GÜLLERİN AĞITI 14. EMARELER

SELAMLAR  

Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim arkadaşlar.

Gecikme için üzgünüm. Ev taşıma telaşemiz vardı. 

İnstagram: yaren.dilan_

Tvitter: yarenikom   (instagram bio da link var)

***

BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR. 

OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM

05.11.2024

KEYİFLİ OKUMALAR


GÜLLERİN AĞITI 14. BÖLÜM

"EMARELER"

Kötülük bulaştığı yerden silinmez. 


CANAN AHSEN TORAL

7 EKİM 05:20 / Bulgaristan 

Yaşam seçimlerden ibaretti. Her seçimin bir hikâyesi her hikâyeninse bir kahramanı vardı. Kimi kahramanlar yol göstericiler olurken kimi kahramanlar yoldan çıkaranlardı.  Her hikayenin sonu bir nefesle biterken geriye sadece seçimler kalıyordu. O seçimlerde insanı ya iyiye ya kötüye sürüklüyordu. 

Şimdi, şu durumda düşünüyordum da insan bile isteye kötüyü seçebilir miydi? Ona kötüyü seçtiren neydi? Kötüyü seçen seçtiği için haklı mıydı? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey  kendisine doğrultulan sayısız namluya aldırmadan yerleri titreten adımlarıyla bana gelen adamın kötülükten başka bir şey bilmediğiydi. 

Dik omuzları, yere sert basan ayakları ve keskin bakışları başkaları için korkutucu görünebilirdi. Benim ise sadece midemi bulandırıyordu.  Yüzüne, sırtına, göğsüne hedef alınan silahları umursamadan yerleri titreterek yürümeye devam eden adam bu gücü kötülükle mi elde etmişti ya da kötü olduğu için mi bu kadar güçlü duruyordu bunu da bilmiyordum. Lakin artık bildiğim bir şey vardı. 

Çıktığımız bu yolda gerçekten yalnızdık. Sadece biz bizeydik. Ne onlar bizim taraftaydı ne bir başkası. Hepsi kötünün yanında, hepsi düşman hattındaydı. Dertleri bize yardım etmek değil kendi çıkarlarıydı. Asla kendi menfaatlerine Dünya'nın kanını bulaştırmalarına izin vermeyecektim. 

"Bu adamın hayvanatlığı beni hep azdırmıştır!"  Boris hemen arkamdaydı. Şamil ve İlknura ise onun yanında dikiliyorlardı. Boris, terasta dakikalar önce yaptığımız konuşmayı hiç yapmamışız gibi duruyordu.  Sesindeki alaylı ifade büyük ihtimalle yüzüne de yansıyordu.

Şafak  ile aramda iki adım kala önüme iki koruma geçti.  Bir silah alnına diğeriyse kalbinin tam üstüne dayandı. Şafak umursamadı. Bakışlarını onlara değdirmeden sadece bana baktı. Yüzümde, bedenimde gezindi. Bir şeyler aradı. Belki bir iz belki  bir yara görmeyi bekledi ama görmedi. Göremezdi de. Çünkü aldığım yaraların emareleri bedenimde değil ruhumdaydı.

"Erkencisin, ben daha geç bekliyordum seni!" dedi Boris. Sesindeki o alay en gerilerde gizlenen korkuyu örtemiyordu.  Korkusu  Şafak mıydı bir başka şey mi ondan da emin değildim. Algılarım git gide zayıflıyordu. 

Şafak'ın bendeki bakışları kısa bir an Boris'e kaydı. Kara gözleri daha da karanlıktı. Gözaltlarında oluşmaya başlayan morluklar esmere kaçan teninde bile belli oluyordu. Güçlü duruyordu ancak yorgunluğu ve uykusuzluğu da kendini gösteriyordu. 

"İtlerin sabah sabah yürek yemiş!" dedi ters sesiyle. Boris'e kayan koyu harelerinde saf bir nefret ve tiksinme vardı. Onu gördüğünde benim gibi korkmamıştı. Belki de bu görüntüye alışıktı. Gerçi Şafak bir şeylerden korkuyor gibi de değildi. Onun silahlardan ya da ölmekten korkmadığını biliyordum. Kaybetmekten de korkmadığı belliydi. Belli olan bir diğer şey ise kendi savaşıydı. Ve kendi savaşındaki en büyük silahı sırlarıydı. Bu sırlardan bir tanesini benimle zorunlu olarak paylaşmak canını hayli sıkmışa benziyordu ya da onun canını sıkan tamamen bendim. 

"Senin itlerinde açlar belli," gözlerim Şafak ile beraber buraya gelen adamlara kaydı.  Vëlla adını verdiği adamları olmalıydı. Tuhaflardı. Nerede nasıl oluyorsa birden ortaya çıkabilme gibi bir özellikleri vardı. İri kıyım ve tuhaf giyinen adamlardı. Teksas Katliamı filmlerindeki katiller gibi görünmeleri de ayrıca can sıkıcıydı.  

Şafak'ın dudağı kıvrılır gibi oldu ama bakışlarına çöreklenen karanlık onu daha da korkunç gösteriyordu. "Açlar, senin itlerini midelerine indirmeleri saniyelerini almaz! O yüzden önümden çekilmelerini mi söylersin yoksa boyunlarını mı kırayım?"  Boris güldü ama boğazından gelen hırıltıları duyabiliyordum. 

"Ulaşmaya çalıştığın şey fazla narin belli ki fazla da değerlenecek. Bu vahşiliğini ona  göstermek istiyorsan istediğini yap. Onun için adamlarımı feda edebilirim sanırım." Boris belli ki bilmiyordu ama ben onun vahşiliğini ilk defa görmüyordum.

Şafak'ın bakışları bana kaydı. Dudağının köşesinde bir kıvrılış belirdi. Narin olan ben miyim emin değildi o da. Dalga geçercesine nefeslenip onu engelleyen iki adama baktı.  İstese önündeki ikiliyi hatta ona silah doğrultan her adamı alt edecek gibi duruyordu.   Derin bir  nefes alıp boynunu sağa sola eğip kütletti ve saniyeler içinde önündeki iki adamı kolayca etkisiz hale getirdi. O harekete geçince onunla gelen adamlarda hareketlenip bize doğru adımladıklarında tam da beklediğim gibi Boris ve adamları hareketlenmedi.

Şafak, yanıma geldi. Gözleri yine üzerimde gezindikten sonra Boris ile arama girip beni arkasına aldı.  Yüzümü sırtına döndüm. İri bedeni  tüm görüşümü kapatınca iki adımda arkasından sıyrılıp herkesi görebileceğim şekilde durdum. Şafak ve Boris tam önümde birbirilerine dik dik bakışlar atarken İlknura yanıma geldi. Şamil ise esneyip duruyor sanki burada değilmiş gibi takılıyordu. 

"Para tamam. Belarus'taki adamında." dedi Şafak. Kaşlarım inceden çatıldı. 

"Henüz aranmadım Şafak. Adamım arayana kadar Canan benimle. Hem onunla çok iyi anlaştık öyle değil mi Türk kızı?" ikisinin bakışları beni buldu. Boris'in deforme yüzünde belli olamayan bir sırıtış Şafak'ta ise sadece öfke vardı. 

"Senden hiç hoşlanmadım Boris. Ne senden, ne diğerlerinden. Hiçbirinizden hoşlanmadım. Ve sizinle anlaşmak... Üzgünüm. Benim kumaşım o kadar ucuz değil!" Boris'in korkunç kahkahası gökyüzüne sıçradı. Güldükçe boğazı yırtılıyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Cebindeki ellerinden birisini çıkarıp bana parmağını salladı ve Şafak'a bakarak "bu kadın muhteşem bir şey," dedi. 

Şafak'a bakmadım ama onun gözleri bendeydi. Kesik bir nefes aldığını duydum. Bakmıyordum ama ensesini sertçe sıvazlayıp Boris'e bir adım yaklaştığını gördüm. Artık aralarında bir adım vardı.  "Ara şu siktiğimin piçini Boris." 

"Hey! Uzaklaş," dakikalardır susan Şamil ilk defa konuşuyordu. Boris'in sınırlarını fazlasıyla ihlal eden Şafak'a elleri cebinde, rahat ve sakin bir tavırla bakıyordu. Ondan korkmadığı beden dilinden belliydi. Korkmaması da çok normaldi. Kim kan kardeşinden korkardı ki? Boris'e baktım. Normal görünüyordu lakin sırtındaki hançerlerin sızısını hissettiğini görebiliyordum. Şamil'e belli ki fazla güvenmişti. 

Şafak, Şamil'e bir bakış atıp bir şey demeden Boris'e tekrar baktı ve "ara adamını!" dedi bir kez daha. 

Boris üstelemedi. Cebinden telefonunu çıkarıp adamını aradı. Karşı tarafla Rusça bir şeyler konuşup telefonu kapattı ve yeniden cebine koydu. "Güzel pazarlıktı Şafak... Gitmesini hiç istemesem de," deyip bana baktı ama Şafak yine aramıza girdi.

"Sakın Boris. O yanmış beyninden neler geçiyor görüyorum. Sakın anladın mı sakın. Sikerim senin o yanmış beynini!" Boris'in yüzündeki sırıtış yavaş yavaş silindi. Çenesini dikleştirip gören tek gözüyle Şafak'a ters ters baktı. 

"O yanmış beynimden o kadar çok şey geçiyor ki... Siper alsan iyi olur!"  Şafak burnundan soluyup Boris'in yakalarına asıldığında köpeklerin havlayışları etrafımızı sardı. Korumalar köpekleri zorlukla tutarken  Şafak'ın peşinden gelenler Boris'in korumalarına üstünlük kurmayı başarmıştı. Lakin korumaları asıl durduran Şamil'in havaya kalkan eliydi. 

"Yeter!" İlknura'nın araya girişi ani oldu. Şafak'ın yanına ilerleyip koluna dokundu ve "gidelim!" dedi. 

Şafak, Boris'in yakalarını sertçe bırakıp İlknura'nın dokunduğu kolunu da çekti. Bakışlarını etrafta gezdirip adamlarına başıyla arabaları işaret etti ve bana döndü.  Bakışlarımı ondan kaçırdım. İlknura'nın elinde salınan sırt çantamı çekip aldım. Kimseye bakmadan onca adamın arasından yürüyüp arabaların olduğu yerde durdum. Saniyeler sonra önümdeki arabanın kilidi açıldığında kimseyi beklemeden öne oturdum.  Çok değil bir iki dakika sonra şoför tarafındaki kapı açıldı ve Şafak koltuğa yerleşti. Bakışları yüzümdeydi ama dönüp bakmadım. 

Önümüzdeki ve arkamızdaki arabalar çalıştığında Şafak kontağı çevirdi. Bakışları bir kez daha yüzüme değdi ama yine bakmadım. Kafamı çevirip camdan dışarıya baktım. Boris vardı görüş alanımda. Elleri ceplerinde, yüzünde kaşlarımı çatmama neden olan bir ifadeyle bana bakıyordu. Ellerini cebinden çıkarıp birbirine sürttü ve bana göz kırpıp arkasını dönüp evine girdi. Ben arkasından bakarken Şafak arabayı çalıştırdı ve Boris'i izleyen gözlerimin  gerisinde kalan son şey ağaçlar oldu...

Su durdu ama yol devam etti. Zaman direndi ama kendine yenildi. Hızlı giden arabanın içinde kendimi bir tabuttaymış gibi hissediyordum. Aldığım soluklar ciğerlerime inemeden boğazımda takılıyor, takıldığı  yeri kanatıp bana bir çıkar yol bırakmıyordu. Aldığım her nefeste burnuma sataşan koku onundu ve bu midemi daha da çok bulandırıyordu. Arabanın camını açmakta işe yaramamıştı. O ve ona dair her şey tarafından ablukaya alınmış gibi hissediyordum.  

Dayanamadım. Zaten bulanan midem arabanın hızını kaldıramayacak raddeye gelince elimi direksiyona atıp Şafak'a baktım ve "dur!" diye zar zor konuştum.  Halimi fark edince kaşları çatıldı. Önce arabanın hızını düşürdü sonra da kenara çekti. Kendimi arabadan atıp yol kenarının ilerisinde görünen boş ve kurak araziye doğru uyuşuk adımlarla ilerledim ama  midem daha fazlasına izin vermedi. İki büklüm olup ellerimi dizlerime yasladım. Boş midem sadece kasılıp öğürmeme neden oluyordu. 

"Toral?" önüme gölgesi düştü. Eli, yüzüme dökülen saçlarıma uzanınca kendimi geri çektim. 

"Sakın," dedim. Başımı geriye atıp yüzüne baktım. 

"O kanlı ellerini sakın bana dokundurma!" yüzünde afallama, bir şaşkınlık yoktu. Sadece yüzüme baktı. İfadesizdi. Hatta bakışları öylesine boş öylesine amansızdı ki duygudan yoksunluğu kendini ele veriyordu.

Ellerimi dizlerimden çekip iki büklüm olan bedenimi doğrulttum. Ona doğru adımlar atıp tam karşısında durdum ve gözlerinin içine baktım. İçimde çağlayan lav her yanımı yakınca ellerimi iki yanımda yumruk yapıp nefes aldım ama hırıltılı soluklarım geçip gittiği  her yeri yaktı. Titremeye başlayan  çenemi, yaşaran gözlerimi görmezden gelip yüzüne daha dik baktım. Saatlerdir susan benliğim daha fazla dayanamadı. 

"Dünya'yı sen mi öldürdün?" dedim ama damağıma değen dilim cayır cayır yaktı beni. Eğer öldüren o ise alacağım darbenin kuvvetine kendimi hazırlamak istedim ama şu kısacık zamanda imkansızdı. Karşımdaki adamın suçluya yardımı başka o suçu işlemesi bambaşkaydı. İkisinin kapısı da Dünya'nın mezarına açılıyordu ama yine de farklıydı işte. Bunca zaman Dünya'nın katiliyle bir arada olmanın yükünü   kaldıramazdım.  

Susuyor oluşu beynimde şimşekler çaktı. Saç diplerime sirayet eden sızı dilime vurdu. Ellerimi kaldırıp göğsüne vurarak itekledim onu. "Bana cevap ver!" bağırışım bomboş arazide yankılandı. Gözleri arkamda  bir yerlere takıldı. Çok geçmeden hareket eden arabaların seslerini işittim. Artık baş başaydık.

"Sen mi öldürdün dedim sana!" bana dokunmadan, benden birkaç adım uzaklaştı ve gözlerime bakarak "fiilen değil!" dedi. Sesi baruttu. Bakışındaki duygusuzluk gırla, duruşundaki zehir kor gibiydi.

"Fiilen değil..." sıcak gözyaşlarım buz kesen tenimde süzülüyor, geçip gittiği yeri yakıyordu. Dudaklarımın arasından bir kıkırtı yükseldi ama ben ağlıyordum. 

"Fiilen değil..." kendi kendime tekrarladım sözlerini. Aramıza koyduğu mesafeyi kapadım. Gözleri gözlerime değdi. Kaşlarının arasındaki o iz bir kez daha kendini belli etti ama ne duruşundan ne bakışından ödün vermedi. "Neden oradaydın?" nefes alıp verdi.

"O gece neden oradaydın?" çığlığım daha uyanamamış gökyüzüne çarpıp yeryüzüne yağmur tanelerinin arasında sızarak indi.  Sesimin oktavı o denli acımasızdı ki yuvalarında annelerinin kanatları altında uyuyan serçeleri hasbelkader korkudan öldürebilirdi.

"Biliyorsun Toral." dedi gözlerini gözlerimden kaçırmadan. Benim çırpınışlarımın yanında cansız bir biblo gibiydi. Gözyaşlarım hızlandıkça bakışı, duruşu, sesi daha da acımasızlaşıyordu sanki. Beni izleyen karalarından kaçmak istedim. Ona sırtımı dönüp avuçlarımı ağrıyıp sızlayan mideme yasladım. Derin uzun soluklarla kendimi yatıştırmaya çalışsam da ne aklım ne kalbim buna izin vermekten yana değildi. 

"Biliyorum," dedim ansızın. Biliyordum. Artık biliyordum... Omzumun üzerinden ona baktım. Gözlerimiz kesiştiğinde nefretle soluklandım. "Biliyorum... Bir kardeşin daha olduğunu..." nefes nefese kaldım. Daralan nefeslerim göğsümü döverken ona bakarak konuşmaya devam ettim. 

"Tecavüzcü, katil bir kardeşin daha olduğunu biliyorum!" 

Yüzüne yüzüne haykırdığım gerçeklerle gözlerini kapayıp burnundan soludu. Kasılan çenesi, iki yanında yumruk olan elleri öfkesini belli etti. Bedenimi ona çevirip hızlı adımlarla yanına vardım.  

"Bu yüzden geldin kapıma! Bu yüzden kaldın yanımızda. Tüm planın buydu değil mi? Bizi yanlış yönlendirecek her seferinde kardeşine ulaşmamızı engelleyecektin!" bakışlarını soluna çevirdi. Ağırca yutkundu. Başını sağa sola yatırıp burnundan soludu ve birkaç adımda yanımdan uzaklaştı.

"Amacın buydu..." dediğimde bana baktı. Diliyle dudaklarını ıslatıp omuzlarını silkti. Kayıtsızlığı ve rahatlığı beni yine çileden çıkarttı. Aramıza koyduğu mesafeyi kapayıp burnunun dibine girdim. Ellerimi göğsüne yaslayıp onu tüm gücümle ittim. Direnmedi, birkaç adım geriye doğru yalpalandı. O geriye adım attıkça üzerine yürüdüm. 

"Neden oradaydın cevap ver bana?" omzuna vurdum. "Cevap versene! Allah'ın belası... Cevap ver bana!"

Cevap vermedi. Sadece beni izledi. Ona vurmama, iteklememe, hırpalamama müsaade etti. Belki de acımı böyle çıkartmamı istedi. Belki de beni yormak ve zayıf düşürmek istedi ama içimde yanmaya başlayan kor o kadar kuvvetli harlanıyordu ki değil durmak değil yorulmak o ateşle tüm cihanı yok edebilir gibi hissediyordum kendimi.

"Nasıl bir kötüsün sen! Bu nasıl bir kötülük be adam?" adımlarım durdu. Titreyen dudaklarım hıçkırıklarımın habercisiydi. Ellerimi ağzıma kapatıp ona sırtımı döndüm. Yuttuğum hıçkırıklar ateşimi harladıkça gözümden akan yaşlar tenimi daha da çok yaktı. Cevapsız kalan onca sorunun tüm cevapları arkamdaki adamdaydı ama o yanlış taraftaydı. 

Hıçkırıklarım dinse de gözyaşlarım usulca akmaya devam etti. Ona döndüm yeniden. Başım istemsizce omuzuma düştü. Titreyen çenem beni gafil avladı. Isırmaktan kana bulanan dudaklarımın arasından cevabını duymaktan en çok korktuğum soruyu sordum ona.

"Madem oradaydın neden kurtarmadın onu?" kara bakışlarını yere düşürdü. İki yanında yumruk olan ellerini arkasına aldı ve zaten dik olan omuzlarını daha da dikleştirdi. Hareketlenen adem elmasından yutkunduğunu anlayabiliyordum. Bakışlarını yerden kaldırıp bir ok misali mavilerime dikti ve tüm acımasızlığıyla zehrini akıttı. 

"Önceliğim Dünya değildi..."

Durgun suya bir fırtına çarptı. Su dalgalandı, su taştı ama ne ateş söndü ne acı dindi. Aksine daha da kora kor bir ateş sardı dört bir yanı. Dilime doluşan sözcükleri yutkunamadım. Dolup taşan gözlerimden firar eden damlalar kanlı izlerini tenimde bırakıp ayak uçlarıma düştüler ama ne kanın emaresi kaldı yüzümde ne bir sözcük firar etti dilimde. 

"İnsan mısın sen?"  diyebildim sonunda. Boğazımdan göğsüme süzülen nefes kalbimi sıkıştırıp ciğerime sataştı. 

 "Önceliğim kendi kardeşimdi." dilinden düşen her kelime tenimde çentikler açtı. O çentiklerin emareleri geçmeyecekti. Önce tenime, sonra aklıma ve kalbime sonundaysa ruhuma işlenecekti. Yüzyıllar geçse de bugünün emaresi sonsuza dek ikimizde de kalacaktı. 

"Kardeşindi..." kardeşleri uğruna ölümü göze alıp her şeyi yapabilecek olan bana bile fazla ağır geldi söylediği. 

Başım yere düştü. Gözyaşlarım çenemden gerdanıma süzülüp yakmaya devam etti. Sızım sızım ağrıyan  bedenim direnmekten vazgeçti. Ağır adımlarla ona yaklaşıp yaşlı gözlerimi karalarına diktim. Ağlamaktan kıpkırmızı kesilen yüzümde gezindi bakışları. 

"Senin kardeşin ve o piçler gencecik bir kızı katlettiler ve sen bana bunu mu diyorsun?" dedim titreyen sesimle.  Aralı dudaklarının arasından bıraktı nefeslerini. Gerilen yüzünden söylediklerimin hoşuna gitmediği aşikardı. Bana baktı. Çatık kaşları daha çatıldı. 

"Şunu anla artık. Senin yargıların, senin doğruların sadece sana ait. Anladın? Herkes seninle aynı değerlere sahip olmak zorunda değil." omuzlarım sarsıla sarsıla güldüm. Bedenim sarsıldıkça gözyaşlarım daha hızlı düştü yanaklarıma.

"Bu mu yani? Aynı değerlere sahip olmamak mı bu suçun işlenmesine sebep? Senin can çekişen bir insana yardım etmek yerine suçlulara arka çıkman mı değer dediğin şey!" öfkeyle soludu. Ellerini iki yana açıp yüzüme yüzüme bağırdı kendi doğrularını. 

"O an yapmam gereken tek şey kardeşimi ve korumaya yemin ettiğim ailemin kıçını kurtarmaktı.  İnan bana gözüm o an Dünya'yı görmedi! Umurumda olan o değildi çünkü... Geberip gitmiş mi can mı çekişiyor, başına ne gelmiş inan bana gram düşünmedim!"

"Orospu çocuğu!" 

Her yanı titreten sesime; yüzüne vuran tokadım, göğsüne inen  yumruklarım ve tekmelerim eşlik etti. Vurdum, küfrettim, itekledim. Kendi etrafımda döndüm, saçlarımı çekiştirdim. Yeniden tokat attım. Ağladım. Göğsüne daha çok vurdum. Çığlıklarım dinmedi, ettiğim küfürler, hıçkırıklarım hepsi birbirine karıştı. 

"Çocuktu daha! Çocuk!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım.

"Canavarlar..." dedim yetmedi. "Pislikler," dedim o da yetmedi. 

"Şerefsizler," dedim. Ağız dolusu küfürler savurdum yine yetmedi. Acımı öfkemle kustum o bile bana mısın demedi. Yine tokat attım, bir daha attım, bir daha... Ama yetmedi. Taşıp çağlayan dalgalar sel oldu beni  de içine alıp yuttu ama o ateş sönmedi. 

"O gecenin tek suçlusu biz değiliz biliyorsun değil mi?" artık onunda sesinde nefret vardı. Ne hissettiğini dakikalar öncesinin aksine hissettiriyordu. Bana bir adım attı ama aramıza dağlar girdi. Bir adım daha attı ama kulaklarım onun sesine sağır kaldı. 

"Sen de o gece dayına verdiğin sözü tutup orada onlarla olsaydın! Haydi sen yoktun diğerleri neredeydi? Haydi onlarda olmasın, Dünya'nın kardeşi neredeydi? Kardeşten öte dediğiniz kuzenleri Dünya can çekişirken neredeydi?" teni tenime çarpmadı ama tokadının acısını sol yanağımda hissettim. Artık bedenim gerçekten cayır cayır yanıyordu. 

"Çobanın yalnız bıraktığı kuzuyu kurt kapınca ağlamanın bir manası kalmazmış Toral! Öğren bunları..."

Titreyen ellerim kendiliğinden yumruk oldu. Kalp atışlarım  kendini boğazımın ortasında kendi belli  ediyordu. Canım acıyordu. Acı fiziksel değildi ama bedenimin her milimi sızım sızım sızlıyor ve ağrıyordu. Yaşlarımdan bulanık gören gözlerim onu buldu yeniden. Her yanı sevgiyle sarınmış ruhuma nefretin ilk tohumlarını ektiğinden habersiz bana üstten üstten bakıyordu.

"Sen," dedim acele etmeden. Titreyen çenemi  dikleştirip bakışlarına karşılık verdim. Zihnimde dönen cümleler dilimden süzülmeden önce kalbimin aynasını ve merhametimi kör edip gerçekten tüm içtenliğim ve inancımla bendeki hakikatini ona söyledim.

"Sen gerçekten bir orospu çocuğuymuşsun! Annen işinin hakkını vermiş..."

Sabahın ayazında bir rüzgar esti aramızdan. Çatlaklarımızdan sızıp içimize işlediğinde o rüzgar kaynayan kanımı yerle yeksan etti. Şafak'ın ise bakışları artık daha karaydı. Lakin duruşu... Duruşunda artık bir şeyler eksikti. Omuzları mesela eskisi gibi dik değil, çenesi önceki gibi kaskatı değildi. Bir titreme geçti bedeninden. Yutkunduğu adem elmasında takılıp kaldı. 

Gözlerini gözlerimden çekmedi. Bu sefer kaçırmadı bakışlarını. İçinde kanattığım yerlerin yansıması kara gözlerine sirayet etti. Ağlamadı ama yaşları yanaklarından süzülüp sakallarına karıştı. Ağlamadı ama sanki senelerdir içinde tuttuğu hıçkırıkları yerle göğü inletti. Ağlamadı ama acı dolu inleyişleri tenime battı. Karaları daha da karardı. Geceden bir parça taşırmışçasına simsiyah oldu gözleri. Bana baktı ama gördüğü ben miydim orası da meçhuldü. 

Titreyen çenesiyle cebelleşti lakin galip gelemeyeceğini anlayınca dudaklarını sıktı. Bakışlarını yere düşürdü. Tıpkı benim ellerim gibi yumruk olan ellerini zar zor açıp beline yasladı ve nefes almaya çalıştı. Çalıştıkça hırıltıları arttı. Bir ara eli göğsüne gitti ama yetmedi. Bana baktı  sonra arkasını dönüp benden uzaklaştı. Adımları sarsaktı fakat yine de yeri titretiyordu. Ancak bedeni dayanamadı. Ellerini dizlerine yaslayıp iki büklüm oldu. Gürültülü nefesler alıp verdi. 

Gözlerim onu izlerken kör ettiğimi sandığım kalbim göğsümü dövdü. Kulaklarımda kendi sesim çınlamaya başladığında saniyeler önce dudaklarımın arasından çıkan kelimeler çığlık çığlığa zihnime yayıldı. Titremeye yüz tutan dudaklarımı dişleyip Şafak'a sırtımı döndüm.  Sıtmaya tutulmuş gibi titreyen ellerimi beni ağrıdan öldürecek raddeye getiren mideme yasladım ve tıpkı Şafak gibi iki büklüm oldum. 

Dönen başım, titreyen bedenim, harlı yüreğim bas bas bağırmaya başlayınca aklımda dönmeye başlayan zincirler birbirine dolandı. Bazı şeyleri anlamak için karşımdaki insanın konuşmasına artık  ihtiyacım yoktu. 

Şafak'ın yarası annesi, zayıf karnıysa o kardeşiydi...

"Kalk!" saniyeler mi dakikalar mı yoksa saatler mi geçti anlamadığım bir zaman boşluğunda Şafak yeniden belirdi yanımda. Sesi eskisinden daha sert, daha koyu ve tahammülsüzdü. 

"Kalk dedim sana!" 

Bakışlarımı ona çevirip doğruldum. Uyuşuk dizlerim titrediğinden yalpalanır gibi oldum. Düşmemek için çabaladım  ama onun umurunda olmadı. Bana göz ucuyla bakıp arabaya doğru yürümeye başladı. Arkasından bakarken alnımı ovalayıp kesik kesik aldığım nefesleri yavaşça bıraktım. 

"Çok oyalandın Toral yürü artık!" 

Sinirle soluklanıp arkasından büyük adımlarla koşturdum. Arabanın önünde karşı karşıya kaldığımızda nefretle harlanmış bakışlarımız birbirine çarptı ama bu çarpışma ikimize de zarar verdi. Onun nefretine nefret katarken benim sevgi dolu yüreğimden bir parça daha nefrete yenildi. 

"Şimdi sana iki seçenek sunacağım Toral!" kaşlarım çatıldı. Dudaklarımda alaycı bir gülüşle yüzüne baktım. 

"Hangi yüzle konuşmaya devam ediyorsun sen hâlâ?" dilini dudaklarında gezdirdi. İç çekip göğsünü şişirdi ve sanki ona bir soru sormamışım gibi konuşmaya devam etti.

"Ya o ite inanıp ona yem olur ve  aileye kurban edilirsin?" dudağımdaki alaycı gülüş büyüdü. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi yok eden yine ben oldum. O arkasında kalan arabaya yaslanırken ben kollarımı göğsümde bağladım ve mavilerimi karalarından çekmeden  "ya da?" dedim. 

"Ya da bana inanır, güvenir ve benim yanımda kalıp Dünya'nın intikamını alırsın..."

Kafayı yemişçesine kahkahalar atarak güldüm. O kadar çok güldüm ki gözlerimden bu sefer acıdan değil kahkahalarımın yüzünden yaşlar aktı. "Sanan inanmak mı?" gülüşlerim o kadar büyüktü ki bu bir süre sonra Şafak'ın sinirlerini bozdu. 

"Sana güvenmek mi?" başımı sağa sola sallayarak sakinleşmeye çalıştım ama içimde durmadan gülmek isteyen tarafım buna engeldi. Üstelik sadece gülmüyor ağlıyordum da. 

"Sana kalmış..." dedi sinir bozucu bir soğuklukla. 

"Ama," dedi yaslandığı kaputtan koparak. Elini kaldırıp pantolonun arka cebinden telefonunu çıkardı  ve yüzüme bakmadan "bir güvence istiyorsan onunla konuşabilirsin. Seni ikna edeceğine eminim." dedikten sonra telefondan birini aradı ve çalan telefonu bana uzattı. 

Gülüşlerim duruldu. Uzattığı telefonu merakıma yenik düşüp aldım. Ekranda sadece üç nokta vardı. İçimi kemiren merakla telefonu kulağıma yasladım. Gözlerim ondan kopmazken çalmaya devan eden telefonun açılmasını bekledim. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Sonra açıldı. 

Karşı taraftan "sana ölmediğin müddetçe beni arama demiştim!" diyen kızgın sesle dumura uğradım. Yüreğimde körüklenen  hıçkırıklar boğazıma dizilirken gözlerimden sessizce akmaya başlayan yaşlar çenemi yuva belledi.  

Bu sefer Şafak'ın dudaklarına alaycı  bir gülüş yerleşti. Kollarını göğsünde bağladı ve arkasındaki arabaya yeniden yaslanarak bana dakikalar öncesinin intikamını alırcasına zaferinin tadını çıkararak baktı. 

"Şafak?" dedi telefonun ucundaki ses bir karşılık  almak umuduyla ama karşılığı Şafak değil ben verdim. 

Titreyen sesimle, hissettiğim hayal kırıklığıyla ilk defa canım yanarak "baba!" dedim...

 8 EKİM 17:55 / İstanbul 

İnsanı durduran sınırlar vardı. Girilmemesi, çıkılmaması gereken yerler, dinlenilmesi gereken nasihatler vardı. Bazı sınırlar vardı. İnsan çiğnememek için büyük gayretler verse de bir yerde önemini yitiriyordu. Aden o sınırlardan bir tanesinin hemen önündeydi. Baran ile girdiği tartışmanın ardından vicdanı yakasını bırakmamış hissettiği pişmanlık onu uykularından etmişti ama zaten tüm aile yıllardır güzel bir uykudan mahrumdu. 

"Aden Hanım yağmur yağacak gibi." hemen arkasında kalan şoförüne aynı zamanda koruması olan genç adama bakmadan, başını kararmaya yüz tutmuş gökyüzüne kaldırdı. Kara bulutlar büyük kümeler halinde başının üzerinden geçip gidiyordu. Önüne dönüp baktı.  Çiftlik evi, iki katlı bir evdi. Pencereleri kapalı, perdeleri örtülüydü. 

Yoğun bir nefes alıp düşük omuzlarını dikleştirdi. Karıncalanan ellerini hafifçe sallayıp birkaç metre ötesindeki kapıya yanaştı. Korumalara baş selamı verip kapının açılmasını bekledi.  Birkaç dakika sonra açılan kapıdan içeri girdiğinde duraksadı. İlk defa adım attığı bu yere yabancılık hissettiğinden etrafı inceleme dürtüsüne engel olamadı ancak çiftliğe giden toprak yol bomboştu. Korumalar için küçük bir kulübeden ibaretti ön bahçe. 

İşittiği kapı sesiyle bakışları önüne döndü. Çiftlik evin kapısı kendisine açılmıştı. Kapının gerisinde ise üstünde beyaz gömlek altında ise siyah kumaş pantolon olan son derece temiz ve tertipli görünen bir kadın vardı. Kapıya doğru yürüdü.

"Aden Hanım hoş geldiniz. Buyurun lütfen."

Aden kadını baştan aşağı süzüp yüzüne baktı. Evin çalışanı olduğu çoktan belliydi ama inceleme ihtiyacı kadına uzun süre bakmasına neden oldu. Bir yerden sonra rahatsız edeceğini anlayınca gülümseyip başını selam verircesine sallayıp eve ilk adımını attı. 

"Teşekkür ederim... Adınız?" dedi. Gözleri karşısındaki kadından ayrılmasa da burnundan ciğerlerine sızan gül kokusu burnunun ucunu sızlattı. Kirpiklerini kırpıştırıp dudaklarını ıslattı. 

"Sevilay efendim. Evin kahyasıyım. Buyurun buradan," Aden başını bir kez daha sallayıp yüzündeki gülümsemeyi silmeden kadını takip etti. Geniş ve oval holü geçip salona vardıklarında Sevilay salonun iki kanatlı ahşap çerçeveli cam kapısını açıp köşeye çekildi. 

"Simge Hanım birazdan gelecek. Bir arzunuz var mı?" Aden sıcak bir tebessümle aynı yaşlarda olduğunu düşündüğü kadına bakıp "teşekkürler Sevilay," dedikten sonra salona girdi. Mavi gözlerine çarpan ilk şey evin her yanındaki kristal vazolarda can bulan beyaz güller değildi ya da beyaz koltuklar, halılar da değildi.  Mavi gözlerini yaşartıp iki damla gözyaşının süzülmesine neden olan şey doğduğu ilk andan beri kendisine benzetilen yeğeni Dünya'nın on sekiz yıllık yaşamını bir duvara sığdırılışıyla karşı karşıya kalışıydı. 

Salon kapısının tam karşısındaki duvar boydan boya Dünya'nın hatıralarıyla doluydu. Duvarın tam ortasında büyük bir çerçevede, Güneş halasının kadrajından çekilen Dünya'nın son fotoğrafı asılıydı. Siyah beyaz fotoğrafta Dünya'nın boynundaki olimpiyat altınını kameraya gülerek gösterdiği, diğer elinde tuttuğu olimpiyat maskotunu havaya kaldırdığı anda çekilen bir hatıraydı. O büyük çerçevenin iki yanında ise uzun dikdörtgen camlı pano vardı. O panolar ise Dünya'nın madalyalarına ev sahipliği yapıyordu. Duvarın diğer yerlerinde çocukluktan bu yana çizdiği tüm resimler, çekindiği tüm fotoğraflar asılıydı. Duvara yaslı yüksek şifonyerde farklı boyutlarda çerçeveler, kazanılan kupalar, Dünya'nın en sevdiği oyuncakları vardı. Şifonyerin sağında ve solunda ise büyük porselen vazolardan fışkıran bembeyaz güller boy gösteriyordu.

Burası onundu. Onun mabedi, onun anıtı, onun izleriydi. Burası Dünya'nındı. 

Yanaklarından süzülen yaşlarını parmak uçlarıyla sildi. Hâlâ sızlayan burnunu çekip boğazını temizledi. Kendisini toparlamak için silkelendi. Gözleri yeğenin güzel yüzünden sıyrılamazken arkasında işittiği adım sesleriyle gözlerini yere eğdi. Duyduğu adımlar tanıdıktı. Otuz yılı geçkin dostunun nefes alışverişini bile bilirdi. 

"Aden," boğazını bir kez daha temizleyip arkasına döndü. Kendisine sıcacık tebessümüyle gelen arkadaşına kollarını açtı. 

Simge kendisi için açılan kollara karşılık verip bunca yıllık dostuna sarıldı. O tanıdık güven, tanıdık sevgi, tanıdık huzur soluklanmasını sağladı. Aden hep güvenli liman olmuştu. Bir dosttan, bir kardeşten öteydi Aden. Hep dayanağı olmuştu. Şimdi aradan geçen beş yıl herkesle bir mesafeye neden olsa da Aden farklıydı Simge için. Onun sıcağı hep yanında, yanı başında kendini  belli ederdi. 

"Böyle çat kapı davetsiz geldim ama..." dedi Aden. 

"Hoş geldin," diyerek hemen karşılık verdi Simge. Salonun eşiğinden geçip salona bir göz attı. Sonra Elini kaldırıp koltukları gösterdi. "Oturalım gel. Ne içersin?" 

Aden, Simge'nin peşi sıra ilerleyip koltuğa oturdu. Çantasını yanına bırakıp Simge'ye baktı. Üstünde yine siyah bir elbise vardı. Kısa saçları omuzlarına yine değmiyordu. Kumralım diye sevdiği arkadaşının saçları artık griyle beyazın tonlarındaydı.

"Bir şey içmeyeyim. Ben aslında..." diyeceklerini yine Simge'nin lafıyla bölündü. 

"Sevilay! Yeşil çay servis edin lütfen."  

Aden dudaklarını birbirine bastırıp kucağındaki ellerini birbirine kenetledi. Gergindi ve bu gerginlik pek tanıdık değildi. Haksız hissetmek ve pişman olmak farklı bir yüktü.  Ensesinde toplu olan saçları tenini huylandırınca ensesini kaşıdı. 

"Çay dedim ama hastaneden direkt gelmişsin belli. Bir şeyler hazırlatayım ben sana." Aden birden yanından kalkan Simge'yi kolundan tutup durdurdu. 

"Aç değilim Simge. Bir şey yiyip içmeye gelmedim. Gel otur, konuşalım biraz." Simge iç çekip kalktığı yere geri oturdu. Sırtını koltuğa yasladı, bacak bacak üstüne atıp ellerini kucağında kavuşturdu. Yüzündeki tebessüm bakiydi ama durgunluğu ve yorgunluğu buram buram sarıyordu her yanı. 

"Nasılsın?" diye sordu Aden.  

Simge dudaklarını büküp iç çekti. Gözleri dalıp giderken omuzlarını silkip "cevap vermem gerekiyor mu?" deyince Aden'in suretine küçük bir gülüş yansıdı. Onlar konuşmadan da birbirilerini anlardı. 

"İyiyim. Sakin, sessiz öyle..."  bakışlarını kaçırmadılar. Simge lafı dolandırmazdı. İyiyim diyorsa iyiydi. Sakin ve sessizse öyleydi. 

"Sen nasılsın?" yorgunum demeye utandı Aden. O da omuzlarını silkip iyi olduğunu söyledi ama Simge'nin onu anladığını biliyordu. 

"Emekliliği düşünüyorum bu sıralar. Başhekimlik sandığımdan daha yorucu oldu." Simge arkadaşına hadi oradan der gibi bakıp gülümsedi. Aden mesleğine aşık bir kadındı. Ömrünün el verdiği süre boyunca doktor önlüğünü çıkarmayacağına emindi.  Son zamanlarda aklından geçen bir düşünceyi dile getirmek için boğazını temizledi. 

"Aden," dedi önce. sonra da boğazını temizleyip "ben de yeniden başlasam mı diye düşünüyordum," diyerek lafını bitirdi. Aden'in irileşen mavilerini görünce gülümsemesi daha sıcak bir hal aldı. 

"Sen ciddi misin?"  başını salladı Simge. Mesleğinden, hastanelerden, yeni yaşamlardan çok uzak kalmıştı. İşini, işinin getirdiği güzellikleri özlüyordu. 

"Şimdilik düşünce sadece. Belki özel bir klinik ya da hastanede bilmiyorum. Belki yeni yaşamları tekrardan ilk kucaklayan olmak beni daha da iyi yapar." Aden başını salladı. Yaşaran gözlerini kırpıştırıp  ağlamamaya çalıştı. Simge'nin ellerini tutup sıktı. 

"Canım arkadaşım sen nasıl istersen. Tüm desteğimle seninleyim biliyorsun." Simge bunu biliyordu. Sırf ona ve kocasına destek olabilmek için Bartın'daki tüm düzenlerini tek seferde bozmuş buraya gelmişlerdi. En güçlü desteği Aden'den alacağını biliyordu. Bu düşüncesini ilk olarak Aden'le paylaşmasının sebebi de buydu.

"Biliyorum, teşekkür ederim." dedi. Aden aralarındaki azıcık mesafeyi kapayıp arkadaşına sarıldı. Sırtını usulca sıvazlayıp geri çekildi. "Sen, Aden tamam ben başlayacağım dediğin an heyeti toplarım. Yok ben klinik açacağım dediğin anda da yanındayım. Her şeyimle seninleyim." 

Simge nefes alıp verdi. Geri dönmek istiyordu fakat korkuları vardı ve biliyordu ki bu korkularının büyük bir bölümünü Aden'in desteğiyle yenebilirdi. Diğer kısmını ise sadece kocasının desteğine ayırmıştı. "Teşekkür ederim." dedi. 

Sevilay porselen fincanları koltuğun hemen önündeki sehpaya bırakıp geri çekildi. Aden giden kadının arkasından bakınca ayağındaki terlikleri fark etti. Sonra dönüp Simge'nin ayaklarına baktığında onda da terlik olduğunu gördü. Evde ayakkabı giyilmiyordu demek ki.

"Hay Allah. Benim hiç aklıma gelmedi ayakkabıları çıkarmak," dedi. Topuklu ayakkabılarını çıkarmak için niyetlendiğinde Simge engel oldu.

"Sorun yok Aden. Biz her gün dışarıda olmadığımızdan terlik, yalın ayak öyle dolanıyoruz evin içinde," dedi Simge.  Aden'in içi rahat etmese de ses etmedi. Simge'ye gülümseyip yeşil çayına uzandı. İlk yudumunu aldığı sırada bahçeye açılan camekan kapının orada bir  gölge belirdi ve kapı açıldı.

"Kumralım yeni güller tamam, vazoları değişti..." Baran içeri girdiğinde kardeşini görmesiyle sustu kaldı. Elindeki büyük hasır sepeti önüne bırakıp elindeki eldivenleri çıkarttı.

"Aden?" dedi burada ne işin var dercesine. 

Aden fincanı sehpaya geri bırakıp koltuktan kalktı. Ellerini birbirine yaslayıp gülümsedi ve "merhaba abi," dedi. Baran'dan ses çıkmayınca Simge araya girdi.

"Aden bizi görmeye gelmiş canım." Baran başını ağır ağır sallayıp bakışlarını salonun girişine çevirdi ve "Sevilay!" diye bağırdı. Saniyeler sonra Sevilay içeri girdiğinde Baran gül dolu sepeti ona verip "cam vazolar için hazırlayın!" deyip elindeki eldivenleri birbirine çarpıp katladı ve Aden'e baktı. 

"Gül bahçeniz var sanırım," dedi Aden kırık bir tebessümle. 

Baran "öyle..." deyip bakışlarını bahçeye çevirdi. Aden'in buraya konuşmaya geldiğini anlamak zor değildi. İstemese de "görmek ister misin?" diye sordu bahçeyi kastederek. 

"İsterim tabii." hızlı adımlarla abisinin yanına yürüyüp durdu. Baran önden çıkınca Aden, Simge'ye son bir bakış atıp abisinin peşinden bahçeye çıktı.  Ön verandada yürüyüp arkaya dolandıklarında Aden'in karşısına alabildiğine büyük bir gül bahçesi çıktı.  Bembeyaz güller dikenli dallarında tomurcuktan açmışlardı. 

"Oturalım," diye seslendi Baran. Güllerin orta yerindeki banka önden gidip oturdu. Kızının kokusunu ne zaman unutmaya başlasa buraya gelip saatlerce güllerle konuşup kızının kokusuna benzeyen gül kokusunu ciğerlerine dolduruyordu. 

"Ne güzelmiş burası." küçük adımlarla abisinin yanına gidip oturdu Aden. Dolu gözlerini beyaz güllerden koparıp abisine çevirdi. Sakalları, uzamış saçları birbirine karışmıştı ama ne karizmasından götürmüştü ne yakışıklılığından. İçini yakan şey saçlarının ve sakallarının babasından bile daha beyaz olmasıydı. O beyazlar yılların değil acıların getirisiydi. 

"Misafir sevmediğimi biliyorsun." abisinin aksi sesine gülümsedi. Yaş aldıkça sesine oturan bir kabalık ve sertlik vardı. 

"Biliyorum." 

"Niye geldin o zaman?" omuzlarını silkti. Dudağındaki tebessüm silinip gitti. 

"Abimin yaşadığı eve gelemeyeceksem ne diye kardeşiz?"

"Aden..." Aden uzun bir soluk alıp ağırca yutkundu. Birbirine bastırdığı dudaklarını yavaşça aralayıp tuttuğu nefesini bıraktı.

"O akşam yemeğinden sonra hemen gelecektim aslında ama biraz cesaretlenmem gerekiyordu." Baran elinden bırakmadığı eldivenleri dizine yaslayıp üzerine yapışmış küçük, görünmeyen şeyleri temizlemeye başladı. 

"Sorun yok Aden. Artık sözlere, kelimelere takılmayacak kadar yaşlıyım." Aden, dudaklarını dişledi. Alt dudağını ağzına yuvarlayıp sızlayan burnunu çekti. Abisindeki bakışlarını ellerine indirip sızlayan burnuna rağmen nefes alıp veri.

"Bana artık maviş demiyorsun." dedi. Sesi kendiliğinden küskün çıkmıştı. 

"Sende artık hep abi diyorsun." Aden omuzlarını silkti. Elini kaldırıp işaret parmağının sırtını iki kere burnuna sürttü. 

"Abimsin." Baran eldivenlerin diğer yüzünü çevirdi. Başını çevirip kız kardeşine baktı. Solup giden mavileri, yaşlardan parlayan mavilere tutundu. Bunca yılın yaşanmışlığı iki çift mavi gözde karşı karşıya kaldı.

"Özür dilerim. Amacım seni kırmak değildi. Sadece...." devamı gelemedi cümlelerin. Sesli bir iç çekiş yerleşti göğsünün ortasına Aden'in. Karşısındaki adama ne derse desin ne kadar özür dilerse dilesin tatmin edemeyeceğini, ona isteğini veremeyeceğini biliyordu. 

"Sorun değil dedim Aden. Sorun değil... Artık değil en azından." 

Aden yenilmişlikle başını salladı. Bakışları yeniden ellerine düştü. Başı omzuna meyledi. Sol gözünden sızan bir damla yaş burnunu aşıp kucağına damladı.  Yanında oturduğu adam, abisi, evladını yitirmiş bir babaydı. Onunla ne kadar empati kursa da anlamaya çabalasa da acısını anlayamayacağını biliyordu.  Titrek bir nefes daha çekti ciğerlerine. Bakışlarını kucağından çekip abisine bir kez daha baktı. 

"O gün bir ihtimal daha olsaydı," dedi buğulu sesiyle. Burnunu çekip sözlerine kaldığı yerden devam etti." Benim kızım, senin kızın için canını verirdi abi..."

Baran bakışlarını yere düşürdü. Ağır bedeninde, mateminin yükünden kamburlaşan sırtını kardeşine çevirdi.  Titreyen dudaklarını sıkı sıkı birbirine mühürleyip nefesler alıp verdi. Ağlamamak için kendini tuttuğundan nefesleri hırıltılıydı. 

"Abi..."  gözyaşlarını silip ona sırtını dönen abisine yanaştı. Başını o sırta yaslayıp sessizce akıttı yaşlarını. 

"Biliyorum acın hiçbir zaman geçmeyecek. Acın, hıncın, öfken durulsa da dinmeyecek. Biliyorum kim ne derse desin sen o gün için Canan'ı hep suçlayacaksın. Cezayı hep ona keseceksin... Bu kinin seni de kızımı da mahvediyor abi... İzin ver kendine! Yalvarırım izin ver hem kendini hem kızımı bu cehennemden azad et..." Baran gözyaşlarını sildi. Dudaklarını birbirine bastırıp başını ağırca salladı. 

"Ben o gün sadece Canan'a güvendim Aden... O gün Canan beni ikna etmese ne kalmalarına izin verirdim ne korumaları geri çekerdim..."

Baran'ın sessiz gözyaşları, Aden'in içli hıçkırıklarına karışıp gitti. Boynu bükük beyaz güllerin ortasında yorgun kalpleriyle kızları için ağladı iki kardeş.  Baran ıslak yanaklarını silip sakallarının arasından süzülen yaşlarıyla önüne dönüp kardeşini kolları arasına aldı. Göğsüne yaslanan başa yanağını yaslayıp bakışlarını yeni kararan gökyüzüne çevirdi. 

"O benim dünyamdı Aden." dedi gökyüzünün hiçliğinde bir umut kızının suretini ararken.

"O benim deniz kızımdı. Dingin suyum, sakin dalgalarımdı." titrek nefesi göğsünü ağrıttı. Mavi gözlerinden süzülen yaşlar dudaklarında can verdi. 

"Şimdi ne deniz sakin ne dalgalar..." 

* * * 

Aden, eve geldiğinde etrafta kimseyi göremedi. Salona doğru bir iki adım atıp içeri bakındı ama kimseler yoktu. Adımlarını mutfağa çevirdi. Kiraz ve çalışan kızlar mutfaktaydı. Onu ilk fark eden de Kiraz oldu.

"Aden Hanım. Hoş geldiniz," dedi. Oturduğu sandalyeden kalkacaktı ama Aden elini sallayarak engel oldu.

"Hoş bulduk. Herkes nerede?" 

"Annenizle babanız Sema hanımlarda.  Yusuf Bey ve Minel oyun odasında. " Aden başını sallayıp mutfaktan çıkmak için hareketlendi.

"Teşekkürler. Yemek yediler mi?" diye sordu çıkmadan.

" Minel pizza istedi. Sizin gelmenizi bekliyorlardı." Aden başını salladı.

" Minel'in sevdiği gibi sipariş verin o halde. Kendinize de söyleyin. Yemek gelene kadar bana bir Türk kahvesi lütfen. Yukarıya getirirsiniz."

Önce odasına çıktı Aden. Üzerini hızlıca değiştirip sıkı topuzunu çözüp saçlarını salındırdı. Aynadaki aksine birkaç saniye baktı. İyi göründüğüne karar verince  telefonunu yanına alıp kocasının ve kızının yanına gitti. Daha odaya girmeden kızının kahkahalarıyla kocasının tatlı serzenişleri koridoru sarmıştı. Odanın kapısını açıp içeri girmeden onları izlemeye koyuldu.

"Yaaaaa! Ama babikom hile yaptın!" diye söylendi Minel fakat keyfi gayet yerindeydi. Babasının kolları arasında, başı göğsünde oyununu oynuyordu.

"Kızım bizde hile hurda olmaz." dedi Yusuf egosundan taviz vermeden ama sesinin gerilerinde hile yaptığını belli eden bir titreme vardı.

"Hııı tabi tabi." kızının tripli sesine gülümsedi Aden. Kendisi hile hurdayla oyun kazandığında bir problem yoktu ama kaybedince çirkinleştiği bir gerçekti.

"Baba ne derse doğrudur. Ağlama bebeğim," Yusuf'un eğlenen sesi, Minel'in homurdanışları ninni gibi geldi Aden'e. Onları izlemeye devam ederken evin çalışan kızlarından Defne kahvesini getirdi. Teşekkür edip odaya girdi. Yusuf anında başını ona çevirince güldü. 

Kocasıyla bakışarak yanlarına ilerledi. Minel babasının dalgınlığından  yararlanıp  oyunu kazandığında neşeyle bağırıp havayı yumrukladı. Aden tepsiyi koltuğun yanındaki yüksek sehpaya bırakıp kızının arkasına geçti. Ellerini yanaklarına bastırarak kızıl saçlarına peş peşe buseler kondurdu.

"Annikom!" Minel  babasının kolları arasından sıyrılıp koltukta dizlerinin üzerinde yükseldi. Annesinin boynuna sarılıp yanaklarını öptü.

"Aşkım nerelerdesin sen midem sırtıma yapıştı açlıktan." Aden kızının hokka burnunu öpüp uzun saçlarını okşayarak sevdi. 

"Yeseydiniz ya kızım. " dediğinde Minel gözlerini devirip suçlayan bakışlarıyla babasına yandan yandan baktı.

"Ay anne sanki senin bu kocişkonun midesinden sensiz yemek geçiyor da! İlle de karım dedi o olmadan yemem dedi. Dedi de dedi valla! Kıskanıyorum artık," Aden tatlı bir kıkırtıyla Minel'in yanaklarını sıkıp başına bir buse daha kondurduktan sonra onu bıraktı. 

"Abart bebeğim abart." diyerek kocasına ilerledi Aden. Hemen arkasında durup ellerini geniş omuzlarına yaslayıp yanağından masum bir buse çalıp geri çekildi ve koltuğun etrafından dolanıp kocasının sol yanına oturdu. Omuzuna dolanan kol ve çekildiği sıcak göğse yaslanmandan önce fincanını aldı. Kahvesinden bir yudum alıp kocasına uzattı içmesi için.

"Baba yapayım mı ben sana kahve?" dedi Minel yeniden babasının kolunun altına sokulmadan. 

"Yok kızım. Böyle daha güzel tadı..." babasının cevabına sırıtıp ellerini yanaklarına yasladı. Annesiyle babasına iç geçirerek bakıp "yaaa sizi şapşikler..." diye hülyalı hülyalı mırıldandı.

"Yusuf?" dedi Aden yılların eskitemediği cilvesiyle. 

"Yusuf'un canı." dedi  Yusuf tükenmeyen aşkıyla. Kısa bir iç çekişle birbirilerine baktıktan sonra Aden sırıtarak kızına baktı.

"Şapşik mi dedi bize?"

"Dedi vallahi karım. Hatta dalga geçer gibi dedi sanki." Yusuf kolunu kızının incecik beline sarıp karısına muzipçe baktı. 

"Bana da öyle geldi." deyip doğruldu Aden. Elindeki fincanı sehpaya yeniden bırakıp kocasıyla kızına döndü ve Yusuf'a bir bakışı eğlenceli anların başlamasına yetti. 

Yusuf kızının narin bedenini dikkatlice kucaklayıp başı karısının kucağına gelecek şekilde yatırdı. Karısıyla bir olup kızını gıdıklamaya başladıklarında Minel'in şen kahkahaları etraflarını sardı. 

"Yaaa yeter," Minel'in isyan eden sesi kahkahaların arasında kayboluyordu.

Aden ve Yusuf kızlarına sataşarak onu gıdıklamaya devam ederken kızlarının kahkahalarına yoğun öksürükler karışınca ikisinin de elleri aynı anda durdu. Yusuf, Minel'i doğrultup Aden'le arasına bir boşluk açarak oturttu. Aden ise kahvesinin yanında gelen suyu alıp usulca kızına içirip sırtını ovaladı.

"Anneciğim, iyi misin?" dedi endişeyle. Eli durmadan Minel'in sırtını sıvazlıyordu. 

"İyiyim. Tükürüğüm boğazıma kaçtı." deyip sırıtarak anne ve babasına baktı. Hem gülmekten hem öksürmekten boğazı acıyordu ama keyfi yerindeydi. 

"Vallahi gülerken ölen insanlara hep imrenirdim. Rabbim bir yokladı herhalde." dedi alayla.

"Minel!" anne ve babasını aynı anda bağırtınca sınırı aştığını anladı Minel. Su dolu bardağı dudaklarına yaslayıp kedi bakışlarıyla anne ve babasına baktı. 

"Ay siz yaşlandıkça iyice huysuzlaştınız canım. Şaka yapıyoruz burada... Aaaa teessüf ederim," dedi ama anne ve babasında bir yumuşa göremedi. Konu ölüme geldiğinde kötü hissettiklerini bir kez daha farkına vararak özür diledi.  Yusuf kızının elindeki suyu alıp içtikten sonra çatık kaşlarıyla küçük kızına baktı. 

"Ölüm şakası yapacak yaşta değilsin küçük hanım. Bir daha duymayacağım tamam mı?" dedi Yusuf.

Minel usluca başını sallayıp babasına yanaştı. Tatlı tatlı gülümseyip burnunu burnuna sürtüp "tamam seksenime gelince yaparım böyle şakaları." dediğinde annesinin sırıtışını işitti ama babasının kaşları hala çatıktı.

"Ya babikom sanki cidden ölmüşüm gibi algılamasan mı Allah Allah. Şaka yaptım, şaka, ironi!" 

Yusuf çatık kaşlarını düzeltip kızının alnını öptü.  Küçük bedenini göğsüne yasladı. Kollarını sarıp yanağını kızının başına yasladı ve kokusunu derinden soludu. Ölümü kızlarının yanına yakıştırmıyordu. Hele ki en küçüğüne,  gözünde hâlâ bebekten farksız olan kızına asla yakıştıramıyordu. 

Minel on altısında, liseli bir genç kız olsa da babasının gözünde hâlâ bebekti. Aden, Yusuf'un aksi bir tavırdaydı. O her zaman kızlarının büyüdüklerini kabullenerek, onların yaşlarına uygun yaklaşımda olmuştu. Bu onun için elbette mesleği açısından daha kolaydı. Ama o da kızlarını civcivlerim diye sevmekten vazgeçmemişti. 

"Yaşamaya dair şakalar yap tamam mı? Çok yaşayacağım ben de. Hepinizi gömerim de tamam mı?" Minel kıkırdadı. Başını babasının göğsünde kaydırıp kollarını sıkıca sardı. 

"Emredersiniz başsavcım."  deyip babasını daha fazla kızdırmaktan geri durdu. 

Pizzalar geldiğinde Minel anne ve babasının arasından kalkıp orta sehpanın önüne oturdu. Kutuları açıp hepsinin kokusunu içine çektikten sonra yiyebileceği kadarını alıp yemeye koyuldu.  Daha fazla yemek için içi gitse de abartamazdı. Off haftasında olsa da dikkat etmesi gerekiyordu.

"Bu arada evimiz sonunda bitiyor," dedi Yusuf.  

"Hadi canım," Yusuf karısının alaylı sesine gülüp başını salladı. Yağız Uyguroğlu inşaat sürecini ne kadar yokuşa sürse de sonunda inşaat bitmiş geriye temizlik ve yerleşme kalmıştı.

"Ben diyorum ki Bartın'daki evimiz kalmaya devam etsin. Biz bu evi sıfırdan döşeyelim ne dersiniz?" Aden destekleyen bir edayla başını salladı.

"Bende öyle düşünüyorum. Bartın anılarla dolu. Orayı hiç bozmak istemiyorum. Çocuklar için kalsın zaten. Orada da bir evimiz olsun." Yusuf başını sallayıp pizzasını tırtıklayan kızına baktı. 

"Minel?"

Minel başını kaldırmadan alttan bakışlar attı anne ve babasına. "Buradan taşınmak zorunda mıyız? Ben çok alıştım dedemlerle yaşamaya." dedi.  Annesi ve anneannesiyle sabah kahvesi keyfi yapmaya, dedesiyle uzun saatler sohbet edip ders çalışmaya, canı sıkılınca babaannesinin evine gidip orada Sefa dedesiyle çocuklaşmaya ve babaannesiyle filmler izlemeye çok alışmıştı. 

"Bebeğim aynı sitedeyiz zaten yine istediğin zaman hem burada hem Sefa dedenlerde kalabilirsin." Minel omuzlarını silkti. Bu evle babaannesi ve Sefa dedesinin evi yan yanaydı. Yalın ayak iki ev arasında koşturabiliyorken yeni evleri sitenin en ücrasında diğer evlerden fazla uzaktı. 

"Ben kalsam?" Aden ve Yusuf birbirine bakıp iç geçirdiler. Bunun böyle olacağını ikisi de biliyordu. Dünya öldükten çok kısa bir süre sonra tüm aile birbirine destek olmak adına İstanbul'a gelmişlerdi. Sonrasında Yusuf tayinini istemiş Aden ise aile hastanesinin yeni boşalan başhekim koltuğuna geçmişti. Tüm aile birkaç ay bu evde yaşamış sonrasında teker teker kendi dünyalarına dönerken Baran ve Simge iki yıl kaldıktan sonra çiftliğe geçerken onlar evleri olana kadar burada kalmayı seçmişlerdi.

"Minel kendi düzenimizi yeniden kurmalıyız bir tanem. Misafirliğimiz çok uzadı." dedi Aden ılımlı bir tavırla. Bu evde yaşamayı o da seviyordu. Üstelik dile getirdiği gibi kendisini asla misafir gibi hissetmiyordu. Yusuf'un da böyle hissetmediğini biliyordu fakat kendi evinin düzenini de yeniden oturtmak istiyordu.

"Ama dedemler çok üzülür." Yusuf kızının dolan gözlerine bakıp sıkkınca soluklandı.

"Evli evine köylü köyüne kızım. Evet burası da bizim evimiz ama yine de kendi evimiz değil." dedi Yusuf. Minel başını şiddetle sağa sola sallayıp omuzlarını silkti.

"Yalnız kalacaklar. Amcamla İzel ablam, Sefa dedemlere yerleştiler onlarda orada kalıyor işte. Bizde burada kalmaya devam etsek olmaz mı? Hem bu evde benim antrenman odamda var," karı koca aynı anda burunlarından soluyup arkalarına yaslandılar. 

"Yeni evimizde de antrenman odan var kızım. Üstelik en büyük oda da senin olacak." Minel omuzlarını silkti. O ev bu sitede olsa da çok uzaktı. Hem kalabalığa alışmıştı. Yeni bir ev istemiyordu onun evi burasıydı.

"Lütfen burada kalalım, lütfen anne."

"Ama kızım..." Minel dizlerinin üzerinde yükselip ellerini çenesinin altında birleştirdi. 

"O ev çok uzakta. Ben alıştım ablamların yokluğunda burada dedemlerle iç içe yaşamaya. Hem dedemle anneannem çok yaşlılar artık. Evde çalışanlar olsa da bizim gibi olamazlar ki." deyip kırpıştırdığı gözleriyle babasına baktı.

"Yalnız mı kalsınlar bu kocaman evde. Sırf biz burada yaşıyoruz diye ne kadar mutlular görmüyor musunuz? Dayımlar kendi evlerinde, Güneş teyzem zaten dünyanın bir ucunda. Biz de mi bırakalım onları?" bakışlarını annesine kaydırıp dudaklarını ve boynunu büktü. 

"Hem babaannemle Sefa dedemde istemezler bence taşınmamızı. Hep yanlarındayız. Lütfen ben o evde sizi beklerken yalnız kalmak istemiyorum. Sadece hafta sonları burada olmak  bana yetmez ki. Hem eminim her akşam yine burada ya da babaannemlerde olacağız. O zaman taşınmamızın ne anlamı var. Üstelik o ev çok uç noktada. Bir başıma bahçeye bile çıktığımda aklınız kalacak yalan mı?" çenesini titretip gözlerini doldurduktan sonra iç çekerek nefeslendi.

"Kalsın o ev. Belki ablamlar evlenirse onlardan biri yaşar olmaz mı?"

Aden ve Yusuf birbirine bakıp nefeslendiler. Yusuf ellerini iki yana sallayıp göğsünde bağlayarak kararı Aden'e bıraktı.  Aden ise bir kızına bir kocasına bakıp elinde kalan pizza dilimini kutuya bırakıp elini sildi.

"Bir düşünelim kızım." dediğinde Minel coşkuyla ayaklanıp anne ve babasına koştu bir kolunu annesine bir kolunu babasına sarıp ikisinin de yanaklarından sulu sulu öptü. 

Aden, "tamam demedim Minel," dese de kızı hiç oralı olmadı. Babası tüm kararı annesine bıraktıysa ve annesi düşünelim dediyse sonuç belliydi. Durulduklarında Minel yeniden yerine geçip oturdu ve pizzasını iştahla yedi. Bir yandan anne ve babasıyla sohbet ediyor diğer yandan Pera ve en yakın arkadaşı Arzu'nun olduğu gruptan onlarla mesajlaşıyordu. Son mesajlardan sonra telefonunu kapayıp annesiyle babasına gülümseyerek baktı.

"Annikom, babikom..." lafını bitiremedi. Yusuf ne geleceğini tahmin ettiğinden kızına bakmadan "hayır," dedi.

"Ama baba daha ne diyeceğimi bilmiyorsun ki." Minel babasındaki bakışlarını destek almak  amacıyla annesine çevirdi. 

"Saat ona geliyor Minel," dedi Aden.  Kuzeni ve arkadaşlarıyla arada akşamları sitenin içerisinde dışarı çıkarlardı ama saat daha erken olurdu.  Minel'i çok  kısıtlamak, önüne barikatlar kurmak istemeseler de bazı katı kuralları ne yazık ki vardı. Nedenleri de gayet ortadaydı.

"Ama sitenin içerisinde olacağız zaten. Atakan abi de gelir benimle. Bir saatçik, dondurma yiyip geleceğim ya!" diye hayıflandı Minel. Ailesinde hep kurallar, sınırlar bazı yasaklar olurdu ama bunların derecesi Dünya öldükten sonra çok daha da artmıştı. Özellikle son zamanlarda babası bu konularda daha da katıydı. İçten içe nedenini bildiğinden susmayı tercih etse de ergen yanı bu yasaklara isyan etmek için kaynıyordu.

"Yaaaa lütfen..." son şansını denese de başarılı olamadı. Annesinin de ona arka çıkmayacağını anlayınca omuzları düştü.

"Hayır dedim Minel. Hiç öyle annene de bakma. Yarın hava kararmadan yanınızda Atakan'la çıkar yersiniz dondurmanızı." Minel sinirle ayaklanıp "of ya of! Of, offfff!" diye bağırarak kapıya ilerledi ama annesinin ona seslenmesiyle durup omzunun üstünden arkasına  baktı.

"Oflamak yok anneyle babaya. Toparla burayı hemen, haydi." ayaklarını yere vura vura yeniden yanlarına giderek boş pizza kutularını toparlayıp kucakladı. Boş bardakları da annesinin tarafında kalan tepsiye doldurdu. 

"Asansöre kadar yardım edin bari," dediğinde Yusuf koltuktan kalktı. Kızının elindeki tepsiyi alıp önden ilerledi. Koridordaki asansöre tepsiyi bırakıp kızının geçmesi için geri çekildi. Minel asansöre bindiğinde kendisine bakmasını bekledi ama kızı hiç oralı  değildi.

"Babaya öpücük," dediğinde Minel başını çevirip omuzlarını silkince üzerine gitmedi. Asansör hareketlenince o da karısının yanına geri döndü.

 Minel aşağı indiğinde elindekileri ve tepsiyi iki seferde mutfağa bırakıp odasına gitmek için mutfaktan çıktığında anneannesi  ve dedesinin eve girdiğini gördü. Onlara bozuk  moraliyle "iyi geceler," dilediğinde düşük sesi  ve yüzü onlarında dikkatini çekti.

"Minel ne oldu kızım?" dedi Zümrüt merakla.  Bilirdi ki Minel'i kolay kolay somurtmazdı. 

"Yok bir şey anneanne." Minel'in küskün hali yaşlı ikiliyi daha da meraklandırdı.

"Olmuş bir şey torunum. Ne oldu?" diyen dedesine titreyen çenesiyle bakıp yaşaran gözlerini kırpıştırdı.

"Şimdi, kızınızı ve damadınızı size şikayet ediyor gibi olmayayım ama... Dışarı çıkmama izin vermediler. Sitenin içinde Pera ve Arzu ile dondurma yiyip dolanacaktık." Yağız iç çekip başını ağır ağır salladı. Zümrüt ise ses etmedi.

"Yavrucuğum saat geç oldu annenle baban haklı. Yarın daha erken çıkarsınız," Minel buradan da veto yiyince iyice düşürdü yüzünü. Dedesine bakmadan  "peki..." deyip asansöre doğru yürüdü.

"Minel?"  durup kendisine seslenen dedesine baktı.

"Gel bakayım yanıma," Minel dedesinin yanına gidip kollarını beline sardı. Omuzuna sarılan kolla ve başına yaslanan dudaklarla huzurla nefeslendi.

"Bu yaşta kanınız kaynıyor, e ergenliğinizinde verdiği bir isyankarlık var anlıyoruz sizi  ama annen ve babanda haklı. Yarın daha erken bir saatte çıkıp daha uzun dışarıda kalırsınız.   Bugün çıkmasan ölecek değilsin ya." dedi Yağız tane tane konuşarak.

Tüm aile büyükleri çocuklara zaten aşırı düşkünlerdi. Ancak Dünya'yı kaybettikten sonra daha da üzerlerine titreyerek onları istemeden baskılamaya başlamışlardı. Büyükler bu baskıdan kaçarken geriye kalan Pera ve Minel bu durumdan nasiplerini fazlasıyla alıyorlardı ama onlarda ailelerinin korkularının farkında ve yaşlarına göre fazlasıyla anlayışlıydılar. 

"Tamam." dedi  Minel yine alttan alarak. Yağız gülümsedi. Torununun omzunu sıvazlayıp başını öptü.

"Aferin portakalıma." Minel gözlerini devirdi.

"Ya dede büyüdüm artık portakallığım mı kaldı?" Yağız ve Zümrüt aynı anda "evet," deyince bozuk moraliyle kıkırdadı genç kız. Dedesi onu hep portakalım diye severdi. 

"Portakalsın tabii. Mis kokulum benim. Hem bırak şimdi sen dondurmayı, ne oldu ev işi hallettin mi? " dedi fısıltıyla. Minel anında kocaman gülümseyip başını salladı ve dedesine baktı.

"Hallettim dede. Son karar anneme kaldı ama o da bence tamam. Ablamlara soracak büyük ihtimalle ama onlarında ne diyeceği belli. O yüzden sen bana o istediğim çantayı şimdiden al." Yağız memnuniyetle gülerken Zümrüt çatık kaşlarıyla kocasına ve torununa baktı. 

"Ne evi ne çantası siz ne karıştırdınız yine?" Minel anneannesine bakıp gözlerini kırpıştırdı. 

"Anneannelerin en fıstığı en ateşlisi," diye yağ çekerek dedesinin kollarından çıkıp anneannesinin yanına yanaştı.  Koluna girip ona da alttan  yavru kedi bakışları atıp durumu kısaca özetledi.

"Kızımı  manipüle mi ediyorsun Yağız?" Zümrüt'ün kızgın sesiyle Yağız gözlerini kaçırdı ama "asla," demekten de geri durmadı. Lakin Zümrüt yarım asırlık kocasını çok iyi tanıyordu. 

"Üstelik küçücük çocuğu kullanarak!"

"Haşa." dedi Yağız. Yaramaz bir çocuktan farkı yoktu o anda karısının gözünde. 

"Anneanne sen burada istemiyor musun bizi?" diyerek araya kaynadı Minel. Dedesine kaşla göz arasında göz kırpıp yalandan büktüğü dudaklarıyla anneannesine baktı. 

"Kızım ben onu mu diyorum. Elbette burada yaşamaya devam edin isterim ama sonradan öğrenirlerse seni kullandık diye bozuşurlar bizimle." dedi Zümrüt. Kızının huyunu suyunu bildiğinden başına geleceği de tahmin etmek zor değildi.

"Şttt bu üçümüzün arasında sır karıcım. Dillendirmezsek öğrenmezler." Minel kıkırdayarak başını salladı ve dedesine arka çıktı. 

"Aynen öyle... Neyse ben sizi de baş başa bırakayım. Dedeciğim çantamı unutma. Öptüm bay..."

"Dur, dur, dur bakalım. Ne çantasıymış o?" Minel ellerini arkasında birleştirip sağa sola sallanarak anneannesine gülümsedi. "Çanta. Hediye, kullanmalık." dediğinde Zümrüt burnundan soluyup kocasına yandan bakışlar attı ve "rüşvet yani," dedi. 

"Ben asla öyle adlandırmazdım anneanneciğim." dedi Minel. Ellerini arkasında birleştirmiş sağ sola salınıyordu. 

"Minel anne ve baban bu konuda çok net biliyorsun kızım." anneannesine oflayarak bakıp bakışını salladı. 

"Biliyorum anneanne. Zaten dedemde yarışma hediyesi olarak alacak. Rüşvet değil yani."

"Yarışma daha olmadı. Boynunda da bir madalya göremiyorum." Zümrüt Uyguroğlu yine formundaydı. Üst dudağını ısırıp yüzünü ekşitti Minel. Ait olduğu dünyada herkes fazlasıyla zenginken istediği bir şeyi istediği anda alamamak canını sıkıyordu. Anne ve babası bazı konularda fazla ketumdu ve bu canını daha çok sıkıyordu. 

"Ama bu olmayacak anlamına gelmez. Dedeciğim bana moral motivasyon olur diye önden almak istemiş. Dimi dede?" Minel'in ısrarlı bakışları yaşlı adamı güldürdü. Torunu haklıydı.

"Evet kızım. Elleşme sende kıza hatun haklı yavrucuğum. Ben bunca parayı mezara mı götüreceğim sanki. Evlatlarım, torunlarım sefasını süremeyecekse o kadar cefa neden çekildi? Hiç!" deyip torununa sımsıcak gülümsedi Yağız.

"Helal hoş olsun benim portakalıma.  Dedesi ona istediği her şeyi alacak tabii!"

Minel kıkırdayıp "yaa canım dedem!" dedi ve neşeyle dedesine öpücük atıp anneannesine zafer bakışlarından attı. 

"Hanım, uykum geldi benim haydi odamıza çıkalı bizde,"  dedi Yağız kendisine kısık gözleriyle bakan karısına bakmadan.

"Siz asansörü kullanın ben merdivenlerden çıkarım. Malum benim bacaklar sizinkilerden daha iyi iş görür," der demez dedesi ve anneannesinin yanından ikiledi Minel. Arkasından yaşanan kime çekmiş  bu tartışmalarını gülerek dinledi. Cevap belliydi bu huyu tamamen Kerem dayısından kapmıştı. 
 
Minel iki katı çıktığında nefes nefeseydi. Koşarak çıktığından olsa gerek titreyen bacaklarına ellerini yaslayıp nefeslendi. Hep inip çıktığı merdivenlerdi ama ilk defa bu kadar yorulmuştu. 

Doğrulup solukladı. Odasına sakin adımlarla ilerledi. Gruba gelemeyeceğine dair kısa mesaj çekip dolabına ilerledi. Kendisine temiz çamaşır ve pijama çıkarıp yatağına bıraktı. Banyoya girmeden önce odaya girdiğinden beri paçalarında dolanan Safiş'i kucaklayıp sevdi.

"Kız Safiş doğur da biraz bebiş sevelim," deyip başını acıtmadan ısırarak öpüp kucağından bıraktı.  

Kısa bir duş alıp çıktığında banyonun her yeri yine buharla dolmuştu.  Bornozunu giyinip ıslak saçlarını havluya sardıktan sonra odasına geçti. Kapısı açık olduğundan odası fazla ısınmıştı. Sıcaktan dönen başını aldırmadan penceresine ilerleyip açtı. Perdesini çekti ve yatağına ilerleyip uzandı. Birden çöken yorgunluğa anlam veremeden yatakta kıvrılıp bacaklarını kendisine çekti.  Yanına çıkıp uzanan Safiş'in kendisine bakıp miyavlamasına gülümsedi. Elini uzattığında Safiş yanaştı. Avcunu kokladıktan sonra miyavlaması daha da arttı. Halbuki hiç huyu değildi böyle sürekli miyavlamak. 

"Safiş hayırdır?" Safiş kızar gibi miyavlayıp patilerini yüzüne vurduğunda geri kaçtı. Yataktan doğrulup Safiş'e söylenerek başındaki havluyu düzeltti. Safiş yanına yeniden gelip kucağına çıktı. Patilerini göğsüne yaslayıp burnunu yalamaya çalıştığında Minel kaşlarını çattı. Safiş'i tutup yatağa bıraktı.

"Safiş kendine yeni huy mu edindin?" deyip yüzünde hissettiği ıslaklığı elinin tersiyle sildiğinde gözüne çarpan kırmızılıkla duraksadı. Elinin üzerine baktığında gördüğü şey Safiş'in salyası değil kandı. 

Korkuyla Safiş'e baktı. Kucağına çekip neresi kanıyor diye baktı ancak hiçbir yeri kanamıyordu. Elini yeniden yüzüne götürdüğünde burnunun kanadığını hissetti. Safiş'i bırakıp  yataktan kalkarak banyosuna koşup nemli aynayı silerek kendisine baktı. Hiç hissetmemişti ama burnu kanıyordu.  Önce yıkadı. Durmadığını görünce paniklemeden banyo dolabını açıp ilk yardım çantasını çıkardı ve annesinin öğrettiği gibi kendisine tampon yaptı. Şimdi annesine koşsa kendisini hastanede bulacağını bildiğinden hiç sesini çıkarmadı.   Hastanelerin ne havasını ne kokusunu hiç sevmezdi.

İlk tamponunu değiştirmeden odasına  dönüp  üzerini giyindi. Banyoya geri döndü. Tamponu yeniledi ama kanının durmaya niyeti yok gibiydi. Beşinci tamponu yenilediğinde eğer kanama durmazsa annesine söylemeye karar verdi. Tamponun bekletme süresi dolsun diye saçlarını kurutacakken odasının kapısı çaldı. Eli saçında bir an duraksadı. Lavabonun içi kanlı pamuklarla doluydu. 

Sakinleşmek için nefeslenip kanlı pamukları toplayıp peçeteye sararak çöpe attı. Lavabodaki kan lekeleri gitsin diye suyu açıp "gir," diye bağırdı.

"Kızım?" babasıydı. 

"Banyodayım baba, otur sen geliyorum..." deyip aynadaki haline baktı. Yüzü her zamankinin aksine bembeyazdı, yanaklarındaki kızarıklar bile solmuştu.   Burnundaki tamponu çıkardı. Neyse ki kanaması durmuştu. Yüzünü yıkayıp kuruladıktan sonra banyodan çıktı.  Babası yatağında oturmuş Safiş'i seviyordu. 

"Baba," diye seslenip yanına ilerledi.  Yatağa oturduğunda Safiş anında kucağına çıktı. Göğsüne sokulup patilerini yüzüne yasladı.

"Ablan bu halinizi görse kıskanırdı," Minel omuzlarını silkip Safiş'e sarıldı. 

"Safiş artık benim kızım. Ablamın söz hakkı olduğunu sanmıyorum. Değil mi kızım?" dediğinde Safiş miyavladı. 

"Bak Safiş'te benimle aynı fikirde," Yusuf güldü. Şefkatli bakışları kızında dolandığında yüzünün solgun olduğunu fark etti. Yanaklarının kızarıklığı bile solmuştu. Elini uzatıp alnına yasladı. Ateşi yoktu. 

"Ne oldu?" diye sordu Minel. Babası anlarsa kucakladığı gibi hastaneye götüreceğinden emindi. 

"Solgun görünüyorsun babam." Minel çaktırmamaya çalışarak omuzlarını silkti.

"Banyodan çıktım ya ondandır." Yusuf'un kaşları çatıldı. Kızının yüzünü avuçlayıp alnını öptü. Yoğun bir sıcaklık hissetmek yerine normal bir ısı hissedince rahatladı. 

"Sen banyodan hep kıpkırmızı çıkarsın. Hasta mı olacaksın?" 

"Bilmem. Işıktandır belki," dedi Minel. Yusuf'un içi rahat etmedi. Canan hastalıklara karşı  fazla dirayetli, Peri fazla hassas Minel  ise ne dirayetli ne hassastı. Sürekli hastalanmaz, hastalanınca da biraz ağır geçirirdi. Tabii bunda nazlı tarafınında etkisi vardı. 

"Hastaneye gidelim biz en iyisi. Yarın okuldan alayım seni ya da sabahtan annenle birlikte geçelim ne dersin?"

"Hasta değilim baba. Hem kamp ve yarışma öncesi genel sağlık kontrolü yakında yapılacak. Bu bünye eğer üst üste hastane görürse asıl o zaman hasta olur. O yüzden iyiyim hastaneye falan gerek yok." Yusuf emin olamasa da başını salladı. Yataktan kalkıp dolaba ilerledi ve çorap çekmecesinden kızına turuncu, civciv motifli bir çorap çıkarıp geri döndü. Minel'in önünde eğildi. Kızının ayaklarını kucağına çekti. Sol ayağının üzerindeki yan yana duran iki  bene sevgiyle bakıp çorapları giydirdi. Canan ve Peri'nin de sol ayaklarında aynı benlerden vardı. Aden sadece huylarını değil birebir aynı olan benlerini de kızlarına yadigar bırakmıştı. 

"Ne zaman genel kontrol?" diye sordu çoraplar giydirirken.

"Haftaya sanırım." dedi Minel isteksizce.  Yusuf ağır ağır başını sallayıp çömeldiği yerden doğruldu. 

"İyi bakalım... O zaman getir ıvır zıvırını da saçlarını kurutalım." Minel hevesle başını salladı. 

"Bak buna asla hayır demem." deyip Safiş'i babasının kucağına bırakıp banyoya koştu. Kremlerini, yağlarını, tarağını ve kurutma makinesini alıp odasına geri koştu. Kucağındakileri makyaj masasına bırakıp babasını pembe peluş koltuğuna oturttuktan sonra altına bir minder alarak önüne oturdu.  Safiş'te hemen kucağına yerleşti.

"Okul nasıl gidiyor?" diye sordu Yusuf. Kızının upuzun, kızıl saçlarının ıslaklığını havluyla alıp artık ne işe yaradığını ve sırasını ezbere bildiği bakım ürünlerinden ilk kullanacağını bulup saçların uçlarına sıktı.

"İyi. Çok zorlanmıyorum. Notlarımda iyi, biliyorsun zaten." dedi Minel, Safiş'in karnını okşarken. 

"Biliyorum. Arkadaşlarınla nasılsınız?" dudak büktü Minel. Arkadaşları arasında sevilen birisiydi. Hep eğlenen, kaliteli vakit geçirilen bir arkadaş ortamına sahipti. 

"Onlarla da iyiyim. Zaten görüştüğüm arkadaşlarımı da yedi ceddine kadar biliyorsun. Hem bir Arzu'yla sıkı fıkıyım. Canım ciğerim, biriciğimi de bu akşam ekmiş bulundum ama neyse..." Yusuf kızının laf sokuşuna güldü. Elinin altındaki inatçı saçları acıtmamaya çalışarak çözüp taramaya başladı. 

"Yarın erkenden buluşursunuz kızım. Hafta sonu da isterseniz ağaç evde kalabilirsiniz."  dedikten sonra tarağı bırakıp bakım yağını avcuna sıktı. 

"Sahiden mi?"  kızının masum soruşuna içi giderek güldü. Avcuna döktüğü yağı diplere değdirmemeye dikkat ederek uzun saçlara yedirdi. Kız babası olarak en sevdiği aktivite kızlarının saçlarıyla uğraşmaktı. 

"Sahiden." Minel hızla arkasına döndü. Safiş'i bağrına bastırıp babasına melül melül bakarak sırıttı ve  "yaaaaa canım babikommmm." dedi.

Yusuf kızının yanaklarını sıkıştırıp burnunun ucunu öptü. "Dön hadi dön. Kurutalım saçlarını hasta olacaksın." Minel yeniden önüne dönüp kendini babasının şefkatli ellerine bıraktı. Bakım ve kurutma faslı bittiğinde Yusuf ellerini Minel'in yanaklarına yaslayıp başını geriye yatırdı. 

"Öreyim mi?"

"Yok babacım. Bu kadarı yeterli. Teşekkür ederim." Yusuf kızının saçlarını okşadı. Güzel yüzünü gözleriyle sevip alnından öptü.  Kremlerden, yağlardan yumuşacık olan ellerini birbirine kenetleyip boğazını temizledi. Getirdiği şeyleri banyosuna geri götüren kızını izledi. Odaya geri dönüp yatağına çıkıp oturduğunda ayaklanıp yanına ilerledi.  

"Minel?" dedi yumuşak bir tonda konuşarak Yusuf. Kızının yeniden kızarmaya başlayan yanaklarını avuçlayıp baş parmaklarıyla pamuk kadar yumuşak tenini okşadı. 

"Hımm." diye uykulu bir sesle mırıldandı Minel. Babası  ne zaman  saçlarıyla uğraşsa uykusu ağır basardı. 

"Benim senden bir ricam olacak." Minel'in uykulu gözleri açılmasa da zihni canlandı. 

"Ne?" dedi merakla. Yusuf genzini temizledi. Dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra kızına ciddiyetle ama şefkatini eksiltmeden baktı. 

"Şile'ye gitmek, ablalarına ve abilerine malum konu hakkında konuşup yardım etmek yok. " Minel aniden gelen gerçeklikle afalladı. Babası biliyordu.  Bu asla şaşılacak şey  değildi ama yine de afallamadan edemedi.

"Baa..baba... Sen nasıl?" dese de nasılı belliydi. Onun babası Yusuf Toral'dı. Onun her yerde gözü her yerde eli kolu vardı. Bu gücü yıllar geçtikçe sağlam bağlantılarıyla daha da büyümüştü.

"Tamam mı kızım gitmek, bu konu hakkında görüşmek yok." Minel başını önüne eğdi. Endişeyle gözlerini kırpıştırıp dudağının kenarını parmak uçlarıyla çekiştirerek yeniden babasına baktı. 

"Her şeyi biliyor musun?" diye sorunca Yusuf başını salladı. Minel gözünü ovalayıp omuzlarını silkeleyerek nefes alıp verdi. 

"Ablanın peşinden  mezarlığa gittiğine kadar her şeyi mi?" dedi Yusuf biraz kızgın bir tonla.

"Ama sen..." Yusuf kızına sadece baktı.  Genç kız suçlulukla başını yere eğip parmaklarıyla oynadı. Kural ihlali yapmıştı ve babası bunu bildiği halde ses etmemişti. Nedenini sorgulamadı. Sorgularsa o zaman verilmeyen ceza şimdi verilebilirdi. O yüzden bu konuya değinmekten kaçındı genç kız. 

"Ama baba ya bana, yardımıma ihtiyaçları olursa?" Yusuf gözlerini kapayıp iç çekti. Kızının güzel yüreğine dayanamayıp başını salladı. Küçük yüzünü avuçlarının arasına alıp küçük burnunu öptü. 

"Bana gel söyle. Ben yardım ederim. Lütfen Minel. Sen sadece okuluna, sporuna, yarışmalarına odaklan tamam mı? Geriye kalan her şeyi baban halledecek." dedi. Minel'in yüzü düştü. Büzülen dudaklarını aralayıp  "ablamlar..."  dedi ama Yusuf  kızının alnını bir kez daha öptü. 

"Merak etme. Önce pamuğumuz sonra Canan kızımız yanımıza gelecekler. Abilerinde tabii. Ama sen ve Pera bu konuya asla bulaşmayacaksınız.  Söz mü?" dedi katı bir dille. Aklını ve yüreğini yoran yeterince şey varken küçük kızının da bu curcunanın içinde sürüklenip gitmesine asla müsaade etmeyecekti. 

"Baba..."  diyecek oldu Minel ama Yusuf konuşmasına izin vermedi. 

"Söz mü dedim?" 

"Toral sözü..." dedi Minel. Yusuf rahat bir nefes aldı. Ailesinde istenilen söz Toral sözü olarak veriliyorsa o söz tutulacak demekti. Kızını kollarının arasına alıp uzun saçlarını okşayarak şakağını öptü.

"Aferin güzel bebeğime. Annenin de henüz haberi yok. Aramızda bu durum tamam mı?" Minel başını sallayıp babasına gülümsedi. 

"O zaman size iyi geceler hanımlar," dedi Yusuf, Safiş'in başını okşayıp gülümsedi.

"İyi geceler baba." 

Yusuf son kez kızını öpüp  odadan çıktı. Kendi odasına geçtiğinde  Aden'e bakındı. Odada göremeyince banyoya ilerledi. Aralık kapıdan başını uzattığında karısını lavabonun önünde yüzünü yıkarken gördü. Kapıyı itekleyip omzunu yasladı. 

Yusuf'un geldiğini fark eden Aden sabunlu yüzünü duralayıp havlusuna uzandı. "Barıştınız mı?" deyip kocasına döndü.  Yusuf çapkın bir sırıtışla başını salladı. 

"Elbette. Kızlarım bana asla dayanamaz biliyorsun." Aden dudaklarını büzüp başını hafif hafif salladı ve sahte bir üzüntüyle "biliyorum tabii bilmem mi canım kızlarım bu konuda aynı bana çekmişler." Yusuf'un sırıtışı büyüdü. Yüzünü kurulayan karısını kolundan tuttu ve bedenini kendi bedenine çekip yasladı. 

"Yavrum bu konuda kimse eline su dökemez." Aden gözlerini devirip elindeki havluyu banyo tezgahına bırakmaya çalıştığında Yusuf boynuna yanaştı. Yıllardır yuva bellediği boşluğa yaslanıp soluklandı. 

"Baran ile nasıldı?" Aden çatık kaşlarıyla kocasından uzaklaştı.  

"Maşallah yine uçan kuşların ötmüş." dedi kinayeyle. Zaten anlatacaktı mesele o değildi. Mesele kocasının eskisinden daha beter olmasıydı. Herkeste ve her şeyde eli, kolu, kulağı vardı.

"Kuşlar benim ya güzel karım tabii ötecekler." Aden gözlerini devirdi. 

"Çok kötüsün Yusuf." Yusuf tebessüm etti. Karısını yamacına geri çekip bir avcunu yanağına yasladı.  İki gözüne buseler kondurup baş parmağıyla gözaltını okşadı.

"Mavilerin ne zaman nemlense ben bunu anlarım karım. Herkesten saklasan benden saklayamazsın."  Aden sesli bir çekişle başını kocasının sıcak göğsüne yaslayıp kollarını beline sardı. Yusuf saniye kaybetmeden karısını sarmaladı.

"Abi kardeş ağlaştık biraz... Habersiz gittim diye bozuldu biraz ama neyse..." gözlerini kapayıp saatler öncesini anımsadı.

"Evlerinin salonunda Dünya'ya ait bir alan vardı. Ona ait her şey oradaydı. On sekiz yıl bir duvara sığmış Yusuf... Tüm anıları, kısacık yaşamı sadece bir duvara sığmış." Yusuf dudaklarını  karısının başına bastırıp omzunu sıvazladı. 

"Arka tarafı gül bahçesine çevirmişler. Güllerin arasında siyah bir bank... Belli tüm zamanını orada geçiriyor..." dedi. 

"Evin içi güllerle doludur kesin," Aden burukça gülümseyip burnunu çekti. Başını geri çekip kocasının gözlerine baktı.

"Öyleydi. Sen gittin mi hiç sahi?" Yusuf bir iki santim uzağında kendisine bakan karısının mavi gözlerinden kaçmak istedi. Başını hafifçe sallayıp "bir iki kere ama içeri girmedim. Kapıda görüştüm," dedi.

Aden yeniden iç çekip hüzünle başını salladı. "Çok koptular bizden, hayattan... Uzay da ortalıklarda yok. Soramadım da bugün..."

"Aden, bu kendi tercihleri biliyorsun. Böylesi daha iyi mi daha kötü mü onlar bilir. Uzay konusuna geleceksek eğer merak etme o iyi. Ben haberdar oluyorum çocuklardan biliyorsun. Anlayacağın sorun yok güzelliğim." Yusuf konuşmasının sonunu vicdanı sızlayarak dile getirse de elinden gelen başka bir şey yoktu. Bazı gerçeklerin ortaya çıkması için henüz erkendi. 

Aden ise kocasına bakıp gülümsedi. Belindeki ellerini kocasının yüzüne çıkarıp sakalsız tenini okşadı. "Bakanlık teklifini kabul etmeliydin diye düşünüyorum ara sıra biliyor musun?" yakışmasından, o makamın getirilerinden ziyade Yusuf'un ve bu ülkenin bunu sonuna kadar hak ettiğini düşünüyordu.

"O makam temizleyemeyeceğim kadar kirli Aden. Ben onu temizlemeye çalışırken o beni kirletir... Ama belki başka bir evrende başka bir Yusuf başarmıştır..." Aden anlayışla başını salladı.  Birbirlerinin yüzlerini usul usul okşarken odalarının kapısı tıklatıldı.

"Tekne kazıntısı kucağında üvey evladımızla geldi diyorum. Sence?" Aden kocasının sözlerine kıkırdayıp başını salladı.

"El arttırıyorum. Üvey torunlarımızda geldi." deyince kapıları daha sert tıklatıldı ve küçük kızlarının "Safiş'ime ve bebişlerine üvey demeyin üzülürler!" bağırtısı tüm odaya yayıldı.

"Bu kızdaki kulak dünya üzerinde kimsede yok haberin olsun güzelliğim.  Müthiş bir şey  yapmışız!" kapıları bir kez daha tıklatıldı. Yusuf gülerek karısından uzaklaşıp kapıya ilerledi ve açtı.

"Babikom yaptığınız en müthiş şeyin ben olduğum konusunda hem fikiriz!" dedi Minel eğlenerek. İçeri girip direkt yatağa ilerledi ve kucağında Safiş'le büyük yatağın ortasına yerleşti.

"Özlemişsinizdir beni diye düşündüm," Aden ve Yusuf aynı anda soluklanıp birbirilerine bakarak başlarını sağa sola sallayıp sırıttılar.

"Ustalık eserimizin bu kadar Aslan ve Kerem karışımı olacağını hiç düşünmemiştim." Aden kocasının sözleriyle gülerek küçük kızına  baktı. Minel fazla şahsına münhasır bir karakterdi.

"Al benden de  o kadar sevgilim."  deyip yatağa ilerledi. Kendi tarafına geçip kızını göğsüne çekti. Yusuf karşısındaki manzarayı izleyip yatağa ilerledi. Karısının ve kızının başına buseler kondurup Safiş'in başını okşadıktan sonra kendi tarafına uzandı ve sarmaş dolaş olan üçlüyü kollarının arasına aldı.

"Ay telefonumu almadım yanıma. Bu halimizi çekip ablamlara atmam lazımdı. Tüh!"

"Minel..." diye nefeslendi Aden. Minel tatlı tatlı dudak büküp anne ve babasına alttan alttan baktı.

"Ne canım, onlarında en müthiş çocuğunuzun ben olduğumu kabullenmeleri lazım."  karı koca kızlarının bu yüksek özgüvenine ve dayılarından kaptığı egoya gözlerini devirdiler.

"Uyu haydi uyu. Yarın okul var..." Minel gülerek babasının  ve annesinin yanağını öpüp kucağında çoktan uykuya dalan Safiş'le annesine döndü. Göğsüne sokulup gözlerini kapadı ve "baba, belim." dedi bebekliğinden beri gelen bir alışkanlıkla. 

Yusuf gülümseyip yan döndü ve kızı uykuya dalana kadar beliyle sırtını sıvazladı. Kızı uykuya daldığında Safiş'i yavaşça kucaklayıp yatağın ucundaki pufa yatırdı ve yerine geri döndü.  Yine yan yatıp kızının saçlarını usulca okşamaya başladı. 

Karı koca uyuyana kadar sohbet ettiler. İlk uyuyan Aden oldu. Yusuf'un gözleri önünde karısı ve kızı aklında ise yanında olmayan kızlarıyla uzun saatler uyuyamadı. Canan'ı bir yerde Peri'si bir yerdeydi. Hele dün sabah kızıyla yaptığı konuşma bir türlü silinmemişti kulağından. Kızının o kırgın sesi hâlâ yüreğini sızlatıyordu. Sabaha karşı gözleri kapandığında geri uyanması çokta uzun sürmedi. Her sabah olduğu gibi karısından önce uyandı.  Yataktan usulca kalktı.  Banyodaki işlerini halledip odaya geri döndü ve karısını yine öperek uyandırdı. Karı koca birlikte hazırlanıp kızlarını uyandırdılar. Yapılan kahvaltı, Minel'in elinden içilen kahvelerin sonunda evden çıktılar. Aden ve Minel aynı arabaya binmeden önce Yusuf'la vedalaştılar. Yusuf karısının ve kızının bindiği arabanın arkasından bakarken yanına gelen Atakan'a baktı.

"Her şey tamam efendim. Şile yolu temiz. Her ihtimale karşı korumaları arttırdık. Yaklaşık yarım saat sonra Yağız Bey, Tunahan ve Sedat'ın eşliğinde Şile'ye geçecekler."

"Tamadır... Sen bugün Minel ile ol. Aden'e hastanedekiler eşlik etsin ama Hakan'da orada olsun."

"Merak etmeyin efendim. Tüm  korumalar istediğiniz şekilde yerlerine geçecekler." Yusuf başını sallayıp kendi aracına ilerledi.  Kendisine açılan kapıdan arabaya geçecekken Pera'nında öndeki arabaya yerleştiğini gördü. Son kez Atakan'a bakıp gözleriyle son uyarısını yapıp arabaya bindi. Onun peşinden Şoförü ve koruması da arabaya yerleşti.

"Günaydın efendim." dedi on koltuğa yerleşen şahsi koruması.

Günaydın çocuklar." deyip paltosunun yakalarını düzeltti. İç cebinden telefonunu çıkarıp bildirimleri kontrol etti ve dikiz aynasından şoförüyle göz göze geldi.

"Paşalı; Beykoz'daki, Rıza'nın Yeri'nde sizi bekliyor efendim. Oraya mı yoksa adliyeye mi geçiyoruz?"
Yusuf cevap vermedi. Telefonunu açıp rehberine girdi. Aradığı ismi bulup aradı. 

"Günaydın Paşalı. Seni biraz bekleteceğim kusura bakma."  karşı taraftan gelen karşılıkla gülerek yayıldı koltuğunda Yusuf. Bakışlarını kızlarının ortak hediyesi olan kol saatine çevirip zamanı kontrol etti. "Oğluna gidiyorum, merak etme selamlarını iletirim!" deyip telefonu kapadı ve hâlâ kendisinden cevap bekleyen şoförüne dönüp "Metris'e gidiyoruz!" dedi. 

Yol aktı.  Gün tüm karmaşasıyla başlarken bazı evlerin kapısından bazı babalar çıktı. Yüreklerinde korku, akıllarında soru işaretleriyle düştüler yola. Kimisi bildiklerinin altında kimileri bilmediklerinin üstünde hayatlarını altüst edecek bugüne ilk adımlarını Şile yolunda attılar. 

                                                               * * *



























Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL