GÜLLERİN AĞITI 12. MADALYONUNUN KİRİ
SELAMLAR
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim arkadaşlar.
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
13.09.2024
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 12. BÖLÜM
"MADALYONUN KİRİ"
Bir yanım karanlıktı bir yanım aydınlık.
Bir yüzüm yaralıydı diğer yüzüm bulanık.
CANAN AHSEN TORAL
7 Ekim 10: 58 / Bulgaristan
Bulanık bir suyun içinde karanlığa erişmek için çırpınıyordum. Çırpındıkça su daha da bulanıklaşıyor beni kendi girdabının içine hapsetmeye çalışıyordu. Suda savrulup yüzüme çarpan saçlarım boynuma dolanıyor kesilen nefesimle bana gerçekliği sorgulatıyordu.
Gerçek karanlıktı.
Gerçek, suyun içinde kayıp giden Dünya'ydı.
Asıl gerçek yanı başımızdaki kötülüktü.
"Sakin kal, korkma." İlknura yanımdaydı. Şafak'ın telefonda söylediklerinin hemen sonrasında arabanın kapıları açılmış ikimizi de yaka paça dışarı çıkartılmıştık. Tüm eşyalarımız elimizden alınmıştı. Önümüzü kesen arabaların bir tanesinde ellerimiz ve gözlerimiz bağlı başımızda da siyah bir torbayla bilmediğimiz bir yolda ilerliyorduk.
"Duydun mu? Sakın korkma Canan!" kulaklarım onu duyuyordu ancak bilinçaltımda hâlâ Şafak'ın sesi yankılanıyordu.
"Zakroy svoy rot!" kendimi karanlığa mahkum olmuş hissederken kimin bağırdığını, kime bağırıldığını bilmemek daha da karanlık hissettiriyordu.
"Ne dedi anladın mı?" diye sordum İlknura'ya.
"Çenemi kapatmamı!" onların dilini biliyordu!
İlknura'nın canı sıkkındı. Ben kendimi karanlıkta hissederken belki o da kapana kısılmış gibi hissediyordu. Sesindeki o tını öfkesini de hıncını da hissettiriyordu. Anlayamadığım şey bu hislerinin bana mı yoksa diğerlerine mi olduğuydu.
"Ey, ya skazal tebe zatknut'sya!" aynı adam bu sefer daha hiddetli bağırınca çekindim. Daha önceki cümlesinden tanıdık tınılar duyduğumda yeniden uyarıldığımızı anladım. İlknura o adama normal bir ses tonuyla bir şeyler söylediğinde ise kelimeleri çıkaramadım lakin adam sustu.
"Bana çenemi kapatmamı bir kez daha söyledi. Ben de ona küfrettim!" ben sormadan açıklaması iyiydi ancak gerçeği ne kadar yansıttığı muammaydı. O düşman hattının bir parçasıydı. Savaş'ın kuzeni, Kuznetsov ailesinin bir parçası olan Şamil'in ise yakınıydı.
Nefes seslerinin dışında sessiz olan arabanın içinde başıma geçirdikleri bu şey yüzünden rahat nefes alamıyordum. Ellerimi arkadan bağladıkları için rahat harekette edemiyordum. Sıkıntılı nefesler içinde kendimi dizginlemeye çabaladım.
Zaman su misali akıyor ama yolun sonu bir türlü gelmiyordu. Nereye gidiyordum o da muammaydı. Kiminle, neyle karşılaşacağımı kestirememek daha da can sıkıyordu. Bu bilinmezlik korkutucuydu. Arkamda çocukları savunmasız bırakmak canımı daha da sıkıyordu. İçim içimi yiyor ve düşünceler beynimi kemiriyordu.
"Korkma Canan. Korktuğunu da asla belli etme!" dedi İlknura ansızın. Yine fısıldıyordu lakin hemen yanımda oluşunun avantajıyla onu rahatlıkla duyuyordum. Neyden, kimden neden korkacaktım bilmiyordum o beni neden sürekli uyarıyor onu da bilmiyordum. Korktuğum tek şey çocuklara bir şey olmasıydı. Sonsuz ihtimallerle boğuşup dururken isyan etmemek için zor tuttum kendimi. İçine doğup büyüdüğüm aydınlıktan, bilmediğim bir karanlığa sürüklenmek Tanrı'nın bir şakası olmalıydı.
Zaman asırlar gibi geçti. Yol bitti. Araba gürültüyle durduğunda içerideki sesler yükseldi. Herkes Rusça konuşuyordu ve hepsi çok hızlıydı. Arabanın kapısı açıldı, bir el koluma saplandı. Sert tutuşundan çıplak kolumda izler kalacağına emindim. Arabadan örselenerek indirilip itildiğimde düşecek gibi oldum. Başka bir el düşmemem için dirseğimin hemen üzerinden beni sertçe tutup çekiştirdiğinde ağlayacak gibi oldum ama tuttum kendimi. Pamuklara sarılarak büyütülen birisi için bu davranışlar fazla hoyrat fazla onur kırıcıydı.
"Yavaş!" diye bağırmamla belimden öne doğru itilmem bir oldu.
"Ne trogay!" İlknura'nın kızgın bağırışı kolumu tutan ellerin yok olmasına yetti. Adamlar bir şeyler mırıldanarak geri çekildiklerinde bana doğru gelen adım seslerini işittim. Topuklusundan İlknura olduğu belliydi. Hemen önümde durduğunda kokusunu hissettim.
Başımdaki siyah şeyi çekip çıkarttığında rahat bir nefes aldım. Sonra gözümü bağladıkları kumaş kaydığında mavilerimi kolayca aralayamadım. Güneş batmak üzereydi lakin gökyüzü hâlâ aydınlıktı.
"Ne dedin onlara?" gözlerimi kırpıştırırken ona sırtımı dönüp ellerimi gösterdim. Benim aksime onun başına sanki hiçbir şey geçirilmemiş gibi elleri de bağlanmamış gibi görünüyordu.
"Sana dokunmamalarını söyledim." konuşurken ki tavrı her zaman rahattı. Ya sesini yükseltiyor ya da normal bir seviyede konuşarak tavrını belli ediyordu.
"Sözün burada geçiyor mu İlknura?" dedim. Yem attığımı anladı mı yoksa zaten yemlenen ben miydim emin değildim ancak İlknura egosunun ağırlığından ödün vermeden beni cevapladı.
"Tatlım! Benim sözüm istediğim her yerde geçer!" ellerimi çözüp beni kendine çevirdi. Sözü geçiyordu. Onları uyarabiliyor, durdurabiliyordu. Bu da demek oluyordu ki İlknura burada da söz sahibiydi. Şafak'ın kuzeniydi ama düşman hattında da söz sahibiydi! Ne güzel bir ironiydi.
Uyarı dolu bakışları gözlerime tırmandı ve "korkma tamam mı?" dedi yine.
"Neyden korkmayacağım tam olarak İlknura?" bakışlarını bize yaklaşan adamlara çevirip "görünce anlarsın!" dedi.
Kendinden emin duruşu asla sarsılmayacak gibi duruyordu. Oysa ben onun yerinde olsam Şafak'ın itirafından sonra yüzüne bakmaya utanırdım. Ama o çok rahattı ve bu rahatlığı gücünün göstergesi olsa da rahatsız ediciydi.
Kısa ama güçlü nefesler alıp bulanık gören gözlerimi kırpıştırarak etrafı inceledim. Her yer yemyeşildi. Büyük ve uzun ağaçlar kalkan görevi görüyordu sanki. Bu yeşilliğin içinde şatoları andıran taştan bir bir ev vardı. Büyük ve görkemliydi. O evin hemen önündeki çift kanatlı, siyah demir kapının önündeydik ve her yerde yüzü aynı maskeyle örtülü, eli silahlı adamlar vardı. Hepsi iri yarıydı. Silah tutan elleri dövmelerle kaplıydı.
Konumumu bilmiyordum lakin nerede olduğum belliydi.
Boris Boryanov'un çöplüğündeydim.
Bakışlarımı yeniden İlknura'ya çevirdim. Bulanıklığını yavaş yavaş yitiren gözlerimi gözlerine kenetleyip soğuk bir ifadeyle dudaklarımı araladım.
"Korkmam gerekenin ne ya da kim olduğundan emin değilim," bakışları yüzüme kaydı. Dilini dudaklarının üzerinde gezdirip birbirine bastırdı. Koyu hareleri titremeden yüzüme bakmaya devam etti.
"Aynı saftayız Canan. Görünen her şeye rağmen söyleyeceğim tek şey bu!"
Dilim dişlerimin arasında ezilirken çenem kaskatıydı. Sadece gözlerine baktım. Bakışlarımdan rahatsız olunca başını çevirip bizi müdahale etmeden izleyen adamlara döndü. Bakışları hepsinde teker teker oyalanırken önünde durduğumuz büyük demir kapının kanatları açılmaya başladı. İlknura iki adımda yanıma gelip durdu. Bakışlarını kapıdan çekmeden "Şafak ne dediyse yap!" dedi.
Adamlardan biri bağırarak bize yaklaştığında İlknura elini kaldırıp adamı durdurdu ve bana "hadi!" diyerek ilk adımı attı.
İlknura yanımda ne kadar kendinden emin adımlar atsa da benim adımlarım çekingendi. Dışarıdan belli oluyor muydu emin değildim lakin titriyordum çünkü İlknura her ne kadar korkma dese de korkuyordum.
Kaldırım taşlı yolda ilerledikçe eski çağlardan fırlamış gibi duran ev daha da görkemli duruyordu. Eve giden uzun Arnavut taşlı yolun iki tarafında neredeyse iki metre aralıklarla korumalar duruyordu. Onların elinde silah değil tasma vardı. O tasmalar ise boyundan, rengine her şeyi birebir aynı olan Yakut Laika'larına bağlıydı.
İlknura ile yan yana evin giriş kapısına vardığımızda bir koruma önümüze geçip kapıyı açtı ve içeri girip, bizimde girmemiz için başıyla işaret verdi. İlknura önden ben arkasından eve girdiğimizde burnuma çarpan ilk şey kan kokusuydu. Taze bir koku değildi. Koku eve sinmiş bu evin bir parçası olmuş gibi ağırdı. Akan kan silinmemişte bilakis üstüne hep yenisi eklenerek tüm evi sarmış gibiydi. Öyle ağır kokuydu.
Titreyen harelerim adım attığım her yeri inceliyordu. Evin içinde de korumalar vardı lakin bu korumaların elinde bir silah ya da tasma yoktu. Lakin onların da yüzleri aynı maskeyle örtülmüştü. Bakışlarımı onlara değdirmemeye özen göstererek evi incelemeye devam ettim. Evin duvarları çok yüksekti ve birbirlerine kolonlarla değil kalın payelerle bağlılardı. O payelerin her birinde varaklı şamdanlar asılıydı.
Kan kokusunun kasveti evin her yerine sirayet etmiş gibiydi. Karamsar, soğuk ve itici bir havası vardı. Yerde kırmızı tonlarda İran halıları, duvarlarda Barok dönemlerinden fırlamış tablolar asılıydı. Attığım her adımda farklı bir detay dikkatimi çekiyordu.
Geniş koridoru geride bırakıp alabildiğine büyük bir salona geldiğimizde önümüzde yürüyen adam durdu. Omzunun üzerinden bize bir bakış atıp elini kaldırıp indirdi ve tamamen bize dönüp kısa bir an İlknura'ya baktıktan sonra bizi burada bırakarak geldiğimiz koridorda gözden kayboldu.
İlknura ile bakışlarımız çakıştığında başını bir kez aşağı yukarı sallayıp önüne döndü ve salon olarak nitelendirdiğim odaya önümüzdeki iki basamağı geçerek ilk adımı attı. Çivi topuklu uzun çizmelerinin üzerinde kürkünün ağırlığından hiç etkilenmiyormuş gibiydi. O salonun ortasındaki siyah deriden kaplı geniş koltukların önünde durduğunda bende ilk adımımı attım.
Basamakları inip İlknura'ya ilerlerken gözlerim etrafta gezindi. Eve ilk girdiğimdeki o karanlık hava burada da aynıydı. Büyük payelerde aynı şamdanlar asılıydı. Taştan duvarlarda yine aynı dönemin farklı ressamlarının eserleri asılıydı. O eserlerde göze ilk çarpan şey kandı.
Gözlerimi tablolardan sıyırıp etrafı kolaçan ettiğimde hiç pencerenin olmadığını fark ettim. Pencere yoktu ama sağ çaprazımda bir ışık huzmesi fark ettim. Penceresi olmayan odada büyük bir camekan vardı ve o camekan evin arkasındaki ormana açılıyordu. Adımlarım o tarafa ilerleyip durduğunda dışarıya göz attım. Evin etrafını saran yüksek duvarlar ve eli silahlı korumalar burada da vardı. Duvarlar o kadar yükseklerdi ki ağaçlara dair görünen tek şey en uç kısımlarıydı.
Burası ev değil de kimsenin gitmesine izin vermeyen, özgürlükleri yok sayan kötü kalpli bir kralın zindanıydı sanki.
Camekâna arkamı dönüp salonu yeniden inceledim. Çok eşya yoktu. Koltuklar, üzerinde gül motifli vazoların bulunduğu yüksek sehpalar vardı. Başımı yukarı kaldırıp baktığımda kristal avizeleri gördüm. Yanmıyorlardı ancak kristallerin parıltısı odaya hafifte olsa bir ışık sağlıyordu. Kollarımı göğsümde bağlayıp başımı yere eğdiğimde İlknura ile göz göze geldim.
"Kimse yok!" dedim.
"Bekletmeyi sever," dedi. İsim vermiyorduk lakin kim olduğu belliydi. Oflayarak salonda gezinmeye devam ettim.
Sol taraftaki hareketlilik dikkatimi çekince adımlarım o yana döndü. Yüksek tavandan yerlere kadar uzanan kırmızı fon perdeler, altın hasır iple duvardaki çengele tutturulmuştu. Duvarı örten perdelerin ortasındaki boşluktaysa büyük bir tablo asılıydı. O tablonun önünde oldukça uzun bir masa vardı. Masanın üzerinde dörtlü mumluğu olan dört tane şamdan vardı. Tabloyu incelemek için o tarafa ilerledim.
Tabloda kral tahtına benzeyen işlemeli bir koltukta oturan dört yaşlı adam vardı. O adamların arkasında ayakta duran dört tane genç adam vardı. O adamların sağ elleri arkalarında durdukları yaşlı adamların sağ omuzlarındaydı. Yaşlı adamların önünde ise yine dört tane küçük erkek çocuğu vardı ve yaşlı adamların elleri de bu çocukların omuzlarındaydı. Hiçbiri birbirine benzemiyordu ama garip bir benzerlikleri de var gibiydi. Aile gibiydiler ama aralarında mesafe vardı. Hepsinin yüzünde ciddi bir ifade duruşlarındaysa vakur bir sertlik vardı. Yüzlerini inceledim. Baba oğul ve torun gibi durmalarına şaşmamam gerekirdi çünkü benziyorlardı. Sanki dört farklı aileden oluşan bir bütün gibi duruyorlardı. En soldaki aile Asya kökenliydi. Simsiyah saçları ve çekik gözleriyle bu tezimi destekliyorlardı ancak tam olarak bir ülke adı veremiyordum. Onların yanındaki üçlü ise kumraldı. Yaşlı adamın saçlarında yer yer beyazlıklar vardı ama genç duruyordu. Avrupalı hatta belki Balkanlar'dan bir aile olabilirlerdi. Onların yanındaysa tamamen sarışın olan üçlü vardı. Üçünün saçları uzundu ve enselerinde sıkıca toplanmıştı. Sert ve keskin yüz hatları, iri mavi gözleri ve soğuk gülüşleriyle Rus oldukları aşikardı. Bunlar belli ki lafı edilen o üç aileydi.
Kazak olan Kuznetsov Ailesi, Arnavut olan Molnar ailesi ve Rus olan Boryanov ailesi.
Peki dördüncü aile kimdi?
Derin bir nefes daha alıp gözlerimi kırpıştırdım. Büyük adımlar atıp tabloya iyice yanaştım. Dördüncü aile diğer üç aileye nazaran daha ciddi, daha soğuk, daha sertti. Boyları diğerlerine göre kısa ama bedenleri daha büyük daha iri yapılıydı. Esmere kaçan buğday tenleri, kara kaş, kara göz ve saçlarıyla fazla tanıdıklardı. Mavi harelerim küçük çocukta ve genç adamda gezindiğinde kaşlarım derinden sarsılarak çatıldı.
Göğsümde bağlı kollarım kendiliğinden çözülüp iki yanıma düştüğünde göğsüme sert bir yumruk yemiş gibi oldum. Dörttü... Üç aile değil dört aileydi... İlknura ve Şafak kuzendi. Şafak, Şamil denen adamla kan kardeşti ve Şafak o gece oradaydı...
Üç değil dörttü... Dördünce aile ise... Dilimi ısırdım. Kanım genzimden süzülene kadar da ısırmaya devam ettim.
Üç değil dört aile vardı...
Üç katil değil dört katil vardı...
Avcuma batırdığım tırnaklarımın ucundan kanım süzülürken dolan gözlerimi akmaması için kırpıştırmaya çabalıyordum ama nafileydi. Bir damla yaş kirpiğimin ucundan süzüldü.
Dünya'nın buzdan bedeni gözlerimin önünde belirdiğinde göğsümün ortasına bir kor düştü. Örselenmiş bedeni, kıyıya vuran dalgaların arasında süzülürken çocukların çığlıkları kulaklarımda çınlamaya devam ediyordu. Yaşadığım aydınlanma tüm tenimde bir elektrik akımına neden oldu. Tüylerim diken diken olurken dişlerimi sıkıca birbirine bastırıp yaş dolu gözlerimi kırpmadan tabloya bakmaya devam ettim.
Onlar sadece Dünya'yı değil Uzay'ı da öldürmüşlerdi. Dağhan'ı, Peri'yi, Yalın'ı, Hayat'ı, Andre'yi... Bizi.
Dört aile bir olmuş benim ailemi mahvetmişlerdi!
Tabloya baktıkça hissettiğim kin aldığım nefesten içime işliyordu. Avuçlarımdan sızan kanımla tenime bulaşıyordu. Döktüğüm gözyaşıyla ruhuma akıyordu. Şafak'ın saatler önceki itirafı kulağımda çınlamaya devam edip bir urgan misali boğazımı sıkarken burada bitmeyecekti. Bitirmeyecektim... Artık ihtimali dahi yoktu. Gerekirse son nefesime kadar karşımdaki tabloda yer alan bu canavarlarla savaşacağıma dair ilk sözü Dünya'ya vermek istedim.
Acıysa acı, ölümse ölümdü. Dünya'nın huzura erişmeyen ruhunu yüzüstü bırakmayacaktım...
Uzay'ın elini tutmaya devam edecek şimdiye kadar nasıl durduysam yine çocukların arkasında dağ gibi duracaktım. Sözüm sözdü. Bizi yaktıkları o kor kuyularda onlarda yanacaktı!
"Güzel bir tablo değil mi?"
Kulağımda patlayan ses aniydi. Ağır bir aksanı vardı ve elbette Türkçe konuşuyordu. O sesin ait olduğu bedeni hemen arkamda hissediyordum. Sarı saçlarıma vuran nefes sıcak ve ağırdı. Öne bir adım atıp yüzüme sert bir ifade oturtmayı başardıktan sonra arkamı döndüm ancak sıçrayışım ani, dilimi ısırışım fevriydi. Karşımdaki yüzle İlknura'nın neden korkma naraları attığını anlamak biraz korkutucu olmuştu.
"Korkuttum mu?" bir şey diyemedim.
Karşımdaki adam büyük ihtimalle Boris Boryanov idi. Lakin adamın yüzü... Korkunçtu.
Seyrek sarı saçlarını ensesinde topladığı için tüm yüzü meydandaydı ve o yüz tamamen deformeydi. Kafa derisinde de izi silinmemiş yaralar vardı. Yanık deformeleri miydi yoksa ağır bıçaklarla mı deforme edilmiş anlaşılmıyordu. Ama korkunçtu. Üstelik yüzünün sol tarafında dudaklarının ve yanağının bir kısmı tamamen yoktu. Bir gözü hasarsız bir şekilde laciverte yakın maviyken diğer gözü parçalanmıştı ve irisi bulanıktı. Boris Boryanov korku filmlerinden fırlamış bir canavardan farksızdı. Üzerindeki kırışığı bile olmayan beyaz gömleği, siyah kumaş pantolonuyla dahi o canavar hissini yok edemiyordu.
"Ona korkmamasını söylemiştim." gözlerim İlknura'ya kaydı. Ayakta değil koltukta oturmuş bir vaziyetteydi ve oldukça rahattı. Ona karşı nötr olan yanım tamamen yok olmuş ve safını belli etmişti. Ne kadar yanımızda olduklarını söyleseler de asıl düşmanımız onlardı.
Boris bana bir adım atınca bakışlarım hızla onu buldu. Bakışı ifadesizdi ancak dudakları gergin bir şekilde kıvrılmıştı. Gülümsemeye çalışıyordu ancak hasarlı kasları buna pek olanak sağlamıyor gibiydi. Yüzünü yüzüme eğip gözlerime baktı.
"небо..." dedi gözlerime bakarak. Ne dediğini anlamadım ancak o da ne dediğini fark edememiş gibi bir hal içindeydi. Başımı çevirip ona arkamı döndüğümde nefesini burnundan gürültüyle verdiğini işittim. Gözlerim yeniden tabloya kayınca bakışlarım bu sefer Rus olduğunu düşündüğüm aileye kaydı. Eğer arkamda dikilen Boris o küçük çocuksa dahi anlamam çok zordu.
Yutkundum. Güçlü bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım ve "aile tablosu mu?" diye sordum. Ona asıl sormam gereken beni neden kaçırttığı ya da burada ne işimin olduğu olmalıydı ancak ben de artık onlara ayak uydurmayı öğreniyordum.
"Da." dedi kendi dilinde. En azından Rusça da evet, hayır gibi günlük kullanım kelimelerini az çok biliyordum.
"Bu sen misin?" dedim sol elimin işaret parmağını Rus çocuğa doğru uzatırken.
"Da." dedi bir kez daha. Dişlerim dudaklarımın üzerinde gezinmeye başladı. Terleyen ellerimi bir yerlere silme ihtiyacıyla doldum ancak bunu yapmadım.
"Peki bu kim?" dedim onun hemen sol tarafında duran kumral çocuğu işaret ederken.
"Erjon Molnar." Molnar ailesinin veliahtı... Boris'e yandan bir bakış atıp parmağımı tablonun en solundaki çocuğa uzattım.
"İgor Kuznetsov." Şamil demesini bekliyordum. Lakin şaşkınlığımı belli etmedim. Asıl soracağım kişiye gelmeden önce başımı Boris'e çevirdim. Kalçasını arkasındaki masanın kenarına dayamış, kollarını göğsünde bağlamış bir şekilde bana bakıyordu.
"Diğer adamlar. Babanız ve dedeniz mi?" diye sordum.
"Da."
"Da?" dediğimde başını salladı. Önüme döndüm. Alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayıp dişlerimi geçirdim. Bakışlarım tablonun en sağında kalan aileye kaydığında göğsümde yine tanıdık bir yumru baş gösterdi. Ses etmedim. Sadece parmağı kaldırıp en sağdaki aileyi gösterdiğimde nefesini yine burnundan bıraktı.
"небо... Tehlikeli sulardasın." bedenimi tamamen ona çevirdim. Keyifli görünen ifadesini yerle bir etmek istedim ancak ona fiziksel gücümün yetmeyeceği bariz belliyken elimi kolumu kırmaya yeltenmedim.
"Aile fotoğrafı..." başını salladı.
"Erjon Molnar. Molnar ailesinin veliahttıymış. O zaman sen, İgor ve şu!" dedim elimle en sağda kalan erkek çocuğunu işaret ederek. "Sizlerde mi veliahtsınız?"
Yarım dudaklarını bükmeye çalıştı ancak bu hareketi yüzünde tuhaf bir ifadenin belirmesine neden oldu. Rahatsız edici değildi ancak hoşta durmuyordu.
"İgor, Erjon ve şu dediğin... Da."
"Sen?" dedim üstüne giderek. Laciverte kaçan mavi gözü beni baştan aşağı süzdü. Göğsündeki bir elini kaldırıp çenesini kaşıdı ve omuz silkti.
"Artık ben değilim!" dedi. Bunu derken öfkeli ya da nefret dolu değildi. Kırgınlık var gibiydi ancak katılığı bu kırgınlığını kapatıyordu sanki.
"Neden?" kaşlarını hayretle kaldırıp ellerini iki yana açıp parmakları yüzünü gösterecek şekilde havada tuttu. Cevabı netti. Bu hali onu veliahtlıktan etmişti. Sonradan böyle olduğu belliydi. Ne yaşamıştı ya da ne yaşatmıştı da bu hale gelmişti Allah bilirdi!
Ellerini indirip yaslandığı masadan ayrıldı. Bana sırtını dönüp koltukların olduğu kısma ilerledi. İlknura'ya kısa bir bakış attıktan sonra başını bana çevirdi. "Konuşacak zaman çok. Önce yemek!" dedi ve ellerini havaya kaldırıp iki kere birbirine vurdu. Nereden çıktığını anlamadığım yüzü maskeli koruma birden ortamda belirdi. Boris ona Rusça bir şeyler söyledikten sonra adam gözden kayboldu ve Boris'te kendini deri koltuklardan birisine bıraktı.
Onlara uzaktan baktım. Birbirilerinin yüzlerine bakarken ifadesiz ve soğuklardı. Aralarındaki mesafe buradan bile belli oluyordu. Yan yanaydılar ama sanki birbirinden uzak iki kaf dağının tepesinden birbirilerine bakıyorlardı.
Terli avuçlarımı pantolonuma silip onların olduğu tarafa doğru ilerledim. Attığım her adımda ikisinin yüzünü daha net görebiliyordum. Birbirilerinden nefret ediyorlardı ve bunu asla saklamıyorlardı.
Koltukların önünde durup kollarımı göğsümde topladım. Bakışlarımı ikisinin arasında gezdirdikten sonra Boris'e baktım. "Ne istiyorsun benden?" dedim uzatmadan.
"Hiç. Adın ve güzelliğin saatler içinde tüm ailenin diline düşünce merak ettim." dedi. Konuşurken gözleri üzerimdeydi ancak bakışlarında kirlilik yoktu.
"Öyle mi?" başını salladı.
"O yer cücesi mi bahsetti benden?"
Bendeki bakışları bir anlığına şaşkınlıkla büyüdükten sonra normale döndü ve dudaklarının arasından gür bir kahkaha firar etti. Kahkaha atıyordu ancak yüzüne bakan birisi kahkaha attığını anlamazdı.
"Magnus böyle söylediğini duyarsa çok üzülür." dedi kahkahalarının ardından. Ona gözlerimi devirdim. Göğsümdeki bağlı kollarımı çözmeden İlknura'nın yanına oturdum ve Boris'e bakmaya devam ettim.
"Neden buradayım Boris Boryanov?" gülümsemeye çalıştı. Kucağındaki ellerini kaldırıp koltuğun tepesine iki yana uzanacak şekilde yasladıktan sonra başını omuzuna doğru eğip bana baktı. Açıkçası bir yere kapatılacağımı ve tartaklanacağımı dahi düşünmüştüm ancak sanki misafirmişim gibi bir ortam vardı.
"Bunu sonra baş başa konuşuruz." dedikten sonra bakışları benden İlknura'ya kaydı ve önüne döndü. Boris beklediğim gibi çıkmamıştı.
Sonrası sessizlikti. Gözlerim sık sık ikisinin üzerinde dolansa da aklım karmaşıktı. Tablo, Şafak, çocuklar. Her şey birbirine girmiş gibi hissediyordum. Karmaşık ilişkiler, kanlı sırlar ve kirli ilişkilerin birbirine bağladığı bu insanların aileme nasıl bulaştığını hâlâ kavrayamıyor ve sindiremiyordum.
Sessizliği hiçbirimiz bölmezken ortamda hızlı hareket eden adım sesleri yükselmeye başladı. Boris'in adamları yemek masasını hazırlıyordu. Burnuma dolan et kokularıyla yüzümü ekşittim. Midem altüst olmaya o kadar müsaitti ki öğürmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak dindirmeye çabaladım ama içeri giren her maskeli adamla birlikte o kokular daha da ağırlaşıp yüzüme çarpıyordu.
Elimi dudaklarımla durumu kapatacak şekilde yüzüme yasladım. Nefret ediyordum. Bu kokudan, yanımda et tüketen insanlardan, burada olmaktan... Şu anda her şeyden daha da fazla nefret ediyordum. Üstelik evdeki kan kokusunu hâlâ alıyordum.
Her şeyden nefret ediyordum ve her şeyden midem bulanıyordu.
Boris ayaklandığında ne ben ne İlknura yerimizden kıpırdamadık. Boris önümüzde dikilmiş bize bakıp başıyla masayı işaret ettiğinde İlknura başını sağ sola sallayıp kalkmayacağını belli edince bana döndü. Bende yerimden kıpırdamadan ona bakınca nefesini bırakıp alaycı bir ifadeyle başını sallayıp ellerini pantolonun ceplerine yerleştirip masaya yürüdü.
Çekilen sandalyenin ayakları irrite edici seviyede bir ses çıkarınca kulaklarım uğuldadı. Lanet evde her şey rahatsız ediciydi. Dakikalar sonra ise Boris'in iştahla yemek yemeye başlaması ve o sesler midemi son raddesine getirdi. Hızla koltuktan kalkıp İlknura'ya döndüm. Elim ağzımda beni öyle görünce o da ayaklandı.
"Lavabo!" diye bağırdığında Boris'in dikkati bize kaydı. Bakışlarım ona döndüğünde öğürmemi durduramadım. Elinde tuttuğu az pişmiş etten ellerine yağ ve kanlı su akıyordu. O eliyle yanında dikilen korumasına işaret verdiğinde maskeli koruma yanımıza geldi ve İlknura'ya Rusça bir şeyler söyledikten sonra İlknura koluma girip beni hızlıca bu ortamdan uzaklaştırdı. Salonun girişindeki basamakları çıkıp sağ taraftaki taş merdivenleri hızlıca çıkıp uzun bir koridora girdiğimizde İlknura beni koridorun sol tarafında bulunan kapılardan ikincisine soktu.
Klozeti gördüğüm gibi o tarafa yönelip dizlerimin üzerine çöküp kusmaya başladım. Öğürdükçe kasılan bedenimle mideme ve karnıma kramplar giriyordu. Kustukça rahatlamam gerekirken titremeye başlayan bedenim daha da geriliyordu.
"Canan iyi misin?"
Nefes nefese kalmış bir halde geri çekilip ellerimi yere yaslayıp soluklarımı kontrol etmeye çalıştım. Kasılmaktan sancıyan vücudum beni daha da kötüleştiriyordu. İlknura benden bir cevap alamayınca yanıma çöküp suratıma yapışan saçlarımı uzun tırnaklarıyla iteledi.
"Şafak et konusunda hassas olduğunu, senin yanında dikkat etmemi söylemişti ancak bu kadar kötü olacağını düşünemedim. İyi misin?"
Söylediklerini bir an algılayamadım. Şafak'ın bu konuda onu uyarması beklediğim bir şey değildi. Benimle ilgili detaylara dikkat etmesi canımı sıksa da içten içe ona işlediğimi fark etmek şimdi, şu anda dizlerimin üzerine çökmüş olsam da güç hissettirmekten geri durmadı.
Başımı yerden kaldırıp yüzüne baktım. Çekik kahveleri yüzümde merakla gezindi. İyi olduğuma kanaat getirmiş olacak ki hızlıca ayaklanıp ellerini birbirine çarptı. Yüzünden şu an burada bulunmaktan memnun olmadığı açıkça belliydi.
"Temizlen sen. Ben sana bir oda ayarlayayım." diyerek tuvaletten çıktı.
İlknura'nın çıkmasının ardından dizlerimin üzerinde doğrulup nefeslendim. Terden alnıma, boynuma yapışan saçlarımı elimin tersiyle iteleyip uyuşmaya yüz tutmuş ayaklarımın üzerinde doğruldum. Sifonu çekip kapağı kapattıktan sonra lavaboya yöneldim. Büyük tezgahın tam ortasındaki çeşmeyi açıp ellerimi yıkadım. Aynadaki aksime kaçamak bakışlar atarak yüzümü yıkayıp ağzımı çalkaladım ve uzun sarı saçlarımı birbirine dolayarak tepemde topuz yaptım.
Lavabodan çıktığımda elbette kapının önünde yüzü maskeli koruma vardı. Ona hiç bakmadan aşağıya inen merdivenlere ilerledim ve basamakları indim. Salona girmeden durup "İlknura!" diye seslendim. Saniyeler sonra yanıma geldiğinde arkamda dikilen adama yine Rusça bir şeyler söyledikten sonra bana baktı.
"Dinlen biraz." dedi ve bir cevap vermemi dahi beklemeden salona geri döndü. Arkasından gidip yüzlerine bakarak o masaya oturmak isteyen bir yanım susmuyordu ancak midemin kaldıramayacağının da farkındaydım.
Öfkelenmemek için kendimi telkin edip arkamda duran korumaya döndüm. Bana başıyla merdivenleri işaret edince topuklarımı yere vura vura çıkmaya başladım. Tuvaletin olduğu koridorun sonundaki bir odaya girdiğimde artık tek başımaydım.
Oda kraliyet saraylarından fırlamış gibiydi. Oda kapısının sol çaprazında büyük bir yatak vardı ver o yatağın siyah perdeli kanopisi yerlere kadar uzanıyordu. Yatak örtüsü ise siyah renkte bir kürktendi. Hemen dibindeyse altın varaklı ayakları olan bir puf koltuk vardı.
Görkemli bir aynası olan makyaj masası, beyaz ayı postundan bir halı ve pencere önünde bir berjerden ibaretti kocaman oda. Soğuktu. Karamsardı ve çok müzelik bir odaydı. Bıkkın adımlarla pencere kenarındaki berjere ilerleyip oturdum.
Gökyüzüne baktım. Hava kapalıydı ve kararmaya başlamıştı. Usul usul yağmaya başlayan yağmur git gide hızlanıyordu. Griye çalan gökyüzünde küçük bulutlar vardı ama onlarda sisliydi.
Büyük pencereyi açmak için berjerden kalktım. Biraz zorlansam da pencereyi açıp tekrar oturdum. Çenemi dizimin üzerine yasladım. Bacaklarımı kendime çekip kollarımı sardım. Pencereye çarpıp yüzüme sıçrayan damlalarla gözlerimi kapadım. Kapalı gözlerimin önünde beliren görüntülerle göğsüm daraldı. Kıyıya vuran dalgalar vardı. O dalgaların arasında süzülen Dünya'nın bedeni ve çocuklar vardı. Ellerimden izi silinmeyen o soğuk ten kendini yeniden hatırlattığında avuçlarımı pantolonumun üzerine bastırdım.
Dünya yeniden benimleydi. Sadece benimle olmadığını da biliyordum. Uzay'ın kafasının içinde hiç susmadığını, Peri'nin hep uykularında olduğunu, ruhunun Dağhan'ın hep etrafında olduğunu biliyordum. Hayat'ın kulaklarında hep kahkahalarının çınladığını, Andre'nin hep kaleminde ve Yalın'ın sesinde dolandığını biliyordum.
Dünya ölmüştü.
Dünya öldürülmüştü.
Dünya katledilmişti...
Ama o hep bizimleydi.
Güzel yüzü, herkese neşe saçan gülüşü, hayalleri, umutları, zaferleri. Yarım kalan yaşamı... O hep bizimleydi.
Hikayesi yarım, kanı yerde kalmıştı. Kanına bulanan eller ise özgürlerdi. Onun alamadığı nefesi alıyor, onun yaşayamadığı bu hayatı yaşıyorlardı. Biz parça pinçik olup dört bir tarafa dağılmışken onlar hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlardı.
Uzay haklıydı. Dağhan haklıydı. Baran dayımda haklıydı...
Adalet, babamın bana öğrettiği kanun kitaplarındaki gibi işlemiyordu artık. Hukukun sadece adı vardı ve oda eski bir tanıdık hissinden öteye gitmiyordu. Her şey ölüydü. Dünya gibi bir avuç toprağın altındaydı.
"Kanın yerde kalmayacak Dünya," dedim yaşlı gözlerim gökyüzüne bakarken.
"Yemin ederim kalmayacak..."
* * *
Saatlerdir hiç kıpırdamadan oturuyordum. Hava tamamen kararmış, akşam geceye geçmiş tüm sesler susmuştu. İlknura bir ara yanıma uğrasa da onunla hiç muhatap olmadığımı görünce pes edip gitmişti. Saat şimdi gecenin ilerleyen saatlerindeydi.
Berjerden kalkıp uyuşan bedenimi esnettim. Bu odada birden fazla tablo vardı ancak bunları yeni fark ediyordum. Bir aile tablosu değildi. Meşhur ressamların meşhur eserleriydi ki benimde aklım hâlâ aşağıda tablodaydı.
Sessiz adımlarla odadan çıktım. Mum ışıklarının aydınlattığı loş koridorda sağıma soluma baktıktan sonra merdivenlere ilerledim ve aşağı indim. Bu süreçte hiç koruma görmemem dikkatimi çekse de umursamadım. Salona girdiğimde adımlarım beni tabloya götürdü. Salonun azıcık ışığında pek görünmese de yüzleri seçebiliyordum. Gözlerim küçük erkek çocuklarının üzerinde teker teker gezinip en sağdaki çocukta durduğunda iç çektim. Tabloyu ilk gördüğümde Şafak olabileceğini düşünsem de bu fikirden vazgeçmem kolay olmuştu. Yarkın ailesinin veliahttı Şafak değildi. Çünkü tablodaki erkek çocuğu esmer değildi. Gözleri de yuvarlak formdaydı. Bu çocuk olsa olsa Behraz Yarkın olabilirdi. Tabii varlığını bilmediğim bir başkası da olabilirdi.
"Biz piçler aile tablosunda yer almayız!"
Korkuyla sıçrayıp arkamı döndüğümde salonun girişinde basamakların başında dikilmiş duran bir adamı gördüm. Dudağında sigarası, elinde ise içki şişesi vardı. Korkudan göğsüme yasladığım elimi indirip ona baktım. Uzun ve yapılıydı. Siyah uzun saçları ensesinde dağınık bir şekilde topluydu. Bir tutam saçı ise alnın ortasından düşerek sol yanağında salınıyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış denilecek kadar karışıktı sakalları. Çekik kara gözleriyle bir Kuznetsov olduğu aşikardı. Heybetli, sarsak ve yakışıklı bir adamdı. Bu görüntü karşısında ise aklıma ilk gelen isim Şamil'di.
"Piçten kastın Şafak, sen ve Kurt mu?" dudağındaki sigarasını boş olan eliyle tutup dumanını havaya üfledi ve şişeyi başına dikti. Viski içiyordu. Dudak büküp omuzlarını silktiğinde dudaklarımı ıslatıp güçlü bir nefesle omuzlarımı dikleştirdim.
"Babalarınız bir yerlerine sahip çıkamamış anlaşılan!" güldü. Başını ağır ağır sallayıp yalpalanarak basamakları indi ve koltuklara ilerleyip yığılırcasına oturdu.
"Siklerine sahip çıkamıyorlar evet," dedi benim aksime açıkça konuşarak. Biten sigarasını hiç çekinmeden İran halısına atıp ayağıyla söndürdükten sonra şişeyi yeniden kafasına dikti. Usul adımlarla yanına ilerleyip önündeki ahşap sehpaya oturdum. İki yana açık duran bacaklarıma kollarımı yaslayıp ona doğru eğildim.
"Şamil?" dedim kasten ılımlı bir tavırla. Şişeyi dudaklarından çekerken birkaç damla çenesinden boynuna süzüldü. Bana hiçte şaşırmış gibi bakmıyordu. O gerçekten Şamil Kuznetsov'du. Günlerdir adını duyduğum Şamil ile bu şekilde tanışacağımı düşünmemiştim açıkçası. Serseri ve alkolik olduğu belliydi.
"Yarkın ailesi..." dedim merak ve hevesle ama Şamil anında dirildi.
"Ştt, şşt, ştt." diye mırıldanarak doğrulup sağ elinin işaret parmağını dudaklarıma yasladı.
"O ismi ağza almak yasak!" kendimi geri çekince parmağı çeneme düştü.
"Neden?" güldü. Çenemdeki parmağını tenimde sürüyerek geri çektikten sonra sırtını yeniden koltuğa yasladı. İç çekip alnını ovaladı ve gözlerini kapattı. Lakin dudaklarında beliren buruk tebessüm içime yeni kötü tohumların ekilmesinde başroldü.
"Çünkü onlar bu dünyadaki tüm kötülüklerin başı!" bir kez daha güldü. Sarhoşluğu gülüşüne yansımıştı. Kendini kontrol edemiyor gibiydi. Sarhoşluğundan faydalanmam lazımdı.
"Yarkın ailesi kim ki?" diye sordum ama aldığım cevap inceden bir sırıtış ve öfkeli soluklar oldu.
"Allah'ın belaları... Hele o Güzin denilen orospu! Onu parçalara ayırıp köpeklere yem etmek vardı!" gülen sesine bir anda sirayet eden nefret ve hınç o kadar güçlüydü ki karşısında oturmaktan bir an için endişe hissettim ama geri durmadım.
"Neden ne yaptı ki o?" baygın bakan bakışlarını bana çevirip kirpiklerini kırpıştırarak baktı ve yeniden doğrulmaya çabaladı ancak başarılı olamadı. Bakışlarını benden çekmeden artık boş olan içki şişesini yeniden başına dikti ama bir şey gelmeyince şişeyi biraz uzaklaştırıp birkaç kere sallayıp yeniden dudaklarına yasladı ancak sonuç onun için hüsrandı.
Anlamadığım bir dilde bir şeyler söyleyip ofladı. Büyük ihtimalle küfrediyordu. Koltuktan kalkmaya yeltendi ancak bedenini taşıyamayıp koltuğa geri düştü. Elindeki şişeye bakıp güldüğü sırada salona İlknura girdi. Bakışları üzerimizde mekik dokuduktan sonra yanımıza geldi ve Şamil'le aramıza girdi.
"Tağı iştiñ be? (yine içtin mi?)" dedi İlknura. Tonlamasından Kazakça konuştuğu belliydi. Sesi sinirli ve sertti. Hiddeti sesiyle yetinmeyip bedenine de yansıyarak Şamil'in elindeki şişeyi tek hamlede çekip yere savurdu ve onu hiç zorlanmadan kolundan tutarak kaldırıp koca bedenini kendi bedenine yasladı.
"Ortalıkta gezinme Canan!"
İlknura, Şamil'i taşıyarak salondan çıktığında oflayarak nefeslenip oturduğum yerden kalktım. Bir kez daha tabloya ilerleyip önünde durdum ve en başından yeniden inceledim. Sağ elimi uzatıp kanvasın kumaşına ve çerçevesine dokunup parmak uçlarımı duvarla birleştiği sınırda gezdirdim. Tamamen yapışık olmadığını fark edince yutkundum. İzlediğim onca dizi ve filmlerden sahneler zihnimde canlanınca başımı etrafta gezdirip kimsenin olmadığına emin olduktan sonra tabloyu iki yanından tutup çekiştirdim. İlk başta zorlasa da birkaç kez çekiştirdikten sonra monte edildiği yerden çıktı. Ağırlığına dikkat ederek onu arkamdaki masanın üzerine bırakıp geri döndüğümde karşılaştığım şey sadece taştan duvardı. O duvarın üzerinde ellerimi hızlıca gezdirip belki bir açıklık vardır diyerek ittirdim lakin bir sonuç alamadım.
Duvarda son kez gözlerimi gezdirdikten sonra masaya bıraktığım tabloya döndüm. Kanvasın üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Çok anlamazdım ancak kumaşın eski olduğu aşikardı. Etrafa yeniden göz atıp tabloyu ters çevirdim.
Ve bingo. Buradaydı.
Birer santim arayla yazılmış beş satırdan oluşan bir paragraf vardı lakin Rusça'ydı. Tanıdık harfler vardı ancak anlamam imkansızdı çünkü bildiğim dillerin arasında Rusça ya da o dil ailesinden bir dil yoktu. Gözlerim sakince tüm satırlarda dolandı. Harf şekillerini sıra sıra ezberlemeye çalışsam da çok işe yaramayacağı aşikardı. Lanet herifler telefonumu da almışlardı.
Salonu bakındım. Gözle görülür bir dolap ya da çekmecesi bulunan hiçbir şey yoktu. Çaresizliğime sinirle homurdanıp Peri'nin şu anda yanımda olmasını diledim. O da Rusça bilmezdi ama en azından bu satırları harfi harfine zihnine kazır ve eksiksiz ezberlerdi.
"Olduğu kadar Canan. İlla ki ne yazdığını öğreneceksin!"
Yazılanları dakikalar boyu inceledim. Aklıma yazabildiğim kadar yazıp daha fazla kendimi olası bir tehlikeye atmamak için tabloyu biraz zorlansam da yerine yerleştirip son kez ona baktım ve sırtımı dönüp bana verilen odaya çıktım. Kaçmaya da çalışabilirdim ancak gereksiz şov olacağının farkındaydım. Burada, onların içinde olmalıydım.
Odaya çıktığımda yeniden berjere oturdum. Gün doğmak üzereydi. beş altı saat sonra yirmi dört saat dolacaktı ve benim elimde hiçbir şey yoktu o tablo ve arkasında yazılanlardan başka.
Boris'le konuşacaktık ancak ondan bir hamle gelmemişti. Belki de sabahı bekliyordu. Sıkıntıyla oflayıp yüzümü sıvazladım. Oturmaktan ağrıyan bedenimi esneterek ayaklanıp pencereye yanaştım ve dışarıya göz attım. Bahçe kapısından evin giriş kapısına kadar dizili duran korumalar köpekleriyle birlikte hâlâ aynı yerde hiç kıpırdamadan duruyorlardı. Diğer korumalar ise evin etrafında volta atıyordu.
İçimdeki nefrete hakim olamadan onlara beddualar ederken odanın kapısı çalınmadan açıldı. Ellerim göğsümde kapıya döndüğümde korumalardan birisini gördüm. Başıyla dışarıyı gösterip kapıyı kapatmadan geri çekildi ancak gözlerini gözlerimden çekmedi. Omuzlarımı silkerek nefeslenip kollarımı göğsümden indirip silktiğim omuzlarımı dikleştirdim.
Sert adımlarla korumaya ilerleyip odadan çıktım. Önümde yürümeye başlayınca peşinden ilerledim. Adımları beni aşağı değil yukarıya çıkardığında kendimi evin terasında buldum. Koruma önümden çekilince terasın en ucunda bir masa o masada ise Boris'i gördüm.
Oturduğu sandalyede yayılmıştı. Elleri masaya başı geriye yaslı bakışlarıyla yeni yeni aydınlanan gökyüzündeydi. Derinden soluklanıp korumaya göz attıktan sonra Boris'e doğru yürüdüm. Karşısındaki sandalyeyi gürültüyle çekiştirip oturdum.
Doğruldu. Bakışı beni buldu. Göremesem de bacak bacak üstüne attığını hissettim. Bir eli masada kalmaya devam ederken diğer elini bacağına yasladı. "Günaydın небо." dedi sakin bir ses tonuyla. Dünkü dinç ve gür sesinden eser yoktu.
"Konuşsak mı artık?" dedim kaba bir tavırla. Onlara, onlarla konuşmaya, yüzlerini görmeye daha fazla tahammülüm yoktu. Başını ağırca sallayıp boğazını temizledi.
"Uzatmayacağım!" dedi akıcı Türkçesiyle. Aralı dudaklarımın arasından nefesimi sertçe bıraktım. Gözüme sokulan gerçekleri fark ettikçe hal ve tavrım, hislerim daha da sertleşiyordu.
"Maşallah," dedim imayla. Ona nefretle bakan gözlerimi bir an olsun üzerinden çekmeden sözlerime devam ettim. "Hepinizde birbirinizin dilini biliyorsunuz. Ama Türkçe neden?"
Sözlerime şaşırmadı. Dudaklarının sağlam kısımlarını birbirine bastırıp başını sallamaya devam etti. Gözleri gözlerime denk düştü. Uzunca bir süre gözlerime baktığında onda tanıdık bir şeyler gördüm. Tanıdık bir acı, tanıdık bir nefret gizliydi.
"Sana bir soru sordum!" dedim suskunluğuna dayanamadığımdan. İrkilir gibi oldu. Silkelenip dalıp gittiğinde düşen omuzlarını dikleştirdi ve yüzüne ciddiyet maskesini taktı. Gözleri artık acı ve nefretle değil acımasızlıkla ve korku dağlarıyla doluydu.
"Zeki kadınsın. Parçaları birleştirdiğin belli." uzatmayacağını söylediği halde uzatmaya devam edişi zaten altüst olan sinirlerimi daha da laçkalaştırdı.
"Neden Türkçe biliyorsun?" diyerek sorumu yeniledim. Dikleşti. Ellerini yeniden masaya yaslayıp birleştirdi ve sır verircesine bana yaklaştı.
"Aile kuralı! Herkes herkesin dilini bilmek zorunda." titremeye yüz tutmuş çenemi gizlemek adını dişlerimi sıkı sıkıya birbirine bastırsam da kırpışıp duran gözlerime engel olamadım.
"Aile kuralı?" dedim dişlerimin arasından. Yutkunmaya çalışsam da nafileydi. Benim yumrularım, benim sızılarım, benim kırıklarım beni terk etmemeye yeminliydi.
"Aile." dedi anlamamı ister gibi bastıra bastıra. Bendeki bakışları bir anlığına kolundaki saate kaydı.
Aile...
"Üç değil dört aile," sözlerime başını salladı. Bana bakmakla yetindi. Artık sadece çenem değil dudaklarım ve ellerimde titriyordu. En başından beri koca bir yalanın içinde çırpındığımızı fark etmenin ağırlığı omuzlarıma fazla geldi.
"Üç değil dört katil..." cevap vermedi ama suskunluğu zaten almak istediğim cevabı veriyordu. Yutkunmaya çalıştıkça kanım boğazımda süzülüyordu sanki. Dünya'nın denizler kadar mavi olan gözleri gözlerimin önünde gitmiyordu. O güzel kokusunu bastıran soğuğun kokusu yine burnumun ucundaydı.
Sol gözümden bir damla yaş akıp gittiğinde kendime kızdım ama elimde değildi. Ben en başından beri bu intikam oyununu bizim kurduğumuzu sanırken aslında onların oyununda birer figürandık. Kurt'la, ikizlerle, Şafak'la etrafımızı sarmışlar ve biz kucaklarına düşene kadar içimize işlemişlerdi.
"Dördünce aile Yarkın mı?"
"Sence..." dudaklarımı ısırıp birbirine bastırdım. Başım önüme düşerken ağırca sallanıyordu. Gözlerimden süzülen birer damla yaş kucağıma düştü. Gerçek ayan beyan ortaydı. Görmek istemeyen bana yine tokatlar atarak kendisini göstermişti.
"Dört aile..." diye mırıldanışlarımı kontrol edemedim.
Her şey gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçerken göğsüm daralıyordu. Dünya'yla ilgili her anı göğsüme bire balyoz indiriyor beni yerle bir ediyordu. Onun çektiği acılar ruhuma dolanıp benim nefesimi kesiyordu adeta.
Üç değil dörttü.
Üç aile üç katil.
Dört aile dört katildi...
"Üzgünüm." acıdan kasılan yüzümde alaylı bir gülüşe neden oldu söylediği söz. Kucağıma düşen bakışlarımı ona çevirdim.
"Neden?" diye sordum. Hırıltılı nefesler alıp verdi. "Neden üzgünsün ki?"
"Acı ne bilirim. Kaybetmek ne demek çok iyi bilirim. Dünya için gerçekten çok üzgünüm." yüzüne... Çirkin yüzüne saniyelerce baktım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye devam ederken hıçkırıklarım değil kahkahalarım yükseldi.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" bağırışım yuvalarında huzurla uyuyan kuşları korkuyla uyandırıp onların gökyüzüne süzülmesine neden olurken ilk defa onların canları umurumda değildi.
"Gerçekten üzgünüm Canan. Eğer o zaman buralarda olsaydım ve şimdi ki gücüm elimde olsaydı inan bana hepsi için gerekeni yapar leşlerini kapınızın önüne bırakırdım."
Ağlayarak gülmeye devam ettim. Gülüşlerime kuşların sesleri eşlik etti. Sanki tüm gücüm sanki tuzla buz olmuşta bu halime kuşlar kıkırdayıp dalga geçiyorlarmış gibiydi. Terli avuçlarımı yüzüme kapayıp gözyaşlarımı sildim. Gülüşlerimi durduramam bir sinir krizinin eşiğinde olduğumu bana bağırırken elimden gelen tek şey derin nefesler almak oldu.
Aklıma çocuklar düşünce kalbim sıkıştı. Ellerimi yüzümden çekip Boris'e tüm öfkem ve nefretimle bakarak "sakın!" dedim. "Sakın kardeşlerime, kuzenlerime dokunmayın." yüzünde gülümsemek ister gibi bir ifade oluştu ancak deforme olan yüzünde bu ifadeleri açık açık göstermesi çok zordu.
"Benim öyle bir niyetim yok ama diğerlerini bilmem." sustuktan sonra derin bir soluk çekti içine. Gören gözü yüzümdeki yaşlarda oyalandıktan sonra başını çevirip ormanın yeşilliğine birkaç saniye bakıp bana dönmeden yeniden konuştu.
"Amacım sana ya da kardeşlerinle kuzenlerine zarar vermek değil Canan. Olsaydı bunu en başında yapar hepinizden kurtulurdum." dedi ve başını yeniden bana çevirdi. Titremelerimi dindirmek için ben de derin nefesler aldım. Titrememelerim durmadığı gibi midem yeniden bulanıyordu. Ama kendimi tutmalı ve güçlü olmalıydım.
Güçlü olmalıydım çünkü ben Canan'dım. Canan kızdım. Tüm ailesinin güvendiği, kardeşlerinin küçük annesi, kuzenlerinin ablası Canan'dım. Düşemezdim, güçsüz duramazdım. Piramidin en altında ben vardım. Ben yıkılırsam geride kalan her şey herkes benim üzerime yıkılırdı.
Derin soluklar aldım. Dudaklarımı sıkı sıkıya bastırıp gözyaşlarımı sildim ve yeniden Boris'e baktım. "amacın ne?" sorum karşısında gözlerini kapatıp başını önüne eğdi. Geniş omuzları yüzünü perdelerken ne hissettiğine dair bir çıkarım yapamadım.
"Dürüst olmak." dedi ansızın. Kaşlarım anın verdiği şaşkınlıkla gerildi. Başımı omzuma doğru biraz yatırıp çirkin yüzüne baktım. onların dürüstlüğü köprüden geçene kadardı. Bunun farkındaydım.
"Lafı uzatmayacağını söylemiştin!" başını salladı. Bir eliyle ensesini ovalayıp önce kolundaki saate bir kez daha bakıp sonrasında bana alttan bir bakış attı. Belli ki Şafak'ın bahsettiği o yirmi dört saati o da bekliyordu.
"Sana bize dair tüm gerçekleri anlatırım. Sende bunun karşılığında bana dürüst olacaksın ve benim içerideki casusum olacaksın." bozulan sinirlerimle yeniden güldüm. Alnımı ovalayıp gözlerimi kapadım ve bir nefes daha çektim içime.
"Neden böyle bir şey yapayım?"
"Bu hayatta her şey karşılıklıdır çünkü. Ne verirsen onu alırsın hayatta..." bakışları bir yere daldı. Ensesindeki elini kaydırıp masaya bıraktı ve yüzüme donuk bir bakışla baktı. Yüzüne aniden bindirdiği ciddiyeti ve korkunçluğu tüylerimi ürpertti.
"Her madalyonun iki yüzü vardır Canan. Bir yüzü karanlıktır. Ne kadar bakarsan bak ne gerçeği gösterir sana ne doğruyu bulanıktır çünkü. Her şeyi karanlığında hapsedip kendine saklar. Diğer yüzü aydınlıktır. İnsan baktığında her şeyi anlar, görür, fark eder... O yüzden ben madalyonun bulanık tarafıyım sen ise yaralı olan tarafısın." Boris konuştukça yumruklarımı daha da sıktım. Avuçlarıma batan tırnaklarım kanımın bir kez daha avcumda süzülmesine neden olurken Boris'i dinlemeye devam ettim.
"Demem o ki Canan bu savaştaki asıl müttefikin Şafak Yarkın değil benim!" kanlı avuçlarımı yüzüme kapatıp kıkırtılarımı susturmaya çalıştım ama nafileydi. Boris'in dedikleri kulaklarımda çınladıkça kıkırtılarım daha da arttı.
"Müttefik mi?" ellerimi yüzümden indirip Boris'e baktım. Gülüşlerimi durduramadım. Sinirim o kadar bozuktu ki hüngür hüngür ağlamam gereken yerde artık gülüyordum.
"Siz sadece düşmansınız. Ötesi yok! Siz Dünya'nın kanını ellerinizde taşıyan bir avuç pislikten öte değilsiniz!" kıkırtılarımın desibeli düşse de dudaklarım hâlâ kıvrıktı. Üst dudağımın orta kısmını dişlerimin arasında ezip dudaklarımı büzdüm.
"Dürüstlük demiştin..." konuşurken ağır ağır salladığım başıma kaydı bakışları. Gözlerimde gördüğü ıslaklık yüzü kızarır gibi oldu. "Ben de dürüst olayım sana." dedim.
"Dünya on sekiz yaşına yeni girmiş bir çocuktu. Sadece çocuktu." bakışlarını kaçırdı. Gergin soluklarını tutup başını ormana çevirdi.
"Çok güzeldi Dünya. Öyle güzeldi ki insan oturup saatlerce izlemek isterdi güzelliğini. Onu gören maşallah der nazar değmesin diye dualar okurdu. Kalbi de güzeldi. Kimse için kötü düşünmez kimseye kötü yaklaşmazdı... Herkesi severdi. Herkeste onu severdi. Herkes saygı duyardı." konuştukça titreyen sesim boğuklaşınca yutkundum ama o yutkunuş yine bir yumruya takıldı.
Dudaklarımı ısırıp burnumu çektim. Gözlerimi ovalayıp dudaklarımı yeniden ovaladım. "Çok yetenekli çok başarılıydı Dünya. Herkesin kıymetlisiydi." başı aşağı yukarı hareket etti. Elleri masada buluşup birbirine kenetlendi.
"Yengem... Yani Dünya'nın annesi onu ve ikizini su da doğurdu. Su gibi ömürleri olsun su gibi dingin olsun istediğinden. Doğduktan sonra tüm hayatı suyun içinde geçti Dünya'nın. Ya denizdeydi ya havuzda. Ya da bir bakmışsın okyanusta. Asla ayrı kalamazdı sudan. En çok suyu severdi. Çünkü ait olduğunu hissettiği yerdi. Çünkü eviydi, yuvasıydı. Kendini en güvende en güçlü hissettiği yerdi sular..."
Dünya'nın neşeli çığlıkları, zafer bağırışları kulaklarımda çınlıyordu. Koştukça salınan saçları yüzüme çarpıyordu sanki. Gözlerimin önünde o vardı. Onu bizden koparan denizin içinde sırılsıklam olmuş bir halde durmuş kan oturmuş acı dolu gözleriyle bana bakıyordu.
"Sonra ne oldu biliyor musun?" bir tepki vermedi. Sadece bakışlarını yüzüme çevirdi ve sessiz kalmaya devam etti.
"Kendini bilmez dört tane orospu çocuğu onu bizden koparıp aldı. Hem de evim dediği o yerde en sevdiği yerde." titreyen dudaklarımı bir kez daha birbirine bastırıp elimin tersiyle yüzümdeki yaşlarımı sildim. Ellerimi masaya uzatıp ona doğru eğildim.
"Dürüstlük demiştin ya. Al sana dürüstlük. Siz su katılmamış orospu çocuklarından başka bir şey değilsiniz. Pisliğin tekisiniz. İğrenç yaratıklarsınız. Ve hiçbiriniz yaşamayı hak etmiyorsunuz!"
Sandalyeyi gürültüyle ittirip ayağa kalktım. Arkamı ona dönüp terasa açılan kapıya sert adımlar atarak ilerlesem de beni bir şey durdurdu. Aklımda dolanan tilkiler bu halime üzülmüş olacaklar ki kuyruklarını birbirine bağlayıp arkama geçtiler.
Ayağımı yere vurdum. Gözyaşlarımı silip omuzlarımı dikleştirdim ve gerimde bıraktığım Boris'e yeniden döndüm. Güçlü adımlarla yanına ilerleyip yere düşen sandalyeyi yerden kaldırıp karşısına bir kez daha oturdum.
"Bana hepsinin ismini cismini vereceksin. O gece orada kimler vardı? Dünya'yı kimler öldürdü o şeref yoksunu itleri kim kurtardı hepsinin adını vereceksin bana!" memnuniyetle başını salladı. Ellerini birbirine sürtüp sırıtmaya çabaladı.
"O kolay. Sen bana karşılığında ne vereceksin?" dedi. Küstahlığı can sıkıcıydı.
Dilimi dudaklarımda gezdirip alt dudağımı ısırdım. Gözlerimi onun gözüne dikip "Senin adamların beni arabadan yaka paça çıkarmadan önce telefonla Şafak'la konuştum. Bana eğer yirmi dört saat içerisinde gelemezse sana, Dünya'nın katledildiği o gecede kendisinin de orada olduğunu söylememi istedi..." dedim.
Yutkundu. Dudaklarının sağlam kısmı aralanıp kapandı. Zaten gergin olan yüzü iyice gerildi. Boğazını temizleyip burnunun ucunu kaşıdı. Tamamen şüpheli davranıyordu. Şafak Yarkın isminin insanlar üzerinde neden etkili olduğunu artık anlayabiliyordum lakin Şafak'ın o gece orada olmasının açıklaması ve bunu duyunca bu hale gelmesinin nedeni neydi şüpheliydi.
"Ne o sustun?" için için ağlamaya devam etsem de sesim katıydı. Masaya biraz daha eğildim ve gören gözüne dik dik baktım.
"Yirmi dört saat... Benim karşılığımda ne istedin Şafak'tan ya da bana ne söylemenden çekindi de kendisini ele vermek uğruna susmanı istedi." başı önüne düştü. Öfkeli soluklar alıp verdi.
İşte şimdi karşımda gerçek Boris oturuyordu. Saniye saniye değişen bakışı, duruşu her şeyi açığa vuruyordu. O da tıpkı Şafak gibi belki Kurt gibi beni, benimle birlikte ailemi kendisine piyon yapmak istiyordu ama bu faka basmıştı.
"Dürüstlük demiştin değil mi?" dedim alayla. Geriye çekilip sırtımı sandalyeye yasladım ve onu izledim. Başını eğdiği yerden kaldırıp yüzüme baktı. Başını çok yavaş bir şekilde sağ omuzuna doğru eğip bana bakmaya devam etti. Masadaki ellerinden bir tanesini kendisine çekip burnunu ve çenesini sıvazladı. Bakışlarını yeniden saatine indirdikten sonra pes edercesine ofladı ve konuşmaya başladı.
"O yaz aile toplantısı Türkiye'deydi. Yarkın ailesi İstanbul, Mersin ve Adana'da yaşarlar. O zaman herkes Mersin'deydi." dedikten sonra çenesini sıvazlamaya devam ederek yayıldı oturduğu yerde.
"Ben o zamanlar aileden aforoz edildiğim için Sibirya'daydım..." uzaklara dalmış gibi bir hale büründü ancak bu çok kısa sürdü. "Olayları da haliyle öğrenmem çok sonra oldu."
"Sana kendini akla dediğimi hatırlamıyorum." dediğimde bakışlarını devirdi ama konuşmaya da devam etti.
"O gece yatla açılmışlar. Yatta o dördü dışında kim vardı bilmem. Demir attıktan sonra dördü kıyıya inmiş. İçip sıçmışlar... Sonra da olan olmuş." dedi sıkıntılı bir soluğun ardından.
"Kim o dörtlü?" Erjon Molnar'ı biliyorduk ama geriye kalanlar bir muammaydı.
"Erjon Molnar, İgor Kuznetsov, Dimitri Boryanov..." deyip gözlerini kaçırdı. Elimi sinirle masaya vurup "ve!" dedim öfkeyle. Boğazını yeniden temizleyip yutkundu. Acımasız, kötü adam rolleri buraya kadardı demek ki.
"Behzat Yarkın...Yarkın ailesinin en küçüğü, en kıymetlisi... O olay olduğunda on altı yaşlarında falan olması lazım." kelimeler dudaklarının arasından o kadar kolay dökülüyordu ki ismini saydığı isimler sanki bir insanı katletmemiş sanki bir insana saldırıp öldürmemiş gibi öylece konuşabiliyordu. Ne utanma vardı ne çekinme. O kadar rahattı ki. Ellerinde kim bilir daha kaç masumun kanı vardı.
Dünya ilk değildi. Belli ki sonda olmamıştı.
Hepsini bir araya getiren şey sadece büyük bir aile yapılanmasının bir parçası olmaları değildi. Aynı zamanda suç ortaklarıydı. Tüm aile birbirinin en karanlık sırlarını biliyor, kendileri zarar görmemek adına dışarıya ve birbirlerine üç maymunu oynuyorlardı. Bu oyunda sus payı olarak son kurbanları ise tecavüzcü pedofilinin teki olan Erjon Molnar'ın elinden kurtardığımız Narya idi.
" Yirmi dört saat meselesiyle ilgili söyleyeceğin bir şey var mı? Sonuçta dürüstlükten bahseden sendin." dedim. Kaba bir tavırla burnunu çekip ensesini ovaladı. Gevşeyen ifadesiyle bana bakıp deforme olan teninde parmaklarını gezdirdi.
"Var. Bence bu işten vazgeçip tası tarağı toplayıp köyünüze dönün ve Narya'yı bize verin. Yoksa çok kan akacak ve bu kan sadece sizden akacak! " bu uyarı değil açık bir tehditti. Alayla sırıtarak "avcunuzu yalarsınız!" dedim. Sandalyeden bir daha oturmamak üzere kalktım. Ellerimi masaya yaslayıp yüzünün dibine kadar girdim.
"Bence siz bundan sonra birbirinizle ittifak olun çünkü bu saatten sonra hepinizi, tüm soyunuzu sopunuzu yok etmek için elimden geleni yapacağım. Suçlu suçsuz umurumda değil hepinizin köküne kibrit suyu dökeceğim!"
Direndiğim, görmek istemediğim, duymazdan geldiğim her şey kanı kurumuş avuçlarımdaydı. Tek gerçek vardı. Kendilerini yedi cihanın hükümdarı sanan bu dört aile Dünya'nın katilleriydi.
Gerçek tekti. Madalyonun iki yüzü vardı ve karanlığın kiri aydınlığa sıçramıştı.
"Canan Toral," adımlarım teras kapısının eşiğinde durdu. Boris'in adımları yanımda durduğunda dönüp yüzüne baktım. Ellerini beline yaslayıp başını yere eğdi uzun bir soluk alıp bıraktı.
" Biz dört aileyiz." dedi ansızın. Çatık kaşlarımın altından ona bakmaya devam ettim.
"Fedaimiz Kuznetsov... Kasamız Molnar... Sırdaşımız Boryanov... Liderimiz Yarkın'dır..." hiç ses etmeden onu dinlemeye devam ettim. Dudaklarının arasından firar eden her kelimeyi kalın harflerle aklıma yazıyordum.
"Birbirimiz için yaşar birbirimiz için ölürüz."
Bedenimi tamamen ona çevirdim. Kollarımı göğsümde bağlayıp "yani?" dedim. Boris ciddiyetinden hiç ödün vermeden bana bakmaya ve konuşmaya devam etti.
"Dün gece tablonun arkasında gördüğün yazı. Aile bağlılık yemini." dedi. Çatık kaşlarım hayretle gerilip kollarım kendiliğinden çözülüp iki yana düştü. Söylediği her kelime üstüne vura vura konuştuğu her söz zihnimde yankılanıp durdu.
Liderleri Yarkın'dı.
En tepede onlar vardı.
Lider ise hepsine sözü geçende Yarkın'dı.
Herkesi susturanda.
Yarkın ailesi liderdi. Yılanın başı onlardı.
" Bu yemini etmeyen sadece iki kişi var..." dilimi ısırdım. kimlerin etmediğini tahmin etmek zor değildi.
"Sen ve Şafak mı?" dediğimde başını sağa sola salladı. Bana bir adım daha yaklaşıp uzun boynunu eğerek yüzüme baktı.
"Ben ve Şamil." belindeki ellerini pantolonun ceplerine koyup zafer kazanmış gibi hallere girdi.
"Şamil?" dedim alayla.
"Evet. Narya'nın abisi benimde en has en sadık adamımdır. Kardeşini kurtardığınız için size minnettar. Eh, benimde kendimce çıkarlarım var. O yüzden sen bu müttefik olma teklifini bir düşün!" algoritma basitti. Yüzüne bakınca problemi çözmek çok daha basitti. Başına her ne geldiyse sonuncunda yüzünü kaybetmiş ve veliahttı olduğu aileden aforoz edilmişti. İntikam ve tüm gücü kendi elinde toplamak istiyordu ve böylesi mayınlı bir yolda önünü temizleyenin biz olmamızı istemesi onun penceresinden doğru bir hamleydi.
Gözlerimi yüzünden gezdirip kendinden emin duruşuna alayla baktım. Herkes yanılırdı. Herkes ihanete uğrardı ve herkes günün sonunda yalnız kalırdı. Boris'in bunu biliyor olması lazımdı ancak belli ki bilmediği daha çok şey vardı.
"Çok güvendiğin Şamil Kuznetsov'un, Şafak Yarkın'ın kan kardeşi olduğunu ve ona çalıştığını biliyor muydun?" bana meyilli olan bedeni gerildi. Deformelerinden pek fark edilmese de boynundan başlayan kızarıklık doğru yolda olduğumu gösteriyordu.
"Madalyon demiştin," dedim. Aramızdaki mesafeyi geriye attığım bir adımla açtım ve küstah bakışlarla sırıttım. Ne hissettiği, içine ne fırtınaların koptuğu umurumda değildi. Onlar düşman hattımın neferleriydi ve madalyonun kiriydiler.
"İki yüzü olan sadece madalyon değil sanırım!" iç çekerek nefeslendim ve bu sefer ona zaferle bakan ben oldum.
İhanetini tanırdım. Hiç ummadığın insan hakkında asıl gerçeklerle karşı karşıya kaldığında insanın ne hale geldiğini çok iyi bilirdim. Boris ummadığı yerden darbeyi almıştı. Atımı doğru sürmüş hamlemi doğru yerde kullanmıştım. Dürüst olmamı isteyen oydu. Ben de tam istediği gibi dürüst olmuş ona istediğini vermiştim. Derdi, niyeti, amacı neydi umurumda değildi. Ben ondan alacağımı almış, cebimi doldurmuştum. Bundan sonrasında kanlı sahne onlarındı.
Boris'i bir kez daha arkamda bırakıp terastan çıkmak için hareketlendim ancak tam o sırada çok uzaklardan gelen araba sesleri etrafımızı sardı. Nefesimi burnumdan bırakıp olayla sırıtarak Boris'e baktım. Şafak Yarkın ve büyük ihtimalle sırrını henüz çözemediğim Vëlla geliyordu. Şafak tamda dediği gibi yirmi dört saat dolmadan gelmişti.
Ama artık çok geçti.
* * *
Masum yaşamlarından katledilerek koparılıp bu dünyaya izlerini gözyaşlarıyla kazıyıp giden tüm melekler anısına...
Yorumlar