme vurdu. Bana başını sağa sola sallayarak bakıp ensesini ovaladı ve son sözleri söyleyen o oldu.
"Toral! Ağladın zırladın, güldün eğlendin tamam. Daha fazla uzatma..."
Vëlla gelmiş, çardakta bir araya toplanmıştık. Kim kimle olacak karar verilmiş ve planlar yapılmıştı. Tüm bu zamanın içinde Eylem'i ve ona dair hiçbir şeyi görmemiştim. Sanırım gitmişti. Çocuklarla köşeye çekilip her şeyin üzerinden geçip tüm planı babamlara aktarmaya karar verdiğimizde gözlerim Kurt ve Şafak'a kaymıştı ve o an babamın zaten tüm olan bitenden haberi olduğunu anlamıştım. Şimdiyse gece yarısını çoktan geçmişti. Şimdiyse evin önündeydik. Peri'nin boynuna Filiz annemin yıllar yıllar önce ördüğü pembe atkısını boynuna sarıp yanaklarını avuçladım. Bana gülümseyen yüzüne hayranlıkla bakıp yanağından öptüm. "Buralar ve bu delikanlılar sen de."
"Merak etme ve kendine dikkat et abla." ses çıkarmadım. Ona sıkıca sarılıp saçlarına yüzümü gömüp kokusunu uzun uzun içime çektim.
"Minel'i ara tamam mı mutlaka. Çok ihmal ettik onu. " dedim. Dün sabah gördüğüm rüya ara ara beni etkisi altına alıyordu. Gün içinde bulduğum bir boşlukta iki üç dakika kadarda olsa telefonda konuşmuştum.
"Tamam, tamam sabah söz arayacağım. Hatta konferans yaparız uygun olursa?" yanaklarını okşayıp saçlarını avuçlarımda toplayıp öptüm.
"Haberleşiriz." deyip son kez yanaklarını sevip onu bıraktım ve çocuklara ilerledim. Sırayla hepsine sarılıp vedalaştım. Dağhan sarıldığımda biraz kem küm etse de kollarını belime sardı.
"O telefonlar hep açık olacak. Kapanacağı zamanda mutlaka mesaj atılacak tamam mı?"
Homurdandılar ama başlarını da salladılar. Onlardan zar zor kopup ikizlere baktım ve dikkatli olmalarını tembihledim. Ekim küçük bir tebessümle başını eğdi Ekin ise bana boş gözlerle baktı ve "asıl sen dikkat et."dedi. Bir şey dememeyi tercih ettim. Sakince gülümseyip ona son kez baktım ve hemen arkamda duran Şafak'a döndüm.
"Gidebiliriz."
"Gidelim bakalım." deyip başıyla arabayı gösterdi ama arabaya yerleşmek yerine Serdar'a baktı. Ben de baktım. Önceki gördüğüm adamlar gibiydi o da. Uzun, yapılı ve kabaydı. Semi ve Emre de vardı Vëlla'dan. Semi orta boylarda bir sarışındı. Serdar ekip lideri gibi bir şeydi ama Semi ondan daha ağır duruyordu. Güzel ve güçlü bir kadındı. Emre ise gerçekten tam bir salaktı. Bir ara onları uzaktan izlediğimde Şafak onların yanında daha rahat daha kendi gibi görünmüştü gözüme.
Şafak elini yumruk yapıp göğüs hizasında kaldırdı ve sıkıp "Vëllai premtim." dediğinde Serdar başını salladı. Ve aynı hareketle aynı sözü tekrarlardı . Sadece o da değil Vëlla'ya dahil herkes yaptı bunu.
Arabaya yerleştiğimizde gözlerim Peri'ydeydi. Yoldan çıkana kadar, ev tamamen kaybolana kadarda gözlerim ondan ayrılmadı. Arabanın içinde uzun zaman sonra Cem Karaca'nın sesi yükseldiğinde gözlerim dikiz aynasından kopup Şafak'a baktı. Gözleri yoldaydı ve çalan şarkıya eşlik ediyordu kısık sesiyle.
"Annen çok mu severdi bu şarkıyı?" dedim.
"Sevmezdi."
"Sevmez miydi? Anlamadım." dedim. Bu şarkıyı ilk sorduğumda bana annesinin çok dinlediğini söylemişti. Sevmiyorsa neden dinlerdi ki insan?
"Sevmezdi ama çok dinlerdi..." deyip keder dolu bir iç çekti içine. Bir anlığına bana bakıp yeniden karanlık yola döndü.
"Annemle yaşadığımız ev çok büyüktü." dedi. Ondan böyle bir şey beklemediğimden anında dikkat kesildim ve koltukta yan dönüp kemeri çekiştirerek ona biraz daha yaklaştım.
"Annenle sen ayrı bir evde miydiniz?"
"Adana'da yaşıyorduk. Sadece ikimiz. Ara sıra babam gelirdi. Bazen bakıcılarda olurdu ama annem çok tutmazdı evde... Ben kendi odamda yaşardım o kendi odasında. Televizyon izlemezdik, parka gitmezdik, markete, alışveriş merkezine, oyun parkına... Hiç hatırlamam. Evde sadece eskilerden kalma antika bir radyo vardı. Sadece eski şarkılar çalardı. Günü gününe, saati saatine hep aynı sırada aynı şarkılar çalardı." virajı alıp hızını arttırdı. Şehre giden yoldan değil de Şile merkezine dönen göbekten saptığında nereye diye sormadım.
"Annen sadece onu mu dinlerdi?" başını salladı.
"Bir zamandan sonra sadece bu şarkıya eşlik etmeye başladı. Radyo çalmadığında da bunu mırıldanırdı." dikiz aynasından arkamızı kontrol etti. Ben de istemsizce arkama baktım. Kimse yoktu.
"Karadır bahtım kara..." diye mırıldandım. Yola bakıp saçlarımı sağ omzumda topladım. "Annen için bir anlamı olmuş olmalı." hırıltılı nefesler alıp verdikten sonra kendi tarafındaki pencereyi indirip boğazını sıvazladı.
"Onun için anlamını bilmem de bahtı sikilen ben oldum!" dudaklarımı ısırıp başımı kucağıma eğdim. Diyecek bir şey bulamadığımdan değildi susmam. Diyeceğim hiçbir şeyin onu teselli ya da iyi hissettireceğini düşünmediğimdendi. Şafak karanlığın içine doğmuş, o karanlıkta büyümüştü. Yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı her ne ise onu bugünkü adam yapmıştı. Yüzüme vuran rüzgarla saçlarım uçuştu. Şafak bana bir bakış atıp camı kapadı. Çok merak ediyordum ama annesinin hassas noktası olduğunu anlamak beni durduruyordu.
"O zaman birazda benim annemin şarkısı." dedim aniden ve uzanıp Cem Karaca'nın sesini kapayıp kendi telefonumdan Emir dayımın anneme yaptığı şarkıyı açtım. Şafak'a bir bakış atıp telefonun sesi yükselttim. Tek başınasın Aden nakaratına eşlik edip emniyet kemerini biraz gevşetip bacaklarımı kendime çektim.
"Sen biliyor musun benim annemin hikayesini?" dedim kafasını dağıtma ihtiyacı hissederek. Gülümsedi. Başını sağa sola eğip dudak büktü.
"Yani çok yüzeysel... Babanın annene ve size dair şeyleri yabacıların bilmesinden hoşlandığını hiç sanmıyorum. O yüzden hayır, ailene dair hiçbir hikayeyi bilmiyorum." kaşlarım hayretle kavislendi. Tamam Şafak, babamla yüz yüze gelmiş bir adamdı. Onu tehdit etmiş yoluna hep taş koymuştu ama ilişkileri nasıl bu yola evrilmişti bilmiyordum.
"Sen cidden babamla gerçek mana da tanışıyorsun," gülüp başını salladı.
"Ateşli bir ilişkimiz olduğunu söylemiştim." dedi ve arabayı durdurup bana döndü. Başıyla dışarıyı işaret edip kemerini çözdü.
"Haydi in. Özlemişsindir," dediğinde başımı yüzüme yansıyan ışığa çevirip dışarıya baktım. Rıza'nın Yeri tabelasının ışıkları yine parlayarak yanıyordu. Başımı hızla ona çevirince boynum sızladı ama umursamadım.
"Şafak?" başını salladı. Arabadan inip aralık kapıdan bana baktı.
"Babanın dakiklik gibi siktiri boktan bir huyu var Toral. Gecikmeden git uğraştırma beni onunla." hızlı hızlı başımı sallayıp arabadan indim. Şafak'ın güçlü adımları arkamdan duyuluyordu. Koşar adımlarla restoranın yüksek merdivenlerini çıkıp kapıdan içeri girdim. Gözüm sadece babamı aradı. Oradaydı, her daim ona rezerve olan masada sırtı bana dönük bir şekilde oturuyordu. Ayaklarım titredi. Sarsak adımlarım durduğunda kalbimin göğsümü çok sert ve fevri bir şekilde dövdüğünü hissettim.
Ağırca yutkundum. Kısacık bir zamanı kapsasa da yaşanılan şeylerden sonra ona ilk defa koşamadığım gerçeği yüzüme inceden vurdu. Yaşaran gözlerimi kırpıştırdığım sırada babam başını benden tarafa çevirdi.
Gözlerimiz kesiştiğinde rahat bir nefes verdi. Sandalyesinden kalkıp özel dikim kumaş ceketinin yakalarını düzeltti ve her zamanki sıcacık sesiyle "mavişim," dedi ve bana kollarını açtı.
"Baba!"
Adımlarım yeniden canlandı. Yaşaran gözlerim önümü bulanıklaştırsa da babama gittim. Yanına vardığımda açtığı kollarının arasına girip aylar sonra kollarımı babama sardım. O güçlü kolları bir an kaybetmeden bedenimi sarmaladı. Dudakları başımın üstüne kapandı. Kalbimin atışları huzurla sakinleşti, korkularım yok oldu. Endişeler kuş olup uçtu sanki. Öyle bir hafiflik sardı ruhumu. Babamın etkisi hep böyleydi işte.
"Hayırsız maviş seni. Evlat dedik, ilk göz ağrımız dedik ama ne baba arandı ne anne?" başımı göğsünden kaydırıp yüzüne baktım. Yıllar babamdan pek bir şey götürmemişti. Hâlâ yakışıklı, dinç ve dinamikti. Sadece birazcık göbek yapmıştı ama uzun boyu sayesinde çok göze batmıyordu ve bu durumdan en çok annem memnundu.
"Yaşamaya çalışmakla ve kendilerini her an öldürtebilecek çocuklarla uğraşmakla meşguldüm baba!" dedim dilime hakim olamadan.
Dudaklarını alnıma yasladı. Omuzumu saran eli saçlarımı avcunda toplayıp aşağı yukarı okşadı. "Anasının kızı seni. Laf sokacak fırsat buldun mu kaçırma sakın." başımı yeniden göğsüne yaslayıp kokusunu içime çektim. Kollarım daha sıkı sarıldı beline. Babamın kolları, kokusu, elleri, bakışları... Ona dair her şey ben de ve kardeşlerimde güven ve merhamet demekti.
"Annemler nasıl?" başımı göğsünden kaldırdı. Yanaklarıma ellerini yaslayıp parmak ucuyla tenimi, çillerimi okşadı.
"İyi herkes. Özlem dışında bir problemimiz yok." bende de farklı bir durum yoktu. Herkesi ama özellikle küçük kardeşimi daha çok özlemiştim.
"Minel iyi mi?" dedim endişeyle. Aklımın bir yeri hep onunla doluydu. Başını ağır ağır salladı.
"O da iyi. Yarışmalar malum kampa girecek ona hazırlanıyor." dediğinde sesine tok ve sert adım sesleri karıştı. Başımı arkama çevirdiğimde Şafak'ı gördüm. Yanında Paşalı denen adam ve nereden çıktığını anlamadığım Alp vardı. Babam ellerini yüzümden çekti. Kolunu omzuma dolayı beni yamacına çekti.
Gözlerim Şafak'ı izliyordu. Halinde bir değişim yoktu. Sadece fazlasıyla ciddi ve kendinden emin görüntüsüyle omuzları daha da geniş duruyordu sanki. Karaları bir an bana kaysa da yeniden babama döndü. Yanında ona bir şeyler diyen Paşalı'yı ne kadar duyduğu muammaydı.
"Geciktin!" Şafak umursamazca omuzlarını kaldırıp indirdi ve başıyla beni gösterdi.
"Gecikmedim. Senin kızın yürümeyi unuttu." dedi Şafak. Restorana girdikten sonra bir anlığına duraksadığımı görmüş olmalıydı.
"Beyler, konuşulması gereken asıl konu bu değil hatırlatayım hem neden ayaktayız oturalım," diyen Paşalı'ya baktım. Üzerindeki tek bir kırışık olmayan takımıyla fazlasıyla ciddi ve temiz görünüyordu. Sakalsız temiz yüzü yaşının getiriyle kırış kırıştı ama saçlarındaki akların benimkilerden daha az olduğuna yemin edebilirdim.
"Gel kızım." babam beni nahif hareketlerle çekiştirip masaya oturttu. Elimi tutup kucağına çekti ve parmaklarıyla tenimi okşamaya devam etti. "Saffet, kuymakla taş ocakta sade pide." diye bağırıp bana baktı ve göz kırptı. Herkesin bir zevki tarzı vardı ve ben kuymağı taş ocaktan yeni çıkmış pidenin arasında yemeyi çok seviyordum.
"Eh bize de bir çay su falan ver Saffet." dedi Paşalı ve babamun karşısına yerleşti. Şafak ise tam kaşıma oturduğunda yan masadan bir sandalye çekip masanın başına yerleşti. Fazlasıyla sessizdi. Bugün birkaç kez uygun boşluklarda Peri ile konuşmaya çalışmış ama bir karşılık alamamıştı. Ona bir an için üzülsem de Peri'nin o terkedilişten ne denli etkilendiği unutabileceğim bir şey değildi.
"Durum ne?" dedi babam. Direkt Şafak'ı muhatap almıştı.
"Serdar, Semi ve İlknura'nın liderliğinde üç gruba ayrıldılar. Uzay ve Andre'yi Serdar aldı. Dağhan ve Ekin ise Semi'yle. Ekim'le Hayat İlknura'yla olacaklar. Şamil ve Kurt ise istediğin gibi Cesur ile birlikte Mersin'deki işleri halledecekler. Vëlla'dan birkaç kişi daha diğerlerine uzaktan gözlemci olarak eşlik edecek. Emre ise Şile'de kalacak." dedi Şafak. Bakışlarım ikisinin arasında mekik okudu. İkisinin de kaşları çatıktı ve ikisi de fazlasıyla gergin görünüyordu. Birbirilerinden haz etmedikleri çok belliydi. Ama iletişimlerinin akışı daha önce defalarca kez karşı karşıya kaldıklarını kanıtlıyordu.
"Yer?" babam netti. O da her zaman sorusuna hiç uzatılmadan anlaşılır net bir cevap almak isterdi.
"Serdar Balkanlar'ı aldı. İlknura Orta Asya'yı, Semi ise Rusya ve çevresini." babama baktım. Kaşları mümkünü varmış gibi Şafak'tan daha çatık görünüyordu. Çenesinin seğirmeye başladığını fark ettiğimde yutkundum. Babam sinirleniyordu.
"Tam adreslerini neden bulamadın Şafak? Üstelik o herifle bir anlaşma yaptın." şu malum anlaşmanın ne olduğunu sanırım bir ben bilmiyordum. Şafak arkasına yaslanıp sağ elini masaya uzattı ve parmaklarını cam masanın yüzeyine vurdu.
"O da bilmiyor da ondan. Sadece babaların bildiğini söyledi. Öğrenmeye çalışıyor." Paşalı boğazını temizleyince bakışlarım ona kaydı. Konuşmayı tetikte bekleyerek dinlediği çok belliydi. Bakışlarımı fark edince bana bakıp başını eğip kaldırdı ve babama baktı.
"Mit müsteşarıyla görüştüm. Cem'in ekibinden birkaç kişi hepsine uzaktan eşlik edecek. Yanlarındaki vericilerden adım adım her biri takip edilecek. Her on dakika da bir kısa güncellemeler ve gün sonunda raporlama detaylı verilecek. Gerek görülürse onlarla iletişime de geçilecek." Paşalı susunca gözlerim hepsinde gezindi. Dağhan ihtimal vermemişti ama bu konuşulanlar bazı şeyleri artık tamamen açık ediyordu.
"Cem? Ferah'ın Cem mi?" babam bana yan bir bakış atıp başını salladı.
"Çocuklara bir şey olmayacak." dedi Şafak ama bunu babamdan daha çok bana söyledi sanki. Parmakları masaya vurmaya devam etti ve yeniden konuştu. "Sen asıl sevkiyattan haber ver?" babam burnundan soludu.
"Ne sevkiyatı?" dedim kendime engel olamayarak. Şafak'ın dudağının sol köşesi kıvırıldı. Bakışlarına tırmanan alay bedenimin gerilmesine neden oldu. Ağzından hayırlı bir şey çıkmayacaktı. Bundan o kadar emindim ki...
Kara gözleri mavilerime dokundu. Bakışlarındaki üstünlük rahatsız edici bir kabullenişe mecbur bırakıyordu adeta. "Babanda çamura parmak bandı Toral. Ondan bahsediyoruz." dediğinde irkildim. Ağzımı açıp laf edeceğimi anlamış olacak ki babam avuçlarının arasındaki elimi bir kez sıktı. Bu sus demekti. Kuru dudaklarım dilimle ıslatıp tedirgin soluklar aldım.
"Sevkiyat falan yok. Sen bana adreslerini öğreneceğim dedin ben de sana öğrenirsen hallederim dedim. Ama ortada ne bir adres var ne bir lokasyon. Sadece bölge isimleri. Bunu çok düşünmeye gerek olmadan bende söylerdim." dedi babam kestirip atarak. Sesi sert, donuk ve öfkeliydi. O sıra, burada ilk defa gördüğüm bir genç masaya geldi ve hepimizin önüne çay bırakıp gitti. O çayı alıp içen tek kişi ise Alp oldu. Üstelik höpürdetiyordu.
"O sevkiyat olacak Toral!" Şafak'ın öfkesi git gide artıyordu ama kendisini sıktığı kızaran boynundan belliydi.
"O sevkiyat olmayacak çünkü zaten olmadı." babamın aynı sertlikle ama daha rahat çıkan sesi Şafak'ın daha da kızarmasına neden oldu. Şafak ani patlamaların adamıydı ve karşımdaki adam şu ana kadar iyi dayanıyordu.
"O ne demek Yusuf?" Paşalı ılımlı bir şekilde konuştu ama o ılıklık ne babama ne Şafak'a değdi. Babam boğazını temizleyip Şafak'a ters bir bakış attı. "Oleg denen herif yemlemiş bunu. Sevkiyat dün sabaha karşı gerçekleşti." Şafak'ın bakışları karardı. Kaşlarının ortasındaki o iz ilk defa çukurlaştı. Bu beklediği bir şey değilmiş gibi duruyordu.
"Neyse ki Cem ve ekibi iş üstündeydi de olaya el attılar. Oleg mallarının İstanbul Boğazı'ndan geçip Avrupa'ya açıldığını düşünüyor ama o gemide sadece çer çöp var." Şafak babama baktı, baktı, baktı sonra da hiç beklemediğim bir şey yaptı. Kahkaha attı. Ciddi ciddi kahkaha attı. Gülüşü de kabaydı. Bir melodisi, tınısı yoktu.
Ensesini ovalayıp nefeslendi. Yüzünü sertçe sıvazlayıp ellerini aynı anda masaya şiddetli bir vurdu. Korkuyla titredim. Titreyen sadece ben değildim. Masanın cam yüzeyi de gerilmişti. Çay bardakları masaya devrildi. Babam sandalyemi geriye itekleyip kolunu önüme doğru uzatıp masaya yasladı.
"Siktiğimin puştu!" diye bağırarak küfretti o boşlukta Şafak. Alp ve Paşalı onun bu haline alışık olmuş olmalılar ki istiflerini hiç bozmadılar. Babamsa ona avına diş geçirmişi bir aslan gibi bakıyordu.
"Demek ki neymiş Şafak efendi herkesin lafıma öyle hemen güvenilmezmiş!" Şafak babama baktı. Karaları daha da kararmıştı. O bakışlarındaki bıçakla babamın soluğunu kesmek için an kolluyor gibiydi. Bu öfke babam mı yoksa onu yemleyen Oleg Kuznetsov için miydi orası tartışılırdı. Masadan kalkıp sandalyeyi gürültüyle yerine yeniden yerleştirdi.
"Bölgeler..." diye homurdandı Şafak.
"Yalan söyledi büyük ihtimalle ama yine de gidecekler. Bizi izledikleri belli. Bırakalım bizi gerçekten yemlediklerini düşünsünler." başım babamdan tarafa döndü. Bakışlarımı fark etti ama dönüp bakmayınca bende yeniden önüme döndüm. Stresle soluklandım. Çocuklar hiçliğe gideceklerdi.
Şafak, "eyvallah!" deyip arkasını dönüp çıkışa ilerledi. Restorandan çıkmadan hemen önce pantolonunun cebinden telefonunu çıkardığını fark ettim. O gözden kaybolurken Paşalı da ayaklanıp Alp'i bir baş hareketiyle yerinden kaldırdı. "O zaman bize de müsaade. Siz baba kız hasret giderin." deyip bize en uzak masaya doğru yürüdüler.
Bakışlarımı onlardan koparıp babama baktım. Önüme uzattığı kolunu geri çekip bedenini geriye yasladı. Elim hâlâ ellerindeydi. Elimi çektim ve ayağa kalktım. Babam bana çatık kaşlarının altından bakarken ona aldırmadan hareketlendim ve karşısına geçip oturdum. Saffet denilen çocuk ise bu anı bekliyormuş gibi masayı tek elinde tepsiyi taşır bir halde sildi. Kuymak tavasının ve sıcak pidelerin olduğu tepsiyi masanın ortasına yerleştirdi ve gitti.
Babam tepsiyi kendi önüne çekti. Sıcak pideyi bölüp içini dikkat ederek açıp kuymağı kaşığa dolamaya başladı. Gözleri ara ara bana değdikten sonra "nasılsın?" diye sordu. Omuzlarımı silktim. Önümdeki peçeteyi alıp oynamaya başladım.
"Dağınık. Düzensiz. Karmaşık." dedim saklanmadan. İyiyim diyecek halde yoktu bende. Babamda inanmazdı zaten.
"Sen nasılsın?" dudakları kıvrıldı ama gözleri nemlenmişti. Burnunu çekti.
"Derli topluyum kızım." sesinden etrafımı saran şefkatine sımsıkı sarıldım.
"Aksi düşünülemez tabii." kuymağı pidenin arasına iyice yedirip peçeteye sardı ve bana uzattı. Canım istemese de pideyi aldım. Yemek yemeyi bazı zamanlar tamamen unutuyordum ve babam şu anda aç olduğumu çok iyi biliyordu.
Pidenin kenarlarını minik minik koparıp ağzıma attım. Gözlerim bir masaya dalıp gidiyor bir babama bakıyordu. Sormak istediğim konuşmamız gereken çok şey vardı. Gözlerim çok hareket etmeden etrafı taradı. Herkes uzağımızdaydı. Elimdeki sıcak pideye düştü gözlerim. Kuymağı böyle yemeyi çok severdim ama şimdi midem hiç almıyordu. Tepsiye bırakıp ellerimi birbirine sürttüm ve babama baktım.
"Neden biz baba?" dedim. Sesim suçlayıcıydı. Çünkü içten içe babamı suçluyordum. Bu böyle olmamalıydı. Seçilen yol nazarımda yanlışlarla doluydu ve o yolun başında babam vardı. Yüzümün aldığı hal, mimiklerim, bakışlarım ve ses tonumun onu rahatsız ettiğini kaçırdığı gözlerinden anladım.
"Yani bu ülkede polis var, asker var, ajan var. Dünyanın yarısını istesek alacak kadar paramız var. Tetikçi tut, kiralık katil tut ne bileyim git paralı asker tut. Bunları yapabilecekken neden biz?" göğsü şişene kadar nefes alıp burnundan verdi. Ellerini birbirine kenetleyip masaya yasladı ve yeniden gözlerimin içine baktı.
"Çünkü güven denilen şey ne yazık ki artık kırıntı tanesinden dahi daha küçük kızım." sakalsız çenesini sıvazlayıp sessizce ofladı.
" Bu aileler... Sen sadece yüzde birini gördün ama bana inan bu insanlar çok daha fazlası kızım. Her yerdeler. Elimi nereye atsam onlara çalışan hainlerle karşılaştım. Adliyede, emniyette, orduda, mitte, mecliste dahi varlar. Her yerdeler Canan. O yüzden kimseye güvenemezdim." alnımı kaşıdım. Yetmedi ellerimi yüzüme kapayıp sıvazladım. Başımı tavana doğru kaldırıp boğazımı ovaladım ve sağılan aklımı toplayıp babama yeniden baktım.
"Sen de dedin ki bu işi sadece güvendiğim insanlarla başarabilirim ve bingo aklına biz geldik ve planını kurdun." gülümsedi. Başını aşağı yukarı sallayıp beni onayladı.
"Zeka konusunda üçünüzün de karıma çekmesi muazzam bir şey." istemsizce güldüm. Burnumun ucunu tutup nefesimi dudaklarımın arasından bıraktım. Babamın her meseleyi döndürüp dolaştırıp annemde bitirmesine hayrandım.
"Kendini hafife alma baba. Senden de çok şey kaptık." dedim ama beni onaylamadı. Pideyi bıraktığım tepsiyi önüme itekleyip "ye!" dedi. Oflayıp pideyi aldım ve gönlü olsun diye küçük bir lokma ısırdım. Ben pideyi çiğnerken babamda silkelenip yeniden ciddileşti. Yüzünü bana doğru eğip gözlerini gözlerime kenetledi.
"Kimseye güvenemezdim Canan ama bu işin peşini de bırakamazdım. Dayın, Uzay, Simge..." nefes alıp verdi. Dudaklarını birbirine bastırıp yutkundu.
"Herkes kapılarını bize kapattı kızım. Kimse yanımızda durmak istemedi. Kimisine canı tatlı geldi kimisine para. Sonra Uzay'ın intihar girişimi... Harekete geçmem gerekiyordu ve ben de geçtim. Yanıma Baran'ı, İsa'yı, Reber'i aldım. Sonrasını biliyorsun." başımı salladım. Biliyordum. Olayların nasıl ilerlediği, bu duruma nasıl gelindiği ortadaydı. Babam bir plan kurmuş bizi de o plandaki askerlerine dönüştürmüştü. Kızdığım tek şey çocukların bu plana dahil olmasıydı.
"Yiğit?" dediğimde gözleri restoranın en uç noktasında oturan Alp ve Paşalı'ya kaydı.
"Bir anlık boşlukta olanlara dahil oldu. Şafak onu güvence olarak yanına aldı." işte buna gerçekten güldüm.
"Güvence mi?" deyip yine güldüm. Kollarımı göğsümde bağlayıp bacak bacak üstüne attım.
"Baba, Yiğit artık Yiğit mi emin değilim haberin olsun."
"Böylesi daha iyi, bırak." dediğinde kaşlarım hayretle kavislendi.
"Neden?" omuzlarını silkti. Benim gibi arkasına yaslandı.
"Öyle. Boş ver." üstelemedim. Bakışlarım yeniden etrafta dolandı. Şafak ortalıkta görünmüyordu. Kaşınan alnımı yeniden taşıyıp parmaklarımı yanağıma vurdum. Aklımda gezinip duran sorular vardı ve hepsi Şafak ile alakalıydı.
"Onu nasıl ikna ettin peki?" kimi kastettiğimi anladı. Gözleri birkaç saniye boşluğa baktıktan sonra bana döndü.
"Ben değil kızım o beni ikna etti."
"Ne?" dedim aniden. Yayılışım sarsıldı. Dikleşip masaya doğru eğildim.
"O mu sana geldi?" başını ağır ağır salladı.
"Öyle. Onunla hoş bir tanışmamız olmadı." dedi eskilere dalıp. Çenesini yine sıvazladı ve derin bir soluk aldı.
"Dünya ölmeden bir iki saat önce, Şafak hastaneye gelip beni ve Baran'ı buldu. Bizi tehdit etti. Her şeyle, herkesle... Bu tehditler uzun süre devam etti. Ciddiydi Canan. O tehditler de gerçekti. Ne kadar sizi korumaya çalışsam da o hep benden bir adım öndeydi. Ne zaman bu işe kalkışsam birinizin fotoğrafı adliyedeki makam odama bırakılıyordu." son kelimelerini bastırarak söyledi. Makam odasına kadar girebilmelerini hakaret olarak algıladığına o kadar emindim ki.
"Ama sonra üç yıl kadar önce yine çıktı karşıma ve bu sefer tehdit etmedi. Benimle işbirliği yapmayı teklif etti." şaşırdım. Bir şekilde iş birliği yaptıklarına emin olmuştum ama ilk adımı atanın Şafak olması kabul etmek gerekirse beni şaşırtmıştı.
"Şafak boşuna gelmemiştir sana. Onu birazcık tanıdıysam çıkarına ters bir şeyler olduğundan sana gelmiştir kesin..." babamın kaşları çatıldı. Bana bakan gözlerindeki bakış derinleşti. Dilini dudaklarının arasında sıkıştırıp boğazını temizledi.
"Tanımak?" yutkundum. Gözüme düşen kaküllerimi parmaklarımla itekleyip "yani lafın gelişi," diye kem küm ettim. Gözlerimi babamdan kaçırıp dudaklarımı kemirdim. Şafak hakkında yaptığım yoruma takılan adam evlendiğimizi öğrendiğinde ne olacaktı Allah bilir.
"Peki," dedim dikkatimi yeniden asıl konuya çekerek. "Karşılığında ne istedi?"
Alnını sıvazladı. Sıkıntılı bir soluk bırakıp "özgürlük. Onu ve ikizleri bu işin sonunda her şeyden sıyıracağım. Tabii ondan istediklerimi gerçekleştirirse." merakla soludum.
"Ne istedin?" dudak büktü. Tek omzunu silkip elini masaya dengeli bir hızla vurdu.
"Her şeyi. Ona ve ailelere dair olan her şeyi." dedi ama bunu derken emin değildi. Sanki havada asılı kalan soru işaretleri vardı. Omuzlarım gerginleşti. Dudaklarımı kemirip gözlerimi kırpıştırdım.
"Ne kadarını verdi?" babam merakımın kokusunu aldı. Bana tersleyen bir bakış attı ama beni cevapsız bırakmadı.
"Bir kısmını ama işime yarayacak kadar değil." vereceğinden şüpheliydim. Şafak cidden işine geldiği gibi hareket eden bir adamdı.
"Annesi ve ikizler?" bakışlarını kaçırdı. Biliyordu. Annesinin hikayesini, ikizleri biliyordu. Ama söylemeyeceğine emindim. Babamın canı sıkıldı. Bu yüzünden akıyordu.
"Oralar kara kutu kızım. Oralara dokunma." hevesim kursağımda kaldı. Babam kırmızı çizgi çektiyse o kara kutu, etkisi yüksek bir patlayıcı olmalıydı.
"Tamam... Şimdi ne olacak peki?" bir kez daha arkasına yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu.
"Biz plana uyacağız. Çocuklar gidecek ve geri gelecekler. Peri ve Yalın, Şile'de güvendeler. Sen de eve dönüyorsun." dedi çok net bir şekilde. Dilim damağıma vurdu. Dudaklarımı birbirine bastırıp iç çekercesine soluklandım.
"Anlamadım?" sol kaşı kalkıp indi. Dudaklarını bir iki kez aralayıp kapadı.
"Eve dönüyorsun Canan. Bizi özledin, izin aldın ve eve döndün. Sonrasında gerçekten Brezilya'ya geri döneceksin." yanaklarımın içini ısırdım. Bu huyundan nefret ediyordum. Karşısında hâlâ çocuk varmış gibi davranıyordu.
"Buna kim karar veriyor baba?" sesim kontrolsüzdü ama neyse ki çok yükselmemişti.
"Ben." gözlerimi kapayıp sakinliğimi sürdürmeye çalıştım. Ama gerçekten dağınıktım ve bu dağınıklık duygu durumumu da çalkalıyordu.
"Karşında ağzından çıkan her kelime emir sayan emir erin yok. Yirmi sekiz yaşında, kendi kararlarını alabilecek yaşta bir kadın var." sözlerimin karşısında küçükten gülümsedi.
"Öyle mi küçük hanım, peki nasıl kararlar aldınız?" beni ciddiye almadığı açıktı. Gerçekten buradan onunla beraber eve döneceğime inanıyordu. Dönerdim de belki ama işler raydan çoktan çıkmıştı.
Babam işinde hep titiz bir insan olmuştu. Doğruyu yanlışı bu zamana kadar hep adil bir yerde ayırmış, doğru anda kararlar vermişti. Mesleği onun kutsalıydı. Onunla bütünleşmişti. Ama bu zaman kadar ailesiyle işini ayırabilmişti. Bizim yanımızda sadece Yusuf'tu. Aden'in kocası, Aden'in civcivlerinin babasıydı. Lakin şimdi fark ediyordum ki karşımdaki adam babam Yusuf'tan ziyade başsavcı Yusuf Toral'dı.
"Şafak'la anlaşma yapan tek kişi sen değilsin." dediğimde o gülümsemesi silindi. Kirpikleri birbirini dövüp göz kapaklarını titretti.
"Ne diyorsun kızım sen?" sinirlenmişti ancak bu kararlılığıma engel olmadı.
"Eve gelmiyorum baba."
"Canan!" elini tıpkı Şafak gibi masaya vurdu. Öfkesi ve şaşkınlığı gözle görülebiliyordu.
"Baba. Bu işe bizi sen soktun şimdi eve geliyorsun demekle olacak iş değil bu. Üzgünüm ama geç kaldın." nefesleri hırıltılı bir hal aldı. Masaya vurduğu elini yumruk yaptı.
"Ne anlaşması yaptın?" Şafak'la yaptığımız konuşmayı anımsadım. Kelimeler su misali süzüldü zihnimin içinde.
"Ona yardım etmemi istedi ben de kabul ettim. O çocukları canı pahasına koruyacak bende onun için Yarkın malikanesine yerleşeceğim." dedim. Babamla aramızda hep dürüst bir ilişki olmuştu ve benim için dürüstlük devam ediyordu.
"Sen ne saçmalıyorsun Allah aşkına?" küçük çocuklar gibi omzunu silkip başımı omzuma doğru eğdim.
"Ne duyduysan o baba." yumruğunu masaya vurdu ama çok şiddetli değildi. Sonra yumruğunu açıp bana parmak sallayarak konuşmaya başladı.
"Bana bak benim canımı sıkma. Anlaşma Falan yok! hem sen o eve girebileceğini mi sanıyorsun? Hangi hakla ve sıfatla?" alnımı kaşıyıp saçlarımı hırpalayarak ensemde toparladım. Söylemeliydim. Ağrımaya başlayan midem çalkalanıyordu sanki.
"Baba... Rusya'ya gittiğimizi biliyor musun?" salladığı parmağını indirip çatık kaşlarıyla yüzüme bakmaya devam etti ve "evet," dedi.
"Peki orada olanları?" dediğimde gözleri kısıldı. Yüzüme birkaç saniye baktıktan sonra sinirle soluklandı ve yumruğunu yine masaya vurdu.
"Sana söylemedi o puşt değil mi?" kaşlarını çatan bu sefer ben oldum. Sırtımı yumuşak sandalyeden sıyırıp masaya yanaştım. Aklım merakla bulanırken kalbim endişeyle attı.
"Neyi söyleyecekti?" dediğimde rahat bir nefes aldı.
"Nikah falan yok. Kurmacaydı o." duyduğumu o an anlamlandıramadım. O günü hatırlarken kurmacaya dair hiçbir şey hissetmemiştim oysa ki.
"Ama imza attık. Konsoloslukta üstelik." başını sağa sola salladı.
"Sahteydi Canan. Hiçbir şey gerçek değildi. Evraklar, memur, nikah defteri. Hepsi." bedenimi bir üşeme sardı. Şafak bunu bana söylememiş bir de o halimle eğlenmişti. Ellerim buz kesti sanki. Bedenimde inceden bir titreme vardı.
"Ama nasıl..." diye mırıldandım. Kimseyi şüphelendirmeden nasıl başarmışlardı bunu?
"Gerçekten böyle bir şey yapılmasına izin vereceğimi mi sandın?" uzanıp ellerimi tuttu.
"Ama neden?" dedim halbuki cevabını çok iyi biliyordum.
"O toplantıya girmeliydin ve bunun için evlenmen gerekiyorsa evlenecektin. Ama her şey sahteydi. Geçerliliği olmayan bir kağıda iki dakika kadar sonra mürekkebi silinen bir kalemle imza attın kızım. O itle evli falan değilsin... " ne zaman tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktım ama ciğerlerim yandı. Sevinmem ve nutku olmam gerekirken hissettiğim bu boşluk diken diken battı kalbime. Babam ellerimi okşayıp avuçlarımı öptü.
"Evli değil miyiz yani?" sesimdeki camlar dilimi kesti sanki. Ben ne yaşıyordum aklım almıyordu artık!
"Değilsiniz." burnundan soluyup sinirli bir şeyler homurdandı ve "sana söylememiş bir de puşt." dedi.
"Neyi söylememişim?" Şafak birden belirdi. Yanımdaki sandalyeyi ekip oturdu ve omuzunu oturduğum sandalyenin tepesine attı. Gözlerim önce onun eline sonra da baba kaydı. Babamın gözleri karardı. Ağırca yutkundu ve alev saçan o gözleri Şafak'a batı.
"Sahte evliliğinizi. Sana söyle demiştim." bakışlarım hemen yanımda oturan adama kaydı. Dudaklarının kenarında sinsi bir sırıtma vardı. Yüzündeki ifade içimi gıdıkladı. O üstten ve küçümseyen bakışlar atmaya alışık bir adamdı ancak yüzünde daha farklı bir ifade vardı. Daha güçlü, daha sert ve bir o kadar rahattı.
"Sahte olduğunu söylemedim evet." deyip bana baktı ve göz kırptı. Sırıtışı büyüdü. Başını sallayarak burnundan soluklandı ve babama yeniden baktı.
" Söylemedim çünkü sahte değildi."
"Ne!" babamla aynı anda verdiğimiz tepki bu oldu. Benim aldığım soluklar boğazıma dizilirken dakikalar içinde hissettiklerim beni duvardan duvara vurdu. Biri sahte diyordu bir gerçek!
"Canan Ahsen ile," adımı bastıra bastıra akıllara kazımak istercesine söyledi. "Gerçekten evlendim savcım. " babam ne ara sandalyesini devirerek kalktı. Şafak'ın yakalarına yapıştı fark edemedim. paşalı ve Alp'te yanımızdaydılar.
Babamın sesi de görüntüsü de bulanıktı. Gerçeklik algımı yitirmiş gibiydim. Kafamın içinde yükselen uğultu kulaklarıma da baskı yapıyordu. Bir elim göğsüme gitti. Haddinden fazla hızlı çarpıyordu ve babamın küfürlerine Şafak'ın kışkırtıcı gülüşleri karışıyordu. Başımı onlara çevirdiğim esnada Şafak babamın ellerinden kurtulup ayaklandı. Şimdi karşı karşıyaydılar.
"Sen buna nasıl cüret edersin!" babamın sesi yeri göğü inletecek kadar yüksek ve hiddetliydi.
"Öyle bir ettim ki. Hem de öyle bir ettim ki bak aklın hayalin şaştı." onları bir sis perdesinin ardında izliyordum sanki. Sesleri ve görüntüleri tam yanımdaydı ama bir o kadar da uzaktaydı. Titreyen ellerimi masaya yaslayıp sandalyeden kalkmaya çalıştım ama dönen başım adımlarımı sersemletti. Gözümün arkasında hissettiğim ağrı ve midemdeki bulantı ayakta durmamı engelleyecek güçteydi. Terleyen tenime yapışan sarı saçlarım önüme dökülürken arkamdaki sesler daha da yükseldi. Babam durmadan bağırıyor Şafak ise ona kışkırtıcı cümlelerle karşılık vermeye devam ediyordu.
"Benim karşıma sürekli engeller çıkarıp kuyumu kazarken benim elimin armut toplayacağını mı sandın babalık?"
"Ulan bak hâlâ konuşuyor. Ben sana o itleri görsün, tanısın, toplantıda ne konuşuldu bilsin diye bu yolu gösterdim sen gidip kızıma gerçekten nikah kıymışsın it oğlu it!"
"O kozu elime veren sendin. Bana yapmamı söylediğinde benim bunu kendim için kullanacağımı bilmeliydin." Şafak'ın sözleri babama bir tokat gibi çarpmış olmalıydı çünkü o yüksek perden çıkan sesi kesildi. Şafak ise sanki bu anı bekliyormuş gibi susmak bilmeden içinden karanlığı etrafa saçıyordu.
"Çocuklarını, yeğenlerini bu işe bulaştırırken temiz kalacaklarına, başlarına bir bok gelmeyeceğini düşündün... Fazla mı safsın sen savcım?" Şafak kızgın yağa suç sıçratmaktan kaçınmadı. Seçtiği kelimeler öylesine sivriydi ki bir hançer misali hepimizi kesiyordu.
"Sen... sen!" babamın bağırışıyla kararan gözlerimi kapadım. Yıkıldı yıkılacak haldeydim.
"Ben ilk defa tüm dürüstlüğümle sana geldim Toral. Yaptığımız anlaşmaya da bu zamana kadar sadık kaldım. Ama sen, sen benimde bir çakal olduğumu unutup sırf ben o masaya oturayım, diğer çakallara yem olayım diye benim abimin kanını akıttın. Yetmedi beni yine Behçet ile tehdit ettin..." Şafak'ın sözleri boğazıma dizildi. Yaptığı bu şeye şaşırmamıştım. Şafak buydu. Üstelik kartlarını da hep açık oynuyordu ve fark ediyordum ki yaptığı tek şey kartlarının açık olduğunu söylememekti.
Sancılı bir hissizlik damarlarımdan ruhuma akın etti. Masaya yaslı ellerimi sürükleyerek geri çektiğimde boşluktaki sallanışları dengemi bozdu. Sağa doğru yalpalandım ama düşmedim. Gözlerimi de açamıyordum.
"Bu saçmalık hemen sonlanacak. Hemen boşanacaksınız!" Şafak'ın gülüşü koca mekanda yankılandı. O ses gözüme vuran ağrıyı daha da arttırınca daha fazla bedenimi taşıyacak gücü bulamadım.
"Kabullensen iyi olur savcım çünkü senin kızın benim karım!" Şafak'ın sesindeki tını yüzünde yeniden o pis sinsi sırıtışın belirdiğini bağırıyordu. Susmak bilemeden konuşmaya da devam etti. "Daha doğrusu hayat sigortam."
Şafak bir savaşın içindeydi. Babam bir savaşın içindeydi. Biz bir savaşın içindeydik ama onların savaşında ilk galibiyeti alan Şafak olmuştu. Babamı benimle gafil avlamış onu kendi silahıyla vurmuştu. Düşmemek için direnmem birkaç saniye sürdü. Taşıyamadığım bedenim yeri boylarken kulağımda çınlayan şey Şafak'ın son sözleri oldu.
"Artık öğrenmişsindir. Savaşın kuralı kana kandır Toral."
***
Yorumlar