GÜLLERİN AĞITI 14. EMARELER
SELAMLAR
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim arkadaşlar.
Gecikme için üzgünüm. Ev taşıma telaşemiz vardı.
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR.
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
05.11.2024
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 14. BÖLÜM
"EMARELER"
Kötülük bulaştığı yerden silinmez.
CANAN AHSEN TORAL
7 EKİM 05:20 / Bulgaristan
Yaşam seçimlerden ibaretti. Her seçimin bir hikâyesi her hikâyeninse bir kahramanı vardı. Kimi kahramanlar yol göstericiler olurken kimi kahramanlar yoldan çıkaranlardı. Her hikayenin sonu bir nefesle biterken geriye sadece seçimler kalıyordu. O seçimlerde insanı ya iyiye ya kötüye sürüklüyordu.
Şimdi, şu durumda düşünüyordum da insan bile isteye kötüyü seçebilir miydi? Ona kötüyü seçtiren neydi? Kötüyü seçen seçtiği için haklı mıydı? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey kendisine doğrultulan sayısız namluya aldırmadan yerleri titreten adımlarıyla bana gelen adamın kötülükten başka bir şey bilmediğiydi.
Dik omuzları, yere sert basan ayakları ve keskin bakışları başkaları için korkutucu görünebilirdi. Benim ise sadece midemi bulandırıyordu. Yüzüne, sırtına, göğsüne hedef alınan silahları umursamadan yerleri titreterek yürümeye devam eden adam bu gücü kötülükle mi elde etmişti ya da kötü olduğu için mi bu kadar güçlü duruyordu bunu da bilmiyordum. Lakin artık bildiğim bir şey vardı.
Çıktığımız bu yolda gerçekten yalnızdık. Sadece biz bizeydik. Ne onlar bizim taraftaydı ne bir başkası. Hepsi kötünün yanında, hepsi düşman hattındaydı. Dertleri bize yardım etmek değil kendi çıkarlarıydı. Asla kendi menfaatlerine Dünya'nın kanını bulaştırmalarına izin vermeyecektim.
"Bu adamın hayvanatlığı beni hep azdırmıştır!" Boris hemen arkamdaydı. Şamil ve İlknura ise onun yanında dikiliyorlardı. Boris, terasta dakikalar önce yaptığımız konuşmayı hiç yapmamışız gibi duruyordu. Sesindeki alaylı ifade büyük ihtimalle yüzüne de yansıyordu.
Şafak ile aramda iki adım kala önüme iki koruma geçti. Bir silah alnına diğeriyse kalbinin tam üstüne dayandı. Şafak umursamadı. Bakışlarını onlara değdirmeden sadece bana baktı. Yüzümde, bedenimde gezindi. Bir şeyler aradı. Belki bir iz belki bir yara görmeyi bekledi ama görmedi. Göremezdi de. Çünkü aldığım yaraların emareleri bedenimde değil ruhumdaydı.
"Erkencisin, ben daha geç bekliyordum seni!" dedi Boris. Sesindeki o alay en gerilerde gizlenen korkuyu örtemiyordu. Korkusu Şafak mıydı bir başka şey mi ondan da emin değildim. Algılarım git gide zayıflıyordu.
Şafak'ın bendeki bakışları kısa bir an Boris'e kaydı. Kara gözleri daha da karanlıktı. Gözaltlarında oluşmaya başlayan morluklar esmere kaçan teninde bile belli oluyordu. Güçlü duruyordu ancak yorgunluğu ve uykusuzluğu da kendini gösteriyordu.
"İtlerin sabah sabah yürek yemiş!" dedi ters sesiyle. Boris'e kayan koyu harelerinde saf bir nefret ve tiksinme vardı. Onu gördüğünde benim gibi korkmamıştı. Belki de bu görüntüye alışıktı. Gerçi Şafak bir şeylerden korkuyor gibi de değildi. Onun silahlardan ya da ölmekten korkmadığını biliyordum. Kaybetmekten de korkmadığı belliydi. Belli olan bir diğer şey ise kendi savaşıydı. Ve kendi savaşındaki en büyük silahı sırlarıydı. Bu sırlardan bir tanesini benimle zorunlu olarak paylaşmak canını hayli sıkmışa benziyordu ya da onun canını sıkan tamamen bendim.
"Senin itlerinde açlar belli," gözlerim Şafak ile beraber buraya gelen adamlara kaydı. Vëlla adını verdiği adamları olmalıydı. Tuhaflardı. Nerede nasıl oluyorsa birden ortaya çıkabilme gibi bir özellikleri vardı. İri kıyım ve tuhaf giyinen adamlardı. Teksas Katliamı filmlerindeki katiller gibi görünmeleri de ayrıca can sıkıcıydı.
Şafak'ın dudağı kıvrılır gibi oldu ama bakışlarına çöreklenen karanlık onu daha da korkunç gösteriyordu. "Açlar, senin itlerini midelerine indirmeleri saniyelerini almaz! O yüzden önümden çekilmelerini mi söylersin yoksa boyunlarını mı kırayım?" Boris güldü ama boğazından gelen hırıltıları duyabiliyordum.
"Ulaşmaya çalıştığın şey fazla narin belli ki fazla da değerlenecek. Bu vahşiliğini ona göstermek istiyorsan istediğini yap. Onun için adamlarımı feda edebilirim sanırım." Boris belli ki bilmiyordu ama ben onun vahşiliğini ilk defa görmüyordum.
Şafak'ın bakışları bana kaydı. Dudağının köşesinde bir kıvrılış belirdi. Narin olan ben miyim emin değildi o da. Dalga geçercesine nefeslenip onu engelleyen iki adama baktı. İstese önündeki ikiliyi hatta ona silah doğrultan her adamı alt edecek gibi duruyordu. Derin bir nefes alıp boynunu sağa sola eğip kütletti ve saniyeler içinde önündeki iki adamı kolayca etkisiz hale getirdi. O harekete geçince onunla gelen adamlarda hareketlenip bize doğru adımladıklarında tam da beklediğim gibi Boris ve adamları hareketlenmedi.
Şafak, yanıma geldi. Gözleri yine üzerimde gezindikten sonra Boris ile arama girip beni arkasına aldı. Yüzümü sırtına döndüm. İri bedeni tüm görüşümü kapatınca iki adımda arkasından sıyrılıp herkesi görebileceğim şekilde durdum. Şafak ve Boris tam önümde birbirilerine dik dik bakışlar atarken İlknura yanıma geldi. Şamil ise esneyip duruyor sanki burada değilmiş gibi takılıyordu.
"Para tamam. Belarus'taki adamında." dedi Şafak. Kaşlarım inceden çatıldı.
"Henüz aranmadım Şafak. Adamım arayana kadar Canan benimle. Hem onunla çok iyi anlaştık öyle değil mi Türk kızı?" ikisinin bakışları beni buldu. Boris'in deforme yüzünde belli olamayan bir sırıtış Şafak'ta ise sadece öfke vardı.
"Senden hiç hoşlanmadım Boris. Ne senden, ne diğerlerinden. Hiçbirinizden hoşlanmadım. Ve sizinle anlaşmak... Üzgünüm. Benim kumaşım o kadar ucuz değil!" Boris'in korkunç kahkahası gökyüzüne sıçradı. Güldükçe boğazı yırtılıyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Cebindeki ellerinden birisini çıkarıp bana parmağını salladı ve Şafak'a bakarak "bu kadın muhteşem bir şey," dedi.
Şafak'a bakmadım ama onun gözleri bendeydi. Kesik bir nefes aldığını duydum. Bakmıyordum ama ensesini sertçe sıvazlayıp Boris'e bir adım yaklaştığını gördüm. Artık aralarında bir adım vardı. "Ara şu siktiğimin piçini Boris."
"Hey! Uzaklaş," dakikalardır susan Şamil ilk defa konuşuyordu. Boris'in sınırlarını fazlasıyla ihlal eden Şafak'a elleri cebinde, rahat ve sakin bir tavırla bakıyordu. Ondan korkmadığı beden dilinden belliydi. Korkmaması da çok normaldi. Kim kan kardeşinden korkardı ki? Boris'e baktım. Normal görünüyordu lakin sırtındaki hançerlerin sızısını hissettiğini görebiliyordum. Şamil'e belli ki fazla güvenmişti.
Şafak, Şamil'e bir bakış atıp bir şey demeden Boris'e tekrar baktı ve "ara adamını!" dedi bir kez daha.
Boris üstelemedi. Cebinden telefonunu çıkarıp adamını aradı. Karşı tarafla Rusça bir şeyler konuşup telefonu kapattı ve yeniden cebine koydu. "Güzel pazarlıktı Şafak... Gitmesini hiç istemesem de," deyip bana baktı ama Şafak yine aramıza girdi.
"Sakın Boris. O yanmış beyninden neler geçiyor görüyorum. Sakın anladın mı sakın. Sikerim senin o yanmış beynini!" Boris'in yüzündeki sırıtış yavaş yavaş silindi. Çenesini dikleştirip gören tek gözüyle Şafak'a ters ters baktı.
"O yanmış beynimden o kadar çok şey geçiyor ki... Siper alsan iyi olur!" Şafak burnundan soluyup Boris'in yakalarına asıldığında köpeklerin havlayışları etrafımızı sardı. Korumalar köpekleri zorlukla tutarken Şafak'ın peşinden gelenler Boris'in korumalarına üstünlük kurmayı başarmıştı. Lakin korumaları asıl durduran Şamil'in havaya kalkan eliydi.
"Yeter!" İlknura'nın araya girişi ani oldu. Şafak'ın yanına ilerleyip koluna dokundu ve "gidelim!" dedi.
Şafak, Boris'in yakalarını sertçe bırakıp İlknura'nın dokunduğu kolunu da çekti. Bakışlarını etrafta gezdirip adamlarına başıyla arabaları işaret etti ve bana döndü. Bakışlarımı ondan kaçırdım. İlknura'nın elinde salınan sırt çantamı çekip aldım. Kimseye bakmadan onca adamın arasından yürüyüp arabaların olduğu yerde durdum. Saniyeler sonra önümdeki arabanın kilidi açıldığında kimseyi beklemeden öne oturdum. Çok değil bir iki dakika sonra şoför tarafındaki kapı açıldı ve Şafak koltuğa yerleşti. Bakışları yüzümdeydi ama dönüp bakmadım.
Önümüzdeki ve arkamızdaki arabalar çalıştığında Şafak kontağı çevirdi. Bakışları bir kez daha yüzüme değdi ama yine bakmadım. Kafamı çevirip camdan dışarıya baktım. Boris vardı görüş alanımda. Elleri ceplerinde, yüzünde kaşlarımı çatmama neden olan bir ifadeyle bana bakıyordu. Ellerini cebinden çıkarıp birbirine sürttü ve bana göz kırpıp arkasını dönüp evine girdi. Ben arkasından bakarken Şafak arabayı çalıştırdı ve Boris'i izleyen gözlerimin gerisinde kalan son şey ağaçlar oldu...
Su durdu ama yol devam etti. Zaman direndi ama kendine yenildi. Hızlı giden arabanın içinde kendimi bir tabuttaymış gibi hissediyordum. Aldığım soluklar ciğerlerime inemeden boğazımda takılıyor, takıldığı yeri kanatıp bana bir çıkar yol bırakmıyordu. Aldığım her nefeste burnuma sataşan koku onundu ve bu midemi daha da çok bulandırıyordu. Arabanın camını açmakta işe yaramamıştı. O ve ona dair her şey tarafından ablukaya alınmış gibi hissediyordum.
Dayanamadım. Zaten bulanan midem arabanın hızını kaldıramayacak raddeye gelince elimi direksiyona atıp Şafak'a baktım ve "dur!" diye zar zor konuştum. Halimi fark edince kaşları çatıldı. Önce arabanın hızını düşürdü sonra da kenara çekti. Kendimi arabadan atıp yol kenarının ilerisinde görünen boş ve kurak araziye doğru uyuşuk adımlarla ilerledim ama midem daha fazlasına izin vermedi. İki büklüm olup ellerimi dizlerime yasladım. Boş midem sadece kasılıp öğürmeme neden oluyordu.
"Toral?" önüme gölgesi düştü. Eli, yüzüme dökülen saçlarıma uzanınca kendimi geri çektim.
"Sakın," dedim. Başımı geriye atıp yüzüne baktım.
"O kanlı ellerini sakın bana dokundurma!" yüzünde afallama, bir şaşkınlık yoktu. Sadece yüzüme baktı. İfadesizdi. Hatta bakışları öylesine boş öylesine amansızdı ki duygudan yoksunluğu kendini ele veriyordu.
Ellerimi dizlerimden çekip iki büklüm olan bedenimi doğrulttum. Ona doğru adımlar atıp tam karşısında durdum ve gözlerinin içine baktım. İçimde çağlayan lav her yanımı yakınca ellerimi iki yanımda yumruk yapıp nefes aldım ama hırıltılı soluklarım geçip gittiği her yeri yaktı. Titremeye başlayan çenemi, yaşaran gözlerimi görmezden gelip yüzüne daha dik baktım. Saatlerdir susan benliğim daha fazla dayanamadı.
"Dünya'yı sen mi öldürdün?" dedim ama damağıma değen dilim cayır cayır yaktı beni. Eğer öldüren o ise alacağım darbenin kuvvetine kendimi hazırlamak istedim ama şu kısacık zamanda imkansızdı. Karşımdaki adamın suçluya yardımı başka o suçu işlemesi bambaşkaydı. İkisinin kapısı da Dünya'nın mezarına açılıyordu ama yine de farklıydı işte. Bunca zaman Dünya'nın katiliyle bir arada olmanın yükünü kaldıramazdım.
Susuyor oluşu beynimde şimşekler çaktı. Saç diplerime sirayet eden sızı dilime vurdu. Ellerimi kaldırıp göğsüne vurarak itekledim onu. "Bana cevap ver!" bağırışım bomboş arazide yankılandı. Gözleri arkamda bir yerlere takıldı. Çok geçmeden hareket eden arabaların seslerini işittim. Artık baş başaydık.
"Sen mi öldürdün dedim sana!" bana dokunmadan, benden birkaç adım uzaklaştı ve gözlerime bakarak "fiilen değil!" dedi. Sesi baruttu. Bakışındaki duygusuzluk gırla, duruşundaki zehir kor gibiydi.
"Fiilen değil..." sıcak gözyaşlarım buz kesen tenimde süzülüyor, geçip gittiği yeri yakıyordu. Dudaklarımın arasından bir kıkırtı yükseldi ama ben ağlıyordum.
"Fiilen değil..." kendi kendime tekrarladım sözlerini. Aramıza koyduğu mesafeyi kapadım. Gözleri gözlerime değdi. Kaşlarının arasındaki o iz bir kez daha kendini belli etti ama ne duruşundan ne bakışından ödün vermedi. "Neden oradaydın?" nefes alıp verdi.
"O gece neden oradaydın?" çığlığım daha uyanamamış gökyüzüne çarpıp yeryüzüne yağmur tanelerinin arasında sızarak indi. Sesimin oktavı o denli acımasızdı ki yuvalarında annelerinin kanatları altında uyuyan serçeleri hasbelkader korkudan öldürebilirdi.
"Biliyorsun Toral." dedi gözlerini gözlerimden kaçırmadan. Benim çırpınışlarımın yanında cansız bir biblo gibiydi. Gözyaşlarım hızlandıkça bakışı, duruşu, sesi daha da acımasızlaşıyordu sanki. Beni izleyen karalarından kaçmak istedim. Ona sırtımı dönüp avuçlarımı ağrıyıp sızlayan mideme yasladım. Derin uzun soluklarla kendimi yatıştırmaya çalışsam da ne aklım ne kalbim buna izin vermekten yana değildi.
"Biliyorum," dedim ansızın. Biliyordum. Artık biliyordum... Omzumun üzerinden ona baktım. Gözlerimiz kesiştiğinde nefretle soluklandım. "Biliyorum... Bir kardeşin daha olduğunu..." nefes nefese kaldım. Daralan nefeslerim göğsümü döverken ona bakarak konuşmaya devam ettim.
"Tecavüzcü, katil bir kardeşin daha olduğunu biliyorum!"
Yüzüne yüzüne haykırdığım gerçeklerle gözlerini kapayıp burnundan soludu. Kasılan çenesi, iki yanında yumruk olan elleri öfkesini belli etti. Bedenimi ona çevirip hızlı adımlarla yanına vardım.
"Bu yüzden geldin kapıma! Bu yüzden kaldın yanımızda. Tüm planın buydu değil mi? Bizi yanlış yönlendirecek her seferinde kardeşine ulaşmamızı engelleyecektin!" bakışlarını soluna çevirdi. Ağırca yutkundu. Başını sağa sola yatırıp burnundan soludu ve birkaç adımda yanımdan uzaklaştı.
"Amacın buydu..." dediğimde bana baktı. Diliyle dudaklarını ıslatıp omuzlarını silkti. Kayıtsızlığı ve rahatlığı beni yine çileden çıkarttı. Aramıza koyduğu mesafeyi kapayıp burnunun dibine girdim. Ellerimi göğsüne yaslayıp onu tüm gücümle ittim. Direnmedi, birkaç adım geriye doğru yalpalandı. O geriye adım attıkça üzerine yürüdüm.
"Neden oradaydın cevap ver bana?" omzuna vurdum. "Cevap versene! Allah'ın belası... Cevap ver bana!"
Cevap vermedi. Sadece beni izledi. Ona vurmama, iteklememe, hırpalamama müsaade etti. Belki de acımı böyle çıkartmamı istedi. Belki de beni yormak ve zayıf düşürmek istedi ama içimde yanmaya başlayan kor o kadar kuvvetli harlanıyordu ki değil durmak değil yorulmak o ateşle tüm cihanı yok edebilir gibi hissediyordum kendimi.
"Nasıl bir kötüsün sen! Bu nasıl bir kötülük be adam?" adımlarım durdu. Titreyen dudaklarım hıçkırıklarımın habercisiydi. Ellerimi ağzıma kapatıp ona sırtımı döndüm. Yuttuğum hıçkırıklar ateşimi harladıkça gözümden akan yaşlar tenimi daha da çok yaktı. Cevapsız kalan onca sorunun tüm cevapları arkamdaki adamdaydı ama o yanlış taraftaydı.
Hıçkırıklarım dinse de gözyaşlarım usulca akmaya devam etti. Ona döndüm yeniden. Başım istemsizce omuzuma düştü. Titreyen çenem beni gafil avladı. Isırmaktan kana bulanan dudaklarımın arasından cevabını duymaktan en çok korktuğum soruyu sordum ona.
"Madem oradaydın neden kurtarmadın onu?" kara bakışlarını yere düşürdü. İki yanında yumruk olan ellerini arkasına aldı ve zaten dik olan omuzlarını daha da dikleştirdi. Hareketlenen adem elmasından yutkunduğunu anlayabiliyordum. Bakışlarını yerden kaldırıp bir ok misali mavilerime dikti ve tüm acımasızlığıyla zehrini akıttı.
"Önceliğim Dünya değildi..."
Durgun suya bir fırtına çarptı. Su dalgalandı, su taştı ama ne ateş söndü ne acı dindi. Aksine daha da kora kor bir ateş sardı dört bir yanı. Dilime doluşan sözcükleri yutkunamadım. Dolup taşan gözlerimden firar eden damlalar kanlı izlerini tenimde bırakıp ayak uçlarıma düştüler ama ne kanın emaresi kaldı yüzümde ne bir sözcük firar etti dilimde.
"İnsan mısın sen?" diyebildim sonunda. Boğazımdan göğsüme süzülen nefes kalbimi sıkıştırıp ciğerime sataştı.
"Önceliğim kendi kardeşimdi." dilinden düşen her kelime tenimde çentikler açtı. O çentiklerin emareleri geçmeyecekti. Önce tenime, sonra aklıma ve kalbime sonundaysa ruhuma işlenecekti. Yüzyıllar geçse de bugünün emaresi sonsuza dek ikimizde de kalacaktı.
"Kardeşindi..." kardeşleri uğruna ölümü göze alıp her şeyi yapabilecek olan bana bile fazla ağır geldi söylediği.
Başım yere düştü. Gözyaşlarım çenemden gerdanıma süzülüp yakmaya devam etti. Sızım sızım ağrıyan bedenim direnmekten vazgeçti. Ağır adımlarla ona yaklaşıp yaşlı gözlerimi karalarına diktim. Ağlamaktan kıpkırmızı kesilen yüzümde gezindi bakışları.
"Senin kardeşin ve o piçler gencecik bir kızı katlettiler ve sen bana bunu mu diyorsun?" dedim titreyen sesimle. Aralı dudaklarının arasından bıraktı nefeslerini. Gerilen yüzünden söylediklerimin hoşuna gitmediği aşikardı. Bana baktı. Çatık kaşları daha çatıldı.
"Şunu anla artık. Senin yargıların, senin doğruların sadece sana ait. Anladın? Herkes seninle aynı değerlere sahip olmak zorunda değil." omuzlarım sarsıla sarsıla güldüm. Bedenim sarsıldıkça gözyaşlarım daha hızlı düştü yanaklarıma.
"Bu mu yani? Aynı değerlere sahip olmamak mı bu suçun işlenmesine sebep? Senin can çekişen bir insana yardım etmek yerine suçlulara arka çıkman mı değer dediğin şey!" öfkeyle soludu. Ellerini iki yana açıp yüzüme yüzüme bağırdı kendi doğrularını.
"O an yapmam gereken tek şey kardeşimi ve korumaya yemin ettiğim ailemin kıçını kurtarmaktı. İnan bana gözüm o an Dünya'yı görmedi! Umurumda olan o değildi çünkü... Geberip gitmiş mi can mı çekişiyor, başına ne gelmiş inan bana gram düşünmedim!"
"Orospu çocuğu!"
Her yanı titreten sesime; yüzüne vuran tokadım, göğsüne inen yumruklarım ve tekmelerim eşlik etti. Vurdum, küfrettim, itekledim. Kendi etrafımda döndüm, saçlarımı çekiştirdim. Yeniden tokat attım. Ağladım. Göğsüne daha çok vurdum. Çığlıklarım dinmedi, ettiğim küfürler, hıçkırıklarım hepsi birbirine karıştı.
"Çocuktu daha! Çocuk!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım.
"Canavarlar..." dedim yetmedi. "Pislikler," dedim o da yetmedi.
"Şerefsizler," dedim. Ağız dolusu küfürler savurdum yine yetmedi. Acımı öfkemle kustum o bile bana mısın demedi. Yine tokat attım, bir daha attım, bir daha... Ama yetmedi. Taşıp çağlayan dalgalar sel oldu beni de içine alıp yuttu ama o ateş sönmedi.
"O gecenin tek suçlusu biz değiliz biliyorsun değil mi?" artık onunda sesinde nefret vardı. Ne hissettiğini dakikalar öncesinin aksine hissettiriyordu. Bana bir adım attı ama aramıza dağlar girdi. Bir adım daha attı ama kulaklarım onun sesine sağır kaldı.
"Sen de o gece dayına verdiğin sözü tutup orada onlarla olsaydın! Haydi sen yoktun diğerleri neredeydi? Haydi onlarda olmasın, Dünya'nın kardeşi neredeydi? Kardeşten öte dediğiniz kuzenleri Dünya can çekişirken neredeydi?" teni tenime çarpmadı ama tokadının acısını sol yanağımda hissettim. Artık bedenim gerçekten cayır cayır yanıyordu.
"Çobanın yalnız bıraktığı kuzuyu kurt kapınca ağlamanın bir manası kalmazmış Toral! Öğren bunları..."
Titreyen ellerim kendiliğinden yumruk oldu. Kalp atışlarım kendini boğazımın ortasında kendi belli ediyordu. Canım acıyordu. Acı fiziksel değildi ama bedenimin her milimi sızım sızım sızlıyor ve ağrıyordu. Yaşlarımdan bulanık gören gözlerim onu buldu yeniden. Her yanı sevgiyle sarınmış ruhuma nefretin ilk tohumlarını ektiğinden habersiz bana üstten üstten bakıyordu.
"Sen," dedim acele etmeden. Titreyen çenemi dikleştirip bakışlarına karşılık verdim. Zihnimde dönen cümleler dilimden süzülmeden önce kalbimin aynasını ve merhametimi kör edip gerçekten tüm içtenliğim ve inancımla bendeki hakikatini ona söyledim.
"Sen gerçekten bir orospu çocuğuymuşsun! Annen işinin hakkını vermiş..."
Sabahın ayazında bir rüzgar esti aramızdan. Çatlaklarımızdan sızıp içimize işlediğinde o rüzgar kaynayan kanımı yerle yeksan etti. Şafak'ın ise bakışları artık daha karaydı. Lakin duruşu... Duruşunda artık bir şeyler eksikti. Omuzları mesela eskisi gibi dik değil, çenesi önceki gibi kaskatı değildi. Bir titreme geçti bedeninden. Yutkunduğu adem elmasında takılıp kaldı.
Gözlerini gözlerimden çekmedi. Bu sefer kaçırmadı bakışlarını. İçinde kanattığım yerlerin yansıması kara gözlerine sirayet etti. Ağlamadı ama yaşları yanaklarından süzülüp sakallarına karıştı. Ağlamadı ama sanki senelerdir içinde tuttuğu hıçkırıkları yerle göğü inletti. Ağlamadı ama acı dolu inleyişleri tenime battı. Karaları daha da karardı. Geceden bir parça taşırmışçasına simsiyah oldu gözleri. Bana baktı ama gördüğü ben miydim orası da meçhuldü.
Titreyen çenesiyle cebelleşti lakin galip gelemeyeceğini anlayınca dudaklarını sıktı. Bakışlarını yere düşürdü. Tıpkı benim ellerim gibi yumruk olan ellerini zar zor açıp beline yasladı ve nefes almaya çalıştı. Çalıştıkça hırıltıları arttı. Bir ara eli göğsüne gitti ama yetmedi. Bana baktı sonra arkasını dönüp benden uzaklaştı. Adımları sarsaktı fakat yine de yeri titretiyordu. Ancak bedeni dayanamadı. Ellerini dizlerine yaslayıp iki büklüm oldu. Gürültülü nefesler alıp verdi.
Gözlerim onu izlerken kör ettiğimi sandığım kalbim göğsümü dövdü. Kulaklarımda kendi sesim çınlamaya başladığında saniyeler önce dudaklarımın arasından çıkan kelimeler çığlık çığlığa zihnime yayıldı. Titremeye yüz tutan dudaklarımı dişleyip Şafak'a sırtımı döndüm. Sıtmaya tutulmuş gibi titreyen ellerimi beni ağrıdan öldürecek raddeye getiren mideme yasladım ve tıpkı Şafak gibi iki büklüm oldum.
Dönen başım, titreyen bedenim, harlı yüreğim bas bas bağırmaya başlayınca aklımda dönmeye başlayan zincirler birbirine dolandı. Bazı şeyleri anlamak için karşımdaki insanın konuşmasına artık ihtiyacım yoktu.
Şafak'ın yarası annesi, zayıf karnıysa o kardeşiydi...
"Kalk!" saniyeler mi dakikalar mı yoksa saatler mi geçti anlamadığım bir zaman boşluğunda Şafak yeniden belirdi yanımda. Sesi eskisinden daha sert, daha koyu ve tahammülsüzdü.
"Kalk dedim sana!"
Bakışlarımı ona çevirip doğruldum. Uyuşuk dizlerim titrediğinden yalpalanır gibi oldum. Düşmemek için çabaladım ama onun umurunda olmadı. Bana göz ucuyla bakıp arabaya doğru yürümeye başladı. Arkasından bakarken alnımı ovalayıp kesik kesik aldığım nefesleri yavaşça bıraktım.
"Çok oyalandın Toral yürü artık!"
Sinirle soluklanıp arkasından büyük adımlarla koşturdum. Arabanın önünde karşı karşıya kaldığımızda nefretle harlanmış bakışlarımız birbirine çarptı ama bu çarpışma ikimize de zarar verdi. Onun nefretine nefret katarken benim sevgi dolu yüreğimden bir parça daha nefrete yenildi.
"Şimdi sana iki seçenek sunacağım Toral!" kaşlarım çatıldı. Dudaklarımda alaycı bir gülüşle yüzüne baktım.
"Hangi yüzle konuşmaya devam ediyorsun sen hâlâ?" dilini dudaklarında gezdirdi. İç çekip göğsünü şişirdi ve sanki ona bir soru sormamışım gibi konuşmaya devam etti.
"Ya o ite inanıp ona yem olur ve aileye kurban edilirsin?" dudağımdaki alaycı gülüş büyüdü. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi yok eden yine ben oldum. O arkasında kalan arabaya yaslanırken ben kollarımı göğsümde bağladım ve mavilerimi karalarından çekmeden "ya da?" dedim.
"Ya da bana inanır, güvenir ve benim yanımda kalıp Dünya'nın intikamını alırsın..."
Kafayı yemişçesine kahkahalar atarak güldüm. O kadar çok güldüm ki gözlerimden bu sefer acıdan değil kahkahalarımın yüzünden yaşlar aktı. "Sanan inanmak mı?" gülüşlerim o kadar büyüktü ki bu bir süre sonra Şafak'ın sinirlerini bozdu.
"Sana güvenmek mi?" başımı sağa sola sallayarak sakinleşmeye çalıştım ama içimde durmadan gülmek isteyen tarafım buna engeldi. Üstelik sadece gülmüyor ağlıyordum da.
"Sana kalmış..." dedi sinir bozucu bir soğuklukla.
"Ama," dedi yaslandığı kaputtan koparak. Elini kaldırıp pantolonun arka cebinden telefonunu çıkardı ve yüzüme bakmadan "bir güvence istiyorsan onunla konuşabilirsin. Seni ikna edeceğine eminim." dedikten sonra telefondan birini aradı ve çalan telefonu bana uzattı.
Gülüşlerim duruldu. Uzattığı telefonu merakıma yenik düşüp aldım. Ekranda sadece üç nokta vardı. İçimi kemiren merakla telefonu kulağıma yasladım. Gözlerim ondan kopmazken çalmaya devan eden telefonun açılmasını bekledim. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Sonra açıldı.
Karşı taraftan "sana ölmediğin müddetçe beni arama demiştim!" diyen kızgın sesle dumura uğradım. Yüreğimde körüklenen hıçkırıklar boğazıma dizilirken gözlerimden sessizce akmaya başlayan yaşlar çenemi yuva belledi.
Bu sefer Şafak'ın dudaklarına alaycı bir gülüş yerleşti. Kollarını göğsünde bağladı ve arkasındaki arabaya yeniden yaslanarak bana dakikalar öncesinin intikamını alırcasına zaferinin tadını çıkararak baktı.
"Şafak?" dedi telefonun ucundaki ses bir karşılık almak umuduyla ama karşılığı Şafak değil ben verdim.
Titreyen sesimle, hissettiğim hayal kırıklığıyla ilk defa canım yanarak "baba!" dedim...
8 EKİM 17:55 / İstanbul
İnsanı durduran sınırlar vardı. Girilmemesi, çıkılmaması gereken yerler, dinlenilmesi gereken nasihatler vardı. Bazı sınırlar vardı. İnsan çiğnememek için büyük gayretler verse de bir yerde önemini yitiriyordu. Aden o sınırlardan bir tanesinin hemen önündeydi. Baran ile girdiği tartışmanın ardından vicdanı yakasını bırakmamış hissettiği pişmanlık onu uykularından etmişti ama zaten tüm aile yıllardır güzel bir uykudan mahrumdu.
"Aden Hanım yağmur yağacak gibi." hemen arkasında kalan şoförüne aynı zamanda koruması olan genç adama bakmadan, başını kararmaya yüz tutmuş gökyüzüne kaldırdı. Kara bulutlar büyük kümeler halinde başının üzerinden geçip gidiyordu. Önüne dönüp baktı. Çiftlik evi, iki katlı bir evdi. Pencereleri kapalı, perdeleri örtülüydü.
Yoğun bir nefes alıp düşük omuzlarını dikleştirdi. Karıncalanan ellerini hafifçe sallayıp birkaç metre ötesindeki kapıya yanaştı. Korumalara baş selamı verip kapının açılmasını bekledi. Birkaç dakika sonra açılan kapıdan içeri girdiğinde duraksadı. İlk defa adım attığı bu yere yabancılık hissettiğinden etrafı inceleme dürtüsüne engel olamadı ancak çiftliğe giden toprak yol bomboştu. Korumalar için küçük bir kulübeden ibaretti ön bahçe.
İşittiği kapı sesiyle bakışları önüne döndü. Çiftlik evin kapısı kendisine açılmıştı. Kapının gerisinde ise üstünde beyaz gömlek altında ise siyah kumaş pantolon olan son derece temiz ve tertipli görünen bir kadın vardı. Kapıya doğru yürüdü.
"Aden Hanım hoş geldiniz. Buyurun lütfen."
Aden kadını baştan aşağı süzüp yüzüne baktı. Evin çalışanı olduğu çoktan belliydi ama inceleme ihtiyacı kadına uzun süre bakmasına neden oldu. Bir yerden sonra rahatsız edeceğini anlayınca gülümseyip başını selam verircesine sallayıp eve ilk adımını attı.
"Teşekkür ederim... Adınız?" dedi. Gözleri karşısındaki kadından ayrılmasa da burnundan ciğerlerine sızan gül kokusu burnunun ucunu sızlattı. Kirpiklerini kırpıştırıp dudaklarını ıslattı.
"Sevilay efendim. Evin kahyasıyım. Buyurun buradan," Aden başını bir kez daha sallayıp yüzündeki gülümsemeyi silmeden kadını takip etti. Geniş ve oval holü geçip salona vardıklarında Sevilay salonun iki kanatlı ahşap çerçeveli cam kapısını açıp köşeye çekildi.
"Simge Hanım birazdan gelecek. Bir arzunuz var mı?" Aden sıcak bir tebessümle aynı yaşlarda olduğunu düşündüğü kadına bakıp "teşekkürler Sevilay," dedikten sonra salona girdi. Mavi gözlerine çarpan ilk şey evin her yanındaki kristal vazolarda can bulan beyaz güller değildi ya da beyaz koltuklar, halılar da değildi. Mavi gözlerini yaşartıp iki damla gözyaşının süzülmesine neden olan şey doğduğu ilk andan beri kendisine benzetilen yeğeni Dünya'nın on sekiz yıllık yaşamını bir duvara sığdırılışıyla karşı karşıya kalışıydı.
Salon kapısının tam karşısındaki duvar boydan boya Dünya'nın hatıralarıyla doluydu. Duvarın tam ortasında büyük bir çerçevede, Güneş halasının kadrajından çekilen Dünya'nın son fotoğrafı asılıydı. Siyah beyaz fotoğrafta Dünya'nın boynundaki olimpiyat altınını kameraya gülerek gösterdiği, diğer elinde tuttuğu olimpiyat maskotunu havaya kaldırdığı anda çekilen bir hatıraydı. O büyük çerçevenin iki yanında ise uzun dikdörtgen camlı pano vardı. O panolar ise Dünya'nın madalyalarına ev sahipliği yapıyordu. Duvarın diğer yerlerinde çocukluktan bu yana çizdiği tüm resimler, çekindiği tüm fotoğraflar asılıydı. Duvara yaslı yüksek şifonyerde farklı boyutlarda çerçeveler, kazanılan kupalar, Dünya'nın en sevdiği oyuncakları vardı. Şifonyerin sağında ve solunda ise büyük porselen vazolardan fışkıran bembeyaz güller boy gösteriyordu.
Burası onundu. Onun mabedi, onun anıtı, onun izleriydi. Burası Dünya'nındı.
Yanaklarından süzülen yaşlarını parmak uçlarıyla sildi. Hâlâ sızlayan burnunu çekip boğazını temizledi. Kendisini toparlamak için silkelendi. Gözleri yeğenin güzel yüzünden sıyrılamazken arkasında işittiği adım sesleriyle gözlerini yere eğdi. Duyduğu adımlar tanıdıktı. Otuz yılı geçkin dostunun nefes alışverişini bile bilirdi.
"Aden," boğazını bir kez daha temizleyip arkasına döndü. Kendisine sıcacık tebessümüyle gelen arkadaşına kollarını açtı.
Simge kendisi için açılan kollara karşılık verip bunca yıllık dostuna sarıldı. O tanıdık güven, tanıdık sevgi, tanıdık huzur soluklanmasını sağladı. Aden hep güvenli liman olmuştu. Bir dosttan, bir kardeşten öteydi Aden. Hep dayanağı olmuştu. Şimdi aradan geçen beş yıl herkesle bir mesafeye neden olsa da Aden farklıydı Simge için. Onun sıcağı hep yanında, yanı başında kendini belli ederdi.
"Böyle çat kapı davetsiz geldim ama..." dedi Aden.
"Hoş geldin," diyerek hemen karşılık verdi Simge. Salonun eşiğinden geçip salona bir göz attı. Sonra Elini kaldırıp koltukları gösterdi. "Oturalım gel. Ne içersin?"
Aden, Simge'nin peşi sıra ilerleyip koltuğa oturdu. Çantasını yanına bırakıp Simge'ye baktı. Üstünde yine siyah bir elbise vardı. Kısa saçları omuzlarına yine değmiyordu. Kumralım diye sevdiği arkadaşının saçları artık griyle beyazın tonlarındaydı.
"Bir şey içmeyeyim. Ben aslında..." diyeceklerini yine Simge'nin lafıyla bölündü.
"Sevilay! Yeşil çay servis edin lütfen."
Aden dudaklarını birbirine bastırıp kucağındaki ellerini birbirine kenetledi. Gergindi ve bu gerginlik pek tanıdık değildi. Haksız hissetmek ve pişman olmak farklı bir yüktü. Ensesinde toplu olan saçları tenini huylandırınca ensesini kaşıdı.
"Çay dedim ama hastaneden direkt gelmişsin belli. Bir şeyler hazırlatayım ben sana." Aden birden yanından kalkan Simge'yi kolundan tutup durdurdu.
"Aç değilim Simge. Bir şey yiyip içmeye gelmedim. Gel otur, konuşalım biraz." Simge iç çekip kalktığı yere geri oturdu. Sırtını koltuğa yasladı, bacak bacak üstüne atıp ellerini kucağında kavuşturdu. Yüzündeki tebessüm bakiydi ama durgunluğu ve yorgunluğu buram buram sarıyordu her yanı.
"Nasılsın?" diye sordu Aden.
Simge dudaklarını büküp iç çekti. Gözleri dalıp giderken omuzlarını silkip "cevap vermem gerekiyor mu?" deyince Aden'in suretine küçük bir gülüş yansıdı. Onlar konuşmadan da birbirilerini anlardı.
"İyiyim. Sakin, sessiz öyle..." bakışlarını kaçırmadılar. Simge lafı dolandırmazdı. İyiyim diyorsa iyiydi. Sakin ve sessizse öyleydi.
"Sen nasılsın?" yorgunum demeye utandı Aden. O da omuzlarını silkip iyi olduğunu söyledi ama Simge'nin onu anladığını biliyordu.
"Emekliliği düşünüyorum bu sıralar. Başhekimlik sandığımdan daha yorucu oldu." Simge arkadaşına hadi oradan der gibi bakıp gülümsedi. Aden mesleğine aşık bir kadındı. Ömrünün el verdiği süre boyunca doktor önlüğünü çıkarmayacağına emindi. Son zamanlarda aklından geçen bir düşünceyi dile getirmek için boğazını temizledi.
"Aden," dedi önce. sonra da boğazını temizleyip "ben de yeniden başlasam mı diye düşünüyordum," diyerek lafını bitirdi. Aden'in irileşen mavilerini görünce gülümsemesi daha sıcak bir hal aldı.
"Sen ciddi misin?" başını salladı Simge. Mesleğinden, hastanelerden, yeni yaşamlardan çok uzak kalmıştı. İşini, işinin getirdiği güzellikleri özlüyordu.
"Şimdilik düşünce sadece. Belki özel bir klinik ya da hastanede bilmiyorum. Belki yeni yaşamları tekrardan ilk kucaklayan olmak beni daha da iyi yapar." Aden başını salladı. Yaşaran gözlerini kırpıştırıp ağlamamaya çalıştı. Simge'nin ellerini tutup sıktı.
"Canım arkadaşım sen nasıl istersen. Tüm desteğimle seninleyim biliyorsun." Simge bunu biliyordu. Sırf ona ve kocasına destek olabilmek için Bartın'daki tüm düzenlerini tek seferde bozmuş buraya gelmişlerdi. En güçlü desteği Aden'den alacağını biliyordu. Bu düşüncesini ilk olarak Aden'le paylaşmasının sebebi de buydu.
"Biliyorum, teşekkür ederim." dedi. Aden aralarındaki azıcık mesafeyi kapayıp arkadaşına sarıldı. Sırtını usulca sıvazlayıp geri çekildi. "Sen, Aden tamam ben başlayacağım dediğin an heyeti toplarım. Yok ben klinik açacağım dediğin anda da yanındayım. Her şeyimle seninleyim."
Simge nefes alıp verdi. Geri dönmek istiyordu fakat korkuları vardı ve biliyordu ki bu korkularının büyük bir bölümünü Aden'in desteğiyle yenebilirdi. Diğer kısmını ise sadece kocasının desteğine ayırmıştı. "Teşekkür ederim." dedi.
Sevilay porselen fincanları koltuğun hemen önündeki sehpaya bırakıp geri çekildi. Aden giden kadının arkasından bakınca ayağındaki terlikleri fark etti. Sonra dönüp Simge'nin ayaklarına baktığında onda da terlik olduğunu gördü. Evde ayakkabı giyilmiyordu demek ki.
"Hay Allah. Benim hiç aklıma gelmedi ayakkabıları çıkarmak," dedi. Topuklu ayakkabılarını çıkarmak için niyetlendiğinde Simge engel oldu.
"Sorun yok Aden. Biz her gün dışarıda olmadığımızdan terlik, yalın ayak öyle dolanıyoruz evin içinde," dedi Simge. Aden'in içi rahat etmese de ses etmedi. Simge'ye gülümseyip yeşil çayına uzandı. İlk yudumunu aldığı sırada bahçeye açılan camekan kapının orada bir gölge belirdi ve kapı açıldı.
"Kumralım yeni güller tamam, vazoları değişti..." Baran içeri girdiğinde kardeşini görmesiyle sustu kaldı. Elindeki büyük hasır sepeti önüne bırakıp elindeki eldivenleri çıkarttı.
"Aden?" dedi burada ne işin var dercesine.
Aden fincanı sehpaya geri bırakıp koltuktan kalktı. Ellerini birbirine yaslayıp gülümsedi ve "merhaba abi," dedi. Baran'dan ses çıkmayınca Simge araya girdi.
"Aden bizi görmeye gelmiş canım." Baran başını ağır ağır sallayıp bakışlarını salonun girişine çevirdi ve "Sevilay!" diye bağırdı. Saniyeler sonra Sevilay içeri girdiğinde Baran gül dolu sepeti ona verip "cam vazolar için hazırlayın!" deyip elindeki eldivenleri birbirine çarpıp katladı ve Aden'e baktı.
"Gül bahçeniz var sanırım," dedi Aden kırık bir tebessümle.
Baran "öyle..." deyip bakışlarını bahçeye çevirdi. Aden'in buraya konuşmaya geldiğini anlamak zor değildi. İstemese de "görmek ister misin?" diye sordu bahçeyi kastederek.
"İsterim tabii." hızlı adımlarla abisinin yanına yürüyüp durdu. Baran önden çıkınca Aden, Simge'ye son bir bakış atıp abisinin peşinden bahçeye çıktı. Ön verandada yürüyüp arkaya dolandıklarında Aden'in karşısına alabildiğine büyük bir gül bahçesi çıktı. Bembeyaz güller dikenli dallarında tomurcuktan açmışlardı.
"Oturalım," diye seslendi Baran. Güllerin orta yerindeki banka önden gidip oturdu. Kızının kokusunu ne zaman unutmaya başlasa buraya gelip saatlerce güllerle konuşup kızının kokusuna benzeyen gül kokusunu ciğerlerine dolduruyordu.
"Ne güzelmiş burası." küçük adımlarla abisinin yanına gidip oturdu Aden. Dolu gözlerini beyaz güllerden koparıp abisine çevirdi. Sakalları, uzamış saçları birbirine karışmıştı ama ne karizmasından götürmüştü ne yakışıklılığından. İçini yakan şey saçlarının ve sakallarının babasından bile daha beyaz olmasıydı. O beyazlar yılların değil acıların getirisiydi.
"Misafir sevmediğimi biliyorsun." abisinin aksi sesine gülümsedi. Yaş aldıkça sesine oturan bir kabalık ve sertlik vardı.
"Biliyorum."
"Niye geldin o zaman?" omuzlarını silkti. Dudağındaki tebessüm silinip gitti.
"Abimin yaşadığı eve gelemeyeceksem ne diye kardeşiz?"
"Aden..." Aden uzun bir soluk alıp ağırca yutkundu. Birbirine bastırdığı dudaklarını yavaşça aralayıp tuttuğu nefesini bıraktı.
"O akşam yemeğinden sonra hemen gelecektim aslında ama biraz cesaretlenmem gerekiyordu." Baran elinden bırakmadığı eldivenleri dizine yaslayıp üzerine yapışmış küçük, görünmeyen şeyleri temizlemeye başladı.
"Sorun yok Aden. Artık sözlere, kelimelere takılmayacak kadar yaşlıyım." Aden, dudaklarını dişledi. Alt dudağını ağzına yuvarlayıp sızlayan burnunu çekti. Abisindeki bakışlarını ellerine indirip sızlayan burnuna rağmen nefes alıp veri.
"Bana artık maviş demiyorsun." dedi. Sesi kendiliğinden küskün çıkmıştı.
"Sende artık hep abi diyorsun." Aden omuzlarını silkti. Elini kaldırıp işaret parmağının sırtını iki kere burnuna sürttü.
"Abimsin." Baran eldivenlerin diğer yüzünü çevirdi. Başını çevirip kız kardeşine baktı. Solup giden mavileri, yaşlardan parlayan mavilere tutundu. Bunca yılın yaşanmışlığı iki çift mavi gözde karşı karşıya kaldı.
"Özür dilerim. Amacım seni kırmak değildi. Sadece...." devamı gelemedi cümlelerin. Sesli bir iç çekiş yerleşti göğsünün ortasına Aden'in. Karşısındaki adama ne derse desin ne kadar özür dilerse dilesin tatmin edemeyeceğini, ona isteğini veremeyeceğini biliyordu.
"Sorun değil dedim Aden. Sorun değil... Artık değil en azından."
Aden yenilmişlikle başını salladı. Bakışları yeniden ellerine düştü. Başı omzuna meyledi. Sol gözünden sızan bir damla yaş burnunu aşıp kucağına damladı. Yanında oturduğu adam, abisi, evladını yitirmiş bir babaydı. Onunla ne kadar empati kursa da anlamaya çabalasa da acısını anlayamayacağını biliyordu. Titrek bir nefes daha çekti ciğerlerine. Bakışlarını kucağından çekip abisine bir kez daha baktı.
"O gün bir ihtimal daha olsaydı," dedi buğulu sesiyle. Burnunu çekip sözlerine kaldığı yerden devam etti." Benim kızım, senin kızın için canını verirdi abi..."
Baran bakışlarını yere düşürdü. Ağır bedeninde, mateminin yükünden kamburlaşan sırtını kardeşine çevirdi. Titreyen dudaklarını sıkı sıkı birbirine mühürleyip nefesler alıp verdi. Ağlamamak için kendini tuttuğundan nefesleri hırıltılıydı.
"Abi..." gözyaşlarını silip ona sırtını dönen abisine yanaştı. Başını o sırta yaslayıp sessizce akıttı yaşlarını.
"Biliyorum acın hiçbir zaman geçmeyecek. Acın, hıncın, öfken durulsa da dinmeyecek. Biliyorum kim ne derse desin sen o gün için Canan'ı hep suçlayacaksın. Cezayı hep ona keseceksin... Bu kinin seni de kızımı da mahvediyor abi... İzin ver kendine! Yalvarırım izin ver hem kendini hem kızımı bu cehennemden azad et..." Baran gözyaşlarını sildi. Dudaklarını birbirine bastırıp başını ağırca salladı.
"Ben o gün sadece Canan'a güvendim Aden... O gün Canan beni ikna etmese ne kalmalarına izin verirdim ne korumaları geri çekerdim..."
Baran'ın sessiz gözyaşları, Aden'in içli hıçkırıklarına karışıp gitti. Boynu bükük beyaz güllerin ortasında yorgun kalpleriyle kızları için ağladı iki kardeş. Baran ıslak yanaklarını silip sakallarının arasından süzülen yaşlarıyla önüne dönüp kardeşini kolları arasına aldı. Göğsüne yaslanan başa yanağını yaslayıp bakışlarını yeni kararan gökyüzüne çevirdi.
"O benim dünyamdı Aden." dedi gökyüzünün hiçliğinde bir umut kızının suretini ararken.
"O benim deniz kızımdı. Dingin suyum, sakin dalgalarımdı." titrek nefesi göğsünü ağrıttı. Mavi gözlerinden süzülen yaşlar dudaklarında can verdi.
"Şimdi ne deniz sakin ne dalgalar..."
* * *
Aden, eve geldiğinde etrafta kimseyi göremedi. Salona doğru bir iki adım atıp içeri bakındı ama kimseler yoktu. Adımlarını mutfağa çevirdi. Kiraz ve çalışan kızlar mutfaktaydı. Onu ilk fark eden de Kiraz oldu.
Yorumlar