GÜLLERİN AĞITI 5. ACININ MÜREKKEBİ



                                                                          Selamlar,

Yeni bölümden herkese merhaba.

Umarım iyisinizdir.

Bölüm şarkısı Dedublüman / en dibine kadar. Dinlemek isteyenlere 😊

Bu hikaye günümüz tarihinden çok ileri bir tarihte geçmektedir. !!!

GÜLLERİN AĞITI, ADEN HİKAYESİNİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR. ANCAK BAĞIMSIZDA OKUNABİLİR. AMA FAZLA KARAKTER İÇEREN BİR HİKAYE OLDUĞU İÇİN ADEN'E GÖZ ATIP BURAYA GELEBİLİRSİNİZ.

GÜLLERİN AĞITI SOY AĞACI

Oy ve yorumlarınızı bekliyorummmm

Oy ve yorumlarınızı bekliyorummmm. Satır aralarında görüşelim. Coşsak mı biraz 🤭

Bölümler yazıldıkça gelecektir.

Son kontrolleri yapamadım. Hatam varsa affola!

20.03.2024

KEYİFLİ OKUMALAR

GÜLLERİN AĞITI 5

GÜLLERİN AĞITI 5. BÖLÜM

"ACININ MÜREKKEBİ"

Büyük sözlerin bedeli büyük olurdu.

CANAN AHSEN TORAL

24 EYLÜL / Arnavutluk - İşkodra

Şehir soğuktu, kasvetliydi ve alacasını yitirmişti. Yıllar hiç kimseye iyi gelmediği gibi tüm güzellikleri de beraberinde götürüyordu. Arnavutluk'a da zaman ihanet etmişti. Uzun sokakları, kirli beyaz ve gri duvarların hâkim sürdüğü evleri, kalabalığı ve gürültüsü yorucuydu. Evlerin siluetinde öfke, bazılarında nefret, bazılarında hüzün vardı.

Annem böyle şehirler için "şehirlerde insanlar gibidir. İçlerine çok insan sığdırırlar ama o insanların içinde sevgiyi bulamazlar. Seven güzelleştirir, sevilen güzelleşir. Seven renk katar, sevilen alacalı olur! Onlar sevilmemişler kızım," derdi. Ne kadar da doğruydu.

Araba camının ötesinde gördüğüm şehir sevgiyle hiç tanışmamıştı sanki. Kurak dallı ağaçları, kirden yolunu kaybetmiş asfaltları, aileleri örtbas eden evlerin nefretle boyanmış duvarları değersizliği iliklerime kadar hissettiriyordu. Arnavutluk'un şehirleri eskiden sevilir miydi bilmiyordum ama artık sevilmediği aşikardı. Kim bilir belki bu ülkenin şehirlerini sevgiden, değerden bu kadar mahrum bırakan o aileydi.

"Yanlarından ayrılma Eren! Eylem'le görüş ayarlamaları halletsin." Şafak'a baktım. Arnavutluk'a geldiğimiz andan itibaren sürekli telefondaydı. Sık sık Eren'le ve henüz isimlerini öğrenemediğim bir iki kişiyle görüşüyordu. Eren'i Bulgaristan'da dağ evinde bırakmıştı.

"Alp hallediyor o konuyu. Tek araba devam edeceğiz zaten. Uçağı ayarla Eren. Bir sorun istemiyorum anladın mı?" konuşurken âdem elması hep hareket ediyordu. Sakalları daha da uzamıştı. Kaba görünüyordu. Gerçi ona dair her şey kabaydı.

"Kabasakala benziyorsun," dediğimde telefondaki konuşması duraksadı. Yan gözlerle bana baktı. Bakışları hâlâ bendeyken "tamam, haberleşiriz." diyerek telefonu kapadı ve bakışlarını yola çevirdi. Dilime hâkim olamadığımdan kendime kızdım. Dilimin süzgeci bu aralar benimle değildi.

"Kabasakal mı?" dedi bir süre sonra. İfadesiz yüzüyle bana baktı. Kaşları hafiften çatılmıştı. Gözlerim gün ışığının vurduğu yüzünde gezindi. Sus çizgisinin sol tarafında kalan yara izi daha belirgindi. Dikiş izlerini saydım. On üç taneydi. O kadar öylesine, umursamazca atılmış dikişlerdi ki hekimliğim tetikleniyordu. Bu kadar özentisiz, gelişi güzel olan dikişler büyük ihtimalle steril olmayan ortamda ve anestezi olmadan atılmışlardı.

"Kabasakal kim?" dedi.

Umursamaz görünüyordu ama sesindeki merak kendini hissettiriyordu. Kaşlarının arasındaki o boşlukta sürekli çattığından dolayı olsa gerek ince bir çizgi vardı. Tam seçemesem de sol kaşında da bir yara izi vardı ama gür ve kalın kaşları yara izini örtüyordu. Yüzüne bakmak, tüm yaralarını görmek istedim anlamsız bir merakla ancak başından hiç çıkarmadığı siyah şapkası yüzüne gölge düşürüyordu.

"Toral?" bakışlarımı kaçırdım. Sessizce boğazımı temizleyip nefeslendim ve tekrar ona baktım.

"Eski çok eski bir çizgi film, Temel Reis. Oradaki bir karakter. Hep izlediğimden benzettim bir an..." gözlerini devirip alayla sırıttı. Bakışlarını yola çevirip kırmızı ışığa yakalanmadan hızlandı.

"Sen bu yaşta hâlâ çizgi film mi izliyorsun?" dedi. O kadar itici ve tetikleyici bir adamdı ki nefesini kesesim geliyordu. O alaycı sesi, küçük gören tavırları, üstten bakan bakışları ve çoğu zaman yok sayması insanı delirtecek derecedeydi.

"Evet ne olmuş?" terslememle daha da keyiflendi. Yeni bir sokağa saparken bana yandan bir gülüşle bakıp farkı bir yola girdi.

"Çocuk," güldü bana yeniden bakıp süzdü ve tekrardan "gerçekten çocuksun!" dedi.

Çocuk değildim. Yirmi yedisinde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış, meslek ve söz sahibi genç bir kadındım. Ancak onun değimiyle çocuk olmamın sebebi ailemdi. Annem ve babam o kadar güzellerdi ki bir çok insanın imrenerek, kıskanarak, iç geçirerek hayallerini kurduğu bir ailem vardı. Mükemmel bir anneye ve harika bir babaya sahip olmak şans ise ben, kardeşlerim ve kuzenlerim bu konuda dünyanın en şanlı insanları olabilirdik. Sevilerek, sayılarak, kıymet görerek büyümek insanın içindeki neşeli çocuğu kaybetmemesini sağlıyordu. Kim bilir belki de bu yaşımda bile çizgi filmleri izlememin sebebi buydu.

"Dikkat et o çocuk seni deşmesin," gözlerimi kaçırmadan baktım ona. Dudakları hayret eder gibi büküldü ama düzelmesi çok zamanını almadı. Sırıtışı yüzünden bir türlü silinmiyordu.

"Baytardın değil mi sen?" benim lafımı bana satması gözümden kaçmadı. Günlerdir bunu unutmaması da ayrı bir olaydı.

"Evet, veteriner hekimim ve zooloji alanında araştırma görevlisiyim," dedim tüm ciddiyetimle. Olduğum bu kişiden her zaman gururla bahsederdim. Annesinin izinden gururla giden bir kadındım. Alanlarımız farklı olabilirdi ama ikimizin de amacı aynıydı. İyileştirmek...

"Zooloji mi?" bilmediği sesinden anlaşılıyordu. Küçümseyen bakışlar atan taraf bu sefer bendim. Bir umut belki biliyordur, dalga geçiyordur diyerek yüzüne baktım ama yok. Gerçekten bilmiyordu.

"Hayvan Bilimi cahil adam, okulda mı okumadın sen?" bu adam gerçekten Kabasakal'dı...

"Hayvanlarla tüm ilişkim mideme inene kadar Toral!"

Yüreğime oturan ağırlık nefesimi kesti. Çenem titredi, gözlerim iznim olmadan dolup taştı ve karardı. Başımı çevirip gözyaşlarımı ondan saklamaya çalıştım ama başarılı olamamış olmalıyım ki Şafak bana seslendi.

"Toral, ağlıyor musun sen?" burnumu çektim. Titreyen dudaklarımı ısırıp insanların yemek zevki uğruna katlettikleri tüm hayvanlar için akan gözyaşlarımı sildim.

"Vahşi herif! Alçak, pislik, katil!" diye aniden ona dönüp öfkeyle bağırdım ve omzuna peş peşe sertçe vurdum. Afalladı. Bana şaşkınlıkla bakıp arabayı aniden sağa çekti ve durdu. Ona vuran ellerimi bileklerimden yakalayıp havada ikimizin arasında tuttu.

"Delirdin mi kızım sen?" şaşkın ve kızgındı. Ama bende kızgındım. Hiç çekinmeden, düşünmeden nasıl böyle cümleler kurabiliyordu. Vicdan yoksunu adamın tekiydi.

"Hayvanların nesli senin gibiler yüzünden yok oluyor! Pis adam seni. Tek ilişkisi midesiymiş. Kabasakal!" dudakları titredi. Gülmemek için kendisini tuttuğu belliydi. Ben burada hayvanlar için acı çekerken o gülüyordu bir de!

"Pis adam mı?" sesindeki o tını bozulmuş sinirlerimi daha da bozdu. Eğleniyordu. Başımızda onca dert yokmuş gibi bu halimle eğleniyordu.

"Evet, daha ağır hakaretler ederdim de terbiyem bu kadarına müsaade ediyor," genzinden kopan o hırıltıyla gözlerim kısıldı. Ellerimi tutuşundan kurtarmak için çekiştirdim ama tek yaptığım dibine daha da girmekti.

"Sen kesin adabımuaşeret dersleri de almışsındır," gözlerime bakan kara gözlerinden mavilerimi kaçırdım. Dudağımın kenarını ısırıp alt dudağımı ağzımın içine yuvarladığımda bakışlarının dudaklarıma düştüğünü hissettim.

"Elbette aldın," anneanne ah anneanne. Zümrüt Uyguroğlu'nun torunu olmak öyle kolay değildi. Elbette hepimiz o dersi ve nice dersleri almıştık.

"Sahi sana o derslerde mutfak tezgahında nasıl sevişilir ders mi verdiler?"

Bu ihlaldi. Bu net bir şekilde ihlaldi. Benim özelimi ağzına bu kadar rahat alabiliyor olması kendi içinde bir ahlaki değerinin olmadığını belli ediyordu. Bu benim özelim, benim hayatımdı. Bu kadar çirkince ağzına almaya hakkı ve haddi değildi.

"Seni var ya!" ellerimi hırsla kendime çekip tutuşundan kurtardığım elimle yüzüne güçlü bir tokat attım. Başı yana düştü. Kaşlarının çatılışı ve çenesini kasılışı aniydi. Ona bu tokat bile azdı. Bakışları beni buldu. Öfke oturan yüzünü bana doğru yaklaştırdığında onu göğsünden ittirdim ama milim kımıldamadı. Burnundan öfkeyle soluyup çenemden sertçe tuttu. Beklemediğim bir şey değildi ama yine de bu tarz şiddeti çağrıştıran olayları yaşamamış olmam korkama ve şaşırma engel değildi. Aksine çok normaldi... Çeneni tutan elinin bileğine parmaklarımı sardım ve ittirmeye çalıştım ancak uyguladığı kuvvetin yanında benim gücümün pek hükmü yoktu.

"Bir daha sakın cüret etme Toral!" dedi attığım tokadı kastederek.

"Sen de bir daha sakın cüret etme Yarkın!" dedim özel hayatıma burnunu sokmasını kastederek. Alayla gülüp yüzünü burnumun dibine kadar soktuğu sırada benim tarafımdaki kapı açıldı ve iki el beni kollarımdan tutup geri çekince Şafak çenemi sıkan parmaklarını indirdi.

"Abi? Canan Hanım?" Alp'in endişeli sesi arabaya yayıldı.

Şafak bende olan bakışlarını bir an bile çekmedi. Alp, işlerin ters gittiğini anlamış olacak ki beni arabadan çıkarttı. Ellerini bedenimden çekmeden yüzüme anlamaya çalışır gibi baktı. Şüpheci bakışları bedenimde hasar tespiti yaparcasına dolanıp çenemde birkaç saniye oyalandı. Kararan gözlerini birkaç kez kırpıştırıp nefeslendi sonra da beni arabadan bir iki adım uzaklaştırıp önüme geçti ve arabanın içine doğru eğildi.

"Abi sen birden durunca ben anlamadım. Dışarıdan da bakınca birbirinizi öldüreceksiniz gibi görünüyordu," dediğini duydum. Şafak ses etmedi. Bakışlarının ağırlığını hissediyordum ama onunla ilgilenecek halde değildim. Bugüne kadar yediği hayvancağızları düşünüyordum. Pis adamın, o koca midesini hayvan mezarlığına çevirdiğine emindim.

"Abi az bir mesafe kaldı. Canan Hanım benimle devam etsin," Alp son sözlerinden birkaç saniye sonra doğrulup yanıma yanaştı. Kahverengi harelerini bana çevirip titrek dudaklarına arasından arkadaki arabaya geçebileceğimi söyleyince hiçbir şey demeden arkamı dönüp arabaya ilerledim.

"Abi ben en iyisi önce çelik yelek giyeyim. Sana da getireyim mi ihtiyacın olacak gibi?" Alp'e görmese de gözlerimi devirdim.

"Siktir git Alp!" dedi Şafak bağırarak.

"Emrin olur patron."

Arabaya yerleşip emniyet kemerimi taktığım sırada Alp yanıma yerleşti. Bakışlarımı öndeki arabadan çekmeden kollarımı göğsümde bağlayıp ıslak kirpiklerimi kırpıştırdım. Şafak gaza basarak yol aldığında derin bir nefes aldım.

"İyi misin?" diye sordu endişeyle. Başımı gelişi güzel sallayıp alnımı kaşıdım.

"Çenen kızarmış," dedi kızgın sesiyle. Omuzlarımı silktim bu sefer. Görünen köy kılavuz istemezdi ama yine de dile getirmek istemedim.

"Adama neden tokat attın durup dururken?" başımı ona çevirdim. Kaşlarını alnına doğru kaldırmış merakla bana bakıyordu. O sorunca Şafak'ın söylediği sözler yeniden kulağımda çınladı ve hassas yanım kendimi toparlamama müsaade etmeden yine ağlamaya başladım. Şu an Canan değil Ahsen modundaydım. Yavrularım benim hassas noktam, kırmızı çizgimdi ve o kabasakal olan adam hepsini midesine gömmüştü.

"Ne dedi? Bir şey mi yaptı sana canını mı yaktı?" Alp'in telaşla bana meyledip ellerini uzattı ama bana dokunmakla dokunmamak arasında gidip geldi.

"Bir şey söylesene ne oldu?" boynumu omzuma doğru büküp Alp'e baktım.

"Bana... Bana dedi ki," ağladığımdan kesik kesik çıkan sesim cümlemi tamamlamaya yetmiyordu.

"Tamam sakinleş, nefes al ver," nefes alıp verdim. Gözyaşlarımı silip Alp'e baktım.

"Söyle şimdi ne dedi?" dudağımdan çıkacak iki kelimeyle Şafak'ı öldürecek gibi duruyordu. Ne diyeceğime göre karar verecek gibiydi. Çenemde biriken yaşlarımı silip konuştum.

"Hayvanlarla tek ilişkisi midesine inene kadarmış. İnanabiliyor musun bana bunu söyledi. Vicdansız adam, pis adam, cahil adam..." dediğimde arabada bir anda sessizlik oldu. Burnumu çekip yüzümü kuruladığımda Alp'in yan tarafımda kıvrandığını hissedince ona yeniden baktım ve olan oldu. Alp kahkahalar atarak gülüyordu.

"Komik mi?" başını salladı. Gözlerinden yaş aka aka gülmesi sinirlerimi derbeder etti. Gülmekten kasılan karnını tutup gürültülü nefesler aldı ama yetmemiş olacak ki camını indirip hava aldı. Tüm bunları yaparken gülmeye devam ediyordu.

"Değil mi?" dedi ve yeniden gülme krizine girdi. O kadar içten ve eğlenerek gülüyordu ki bana da sirayet etti. Burnumu çekerek gülerken Alp kendinden geçmişti. Onunda bozulan sinirlerinin sonucuydu bu sanırım. Fırsatını bulmuşken salmıştı kendisini.

"Adam o kadar inanamamıştı ki tokat yediğine şaftı kaymıştı resmen," o kadar çok gülüyordu ki dudaklarından çıkan her kelimeden sonra kahkahaları katlanarak artıyordu. Güçlü bir nefes alıp verdim. Avuçlarımı yanaklarıma bastırıp sakinleşmeye çalıştım. İyi olmuştu o Kabasakal'a.

"Tamam yeter," dediğimde başını salladı. Gülüşü yüzünde daimiydi ama büyük nefesler alıp gülmekten ağrıyan çenesini ovuşturarak dikleşti ve "huh!" diye soluklanıp ellerini direksiyona yaslayıp bana baktı.

"Elinde ağırdır senin canı nasıl yanmıştır kim bilir, kıyamam!" dedi. Omuzlarımı silktim. Onun canının acısı beni ilgilendirmiyordu. Ölene kadar yolu vardı.

"Beter olsun!" başını salladı. Arabayı çalıştırıp Şafak'ı yakalamak için gaza yüklendi. Ben sakince yerimde oturmuş yolu izlerken Alp yanımda ara ara kıkırdıyor, derin nefesler alıp kendisini sakinleştirmeye çalışıyor ama yeniden yeniden kıkırdıyordu.

"Sahi, hayvanlara özgürlük pankartın nerede senin?" gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Boğazımı temizleyip ciddiyet hırkamı üzerime geçirdim ve yan gözlerle Alp'e baktım.

"Babamın yakın bir arkadaşı var. İsa amca, emniyet müdürüdür kendisi. İşte, beni son katıldığım... Pardon organize ettiğim Hayvan Hakları Mücadelesi eyleminde tutukladı. O sırada da tüm pankartlarımı aldırdı ve üstüne bir de; bu olaylara yine kalkışırsan ölümümü gör, diyerek söz verdirince eylemdir, yürüyüştür bir daha kalkışmadım. Türkiye sınırları içerisinde tabii!" gülüşü küçüldü. Dudaklarının kıvrılışı düz bir çizgide kalıp durgunlaştı. Başını ağır ağır sallayıp iç çekti.

"Güzel... Güzel," dedi kendi kendine. Sesine sinen özlemle gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı ondan kaçırdım. Zamanı değildi. Şimdi değildi. Konuşmam gereken ilk kişi Uzay'dı. Onunla konuşmadan kimseyle derinlemesine bir konuşma gerçekleştiremezdim.

Devamında sessiz geçen yolculuk kapalı olan bir alt geçitte sona erdi. Şafak arabasının önünde durmuş sigarasını içiyordu. Alp inmeden önce bana bakıp "sakin kalmaya bak. Onun bu pasif agresifliğine de kanma. Rica ediyorum kaşıma!" dedi ve arabadan indi.

Şafak gözümde gerçekten pasif agresifti. Günlerdir onunlaydım ve her şeyi laftan ibaretti. Dış görünüşünün gücünü kullanmaktan ve telefonda ona buna bağırmaktan öteye gitmemişti. Belki de ben onu gözümde çok büyüttüğümden bu kadar etkisiz olmasına aldanıyordum.

Emniyet kemerimi çözüp arabadan inmeden önce onlara baktım. Alp rapor veriyor gibi duruyordu. İkisinin de bakışları aynı anda bana dönünce gerildim. Şafak bana bakarak konuşmaya başlayınca arabadan indim ve kapıyı biraz sertçe çarpıp onlara doğru yürüdüm. Karşısında durdum. Gözlerim yanağına kaydı. Elmacık kemiğinin üzerinde hafif bir kızarıklık vardı. Eserimden memnun değildim. Diğer sefere daha sert vurmalıydım.

"Eee, ne yapıyoruz şimdi?" dedim sanki adama hiç vurmamış, karşısında yediğini ima ettiği hayvanlar için ağlamamışım, çenemi hiç sıkmamış gibi.

Şafak bende olan bakışlarını Alp'e çevirdi. "İki dakikaya gelecekler," dedi ve siyah şapkasını çıkartıp avucunu başında gezdirdikten sonra yeniden taktı. Bana bakmadan arabanın etrafında dolanıp arka tarafın kapısını açtı ve sırt çantasını aldı. Benimde çantamı alıp arabanın üzerinden Alp'e fırlattığında gözlerim iri iri açıldı.

"Hey! Yavaş," bağırmamı umursamadı. Alp'e koşar adımlarla yaklaşıp elindeki sırt çantamı alıp kontrol ettim. Her zaman yanımda taşıdığım acil yardım kitimde bir sorun görünmüyordu. Fermuarı sertçe çekip çantamı sırtıma taktım.

Alp ellerini önünde birleştirmiş sıkı sıkı kapattığı dudaklarıyla bizi izliyordu. Bizimle göz göze geldiği her an dudaklarını kıvrılır gibi oluyor ama anında kendisini toparlıyordu. Kendisini gülmemek için tuttukça esmer teninin kızardığının farkında değildi tabii. Sahi bu halimizde gülünecek ne vardı?

"Ulan güleceksen gül sıçacaksan sıç karşımda yılan gibi kıvırma!"

Alp boğazını temizledi. Omuzlarını silkip başını hafifçe yukarıya kaldırdı. Dudakları artık kıvrık değildi. İfadesiz, boş bir eda sindi yüzüne. Şafak'a baktım kızgın gözlerle ama oralı olmadı. Acaba yılanların sürüngen olduğunu ve kastettiği kıvırmayla yakından uzaktan bir alakaları olmadığını söylemeli miydim? Soluklandım. O değil kızımı da çok özlemiştim. Güzel Lilith'im ben yokum diye huysuz huysuz tıslıyordu kesin. Bir ara Gabriel'i aramalıydım.

Tünelin ucunda beliren ışıklarla Alp ve Şafak aynı anda hareketlendi. Alp hemen yanımda durup bedeniyle beni perdelerken Şafak gelen arabaya doğru ilerlerdi. Araba durduğunda gözümü alan farları kapandı. Başımı sağ omzuma doğru eğip arabaya baktım. Ön kapıları aynı anda açılıp içinden iki adam çıktı. Gördüğüm kadarıyla ikisi de sarışın, uzun ve yapılıydılar. Şafak'a ilerleyip önünde durduklarında bilmediğim bir dilde selamlaşıp sarıldılar.

"Kim bunlar?" diye fısıldadım Alp'e.

"Vëlla." dedi çok kısık bir sesle. Kelime daracığımdan geçirdim ama yok, bildiğim bir kelime değildi.

"O ne demek?" dedim omzuna doğru başımı kaldırarak.

"Kardeş demek. Şafak Yarkın'ın buradaki kardeşleri," dediğinde kaşlarım ince ince çatıldı. Kafam şu an itibariyle allak bullaktı. Bu adamın kaç tane kardeşi vardı Allah aşkına?

"Ne konuştuklarını anlıyor musun?" diye sorunca başını salladı.

"Ne konuşuyorlar?"

"Karınları açmış ava çıkalım diyorlar," panikledim. Alp başını omzunun üstünden bana uzattı. Yüzündeki ciddiyetle daha da panikledim. Bu Kabasakal ve yaverlerinden her şey beklenirdi. Daha kaç hayvanı katledip midesine gömecekti bu herif?

"Ne avı ne açlığı?" dudaklarını birbirine bastırdı ardından ısırdı. Sonra da serseri bir gülüş belirdi.

"Seni avlayacaklarmış, kebap yapacaklarmış senden!" koluna orantısız bir güçle vurduğumda canı acımış olacak ki yüzünü buruşturdu. Koluna ovalayıp bana yavru köpek bakışları atınca "Pislik yapma!" dedim. Gülüşünü havada yakaladı ve kendini ani bir hızla toparlayıp boğazını temizleyerek silkelendi.

"Onların arabasıyla gideceğiz. Onlarda bizim arabalarla belirli bir mesafede bizi takip edecekler ve herhangi bir duruma karşılık saklanabileceğimiz bir yer ayarlamışlar. Onu konuşuyorlar," dedi. Başımı salladım, gözlerimi onlara çevirdiğimde konuşmaları sürüyordu. Anlık bir aydınlanmayla yeniden Alp'e baktım.

"Sen ne zaman Arnavutça öğrendin?" Şafak'ın bakışları bize kayınca Alp toparlandı. Bana birkaç saniye baktıktan sonra önüne döndü ve ellerini yeniden önünde birleştirdi.

"Üç yıl önce," dedi umursamazca.

"Maşallah be üç yıla ne çok şey sığdırmışsın. Alp, korumacılık, yeni diller... Maşallah sana!" bana bakmadı ama arkasında da olsam yüzünü görebiliyordum. Dudakları yine kıvrık ve sıkı sıkıya kapalıydı ancak gerilmişti ve bedeni onu ele veriyordu. Bedeninin beni tamamen kapatmasının rahatlığıyla alnımı sırtına yasladım ve kolunu sıvazladım.

"İyisin değil mi?" diye sorduğumda bedeni iyiden iyiye kasıldı. Derin bir nefes alıp iç geçirdiğini işittim.

"İyiyim büyük civciv. Korkma, merak etme." dedi.

"Alp arabaya geçin!" Şafak'ın bağıran sesiyle iki saniye yaslanmadığım sırttan kopup iki adım geriledim ve Alp'in arkasından çıktım. Şafak'ın yanındaki adamların bakışları anında beni buldu. Yüzlerinde daha demin fark edemediğim maskeler vardı. Medikal maske formundaydılar ancak siyah deriden yapılmaydı.

Şafak boğazını sertçe temizlediğinde bende olan bakışlarını hızla çekip Şafak'a baktılar. Alp korumacı bir tavırla bana doğru meyletti ve kolunu omzuma sarar gibi yaslayıp eliyle arabayı gösterdi. Yan yana yürüdük. Benim için arka kapıyı açıp geri çekildiğinde teşekkür edip arabaya yerleştim.

Alp arabanın önüne ilerleyip durdu. Gözleri Şafak ve diğerlerinin üzerindeydi. Başımı cama yaslayıp ben de onlara baktım. Şafak sırayla iki adamla erkeksi bir tavırla el sıkışıp sarıldıktan sonra Şafak bize doğru yürümeye başladı. O adamlar ise arabalara ilerledi.

Alp sürücü koltuğuna Şafak ise hemen yanına yerleşti. Alp beklemeden arabayı çalıştırdı. Şafak arabadaki navigasyonu açıp Alp'e nasıl ilerleyeceğini söyledi.

Alp, tünelin içinde dönüş yapıp süratle tünelden çıktı. Hava kararmak üzereydi. O iki adam arkamızdan belirli mesafede geliyorlardı.

Gözlerim navigasyondaydı. Mesafe azaldıkça gerginliğimde stresimde artıyordu. Şehirden uzaklaşıp sık ağaçların ve patika yolların olduğu bir güzergahta devam ediyorduk ve etrafın ıssızlığı korku filmlerini aratmıyordu. Aklıma dolan senaryolar cabasıydı. İhtimaller canımı sıkıyordu. Peş peşe yutkunup öne doğru hareketlendim ve iki koltuğun boşluğuna kafamı uzattım.

"Yaşıyorlardır değil mi?" ikisi de aynı anda bana baktılar. Alp hemen önüne dönse de Şafak bana bakmaya devam etti.

"Umarım," dedi bulanık bir sesle ve önüne döndü. Bakışlarımı ondan çekmedim. Bir süre sonra cebinden telefonu çıkardı ve birisini aradı.

"Ne durumdasınız?" bir süre karşı tarafı dinledikten sonra sıkıntıyla ofladı.

"İki dakikaya oradayız. İşaret verdiğimde yol açın!" dedi.

İçimden geriye doğru saymaya başladığım sırada silah sesleri duydum. İçimi kaplayan endişe tohumları yolunu bulmuşçasına göğsümü sıkıştırıp kalbime kıymıklar batırmaya başladı. Diken üstünde oturduğum koltuktan kayıp öne iyice yapıştım. Şafak daha demin aradığı numarayı yeniden arayıp talimatlar yağdırdı.

Silah sesleri artık daha da yakından geliyordu. Kararan havada, topraklı yolda tozu dumanı katarak ilerlerken Alp karşımızdan gelen iki arabayı görünce hızını arttırdı. Şafak bana dönüp "emniyet kemerini tak!" dediğinde hiç karşı gelmeden arkama yaslanıp emniyet kemerini taktım. Önümüzdeki arabalarla mesafemiz iyice azaldığında o iki araba aynı anda sağ sola kayarak bize yer açtılar.

"Düz ilerle. Korkma," dedi Şafak. Alp açılan boşluktan hızla geçip direksiyonu sola kırdı ve farkına bile varamadığım bir arabanın üzerine sürdü.

"Kuvvetli ama kontrollü bir şekilde çarp Alp!" Şafak'ın sözleriyle korkuyla çığlık atıp ellerimi yüzüme kapattığım an araba kuvvetle sarsıldı ve sağa sola yalpalandı. Arkamızda büyük bir gümbürtü duyulurken içinde bulunduğum araba drift atarak aniden durdu.

"Aferin lan! Aferin oğlum," dedi Şafak nefes nefese. Ellerimi yüzümden indirdiğimde Şafak'ın hararetle Alp'in omzuna vurup onu sarstığını gördüm. Alp gülerek kendisini geri çekmeye çalışıyordu ve ben onları allak bullak bir kafayla izliyordum.

Midem bulanıyordu. Bedenim titriyordu. Hızı sevmeyen biri olarak bugün bu arabada sınırlarımı sonsuza dek zorlamıştım. Bulanık gören gözlerimle etrafa baktım. Çarptığımız araba yan yatmıştı. Onun birkaç metre ilerisinde iki araba daha vardı. Şafak ve Alp arabadan inip çarptığımız arabaya ilerlediler. Temkinli hareketlerle arabayı incelediler ve önünde durup bir şeyler konuştular.

Sonra Alp, hiç ummadığım anda belinden silah çıkarıp arabanın içindekilere gözünü kırpmadan, tereddüt etmeden, eli dahi titremeden ateş ettiğinde oturduğum yere mıh gibi çakıldım... Midemden aniden yükselen safra genzimi yakarken yutkunmaya çalıştım ama başaramadım. Düğüm düğüm olan nefesim boğazımı tıkayıp nefesimi keserken titreyen ellerimi dudaklarımın üzerine kapatıp hıçkırıklarımı durdurmaya çabaladım.

Saç diplerimden enseme inen karıncalanma ve yanma göğsüme kadar sirayet etti. Acı ani ve baskındı. Ellerimin altında kalan dudaklarımı ısırıp nefes almaya çalıştım ama sıkışan göğsümü rahatlatamadım. şahit olduğum bu şey... Bu şey... Kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar ağırdı benim için. Gözlerimi sımsıkı kapatıp sakinleşmeye çalıştım ama gözlerimin önüne düşen bir anıyla yeniden sarsıldım.

"Acı nasıl bir şey anneciğim?"

"Mürekkep gibi kızım."

"Nasıl mürekkep gibi?"

"Acı yayılır, izini bırakır ve kendisine hapseder kızım. Yazıldığında silinmez, döküldüğünde temizlenmez, sindiğinde çıkmaz. Acı bir ruha saldırdığında artık onunladır. Ne kadar mücadele edersek edelim, ne kadar gülersek gülelim, hayata devam edersek edelim o artık hep bizimledir... Unutma anneciğim bedenimizin acıları öyle ya da böyle geçer ama ruhumuzdaki acı hep bizimle kalır."

"Senin hastaların o yüzden mi çok üzgün oluyorlar anne?" annemin dokunuşları hâlâ tenimde geziniyordu. Elleri saçlarımda dudakları başımdaydı.

"Evet anneciğim ama merak etme onlara acılarıyla yaşamayı öğrettiğimde mutlu olmayı öğreniyorlar..."

Ruhuma sinen yeni bir acı daha vardı. Omzuma oturan yeni bir yük, kalbime batan yeni bir ağrı... Yanlış neredeydi emin değildim. Doğru ne zaman bizi terk etmişti ondan da emin değildim. Ama kendimizi ne zaman kaybettiğimizi biliyordum. Biz, Dünya'nın ölümüyle benliğimizi kaybetmiştik. Ne kadar inkar edersek edelim gerçek tekti ve karşımızdaydı. Biz, artık biz gibi değildik... Savruluşumuzun amansız gücü yakamızı bırakmadığından yollarımız şaşıyordu.

"Allah'ım güç ver. Yalvarırım güç ver bana!" titreyen ve terleyen ellerimi siyah pantolonuma sürüp silkelenmeye çalıştım. Terden nemlenen avuçlarımı bu sefer birbirine sürttüm ama ne titremem ne avucumda biriken nem yok oldu.

Derin nefesler alıp yavaş yavaş verdim. Başımı yere eğip gözlerimi sıkı sıkıya kapatıp gözyaşlarımın geçmesini bekledim. Ya şimdi bu arabadan inip Alp'e bunu nasıl yaptı diye saldıracak ya da burada biraz daha durup kendime gelecek ve hiçbir şey olmamış gibi davranacaktım.

Alnımı kaşındıran kaküllerimi sertçe itiştirip yüzümü sıvazladım. Gözlerimi Alp'in üzerinden çekmeden emniyet kemerimi çözdüm. Arabadan inmek için kapıya doğru kaydığımda bize daha yakın duran arabanın kapıları açıldı. Yolcu tarafından iki bacak sarktı. Karanlıkta çok seçmesem de bacaklarını dışarıya sarkıtarak birisi oturuyordu. Diğer taraftan ise bir adam indi ve sakin adımlarla Alp ve Şafak'a yaklaşıp durdu. Öne doğru eğilip gözlerimi kısarak baktığımda araba farından yansıyan ışık sayesinde gördüğüm kişiyle duraksadım. Oydu. Kumral saçları yine dağınıktı. Kirli sakalları yerli yerindeydi ama zayıflamış görünüyordu. Oydu, Molnarlar'ın kayıp veliahttı Kurt'tu.

Durduğu yerde kollarını göğsünde bağlayıp Şafak'a bir şeyler söyledi. Ne söylediğini anlayamasam da Şafak'ın duruşu duyduklarının ardından gerildiğini gösteriyordu. Başımı biraz eğerek Kurt'un indiği arabaya yeniden baktım. Oturan her kimse aynı şekilde oturmaya devam ediyordu. Gözlerim daha uzakta kalan arabaya kaydı. Bu tarafa doğru gelen bir adam vardı. Arkasında kalan arabaya yeniden kaydı gözlerim lakin ışıklar ve karanlık yüzünden görüşüm net olmasa da yere çömelmiş kusan birisini fark ettim. Kusan kişinin başında ise dikilen birisi daha vardı. Kim olduklarını bilmem için yüzlerini görmeme gerek yoktu. Kusan kişinin üzerindeki kot ceket ve yanında dikilen kişinin duruşu kim olduklarını ele veriyordu. Uzay ve Dağhan'dı...

Gözlerim yeniden diğer arabaya kaydı. Hâlâ arabada oturan kişi de Andre olmalıydı. Vücuduma yayılan rahatlamayla gözlerimi birkaç saniye kapatıp iç geçirdim. Yaşıyorlardı ve aramızda sadece metreler vardı.

Uzay ve Dağhan'ın olduğu tarafta hareketlenme hissettiğimde o tarafa baktım. Uzay doğrulmuş sarsak adımlar atarken Dağhan arabanın arka kapısını açıp içeri doğru eğildi ve bir süre sonra kucağında birisiyle çıktı.

Yan yana sarsak adımlarla yürümeye başladıklarında Dağhan'ın kucağında taşıdığı kişinin üzerindeki gelinliği fark ettim. Kızı kaçırmayı başarmışlardı. Bir gelinimiz eksikti zaten! Dağhan kucağındaki gelinle birlikte Andre'nin yanında durdu. Uzay ise yürümeye devam edip Şafak'la tartışarak konuşan genç adamın yanında durdu. Bu çocuk sanırım Ekim'in ikiziydi.

Şafak, Uzay'ı fark ettiğinde bedenini ona çevirdi ve bir şeyler söyledi. Uzay alaycı bir ifadeyle konuştuğunda Şafak'ın öne atılıp Uzay'ı yakalarından tuttu. Endişeyle hareketlenip kapıyı açacaktım ancak Uzay'ın ifadesi hiç değişemeyince durdum. Konuşmaya devam ettiler. Uzay ne dediyse Şafak hırsla ve öfkeyle Uzay'ı yeniden sarsınca Uzay kendisini kurtarmaya çalıştı.

"Bu kadar yeter!" diyerek arabanın kapısını açtım. Gözlerimi dışarıdakilerin üzerinden çekmeden arabadan indim. Şafak ve Uzay'a doğru güçlü, emin adımlar attım. Şafak'ın elleri hâlâ Uzay'ın yakalarını tutuyordu. Nefretle harmanlanan bakışlarımın hedefi olduğunun farkında olmadan Uzay'a tehditler savuruyordu. Başımı Uzay'a çevirdiğimde mavileri mavilerime değdi. Bakışları bedenimde dolandıktan sonra ifadesiz yüzünde bir parlama oldu. Dudaklarında can bulamayan o sinsi sırıtış gözlerine düşmüş gibi görünüyordu.

"Ellerini kuzenimden uzak tut Yarkın!"

Uzay'ın duruşuna ve gözlerine yerleşen gücü fark edince yere daha sağlam bastım. Gözlerimi onun üzerinden çekmeden yanlarına yürüdüm. Şafak adım seslerimi duyduğunda Uzay'dan uzaklaştı. Öfke saçan gözleriyle bana döndü. Ona bakmaya tenezzül bile etmedim. Benim için şu anda sadece Uzay vardı.

Şafak'ın açtığı boşluğu doldurdum. Titrek bir soluk dokundu yüzüme. Gözlerimiz birbirimizin yüzümüzde dolandı. Kırık bir tebessüm tutundu dudaklarımıza. Kıvrık dudaklarını stresle ısırıp başını önüne eğince dayanamadım sıkıca sarıldım ona. Başı omzuma düştü, elleri belime sarıldı. Saçlarını okşadım.

Her kaybın sahibi farklıdır, demişti bir keresinde babam. Ölen aynıdır, giden aynı, kalan aynı ama acısı herkeste farklıdır kızım, demişti. Kayıp hepimizin kaybıydı, acı hepimizin acısıydı ama hiçbirimiz Uzay'ın yaşadığı kaybı, çektiği acıyı anlamlandıramazdık. Evet, Uzay kardeşini kaybetmişti biz kardeş bildiğimizi kaybetmiştik ama hiçbirimizin diğer yarım dediği bir ikizi yoktu... Acısına verdiği değer karşısında boyun eğmekten başkası gelmiyordu içimden.

"Uzay, ah Uzay insan içinde olmasak seni pek güzel döverdim," dediğimde güldüğünü hissettim. Saçlarındaki elimi sırtına indirip daha sıkı sardım onu ancak ince gömleğimden tenime sirayet eden ıslaklıkla geri çekildim. O ıslaklıkla aynı anda burnuma dolan kan kokusuyla yüreğim ağzımda attı.

"Uzay yaralandın mı?" ellerimi göğsünde, yüzünde gezdirdim.

"Neren kanıyor?" Uzay ellerimi tutup sakince sıktı.

"Korkma benim kanım değil." dediğinde kaşlarım çatıldı. Üzerine baktım. Çenesinde, boynunda süzülmüş kanlar vardı. Ellerimi tutan ellerine dokundum. Ellerinin üzerinde kuruyan kanlar nedeniyle cildi katılaşmıştı.

"Uzay kimin kanı?" nefes almadan konuşuyordum.

"Dağhan'ın mı Andre'nin mi?" elleri yanaklarıma çıktı. Parmak uçlarıyla yanağımı okşadı.

"Sakinleş abla lütfen. Şimdi değil, hâlâ tehlikeli bölgedeyiz gitmememiz lazım," dediğinde itiraz edecektim ki Kurt araya girince sustum.

"Uzay haklı bir an önce buradan gitmeliyiz," dediğimde bakışlarım ona kaydı. Sıkılmış görünüyordu. Ellerini göğsünde kavuşturmuş başını geriye atmış gökyüzünü izliyordu.

"Sen kimsin?" dediğimde başını bana doğru eğdi ancak Şafak peşimden konuşunca bakışları ona kaydı.

"Sahiden sen kimsin?" dedi Şafak. Gözlerimi tam olarak şu an tam olarak şimdi devirmek ve Şafak'a dönüp; sen onun kim olduğunu iyi bilirsin, demek istiyordum ama her istediğimizi söylesek kaçıncı dünya savaşı çıkardı kim bilir.

"Tanışırız, tabii burada kalmaya devam edip ölmezsek," deyince Şafak hareketlendi.

"Gidiyoruz!" dedikten sonra bana kısa bir bakış atıp Ekim'in ikizi olduğunu düşündüğüm gencin ensesinden sertçe tutup arabaya sürükledi. Alp'te peşinden giderken dönüp bana bakıp göz kırptı.

"O zaman arabalara geçelim," dedi Kurt. Arkasını dönüp Dağhan ve Andre'nin olduğu arabaya ilerledi.

"Toral! Gidiyoruz dedim," Şafak'a bakmadan ona orta parmağımı kaldırıp Uzay'ın elinden tuttum peşimden çekiştirerek yürümeye başladım.

"Ne işlere kalkıştın sen Uzay böyle mi konuştuk biz seninle?" bir yandan söyleniyor bir yandan Uzay'ı peşimde sürüklüyordum.

Dağhan ve Andre'nin önünden geçerken birkaç saniye onları süzdüm ve "siz ikinizde düşün peşime!" diye bağırmayı atlamadım. Onlarda peşimden geliyor olmalı ki Kurt'un; neden tek kaldığına dair homurdanmalarını işittim ancak bir yerlerime hiç takmadım.

"Geçin arabaya!"

Birinin bile konuşmasına, itiraz etmesine müsaade etmeden onlardan önce arabanın şoför koltuğuna yerleştim. Arabanın dışında birbirilerine aval aval bakıyorken peş peşe kornaya bastığımda birbirilerini itekleyerek hızlı adımlarla arabaya yerleştiler. Uzay yanımda diğer ikili arkadaydı.

"Anahtarı verin," dediğimde Dağhan arkadan anahtarı uzattı. Anahtarı alıp arabayı çalıştırdığım sırada Şafak'ın arabası yanımızdan hızla geçti. Onun peşinden Kurt peş peşe kornaya basınca hızlı davranıp arabayı çalıştırdım ve Şafak'ın peşinden ilerledim. Kurt ise tam arkamdan geliyordu.

"Eee çakma ajanlar anlatmak istediğiniz bir şeyler var mı?" Uzay dikiz aynasından arkaya baktı. Andre hep yaptığı gibi sessiz olduğunu düşünerek Fransızca bir şeyler mırıldanıp oturduğu yerde görünmemek için kaykıldı.

"Ne anlatalım istersin?" Dağhan her zaman olduğu gibi agresifti.

"Bilmem, yaptığınız bu saçmalıktan başlayabilirsiniz!" dedim.

"Saçmalık?" cevap Uzay'dan geldi.

"Evet saçmalık! Kendinizi nasıl böyle bir tehlikeye atarsınız ya nasıl yaparsınız bunu?"

Sessizliği tercih ettiler. Uzay'a baktım. Gözleri kapalıydı. Ellerinin üzerinde kurumuş kanı sertçe ovarak çıkarmaya çalışıyordu. Dikiz aynasından arkaya baktım. Andre görünmüyordu Dağhan ise başını cama yaslamıştı.

"Korktum..." dedim ilk adımı atarak. Bakışlarını bana çevirmeseler de kulaklarının bende olduğunu biliyordum.

"O adam, Şafak Yarkın. Bana sizin kalkıştığınız işi anlattığında çok korktum ve kim olduğunu umursamadan peşine takılıp size geldim. Korkularımda ne kadar haklı olduğumu şu an daha iyi anlıyorum. O insanların içine girip düğünden gelin kaçırmak ne demek? " Uzay'ın bana baktığını hissettim. Onunla olan hesaplaşmam sonraydı. Şu an önemli olan bugün olanlardı.

"Böyle olması gerekiyordu," dedi Uzay. Sinirle soludum.

"Uzay!" bağırışımla yüzünü ekşitti ve baskın bir tonla "abla!" dedi.

Dudaklarımı dişledim. Kötü bir ruh halinde olduklarını görebiliyordum ancak kendimi de durduramıyorum. Boğulacak gibi hissedince camı açtım. Hep öteliyor, erteliyordum ama illa ki konuşacaktım hepsiyle. İlla ki okuyacaktım canlarını.

"Telefon çalıyor," dedi Andre arkadan. Etrafıma bakınıp ses kimin diye bakındım. Uzay'dan geliyordu. Ceketinden telefonunu çıkarıp hoparlöre alarak açtı.

"Gelen var!" dedi telefon açılır açılmaz Kurt.

"İleride bize katılacaklar var. Onlar gelenlerle ilgilenir!" Şafak'ın ortamda patlayan sesiyle Uzay ile bakışlarımız çakıştı. Anlaşılan Kurt konferans araması yapmıştı.

" Çok yaklaştılar Uzay , sizi geçmek istemiyorum o yüzden hızlanın," Kurt'un susmasıyla gaza asılmam bir oldu. Ben hızlanınca Şafak'ta hızlanmıştı.

"Kız ne durumda?" diye sordu Uzay.

"Baygın. Ölmemiştir herhalde," Kurt'un sözleriyle anlık dikiz aynasına baktım.

"Gelir birazdan kendisine," dedi Dağhan.

Onlar konuşurken; Şafak, sinyal vererek dönüş yaptığında onu takip ettim. Farklı bir yola girdiğimizde yol kenarında peş peşe duran iki arabanın farları yandı. Biz o arabaları geçtiğimizde onlarda peşimize takıldı ve bir süre sonra silah sesleri duyulmaya başladı.

"Kurt?" dedi Uzay. Telefonu kapatmamışlardı.

"Mesafe bayağı açıldı. Kim bu arkamızı kollayanlar?" Kurt'un sözleriyle Alp'in dediklerini anımsadım.

"Vëlla," Şafak keskin bir sesle aklımdan geçeni söyledi. Kurt bu cevaptan sonra bir şey söylemedi.

Ben Şafak'ı, Kurt beni takip etti. Şehrin ıssızlığından kopup caddelerinde yol aldık. Takip edilmiyorduk ya da ben öyle sanıyordum çünkü kimse yoktu. Dakikalar saate everildiğinde İşkodra çok uzağımızdaydı. Yol nereye gidiyordu hiçbir fikrim yoktu ancak Şafak yolları avcunun içini biliyormuşçasına sürüyordu.

Şehrin çıkışında olduğumuzu düşündüğüm bir yolda Şafak yolu birden değiştirip ormanlık alana giren patika yola saptığında bir anlığına Uzay'a ve arkama baktım. Telefon hâlâ açık olduğundan "Yarkın?" dedim.

"Takip et Toral geldik sayılır," dedi Şafak kısa keserek ve telefonu kapadı. Onun peşi sıra Kurt'ta aramayı sonlandırdı.

Patika yolda hızımızı biraz düşürerek devam ettik. Yol ilerledikçe kulağıma çalınan sesle kaşlarım çatıldı. Yakınlarımızda helikopter olmalıydı. Sığ, geniş bir araziye girdiğimizde peş peşe durduk. Şafak, öndeki arabadan inerken emniyet kemerimi çözüp sırasıyla çocuklara baktım.

"İyi miyiz?" Andre omzunu silkti, Dağhan dalıp gittiği boşluktan sıyrılamadı Uzay ise hüzünle dudaklarını büktü. Derin bir nefes alıp başımı ağırca salladım.

"Peki. İlk kural Şafak Yarkın'la asla muhatap olmuyorsunuz. Duydunuz mu?" sessiz kaldılar. Uzanıp Dağhan'ın omzuna nazikçe dokunup sarstım.

"Dağ?"

"Dalmışım," dedi uykudan uyanır gibi. Bakışlarım yüzünde dolandı. Dalgınlık illet bir hastalık gibi yapışmıştı yakasına. Kaç kere kaza atlatmış, kavgaya karışmıştı dalgınlığı sebebiyle.

"Tamam... Çıkalım haydi." ilk ben indim. Peşimden diğerleri. Tam da tahmin ettiğim gibi bir helikopter, pervaneleri çalışır vaziyette biraz uzağımızda kalkmaya hazır bir şekilde duruyordu.

"Bulgaristan'a gidiyoruz değil mi?" diye sordu Andre. Ona döndüm. Elleri hırkasının cebinde boş bakışlarıyla etrafı izliyordu. Omuzlarına dalgalanarak saçlarının bir kısmını gelişi güzel yarım topuzla toplamıştı. Gecenin karanlığında arabaların ve helikopterin ışıklarından seçebildiğimde kadar siyaha yakın saçlarının aralarında tutam tutam çıkmış beyazlarına baktım. Dünya'nın ölümünden bir süre sonra teyzem ve annemin bir telefon görüşmesini tanık olduğumda öğrenmiştim Andre'nin birden beyazlayan saçlarını. İki kız kardeş telefonda bu duruma bayağı ağlamışlardı. Annelerimiz, senelerdir Dünya'ya ve bize ağlıyorlardı.

"Evet, oradan da Türkiye'ye!" dedim kendimi toparladığım sırada.

"Orası belli olmaz," diyerek homurdandı Uzay.

"Sen, sen sıranı bekle Uzay. Sus ve sıranı bekle," gözlerini devirip geçiştirircesine başını salladı.

"Toral haydi gidiyoruz!" Şafak'ın bağırışıyla o tarafa döndüm. Helikopterin yakınında durmuş bize bakıyordu. Kardeşi helikoptere binmişti. Alp ise hemen yanında duruyordu.

"Uzay, Alp'i anlat," dediğimde başını salladı.

"Alp?" diye sordu Dağhan.

"Anlatacağım." dedi Uzay.

"Geçin haydi," dediğimde yan yana helikoptere yürümeye başladılar. Onların peşinden bir süre bakıp hareketleneceğim sırada arkamda sesler yükseldi. Dönüp baktığımda Kurt'u kaçırılan kızla baş etmeye çalışırken buldum. Kız korkusundan olsa gerek ağlıyor, hareket etmemek için direniyordu ancak Kurt daha fazla tahammül edememiş olacak ki biraz sert davranarak kızı kollarından sıkıca tuttu ve sürüklemeye başladı.

Bu manzara karşısında kaşlarım derinden çatıldı. Onlara doğru hareket ettim ancak kızı görmemle adımlarım birbirine dolandı. Gördüğümü kavramam senelerimi aldı sanki. Karşımda yetişkin bir kadın görmeyi beklerken karşılaştığım şey bir kız çocuğuydu... Yüzü gözyaşlarından ıslanmış, yapılan makyajı tüm yüzüne yayılmıştı. Saçları dağılmış, duvağı başında kaymıştı. Üzerindeki gelinlik o kadar emanet duruyordu ki içinde kaybolmuş gibiydi.

Biz hangi çağda yaşıyorduk hangi zamandaydık algımı yitiriyordum artık. Zaman iyileştirmek, düzeltmek yerine daha da kötüye daha da pisliğe buluyordu sanki dünyayı. Bir çocuğa gelinlik giydirmek... Hiç bir şey değişmiyordu, hiç bir düzelmiyordu...

Kurt ve kız önümden geçip giderken bakışlarımı üzerlerinden çekmedim. Hepsi sorgulamadan, itiraz etmeden helikoptere bindi ama ben bir adım atmakta zorlandım. Boğazıma dizilen nefeslerim hareket etmemi zorladı. Öncesi, şimdisi ve sonrası bazı şeyler kolay kolay değişmiyordu ne yazık ki.

"Toral?" yanıma gelen Şafak'a baktım. Durgunluğumu fark etmiş olacak ki sorgulayan bakışları yüzümde gezindi. Titrek ve gürültülü nefesler aldım dudaklarımın arasından. Eskiden kuş kadar hafif olan göğsüm şimdi taşıdığı ağırlıklardan belini doğrultamıyordu.

"Minel hâlâ peluş oyuncağıyla uyur. O da benim gibi çizgi film izlemeye bayılır, bazen saatleri denk düşürür beni arar birlikte izleriz hatta. Biri şarkı söylediğinde hemen kalkar kıkırdaya kıkırdaya dans eder. Annem bizi civcivlerim diye sevdiğinden her şeyi sarı her şeyi civcivlidir. Bu yaşında bile babamın onu salıncakta sallamasını çok sever. Çocuk çünkü. Ergenliğe girmiş olsa da, genç kız olsa da liseli on beş yaşında bir çocuk..." dolan gözlerimi kırpıştırıp gözyaşlarımın akmaması için başımı göğe kaldırdım. Dudaklarımı ıslatıp içimden geçenleri onunla paylaşmaya devam ettim.

"Bu kızda çocuk Şafak. Belli, on beşinde ya var ya yok ve üzerinde gelinlik var! Regli olabilir, bedeni gelişebilir ama bunlar bu yaşta gelinlik giymesi, kadın olarak görülmesi için bir bahane olamaz! Olmamalı! Bu bildiğin pedofili, sübyancılık!"

"Kanlarını siktiğimin herifleri!" sinirle soludu.

"Aynen, aynen o dediğine katılıyorum," derken buldum kendimi. Ona baktım. Elleri cebinde, çenesi kasılmış bakışlarını kırpmadan kıza bakıyordu ama söylediğimi idrak ettiği an dudakları kıvrılır gibi oldu. Başını değil ama bakışlarını bana çevirdi.

"Biliyor musun buraya gelene kadar çok öfkeliydim çocuklara ama kızı gördüğüm an o öfke buhar olup uçtu. Şimdi iyi ki diyorum. İyi ki kızı kaçırdılar," ağır ağır başını salladı. Gözlerimiz gecenin karanlığında birbirine tutunduğunda ağırca yutkundum.

"Merak etme artık güvende!" dudağımın kenarına bir tebessüm asıldı. Kıvrılmak için büyük bir çaba harcadı ama ona bu şansı vermedim. Gözlerimi gözlerinden çekip önüme döndüm ve helikoptere ilerledim. Benden sonra Şafak'ta helikoptere yerleştiğinde kalkış için hazırdık. Alp'in helikoptere bindiğimde verdiği çantama sarılıp çenemi tepesini yasladım.

Uçuş boyunca kimseden ses seda çıkmadı. Gözlerimi bir an olsun Uzay ve Dağhan'ın arasında oturan kızdan çekmedim. Bedeni titriyor, durmadan sessiz gözyaşları döküyor ama başını kaldırıp hiçbirimize bakmıyordu. Korkuyla bastırılmış, baskıyla susturulmuş bir çocuk olduğu belliydi. Bu his içimi titrese de onun yerine bir anlığına kardeşlerimi koydum. Bedenim çektiği ruhsal acıyla kasıldı.

Onun yerinde Peri ya da Minel olsa onlara gelinlik giydirenlerin burnundan getirir, bin pişman ederdim. Dünyaları yakar yine de kardeşlerime dokunmalarına izin vermezdim. Ailemde olsa gözüm kimseyi görmezdi. Şartlar ne olursa olsun gerekirse kendimi feda eder ama kardeşlerime bunun yapılmasına göz yummazdım.

Eğer Peri'nin tahmini gibiyse bu kız; bazı kansızlar yüzünden harcanmış, gözden çıkarılmıştı. Bunu yapanlar büyük ihtimalle ailesiydi ve bu kanımın donmasına yetiyordu. Evet, aklım almıyordu. Çünkü bu benim gördüğüm, duyduğum, bildiğim bir şey değildi. Biz, sevgiyle sarmalanmış, aileleri için çok değerli olan çocuklardık. Bazıları için olağan kabul edilse de değersizlik gören, sevgisizlikle büyüyen çocukları görünce bu durumu aklımız almıyordu. Belki de sevgisizliğin ne olduğunu bilmediğimizdendi.

"Uyu biraz," dedi hemen yanımda oturan Kurt. Başımı çevirip ona baktım. Kolları göğsünde bağlıydı. Başı oturduğu koltuğun başlığına yaslı, gözleri kapalıydı.

"Uykum yok!" dedim ama yalandı. Uzun süredir bu kadar uykusuz ve aç duruyordum. Bünyemin bu kadar dayanıklı çıkması beni de şaşırtan bir durumdu.

"Merak etme kimse kuzenlerini öldürmez!"

"Kendi işine bak sen!" sesim ters ve sert çıktı. O da bu çıkışıma yarım yamalak güldü.

Gözlerimi kırpıştırarak yeniden karşıma baktığımda fark ettiğim gerçekle boğazım düğüm düğüm oldu. Aynı insanların kurbanıydılar. Aynı insanlar yüzünden kaybetmiş, aynı insanlar yüzünden hayatları altüst olmuşlardı. Dünya altüst olmuş bizde altında kalmıştık...

Titrek nefeslerimi sessizliğe gömmek istedim. Ağırca yutkunup yanağımı çantama yaslayıp başımı çevirdiğimde Şafak'ın karanlık bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. Normalde çekerdi bakışlarını ama bu sefer çekmedi. Ben de çekmedim. Savaşan bakışlarımıza hangimiz yenik düştü bilemediğim bir vakitte gözlerim yavaşça kapandı ve karanlığa kapıldım.

* * *

Sabahın ilk saatlerinde Bulgaristan'daki dağ evinin önünde yine peş peşe durdu arabalar. Herkes teker teker arabalardan inerken ben inmek için hareketlenmek yerine yanımda oturan kıza baktım. Gözyaşları asla dinmiyor, korkusu asla geçmiyordu. Hem hak veriyor hem de ondan tüm korkularını alıp ağlamamasını istiyordum ancak iletişime tamamen kapalı olması beni de zorluyordu.

Onun tarafındaki kapı aniden açıldı. sıçrayıp bana doğru kayınca kolumu koruma içgüdüsüyle gövdesini sarar gibi uzattım. Şafak başını içeriye uzatıp bize baktığında gözleri kızın önündeki koluma değdi. Dudaklarını birbirine bastırıp sakin bir nefes alıp verdikten sonra kıza baktı ve anlamadığım bir dilde konuştu.

Kız iyice korkup bana yanaşınca "Şafak?" dedim.

"Sorun yok Toral, inmesini ve güvende olduğunu söyledim," dediğinde alayla yüzüne baktım.

"O yüzden mi bana yanaşıyor?" ofladı. Başını geri çekip kapıyı sertçe kapattı.

"Dengesiz ya, yemin ediyorum dengesiz!"

Arabadan indikten sonra elimi kıza uzattım. Tutmaktan korktu. Titreyen ellerini yumruk yapıp kucağına yaslayınca uzandım ve ellerinin üstüne avcumu yasladım. "Okey," dedim ne diyeceğimi bilmeden. İngilizce konuşmaya devam ederek konuşup konuşamayacağını sordum ama hiç ama hiç tepki vermedi.

Korkutmaktan çekinerek elini tuttum ve kendime doğru çektim. Tedirginliği yüksekti ancak dudaklarımda gördüğü tebessümü samimi bulmuş olacak ki titreyen çenesine rağmen gülümsemeye çalıştı. Elini tutuşuma karşılık verip çok sıkmasa da elime asıldı. Arabadan indiğinde korkak gözlerle etrafa bakındı birkaç adım ötemizdeki erkekleri görünce korkuyla yerinden sıçrayıp arkama saklandı. Elini daha sıkı tutup baş parmağımla tenini okşadım.

"No problem," dedim basit herkesin bilebileceği kelimelerle.

"Biz geçiyoruz," diye bağırdım.

Gözlerimi kimseye değdirmeden dağ evine doğru yürümeye başladım. Ben adım attıkça elimi daha sıkı tutuyor, adımları adımlarıma karışıyordu. Kapıya vardığımızda arkama dönüp gülümseyerek ona baktım. Elini tutmayı bırakmadan önüme çektim ve bir elimi omzuna yaslamadan önce kapıya vurdum.

Koşuşturma seslerinden sonra kapı hızlıca açıldı. Ekim ve Peri yan yana karşımızda durduklarında gözleri benden sonra önümde duran kıza kaydı. İkisinin de gözleri iri iri açılıp yeniden bana kaydı.

"Abla?" dedi Peri şüpheyle.

"Kaçırılmasını söylediğin gelin hanım," dedim aynı zamanda gözlerimle önümdeki kızı işaret ederken.

"Ne?" dediler aynı anda. Şaşkınlıklarını anlıyor ve hak veriyordum. İnceleyen bakışları önümde titreyerek duran kızda gezinmeye başlayınca boğazımı temizledim.

"Kızlar çekilinde girelim," dediğimde geriye doğru çekilip bize yol açtılar ancak bakışları bir an olsun bizden kopmuyordu.

İçeriye girdiğimizde kızı koltuklardan birisine oturttum. Çekingen tavırlarıyla köşeye kadar kaydı. Ardımda adım sesleri duyunca döndüm. Kızlar hemen arkamda duruyorlardı. Diğerleri de peş peşe içeriye giriyorlardı ama Yalın ve Hayat yoktu.

"Yalın ve Hayat nerede?"

"Evin biraz ilerisinde bostandan bozma bir bahçe var oradalar," dedi Peri. Yaşadığı hayret sesine de yansıyordu. Böyle bir planı kurarlarken karşılaşacakları sonucun bu olmadığı belliydi. Onlar kendi yaşlarında ya da benim yaşlarımda bir kadınla karşı karşıya kalmak hatta belki zorbalamayı bile haya ettikleri birini karşılarında görmeyi beklerken yaşadığımız şey bambaşkaydı.

"Evet," dedim kendi kendime.

Küçük ev aldığı kalabalıkla daha da küçülmüştü. Şafak benim herkes bir yerlere otururken gözlerim istemsizce Yalın ve Hayat'ı arıyordu. Peri korku dolu sesiyle "Uzay!" diye bağırdı. Uzay hâlâ kanlı kıyafetlerleydi. Peri ona koşarken ben Ekim'e dönüp "nerede bu bostan?" diye sordum.

"Evin arkasında ormana açılan yolun kenarında," deyince başımı sallayarak çıkışa yürüdüm. Evden çıkıp arkaya ilerlediğim sırada Hayat ve Yalın'ı gördüm. Ellerinde büyük sepetle geliyorlardı. Evin sınırları içerisine girdiklerinde beni fark ettiler.

"Abla!"

Koşar adımlarla yanıma geldiklerinde Hayat sepeti bırakıp beni kucakladı. Beline sarılıp Yalın'a baktım. Elimi uzattığımda sepeti bırakıp yanımıza geldi ve Hayat'ı ittirip bana sarıldı. İkisi atışmaya başlamadan "herkes evde, hepsi iyi. Geçelim haydi." diyerek sarılmalara son verdim.

Eve geldiğimizde Yalın ve Hayat'ın tepkisi Peri'nin kadar yüksek olmasa da onlarda endişeyle Uzay'a gittiler. Onun iyi olduğunu anladıklarındaysa bir koltuğun köşesinde büzülerek oturmuş olan kızı fark ettiler.

"Oha!" tepkisi Hayat'tan geldi.

Salona tam girmeden yukarı çıkan merdivenin önünde durdum ve sadece izledim. Herkes susuyordu. Bakışları birine değmeden farklı yerlerdeydi. Kurt tamamen ortamdan sıyrılmış masada Hayat ve Yalın'ın getirdiği sepetteki meyveleri yiyordu. Şafak ise beklediğim gibi donuktu. O da büyük ihtimalle nasıl ilerleyeceğini şu an düşünüyordu.

"Uzay!" diyerek sesimi çıkardım. Ortamdaki tüm bakışlar beni buldu.

"Dışarıya gel. Konuşacağız!" dedim. Evden çıkmadan Kurt ve Alp'e kısa bir bakış attım. Alp bakışlarımı fark etti. Bana bakmadı ama başını belli belirsiz salladı. Kurt ise göz kırpıp elma yemeye devam etti. Evden çıkıp arabaların olduğu yola ilerleyip rastgele bir arabanın önünde durdum. Taşlı yolda Uzay'ın adım seslerini işitince ona döndüm. Elleri cebinde sakin adımlarla bana doğru geliyordu. Gözlerim kan izlerindeydi. Kontrolsüzlüğün kol gezdiği bir anda yaşıyorduk ve kontrolsüzlük asla tahammül edebildiğim bir şey değildi.

"Canan Ahsen Toral, görüşmeyeli nasılsın?" dedi karşımda durduğunda.

"Berbat... Uzay Uyguroğlu, görüşmeyeli nasılsın?" usulca gülümsedi.

"Senden hallice."

Yüzünü, buruk bir tebessümle izledim. Eskiden çok masum bir yüz ifadesi vardı. O kadar masumdu ki bazen erkek güzeli diye takılırdık ona. Şimdi o masumluk yoktu. Kara bir boşluk çökmüştü mavi gözlerine. Acı bir tebessüm sinmişti dudaklarına. Hiç uzamadığını düşündüğümüz sakalları şimdi yüzünü kaplıyordu. Biz kızları kıskandıracak kadar düz ve küçük olan burnu artık yamuktu. Ne zaman kırıldığını bile bilmiyordum...

"O zaman eteklerimizdeki taşları dökelim," dediğimde güçlü bir solukla göğsünü şişirdi ve nefesini oflayarak bıraktı. Önünde durduğum arabaya yaslandı. Elleri hâlâ cebindeydi.

"Ne konuşalım?"

"Uzay, dalga geçme lütfen. Bu olanlar bizim konuştuklarımızın çok dışında!"

"Ben böyle uygun gördüm," dudaklarımı dişledim. Ağır ağır yutkunup dilimi dişlerimin arasında sıkıştırdım. Bir elim belimde bir elim alnımda ona baktım.

"Bir yılda ne değişti Uzay?"

"Hiçbir şey. Sadece bilmen gerektiği kadar bildin..."

Alnımdaki elim yanıma düştü. Eğik duran başım doğruldu. Söylediklerini dilimin ucunda tekrar tekrar bağırarak söyledim kendime. Sesim yankılandı zihnimde. Dilimi daha da kuvvetle ısırdığımda damağıma kanım dağıldı. Dağılan kanımı yuttum. Kan yutmaya alışıktım...

"Her şeyi en baştan anlat hemen! Hemen Uzay!" sakin ama durgundu. Başını dağ evine çevirip bir süre baktıktan sonra mavi gözleri tekrar beni buldu.

"Annemler İstanbul'a taşındıktan sonra ben bir süre Mersin'de kalmaya devam ettim biliyorsun," başımı salladım.

"Dünya'nın ikinci yıl dönümüydü..." başını yere eğdi. Sol elini cebinden çıkarıp boğazını ovaladı. Dünya'nın adı geçtiği an hepimizin gözlerine damlalar düşüyordu. Yanına gittim. Onun gibi arabaya yaslanıp boğazını ovalayan elini tutup kucağıma çektikten sonra omzunu öptüm.

"Ben oradaydım. O koyda kumsalın karşısındaki uçurumda," yutkunmaya çalıştı ama beceremedi. Boğazındaki yumruyu görmesem de orada olduğunu biliyordum. Tuttuğum eline diğer elimi de yaslayıp başımı eğerek yüzüne baktım. Kirpiğinde sallanan gözyaşını görünce ince bir sızı dağıldı ensemden vücuduma. Ağlamamak için direndikçe gözlerimi yaktı gözyaşlarım. Parmaklarımı uzatıp yaşını silmek istedim ama yapamadım.

"Kucağımda beyaz güller vardı. Bir sürü hem de. Kocaman..." ben silemediğim yaşını kendi sildi. Kızaran dudaklarını birbirine bastırıp başını sağa sola salladıktan sonra saniyeler içinde kan oturmuş gözlerini gözlerime çevirdi.

"O güllerle birlikte atacaktım kendimi, Dünya'ma kavuşacaktım." göğsümün orta yerinde bir kor tutuştu. Düşmemesi için direndiğim tüm yaşlar bir bir aktı Uzay'ın ellerine.

"Uzay..." dedim ama sesim çıkmadı. Avcumu boynuna alnımı yanağına yasladım. Ağlamamak için direndim. Hıçkırıklarımı yutup derin nefesler aldım. Ağlamak onun hakkıydı, dağılmak onun hakkıydı.

"Ne annemi gördü gözüm ne babamı. Sadece Dünya vardı... Ölmek istedim, korkmadım, düşünmedim. İşte..." dedi ama kelimeler sanki boğazına dizildi. Başımı geri çekip yüzüne baktım. Gözleri uzaklardaydı. Titreyen elimle çenesinde biriken yaşlarını sildim.

"Sonra ne oldu?"

Ellerini kendine çekip yüzüne kapadı. Derin nefesler alıp verdikten sonra ellerini yüzünden çekip başını göğe kaldırdı. Göğsünden yükselen hırıltılar canımı sıktı. Sağlıklı değildi. Ne bedenen ne ruhen sağlıklı değildi. Hoş, yine iyi dayanıyordu. Başını yeniden eğip kollarını göğsünde bağladı.

"Bir adım kalmıştı. Tek bir adım kalmıştı ama biri tutup çekti beni. Güllerde sahibine bensiz kavuştu..." titrek ve gürültülü soluklar aldım. Kanım çekiliyormuş gibi hissediyordum. Gözlerim ellerime düştü. Zaten beyaz olan tenim daha da beyazmış gibiydi.

"Kurt' tu." dediğimde başını salladı.

"Orada tanıştık... Sonrada kim olduğunu öğrendim. Dövdüm biliyor musun?" bakışlarımız çatıştı. Dudaklarına haylaz bir gülüş oturdu.

"Hiç engel olmadı bana. Korumadı kendisini, sanki canı acıdıkça rahatlıyor gibiydi... Neyse sonra biz konuştuk. Anlattı kendisini. Babası olacak it gördüğü her deliğe kayanlardan." boğazımı temizlediğimde gözlerini devirip kıstığı gözleriyle etrafa bakındı.

"İşte biliyorsun sen de hikayeyi zaten. Agron Molnar'ın gayri meşru çocuğu," başımı salladım.

"Biliyorum biliyorum ama neden intikam istiyor orası bende hâlâ muamma," omuzlarını silkti.

"Yeniden sor, anlatır belki." bunu en yakın zamanda yapacaktım.

"Devam et," dedim. Doğruldu. Bağladığı kollarını çözüp ellerini yeniden pantolonun ceplerine yerleştirdi.

"Bana Dünya'nın intikamını almak ister misin diye sorduğunda; tamam dedim. Tamam Uzay aradığın ve istediğin şey tam olarak bu. Kabul ettim. Sonra planımızı yapmaya başladık ve çaldığımız ilk kapı sen değildin," buruk bir gülüşle başımı salladım. Bunun farkına varalı çok olmamıştı.

"Biliyorum...Kapısını çaldığın ilk kişi Yiğit... Pardon Alp'ti değil mi?" soluk bir gülüş sundu bana.

"İçeride sağlam bir adam lazımdı. Aklıma ilk Yiğit geldi. O da söyler söylemez kabul edince geriye planı uygulamak kaldı. Adını değiştirdik, İmajını değiştirdik, Kurt ona dil öğretti. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Yiğit bambaşka bir hayat hikayesi ve kimlikle önce Şafak'ın iş yerinde güvenliğe girdi sonra özel koruması olmayı başardı..." dilimi dudaklarımın arasında ezdim. Saçlarımı feriye atıp doğruldum ve karşısında ileri geri yürümeye başladım.

"İsa amca?"

"Orasını Yiğit düşündü. O idare ediyor bir şekilde. Açıkçası pek kafa yormadım..." sinirlendiğim şey tam da buydu işte. Adım atarken öncesi sonrası ötesi berisi düşünülmeden atılıyordu.

"Çok güzel... Peki Peri?" işte şimdi bakışlarını kaçırma zamanıydı. Mavi hareleri yerdeydi. Başını sağa doğru eğip bilmem dercesine dudak büktü.

"Bilmem. Ayrılacaklarını düşünmemiştim," dedi.

"Ayrılmadılar Uzay. Yiğit, Peri'yi terk etti." omuzlarını silkti.

"Ona sadece Peri'ye şu an söyleme demiştim. Ayrılmak tamamen Yiğit'in sorunu ona sorar, gerekirse daha önce yaptığın gibi alnını karışlarsın," alaycı alaycı konuşması yok muydu? İnsanı çıldırtıyordu ancak sakin kalmalı ve kaçırtmamalıydım.

"Uzay!" dedim uyarırcasına.

"Tamam, tamam," dedi.

"Bana geldiğinde diğerleri de işin içinde miydi?" sorduğum soruyla iç geçirdi. Başını sağa sola çevirip etrafına bakındıktan sonra cevap verdi.

"Değillerdi... Son ana kadar değillerdi. Sana geldikten çok sonrasında... Dünya'nın beşinci yılında yine o uçurumun kenarında ellerimde güllerle kardeşimi yad ederken onlarında olması gerektiğini hissettim. Daha doğrusu benimle olsunlar istedim. Hep birlikteydik, yine öyle olalım istedim..." ne diyebilirdim ki? Onları yanında istemesi çok normaldi. Ayrıca içinde bulunduğumuz durumdan rahatsız olsam da bir arada olmalarına mutluydum. Geçip giden beş yılda birbirilerinden çok ama çok fazla uzak kalmışlardı.

"Bana neden söylemedin?" kıkırdadı. Nefes alıp kıvrık dudaklarını sakince büktü.

"Çünkü engel olurdun. Sen beni kontrol edebileceğine inandığın için tamam demiştin bana. Hepimizi aynı anda kontrol edemeyeceğin için ne yapar ne eder bana engel olurdun. İşimi şansa bırakmadım o yüzden."

"Uzay, Uzay, Uzay..." demekle yetindim.

Çıkmazda ve bilinmezdeydim. Kontrolsüzce atılan adımların sonucu eli silahlı, kötü kalpli, acımasız insanlar sürüsünü üstümüze çekmek olmuşken burada böylece durmak kanıma dokunuyordu. En doğrusu bir an önce eve dönmek, yuvamıza sığınmaktı ama bir adım atılmış, kendimizi belli etmiş ve hedef haline gelmiştik. Oflayıp yeniden arabaya yaslandım.

Benim gibi arabaya yaslanıp cebinden sigarasının çıkartıp yaktı ve derin bir nefes çekti. Onu izledim. Sigarayı yakarken titreyen ellerini, dudaklarına yerleştirişini, zehri ciğerlerine çekerken çatılan kaşlarını. Değişmişti. Büyümeye bağlı bir değişimde değildi üstelik. Uzay eski Uzay değildi.

"Ne zamandır sigara kullanıyorsun?" kaşları daha da çatıldı. Gözleri uzaklarda bir yerlere takılı kaldı.

"Dünya'yı gömdüğüm günden beri..." bakışlarımın ağırlığını üzerinde hissetse de dönüp bana bakmadı. Başımı önüme çevirdim. Sakin kalmam gerektiğini kendime sürekli hatırlattım. Dudaklarımı gerginlikten birbirine bastırıp duruyor, uzadığı için gözlerimi kaşındıran kaküllerimi sürekli düzeltiyor kendimi oyalıyordum fakat Uzay sigarasını bitirdi ve bakışlarını bana çevirdi.

"Peki neden çocuklara her şeyi anlatmadın?"

"Ben bile onların yanında kendimi zor tutarken kendilerini tutamazlar diye düşündüm. Bu halleriyle hiç haz etmediler bir de gerçekleri bilirlerse... Ne bileyim ya," hak verdim. Şafak ve kardeşleri tuhaf bir şekilde gıcık ve itici tiplerdi.

"Tamam haklısın bu konuda ama bilmeleri gerekli Uzay. Temkinli olmaları için bilmeleri şart," sigarasının külünü düşürüp tekrar içine çekti ve başını sallayarak beni onayladı.

"Ama anlaşılan Ekim ve Ekin onlar bu işe bulaşmamış gibi duruyorlar. Onları böyle bir belaya sokmak gerekli miydi?" umursamadı. Boynunu sağa sola esnetip çok rahat bir sesle konuştu.

"Şafak Yarkın'ın zayıf karnı kardeşleri. Onu ancak bu şekilde içimize çekebilirdik ki tam da dediğim gibi oldu. Gerisi de umurumda değil. İşin sonunda ölürler mi kalırlar mı kader..." gösterdiğinin aksine Ekim ve Ekin'e asla değer vermiyordu. Şaşırdığım bu değil bu durumu bambaşka bir halde gösteriyor olabilmesiydi.

"Gelelim şu üzerindeki kana! Kimi kanı bu Uzay?" çenesi kasıldı. Bitti bitecek olan sigarasını parmaklarının arasında döndürüp avcunun içinde sıktığında "hıh!" diye bir tepki çıktı dudaklarımdan eline uzanmak istedim ama geri çekti. Sis çökmüş gözlerini gözlerime değdirip tiksintisini belli ederek konuştu.

"Erjon Molnar. Dünya'nın ka... Katilllerinden sadece bir tanesi." titreyen dudaklarını hınçla ısırıp sıktığı yumruğunu açıp izmariti yere attı.

"Gülüyordu. Mutluydu. Sanki benim kardeşimi öldürmemiş, ona..." dilini ısırdı. Boynu ve yüzü öfkeden morarmaya yakın kızardığında karşısına geçip yüzünü avuçlarımın arasına aldım.

"Uzay," dediğimde yeni dinen gözyaşları yeniden aktı.

"Gülüyordu abla. Gülüyordu şerefsiz. Kanı bozuk it kardeşime yaptıkları yetmemiş gibi bir çocuğu kendisine kadın yapacağı için çok mutluydu... Dayanamadım... Ben. Ben bıçakladım onu." histerik bir şekilde güldü. Başını durmadan aşağı yukarı sallayınca bu halinden korktum.

"Deştim bu daha doğru bir kelime. Deştim onu abla. Artık hiçbir kadına, hiçbir çocuğa zarar veremez..." yüreğim korkuyla attı.

"Öldü mü?" dedim panikle ama benim aksime daha sakindi.

"Umarım... Erkekliği öldü umarım o da ölmüştür!" ellerimi yüzünden çektim. Gözlerim kan izlerinde dolanınca ne kastettiğini anladım ve anında midem bulandı. Avucumu dudaklarıma yaslayıp ona sırtımı döndüm ve birkaç adım uzaklaştım.

Elimi dudaklarımdan indirdim. Başımı gökyüzüne kaldırıp derin derin nefesler aldım ama bana mısın demedi. Korktuğum her şey bana izini bile göstermeden başıma geliyordu. Öfke, kin ve nefretleri öyle harmanlanmıştı ki yanan ateşe durmadan odun atıyorlardı. Uzay'ın kendi içinde çizdiği yol herkesi felakete sürükleyecekti ve buna engel olamayacağımı hissediyordum.

"Bu şekilde anlaşmamıştık!" güldüğünü işittim.

"Anlaşmadık zaten. Sen kabul ettin sadece," dedi. Başımı ona çevirdim.

"Uzay. Sen geldin, konuştun, anlattın ben de tamam dedim. İkimiz dedim! Hakla, hukukla, adaletle halledeceğiz dedim. Sen tamam dedin... Tamam dedin bana Uzay. Bu ne şimdi? Allah aşkına biz ne yaşıyoruz şu an?" omuzlarını silkti.

"Yaşamamız gerekeni ve inan bana bu daha hiçbir şey!" dedi.

"Uzay." kısık sesle bağırışım umurunda olmadı. Bana doğru adımladı. Derinden çatılan kaşlarının altından bana baktı ve nefesini bıraktı.

"Hangi hukuk? Hangi adalet tam olarak?" cevap veremedim. Doğru bir kelimem yoktu.

"Kardeşimin kanını yerde bırakmak mı adalet yoksa babamın mesleğinden atılması mı hukuk?" kızgın kazanlarda kaynıyordu kanı. Hıncıyla o kadar sıkı sıkıya bağlanmıştı ki gözü hiçbir şey görmüyordu.

"Söyle haydi. Hangisi bizim bildiğimiz; öğrendiğimiz hak, hukuk, adalet?"

"Hiçbiri," dedim yenilgiyle.

"Evet, aynen öyle!"

"Ama böyle olmaz Uzay. Eline bulaşan kanla, kaçırdığınız o kızla... Bu iş böyle peşimize onları takarak olmaz, olmamalı... Çok tehlikeli," yüzünü sertçe sıvazladı.

"Bilmiyor muyum sanıyorsun? Biliyorum ama umurumda değil. Ne kadar tehlikeli olursa olsun sikimde değil! Öleceksek ölelim inan hiçbir şey beni artık durduramaz." dumura uğradım. Hissettiğim bu şoku, sarsılmayı anlatabilecek deyim buydu. Uzay kararlıydı. Kesindi, emindi. Onu bu yoldan ne olursa olsun kimse çıkartamayacaktı bu çok açıkça belliydi.

"Şafak beni buraya sizi bu işten döndüreceğimi düşünerek getirdi. Kardeşlerini alıp gidecek," dedim asıl meseleye parmak basarak.

"Gitsin, nasıl olsa geri gelecek!" gözlerimi kapatıp alnımı kaşıdım.

"Kurt'a güvenemeyiz." dediğimde başını salladı ve "zaten güvenmiyorum." dedi.

Ona yaklaştım. Anlayışımı kaybetmeden sakince yüzüne baktım. Ona bir söz vermiştim. İşler ne kadar ters gitse de ne kadar yanlış ilerlese de ne onu ne diğerlerini tek bırakamazdım. Bir kere bırakmıştım ve Dünya ölmüştü. Aynı hatayı yapmayacaktım.

"Tamam," dedim sadece. Rahatladı. Yüzüne sinen o tebessüm o rahatlamanın iziydi. Çöken omuzları düzelmiş, duruşu dikleşmişti.

"O zaman gidelim içeri. Sen kaldığını söyle Şafak'a. Sonra biz bize kaldığımızda açıklarız her şeyi," dedi ve arkasını bana dönüp eve yürümeye başladı.

"Uzay," diye bağırdım arkasından. Bana dönünce ona doğru ilerledim.

"Arkadan iş çeviren tek sen değildin," kaşları anbean çatıldı. Aramızdaki iki adımı kapatıp dibinde durdum.

"Abla?" gözleriyle beni süzdü. Aklından kırk tilki dolandığından olsa gerek kirpiklerini peş peşe kırpıp duruyordu.

"Peşinize düşmeden önce İstanbul'a gittim. Ziyaret ettiklerim oldu," dediğimde gözlerini kapatıp ofladı.

"Yağız dedem mi?" nokta atışına şaşırmadım.

"Yağız Dedem, Sefa ve Haydar dedemle birlikte Doğu dayım. Hem aile içinde bizi idare edecekler hem de görünmez bir el gibi bizi koruyup kollayacaklar," dediğimde gözlerini araladı. Bana kızgındı ama arkamızın sağlam olması gerekiyordu. Bu işte yanımızda yer alacak insanları elbette arkama alacaktım.

"Doğu amcam tamam da. Dedemleri keşke katmasaydın," dedi anlayışlı bir sesle. Yaşları vardı ve haliyle endişelenmesi normaldi.

"Merak etme sen. hem eskilerin bir lafı vardır! Eski toprak onlar bir şey olmaz onlara," dudak ucuyla gülümsedi. Yeniden arkasını dönecekken "Uzay," dedim. Bana dönünce konuşmaya devam ettim.

"Aslında ilk Yusuf Ali ile konuşacaktım ama..." alayla baktı yüzüme.

"Ama İzel izin vermedi değil mi? Hiç şaşırmadım." dedikten sonra lafı ağzıma tıkıp döndü ve eve doğru büyük adımlarla ilerledi. Ellerimi belime yaslayıp ofladım. İzel'in de haklı gerekçeleri vardı ama durup düşününce o gerekçeler olmasaydı da İzel müsaade etmezdi.

Her şeyi şu an için boş verip ne olacaksa olsun diyerek peşinden ilerledim. Eve girdiğimizde aynı sessizlik devam ediyordu. Şafak büyük ihtimalle benim konuşmamı beklediğinden kardeşleriyle pek muhatap değildi. Uzay salona geçerken ben de Şafak'ın yanına ilerledim. Masada Kurt'un karşısında oturuyordu.

"Toral gitme vakti herhalde," dediğinde adımlarım sona erdi ve önünde durdum.

"Sizin için evet! Ben ve kardeşlerim burada kalacağız." ifadesiz yüzünde bir kırılma gördüm. Beklediği ve istediği bu değildi.

Yayvan oturduğu sandalyeden kalkmadan doğruldu ve sert sesiyle "anlamadım?" dedi.

"Burada kardeşlerimle kalacağım Yarkın. Uzay benden destek beklerken onları arkamda bırakamam... Bu bizim intikam oyunumuz seni ve kardeşlerini tehlikeye atmak istemem. Şu ana kadar ki tüm desteğiniz için teşekkür ederim." sırtım diğerlerine dönük olduğundan göremesem de hepsinin hareketlendiğini duyuyordum.

"Buna sen karar veremezsin yalnız!" dedi Ekim. Sert adımlar atarak yanımıza gelip karşımda durdu. Ekin de hemen arkasından gelip yanında durdu.

"Veririm," bakışları benden kopup hemen arkamda durduğuna emin olduğum Uzay'a kayınca sırıttım.

"Hiç Uzay' a bakma. Burada söz konusu onlarsa benim sözüm geçer!"

Ekin, ikizi gibi memnuniyetsiz bakışlar atıp "ben ve ikizim Uzay'ın yanındayız. Buna ne sen," abisine döndü ve "ne de sen karar veremezsin!" dedi.

"Evet, buradayız!" diyerek ikizini destekledi Ekim. Onları umursamadan yeniden Şafak'a baktım.

"Kardeşlerin pek lafını dinlemiyorlar galiba Yarkın?"

Şafak oturduğu sandalyeden kalkıp yanıma gelince bedenimi ona çevirdim. Gözleri bende ve arkamda gidip geldikten sonra dönüp Alp'e baktı. Bende başımı Alp'e çevirdim. Alp nasıl bir komut aldı anlamadım ancak fazla hızlı davranıp Ekim'in boynuna kolunu geçirip onu sıkıca tutup başına silah dayadı ve herkesten uzaklaştı.

"Lan!" dedi Ekin Alp'in üzerine yürürken. Kurt onu kolundan tutup sakin olmasını söyledi.

Alp ise silahı ona doğrultup "yavaş ol. Elim kayar tetiğe basarım maazallah kardeşine sıkarım. Sakarımdır ben uzak dur kaza çıkmasın!" dediğinde küçük dilimi yutacakmışım gibi hissettim. Karşımdaki adam birlikte büyüdüğümüz Yiğit değildi. O, Şafak Yarkın'ın koruması Alp'ti.

"Abi bir şey söyle şu adama!" Şafak kardeşine baktı. Ekim'in çırpınışını görmezden gelip Ekin'e gözlerini dikti.

"Gidiyoruz!" dediğinde Ekin arada kalmışlıkla çırpındı.

"Abi... Söz verdim ben. Uzay'a söz verdim. Can borcum var benim abi!" dedi. Aslında can borcu yoktu. Tamamen Uzay'ın kurguladığı bir senaryoda Ekim'in hayatını kurtarmış ve böylelikle Ekin ve Ekim'in hayatına girmeyi başarmıştı.

"Gidiyoruz dedim Ekin. Aksi takdirde Ekim'i yanımda götürmekle kalmaz onu aile evimize götürürüm!" Ekin ve Ekim'in aynı anda çenesi titredi. Ekin korku dolu bakışlarını abisinde ve ikizinde gezdirdikten sonra görünüşüne tezat olan titreyen sesiyle "Ekin," dedi ve bu yetti.

Ekin utanç sinen bakışlarını Uzay'a çevirip "özür dilerim kardeşim," dedi ve abisine nefretle baktı. Gafil avlandığını hissettiğini görebiliyordum. Şafak'ın bu acımasızlığına şaşırmadım. Ne zayıf karnı ne de derdi en başından beri kardeşleri değildi. Onun asıl derdi Yarkın soy adıydı.

"Tamam, gidelim..." dedi Ekin yenilmişlikle. Şafak, güç kullanarak kazandığı zaferinin sarhoşluğuyla sırıttı.

"O zaman bize müsaade. Bu arada şu kız..." konuşmasının arasına girip onu susturdum.

"Kız bizimle kalacak," dediğimde sırıtan dudakları alayla kıvrıldı.

"Belaya doymuyorum diyorsun yani," bu sefer alayla gülen ben oldum. Şafak'a bir adım daha atıp kollarımı göğsümde bağladım.

"Bu problem sadece bizi ilgilendiriyor neyse ki. Sen bu işe aileni bulaştırmadan aldın kardeşlerini. Gerisi beni ve ailemi ilgilendirir!" çenesi kasıldı. Kaşlarını çatınca kaşlarını ortasındaki o çizgi daha da belirdi.

"O yüzden sen şimdi al kardeşlerini ve git!" ellerini havaya kaldırıp iki adım uzaklaştı. Bakışları önlerinde dimdik durduğum kardeşlerimde ve bende gezindikten sonra Kurt'a kısacık bir bakış attı ve başını salladıktan sonra kara gözleri yeniden mavilerimi buldum.

"Umarım bir daha karşılaşmayız Toral."

"Umarım Yarkın..."

Şafak, Alp'e bakıp başıyla kapıyı işaret etti. Alp, Ekim'i beraberinde sürükleyerek kapının önüne kadar gittiğinde Ekin'e ilerledi ve onu ensesinden sertçe tutup öne doğru ittirdi. Bedenim refleksle öne atıldı ama kendimi durdurdum. Ekim ne Ekin onun kardeşleriydi ötesi beni ilgilendirmiyordu. Şafak hepsinin önüne geçip kapının kulpunu tuttu. Açmadan önce son kez baktığında duygularının ötesinde gizlediği endişeyi görür gibi oldum. Bu endişesi bizim için miydi emin değildim. Üstünde de durmadım.

Bakışlarını çekti. Alp'e ve kardeşlerine göz atıp kapıyı açtı ve dışarıya bir adım attı. Olanda tam o anda oldu.

Peş peşe patlaya silah seslerine çığlıklar, bağırışlar eklendi. Pencereler patladı, kurşunlar kapılara, duvarlara isabet etti. Donup kaldığım yerde bir el beni kolumdan tutup yere çektiğinde yere sertçe düşen bedenim aldığı darbeyle kendine geldi. Dizlerimin üzerinde ellerimi yerden kaldırmadan hafifçe doğrulup etrafa baktım. Silah sesleri durmuyordu, başımın üzerinden, yanımdan geçen kurşunlardan kıl payı sıyrılırken tek derdim kardeşim ve kuzenlerimdi.

"Peri!" diye bağırdım. Etrafıma bakındığımda Dağhan'ın patlamış bir pencerenin yanındaki duvarda yaslanmış elinde silahla ateş ettiğini, Hayat ve Andre'nin yan yana koltuğun arkasına saklandığını gördüm. Dizlerimin üzerinde yürüyüp merdivenlerin yanındaki kolonun arkasına saklandım. Şafak ve Alp saldıranlara dış kapının orada karşılık veriyordu. Ekim ve Ekin mutfakta karşı ateş açarken gözüm Peri, Uzay ve Yalın'ı arıyordu.

"Yalın, Uzay!" diye bağırdım.

"Abla!" Uzay'ın sesini duymamla rahatladım. Başımı eğip yeniden içeri baktığımda bu sefer Kurt'u ve kızı gördüm. Kurt, kızı zarar görmemesi için bedeniyle perdelemiş başka bir pencereden ateş ediyordu. Yalın ve Peri'ye bakındım ama yoklardı.

"Peri, Yalın!" sesleri çıkmıyordu. Korkudan ağlayacak gibi oldum. Bir cesaretle kolonun arkasından çıkıp çok doğrulmadan salona doğru koştum. Bakışlarım küçük salonun her yanında dolandı. Perdeler delik deşikti, yerler cam ve duvar paçalarıyla doluydu. Koltuklar paramparça bir haldeydi.

"Peri, Yalın!" diye tekrar bağırdım. Başımı biraz daha doğrulttuğumda kolumu yakıp geçen yoğun bir sızıyla inleyip yere çöktüm. Koluma baktığımda kendi kanımla karşı karşıya kaldım. Elimi yaraya yaslayıp parmağımı cayır cayır yanan yerde gezdirdiğimde rahat bir nefes aldım. Sadece sıyırmıştı. Sakince soluklanıp başımı yeniden kaldıracakken gözüm sağ tarafımda kalan berjerin arkasına kaydı.

"Peri!" dedim. Ses yoktu.

"Yalın!" dedim. Ses yoktu.

Dizlerimin üzerinde emekleyerek korka korka berjere ilerledim. İlerledikçe gördüğüm şeyin farkına vardım. Yalın sırtını berjerin arkasına yaslamış, bacaklarını dümdüz uzatmıştı. Kucağındaysa Peri vardı. Korkuyla çarpan kalbimle sürünürcesine aramızdaki kısacık mesafeyi bana bir asır gibi gelen saniyelerde kapattım.

Gördüğüm şeyle hareket edemedim. Dudaklarımı araladım konuşmak için ama yapamadım. Dudaklarım aralanıp kapandı. Dilim dönmedi, nefesim yetmedi. Peri, Yalın'ın kucağındaydı.

Peri hareketsiz bir şekilde Yalın'ın kucağındaydı.

Peri'nin gözleri kapalıydı. Peri'nin pamuk kadar beyaz olan teninden kızıl mürekkebe bulanmışçasına kanlar süzülüyordu.

Peri vurulmuştu...

"Acı nasıl bir şey anneciğim?"

"Mürekkep gibi kızım."

"Nasıl mürekkep gibi?"

"Acı yayılır, izini bırakır ve kendisine hapseder kızım. Yazıldığında silinmez, döküldüğünde temizlenmez, sindiğinde çıkmaz. Acı bir ruha saldırdığında artık onunladır. Ne kadar mücadele edersek edelim, ne kadar gülersek gülelim, hayata devam edersek edelim o artık hep bizimledir... Unutma anneciğim bedenimizin acıları öyle ya da böyle geçer ama ruhumuzdaki acı hep bizimle kalır."

* * *

Holaaaaaaaaaa

Nasılız bakalım?

Bölümü beğendik mi?

Taşlar tamamen olmasa da ufaktan yerine oturmuştur bence. Şüpheleriniz fikirleriniz neler?

Alp olayını öğrenmiş olduk. Çokta şaşıralacak bir konu değildi diyelim. Şimdilik ://// İsa'yı Aden'in son bölümlerinden hatırlarsınız belki. Aden'in hemşiresinin abisiydi.

Herkes birbirine üç maymun oynuyor :)))) bakalım maskeler ne zaman düşecek?

Canan ve Şafak hakkında görüşlerinizi almak istiyorum. Sizce nasıl bir yolda ilerleyecekler?

Kurt için ne diyorsunuz?

Uzay badboy yolunda ilerliyor gibi ahahshahas. Ona nasihatleriniz varsa alayım.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unuttuysak bir el atalım lütfen..

Bölüm sonu bana süppprayyyzzzz oldu. Aslında bu yoktu ama içimden geldi. Peri anası babası gibi dokuz canlıdır relax olalım plisss

Neyse çok konuştum.

Diğer bölüm görüşürüz.

Öpüldünüz 😘

İnstagram : yaren_dilan.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL