GÜLLERİN AĞITI 19. ARKADAŞIM EŞEK

                                                                           SELAMLAR  


Öncelikle yangın felaketinde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza baş sağlığı diliyorum. Mekanları cennet olsun... 


                                                        Yeni bölümden merhaba,

Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim 

İnstagram: yaren.dilan_

Tvitter: yarenikom   (instagram bio da link var)

***

İlknura kısımlarındaki eğik yazılmış diyaloglarda Kazakça konuşulmaktadır!!!!!!!!!!

Gecikme için çok üzgünüm.  Elimde olmayan sebeplerden dolayı çok kısıtlı zaman aralıklarında bölümü yazabildim.

 Affola. 

BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR. 

OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM

22.01.2025

KEYİFLİ OKUMALAR



GÜLLERİN AĞITI 19. BÖLÜM

"ARKADAŞIM EŞEK"


Bazen;

 bir şarkıya gizlenirdi mucizeler ve felaketler.

Kimine gülücükler saçtırır,

kimine gözyaşları döktürürdü... 

 BİLİNMEYEN ZAMANDA ESKİ BİR HATIRA


Saat sabahın çok erken saatleriydi. Güneş doğdu doğacak, yeni bir gün herkes için başlayacaktı. Kimisi bugünü mutlulukla arkasında bırakacakken kimisi bugünü öyle olmasa da başarısızlıkla ve hayal kırıklıklarıyla hatırlayacaktı. O yüzden uyanıktı Dünya. Zaten erkenden uyuduğundan bu saatte uyanması normaldi lakin rutinini ve disiplinini bozmamak için bir saat kadar uyuması gerekirdi. Ancak bugün Olimpiyatın ilk günü olmasa da onun yarışacağı ilk gündü. Buraya son Avrupa ve Dünya  Şampiyonu unvanıyla gelmiş, açılış gününde bayrağı taşıyan sporcu olmuştu. Lakin yine de bu unvanlarla ve gelecek vaat eden sporcu manşetiyle buraya gelmek onu rahatlatmak yerine daha da çok geriyordu. On sekizine gireli çok kısa bir zaman olmuştu ve bu yaşına sığdırdığı sayısız başarının şu an hiçbir önemi yoktu çünkü onun en büyük hedefi ilk olimpiyat altınını almaktı. O madalyayı boynuna taktığı an tüm eksikleri sonlanacaktı. 

Kaldığı odanın balkonunda oturduğu plastik sandalyede iyice yayılıp suyunu yere bıraktı ve omzunun üzerinden kaldığı odaya bir göz attı. Oda arkadaşı hâlâ uyuyordu. Oflayarak önüne dönüp doğmaya başlayan güneşe gözlerini dikti. Ses çıkarmaktan çekinerek sessizdeki telefonunu hırkasının cebinden çıkardı.  Bildirim ışığı yanıp sönerken yüzünde kocaman bir gülüş belirdi.  Telefonu açıp gelen mesajları açtı. Hem ortak gruptan hem de özelden bir sürü mesaj geliyordu. Biricik ailesinin güzel fertleri onu sahiden çok iyi tanıyorlardı. Dünya hepsinden önce en üstte tutturduğu kişinin mesajlarına girdi. 

İKİZİM:

(05:22)

Günaydın ikizim

benim güzelliğim

benim canımın içi

benim gül güzelim

bugün tüm dünya ve tüm ülke seni konuşacak haberin ola

tüm kameralar seni çekecek kız hadi yine iyisin ailemizin sosyetik yüzü

o muşmula suratına az özen göster ama

küçük çocuklar görür korkar falan aman ha!

    Bu arada sana kocaman ama koccaaamaaaan beyaz gül demeti yaptırdık 

hayvan gibi para ödedim lan babamda cimrileşmiş metelik çıkmadı

tüm paramı sana harcadım resmen

bir de dedim bu kazanamazsa üzülmesin sana tam altından beşi bir yerde aldım kız

Olimpiyat altını kazanamazsan onunla idare edersin

SİZ:

Salak!

Dötümü ye sen benim!

Dünya yüzünde şapşal bir gülüşle diğer mesajlara girdi. Kuzenleri bu saatte sırf onun için uyanıklardı. Hepsinin mesajlarına karşılık verip gruptaki konuşmaya dahil oldu ve kendisinin anlık fotoğrafını çekip attı. Aldığı iltifatlar gülüşünü daha da büyütürken Peri'den gelen ses kaydını açtı. Neyse ki kulaklıkları kulağındaydı. Peri uykulu sesiyle ona tüm enerjisini yollayan bir ses kaydının ardından çok sevdiği, ikiziyle tüm çocukluk zamanlarının izini taşıyan o şarkıyı söylediği kaydı da göndermişti. Tüm mesajların sonunda teşekkür edip onları çok sevdiğini yazdı. Sonra gruptan çıkıp kilitlediği mesaja girdi. Anında atışları hızlanan kalbiyle yüzündeki gülüşü silmeden gelen mesajlara tıkladı. 

DAĞ♥:

(05:35)

Kağıttan güllerin hazır.



 





Olimpiyat altınını boynuna astığın an seninler.

SİZ: 

O kadar mı?

Güllerime kavuşmaya can atıyorum ama

 sadece güller mi kavuşacağım?

DAĞ♥:

Sen güllere ben sana kavuşacağım Dünya'm.

SİZ:

Doğru mu  anladım?

Doğru anladıysam senin dötünü yerimmmmm

Güllleriiimmeeee sahip çıkkk yakışıklıııı

on gün sonraaaaa kavuşacağız.

DAĞ♥:

Doğru anladın.

Baş üstüne güzelim.

Ben ve güllerin seni bekliyoruz.

Akşam kutlamak için arayacağız seni ona göre 😉

SİZ:

Dua et

🥰🥰


Telefonu kapayıp yeniden cebine attı. Enerjiyle dolan bedenini esnetip ayaklandı ve odasına sessizce geri girdi. Aynı sessizlikle sabah antrenmanı için geceden hazırladığı çantasını dolabından çıkarıp üzerini değiştirdi ve yarışmaya hazır enerjisiyle odasından çıktı. Kendi ülkesinin konakladığı binaya ayrılan bahçeye gidip kendini çok yormadan koştu. Gün başladığında soluğu koçunun yanında aldı.

Yarışa kadar her zamanki rutinini uyguladı. Sık sık kendisine bunun ölüm kalım olmadığını hatırlatsa da gözü o madalyadaydı.  Antrenmanlarını yaptı. Her antrenmanda zamanını daha da aşağı çektiğinde yüzünde güller açtı. Buraya kadar gelmişken sadece altını değil hem kendisine ait Dünya rekorunu egale etmek istiyordu hem de bir önceki olimpiyatta kırılan rekoru yenilemek istiyordu. Dünya adını bu olimpiyat oyunlarıyla birlikte tüm dünyada kalıcı kılmayı hedefliyordu...

"Son beş!" koçuna  bakıp başını salladı. Yarışın gerçekleşeceği salonun arka kısmındaki odada diğer yarışmacılarla birlikte bekliyorlardı. 

"Bunu kazanırsam katılacağım diğer stilleri de kazanacağım biliyorsun değil mi?" dedi Dünya kendinden fazlasıyla emin bir şekilde. 

"Biliyorum kızım. Ama sen sadece yüzmeye odaklan! Başın sudan çıktığında adını listenin başında gördükten sonra gözünü diğerlerine dikersin! Anlaştık mı?" dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. Koçu bu kendinden emin hallerini sevse de temkinli yaklaşmasının kendi yararı için olduğunun farkındaydı.

"Anlaştık koç!" dedi ama ikisi de biliyordu ki bugünü ve diğer günleri kürsünün başında bitireceklerdi. 

"İkizim kendi keyfinden sonra annemi sakinleştirir de sen babamın yanında kal. Mutluluktan kalp krizi falan geçirir Allah korusun!" sesi gülüyordu Dünya'nın ama çılgın annesi ve marazlı babası pek sakin kalamayacak gibiydiler. Üstelik biricik kardeşi de o anlarda onları teskin etmek yerine hayvan gibi gülerek her şeyi videoya alacaktı. Bundan adı gibi emindi. 

"Beni kim sakinleştirecek?" Dünya, koçuna gözlerini irileştirerek baktı.

"Sen bu hayatta tanıdığım en sakin insansın koç!" koçu gülüp gözlerini devirdi ve elindeki gözlüğü usulca Dünya'nın başına dualar ederek yerleştirdi. 

"Yarış sonunda görüşürüz o zaman," Dünya gülerek başını salladı. Koçlar teker teker seyirci kısmına geçerken Dünya yüzmeye başladığı ilk günden bu yana yanında olan koçuna sıkıca sarılıp vedalaştı. 

Yarışacak tüm sporcular toparlanıp çıkış sırasına göre dizilirken Dünya nefes egzersizlerini yapıp içinden her yarış öncesi yaptığı gibi önce dualarını edip sonra da manifestolarını tekrarladı. Yapacaklarım listesindeki ilk maddenin üzerine çizmesine sadece dakikalar kalmıştı ve Dünya kendinden emindi. Bu yarışı kazanacak listesinin en başında yazan "olimpiyat altını kazan!" maddesinin üzerini çizecekti. 

Kapılar açıldı. İsmi anons edilen sporcular herkesi selamlayarak kendi kulvarına geçti. Dünya 5. kulvara ilerlerken iki elini havada sallayarak herkesi  selamladı ama gözleri ailesinin üzerindeydi. Annesinin gönderdiği öpücüklerine, ikizinin elleriyle yaptığı kalbe ve babasının ona attığı gurur dolu  bakışlara kocaman gülümseyerek karşılık  verdi ve yarışacağı kulvara geldi. Atlama platformuna çıkmadan önce sol ayağının parmak uçlarıyla sonrada sağ ayağının parmak uçlarında yükselip topuklarını yere sırayla değdirdi. Üçüncü yükselişinde topuklarını aynı anda yere bastı ve derin bir nefes alıp gözlerini kapatarak kendisini  arzu ettiği yerde, 1.lik kürsüsünde hayal edip totemini bitirdi. 

Mayosunu, bonesini kontrol edip platforma çıktı ve gözlüğünü gözlerine yerleştirdi. Güçlü bir sıçramayla çıkmak için ayaklarını yerlerine sağlamca yerleştirip pozisyonunu aldı ve kulağını çıkış sesine kabarttı. İki kere kısa ama güçlü nefes alıp verdi ve gerginliğini azaltıp rahatlamak için asıl totemi olan şeyi yapmaya başladı. 

"Kaç yıl oldu saymadım..." başını sağa yatırdı.

"Köyden göçeli..." başını sola yatırdı.

"Mevsimler geldi geçti, görüşmeyeli..." başını dikleştirip önüne baktı ve çıkış verildiği gibi havuza atladı. 

Uzun kolları durmadan kulaç atıp ayakları suyu döverken içinden şarkıyı söylemeye devam etti. Birinci tur bitti, ikinci tura 2. sırada devam etti. Ayakları hızlandı, Kulaçlarını daha dikkatle daha nizami attı. Üçüncü turun dönüşünde 1.yle arasında saliseler vardı. Daha da hızlandı, daha sert daha inançla attı kulaçlarını. Son tura girdiklerinde arada bir fark yoktu. Dünya ve 7. kulvardaki sporcu diğer sporculara tur bindirmiş ve yarışı birbirilerinin arasında götürüyorlardı. 

İkisi de bırakmıyor, her kulaçta birbirilerine üstünlük kuruyorlardı. Lakin Dünya bir yerde arayı açtı. Zihninde çalan şarkı hiç susmazken bitişe son on metrede 7. kulvardaki sporcuyla arasını iyice açtı ve bitişe ilk varan o oldu. Başını sudan kaldırıp hızlıca gözlüklerini çıkarıp havuza sonra da havuzun tam karşısındaki skor tabelasına baktığında gözyaşlarına engel olamadı.

"Yes! Yes! Yes!" diye bağırdı.

Son Avrupa ve Dünya şampiyonu Dünya Uyguroğlu, kendisine ait dünya rekorunu egale etmiş ve iki olimpiyat öncesine ait rekoru da kırmıştı. Sağ elini zaferle suya vurup etrafa gülücükler atarken bakışları ailesinin olduğu kısma çevirdi. Buğulu gözleriyle annesinin çığlık çığlığa zıpladığını, babasının  hıçkırıklara boğularak ağladığını, biricik kardeşinin  ve çok sevdiği koçunun birbirine sarılarak etraflarında döndüğünü göremese de o yöne el salladı ve kendisinin ardından 2. olan sporcuyu tebrik etmek için seperatörün altından geçerek kulvar değiştirdi. 

 İstanbul'daki Uyguroğlu malikanesinde ise herkes çığlık çığlığaydı. Sadece ev halkı değil evin tüm çalışanları da Dünya'yı büyük bir heyecan ve coşkuyla izlemişti. Tv sunucusu durmadan "Dünya Uyguroğlu, Dünya Uyguroğlu... Yine kazandı, yine rekor kırdı... Dünya Uyguroğlu tarihe adını kazandığı altın madalyalarla yazdırdı ve kolay kolay silinmeyeceğini yedi düvele duyurdu!" diyordu.

Televizyonun karşısındaki Minel ve Pera hoplayıp zıplarken çocuklar birbirlerine sarılarak Dünya'nın başarısını kutluyor, aile büyükleri gururla ağlıyorlardı. Canan ve Ferah ellerinde kamera bu anları videoya alırken İzel çoktan Dünya'ya yapacağı kutlama yemeğini ve pastasını düşünmeye başlamıştı.  Barlas ve Yusuf Ali ıslık çalıyordu.

"Dişi kartalım, dişi kanaryam, minik kediciğim be!" Hayat'ın yükselişine herkes gülerken Dağhan ona dik dik baktı ve ensesine bir tane geçirdi.

"Yerim ulan seni. Çiğ çiğ yerim!" Dağhan'ın çatılı kaşları, anında asılan suratıyla daha da keyiflendi Hayat. 

"Kanka kuzenim o benim. Dünya ahiret bacım. Sakin ol," dedi Hayat dalga geçerek.  Dağhan ona tip tip bakıp yeniden televizyona döndü ve ekranda Dünya'nın mavi gözleriyle denk düştü. Dünya kameraya eğilmiş öpücükler atıyordu. Uzatılan mikrofonlara yöneldiğinde evin içindeki sesler sustu ve Dünya'nın o güzel sesi yankılanmaya başladı.  Önce İngilizce konuşarak herkese teşekkür edip mutluluğunu paylaştı sonra yeniden kameralara baktı ve el salladı. 

"Canım ailem ben artık olimpiyat şampiyonuyummm!" coşkuyla söylediklerinin ardından Hayat ve Yalın coşkuyla tezahürat yaparken diğerleri alkışlıyordu. Peri gözyaşlarını silip hayranlıkla kuzenini izlerken beline dolanan kollarla bakışlarını aşağı çevirdi.

"Perikom ben de olacağım ben de!"   dedi Minel heyecanla. 

" Ne olacaksın bebeğim?"

" Dünya ablam gibi şampiyon olacağım. O idolüm benim  artık, " küçüklükten beri Dünya'ya hayrandı Minel. Başarılarına, güzelliğine, karakterine. Üstelik aynı annesine benziyor oluşu da ayrı bir hoşuna gidiyordu. 

" Hmmm. Jimnastik mi yoksa yüzme mi?" diye sordu Peri alacağı cevaptan emin olarak. 

"Abla ne yüzmesi Allah aşkına. Dünya ablam haksız rekabet oluşturmuş resmen. Ben onu nasıl yenerim?" Peri gülerek dokuz yaşındaki kardeşinin upuzun, bakır kızılı saçlarını şefkatle okşayıp ona sarıldı.

"Haklısın mimikom. Dünya'mız her alanda haksız rekabet yaratıyor," dedi peri ve yeniden televizyona baktı. Yorumcular büyük bir heyecan ve keyifle Dünya'nın zaferini anlatıyorlardı ve ikiye bölünmüş ekranın sağ tarafında yarışın tekrarı veriliyordu. 

"Ay bu çok başka bir hismiş," dedi Zümrüt Uyguroğlu gözyaşlarını silerken. Dünya'nın el kadar bebekken kazandığı ilk madalyası dün gibi aklındayken bu anlara şahit olmak onu çok duygulandırmıştı.

"Simge'nin suda doğurmasında varmış bir keramet," Güneş'in sözleri herkesi güldürürdü. 

"Deli kadın varmış cidden bir bildiği," diyerek kız kardeşini destekledi Aden. Sonra hâlâ ayakta dikilip büyük bir neşeyle video çekip Dünya'nın zaferini konuşan çocuklara döndü.

"Gençler," dediği gibi hepsi ona baktı. Aden gülümsemesini daha da büyüttü. "Siz şimdiden şampiyonumuzu karşılama, kutluma operasyonuna başlayın. Biz hediyeleri hallederiz." 

"Yemekler ve pasta benden. Şimdiden söylüyorum her şey Dünya'nın en sevdiği şekilde olacak," İzel'in ültimatomuna herkes göz devirirken Hayat ablasının omzuna kolunu atıp  yüzünü okşayan saçını acıtmadan çekti.

"Yardım edeyim mi sana?" dedi şebek haliyle ama İzel ona alayla bakıp burnunu havaya  dikti. 

"İşim bitince yerlere paspas atarsın." Hayat ablasının saçını bu sefer acıtarak çekip anında kaçarken İzel arkasından bağırıp koşacaktı ki babası onu hemen yanına çekti. 

"Dayımlar aramadı biz mi arasak?" diye sordu Canan. Gözü bir televizyonda bir telefondaydı. Herkes bir an birbirine bakarken Dağhan konuştu. 

"Uzay yazdı daha demin. Ödül töreni biraz gecikecekmiş. Tam o zaman arayacaklar bizi." dediği anda gruba gelen videoyla tekrar konuşacaktı ki Peri ondan önce davrandı. 

"Hah! bakın video attı," diyerek yerinde zıplayıp telefonuyla koşup geniş koltukta oturan dedesi ve anneannesinin yanına gitti.  Aralarına yerleşip kuzenlerine baktı ve "sizde izletin," deyip videoyu başlattı.

 Ekranda ilk Uzay göründü. Mavi gözleri, burnu kıpkırmızıydı ve yanakları ağladığından nemliydi ama dudaklarında kocaman bir gülüş vardı. Telefonu havaya kaldırıp arkasında anne ve babasıyla sarılan kardeşini çekip "bakın burada kim var? Resmi olarak katıldığı tüm yarışmaları kazanan, Avrupa Şampiyonu, Dünya Şampiyonu ve Olimpiyat Şampiyonunun biricik kardeşi ben  ve ailem."

"Salak bu çocuk," dedi Andre kıkırtılarının arasından. 

Uzay geri geri yürüyerek birebiriyle sarmaş dolaş olan üçlüye yaklaşıp "kıskanıyorum ama!" diye bağırınca hepsinin bakışları ona döndü. Dünya babasını hızlıca öpüp koşarak Uzay'ın sırtına atladı ve telefonu elinden alıp dudaklarını kameraya yaklaştırarak öpücük attı.  Gülen yüzü pırıl pırıl, gözleri ışıl ışıldı.

Video bitti. Telefonun yerini televizyon aldı. Yarışmanın tekrarı verilip ardından ödül merasimi başladığında herke pür dikkat televizyona kitlendi. İzel ve Canan bu anları kayda alırken televizyonda Baran, Simge, Uzay ve Dünya'nın koçu belirdi. Kendi aralarında konuşup gülüşürken televizyondaki yorumcular kim olduklarından bahsediyorlardı. 

O sıradaysa Dünya seremoniyi yüreği ağzında bekliyordu. Kameralara, milleti selamlamaya, röportaj yapmaya, kürsüye çıkmaya alışıktı ama ilk defa bu kadar heyecanlı ilk defa bu denli gergindi.  Sahnenin arkasında kürsünün hazırlanışını beklerken madalya alacak diğer yarışmacılarla selamlaşıp ayak üstü sohbet etti. Dakikalar sonra bir görevli yanlarına gelip merasimin başlayacağını ve onu takip etmelerini söyleyince sıralanıp görevli kadının ardından kürsüye yürüdüler. 

Olimpik havuzun on beş metre ötesine kurulan kürsüye yürüdüklerinde büyük bir alkış koptu. Dünya sadece ailesine ve koçuna bakarak el sallayıp etrafına gülücükler saçtı. 1.lik kürsüsünün arkasına yerleştiğinde nefesini sakince bıraktı ve titreyen ellerini birbirine kenetledi. Bu onun için bambaşka bir heyecandı. 

Madalyaları takdim edecek takım elbiseli insanlarda kürsünün solunda dizildiklerinde kalbi daha da kuvvetli çarptı. Kendi sırasını beklerken gözleri ailesinin üzerindeydi. Aralarında mesafeler vardı ama onları görüyordu. Hemen solunda 3. olan sporcu madalyasını aldığında yüreği daha da hızlı çarptı. Sporcu arkadaşını alkışlarken sıra 2. olan ve onu çok zorlayan diğer sporcu arkadaşını daha kuvvetli alkışladı. Lakin sıra kendisine geldikçe yüreğinin atışı daha da artı. Avuçları terli, bedeni titrekti ama bu hali dışarıdan asla belli olmuyordu.  Kürsüye çıktı. İki elini bir kez daha havaya kaldırarak izleyenleri selamladı. 

Adam madalyayı alıp kendisine döndüğünde dudaklarını ısırıp biraz eğilerek madalya askısının boynundan geçirilmesine yardımcı oldu ve saliseler sonra o çok istediği, yıllardır hayallerini kurduğu, en büyük hedefi artık iki göğsünün ortasında salınıyordu. Dünya iki eliyle tuttu madalyasını. Parlayan altının üzerinde parmaklarını gezdirip avuçlarının arasına alıp bağrına bastıktan sonra peş peşe öptü. Madalyasını takdim eden adam olimpiyat maskotunu da uzattığında onu da aldı. Teşekkürler son bulup herkes geri çekildiğinde Dünya sol elinde tuttuğu maskotu havaya kaldırdı ve madalyasını da yüzüne doğru kaldırıp ailesine bakıp kocaman güldü. O an farkında değildi ama bu anı ölümsüzleşmişti. 

Bayraklar göndere çekildi. İstiklal marşı için saygı duruşuna geçildiğinde Dünya'nın sol gözünden tek bir damla yaş yuvarlandı. İşte bu kendisiyle en gurur duyduğu andı ve bu anı birden fazla kez yaşadı. Ertesi gün katıldığı yarışı yine kazandı. Yetmedi iki gün sonra peş peşe yarıştığı iki maçı daha kazandı ve sadece bir tanesinin hayalini kurarken boynunda dört tane altın madalyayla ülkesine geri döndü. 

 Ailesinin karşılaması büyük ve coşkuluydu. Aynı coşku akşam yemeğindeki kutlamada ve diğer günlerde devam etmişti. Birbirinden güzel hediyeler Dünya'nın başını döndürürken en kıymetli iki hediyeyi üzerinde taşıyordu. Birisi Güneş halasının anneannesinden yadigar mavi kalpli zümrüt bileklikti. Bilekliğin kolyesiyse Canan ablasındaydı. Diğeri ise boynundaki kolyeydi. Lakin Dünya'nın canını Dağhan fena sıkmıştı. Gerçi onunda suçu yoktu ama Dünya'nın nazı onaydı.

Dağhan, döndüğü ilk gün onu kağıttan gülleriyle karşılamıştı. O güllerinin arasında bir de gül kolyesi vardı. Kolyeyi görür görmez aşık olmuştu. Şimdi boynunda oradan oraya çekiştirdiği güle içi giderek baktı.  O uyuz ikizi Dağhan'ın niyetini anlayıp önüne taş koymasaydı canı bu denli sıkılmayacaktı. 

"Dünya güzelim?" Dünya uzandığı hamaktan başını kaldırıp babasına baktı ve gülümsedi.

"Babişko," Baran gözlerini devirip kızına güldü. 

"Uzay çirkinim içeride ikizim bana küstü diye ağlayıp Dağhan'a sataşıyor." Dünya kaşlarını  çatıp surat astı. Başını yeniden hamağın yumuşak kumaşına yaslayıp kollarını da göğsünde bağladı.

"Yesinler birbirlerini bana ne," Baran hamağın başında durup eğilerek kızının saçlarına dudaklarını bastırdı. Parmağının ucuyla yanağını sevip okşadı.

"Döveyim mi ikisini de?"

"Döv..." Baran'ın sol kaşı alnına doğru kavislenince Dünya dudağını büktü.

"Uzay sadece içgüdüsüyle hareket ediyor kızım. Sen onun kardeşisin ki çok şükür aranızdaki bağ sımsıkı, çok kuvvetli. Eminim Dağhan'ı durdurmasında bir bildiği vardır." Dünya başını salladı ama yüzündeki küskün ifade kaybolmadı. Baran kızının yüzünü görecek şekilde ağaca yaslanıp kollarını göğsünde bağladı.

"Annenden önce bir ilişkim oldu. O kadını gördüğüm ilk an güzelliğine vurulmuştum." dedi biraz kısık bir sesle. Çok sevdiği karısını eski hatıralarla üzmekten çekiniyordu. 

"Baba!" diye şaşkınlıkla yükseldi Dünya.

"Şşşşt. Hikayenin devamını duymak istiyorsan sessiz olman lazım."

Dünya başını sallayıp uzandığı hamaktan kalkıp oturdu ve babasını yanına çağırdı. Baran hiç itiraz etmeden kızının yanına oturup onu göğsüne yasladı. 

"Aden halanla yeni yeni kaynaşmaya başladığımız dönemdi. Kerem amcanın doğum günü için hediye bakmaya çıkmıştık... Yolumuz bir çiçekçiye çıktı."

"Çiçekçi miydi kadın?" dedi Dünya merakla.

"Evet. Beşiktaş'ta küçük butik bir dükkan. Girdik içeri. Halan hemen gezinmeye başladı ama ben ağzım iki karış kadına bakakaldım. Beni öylesine büyüledi ki o zamanlar önüm arkam, sağım solum onunla dolup taştı..."

Dünya başını kaydırıp babasının yüzüne baktı ve çattığı kaşlarıyla "annemden daha mı güzeldi?" dedi.

"Annenden daha güzeli şu an kollarımın arasında," Dünya utanarak başını babasının göğsüne sakladığında Baran kızını sıkıca sarıp yumuşak saçlarına buseler kondurdu.

"O zaman için en güzeli oydu evet. Ama sonra işler değişti. Ben sadece güzelliğinden hoşlandığımı anladım. Ki bir zaman sonra olmayacağının da farkına varmıştım. Sonra da o güzel yüzün arkasında karakterinin ne denli kirli olduğunu gördüm. Gördük... Aden halan, Doğu amcan, hepimiz o güzellikten zarar gördük... Anneni de çok ağlattı."

"Pis kadın! Ne yaptı ki?" Dünya'nın nahif sesinde gezinen öfkeye gülümsedi Baran. Kızının saçlarını okşayıp uçlarını parmağına doladı.

"Kardeşini korudu... Ne pahasına olursa olsun, suçlu ve haksız olduklarını bildikleri halde kardeşini herkese karşı korudu. Ve o kardeşi onun ikiziydi..." Dünya'nın çatık kaşları usulca düzeldi. Babasının sözlerinden alması gereken mesajı alıp derinden iç geçirdi.

"Baba böyle de hayat dersi vermezsin ya," Baran kızının başına peş peşe öpücükler kondurup iki koluyla sımsıkı sarıldı. 

"Kardeşin ne yapıyorsa senin iyiliğine kızım. Şüphen olmasın tamam mı?" Dünya babasını küçük mırıltıyla onayladı. Mesaj gayet netti.

"Peki annem?" dedi Dünya bir süre sonra. Başını babasının göğsünden kaldırıp gözlerini babasına dikti.

Baran "annen?" deyip göz kıpınca "yaaa anladın baba?" diye nazlandı Dünya.

"Tüm hikayemizi biliyorsun Dünya güzelim. Neyi anlamalıyım?" dedi.

"Annemi ilk gördüğünde ne düşündün? Güzelliğine vurulmadın mı?" Baran iç çekip dudaklarını büktü. 

"Annenle tanışmamız pek hoş olmadı biliyorsun. Gamze teyzen kötü bir olay yaşadı." Dünya hüzünle başını salladı. Fakat babası birden "ama," deyince heyecanı yeniden hissetti.

"Ağlaması canımı çok sıktı. Sanki o böyle ağladıkça kalbimi de ellerinin arasında parça pinçik etti. Hiç ağlamasın istedim ve bunu isterken ona dair bildiğim tek şey kız kardeşimin arkadaşı oluşuydu." Dünya hülyalı bir edayla iç çekip başını yeniden babasının güven dolu göğsüne yasladı.

"Ama anneni bu kadar sevmemin, aşık olmamın asıl nedeni," dedi Baran bakışlarını eve çevirirken. Yanağını kızının başına yaslayıp metrelerce ilerideki evin penceresinden göz göze geldiği karısına kocaman gülümsedi.

"Renkler Dünya'm. Annen benim griye boyadığım hayatımı rengarenk yaptı. Bize o renklerin içinde kocaman bir dünya yarattı." Dünya'nın dudakları incecik kıvrıldı. Babasıyla annesine dair her şeyi çok seviyordu.

"Çok şanslısın değil mi baba? Annem tıpkı kendisi gibi rengarenk bir Dünya yarattı..." Baran kızının imasını anlayınca güldü.

"Öyle benim güzel deniz kızım..." dedi Baran. Dünya babasının karnına sarılıp gözlerini yumdu ve usulca fısıldadı.

"Merak etme baba Dünya var oldukça bizim dünyamızın renkleri hiç solmayacak..."

14 Ekim 09:34 /Kazakistan 

Korku ve cesaret bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey dirençti. Buna öfke eklendiğinde mantık ortadan kayboluyor delilik meydana çıkıyordu. Halbuki öfkeyi acı besliyordu. Acı ne korkuyu görüyordu ne karanlığı. İnsan, üstüne giydiği deli cesaretiyle bilmediği karanlıklara bodoslama atlayabiliyordu.

Uzay'da o karanlığın içinde olduğunun farkındaydı. Yalnızda değildi. Kuzenleri ve dostu yanındaydı. Hiç düşünmeden peşinden gelmişlerdi. Nasıl çıkacaklardı, çıkabilecekler miydi orasının bir önemi yoktu artık. Dünya zihninin çeperlerinde hiç susmazken duyduğu tek seste onun çığlıklarıydı.

"Hepsi uyuyor," yanına gelip oturan Dağhan'a bir tepki vermedi Uzay. Mavi gözleri dinlenmek için geldikleri köhne evin kirli duvarlarına dalıp gitmişti.

"Uzay! İyi misin?" Uzay başını koltuğun tepesine yaslayıp bakışlarını Dağhan'a çevirdi.

"O geceyi düşünüyor musun hiç?" sorunun yarattığı gerilim ikisinin gözlerine çarpıp geri sekti. Dağhan daralan göğsüyle soluklandı.

"Hep... Hep düşünüyorum." dedi.

"Senin de hatıraların benim gibi karanlık mı?" Dağhan başını salladı. O geceye dair en net hatırladığı şey koydaki eve girişleri, yemek yedikleri an ve kavga edişleriydi. Sonra evden çıkıp koyun diğer ucundaki çardağa içmeye gidişleri... Sonrası karanlıktı. Sonrası kapkaranlıktı.

"O gece yok ama sabahı da aklımdan hiç çıkmıyor." bakışları pis pencereden görünen gökyüzüne kaydı. Uzay yeniden sessizliğe gömülse de Dağhan susmak istemiyordu. Yıllardır içini kemirenleri kusmak, bağırmak, hesap sormak istiyordu. Bu günahı, bu pişmanlığı ömrünün sonuna kadar yaşayacaktı ama artık kaldırmadığı derdine ortak arıyordu.

"Sana çok öfkeliyim. Kendimden sonra en çok sana!" Uzay nefesini usulca bırakıp gözlerini yumdu. Yeniden bir araya gelmelerinin üzerinden bir ay geçmişti ve Dağhan'la bugünün geleceğini biliyordu.

"Biliyordun Uzay. En başından beri Dünya'ya olan aşkımı biliyordun. Dünya'nın da beni sevdiğini  biliyordun. Hiç saklamamıştık ki zaten. Sadece doğru zaman deyip deyip ötelemiştik..." Uzay bakışlarını yanında oturan dostuna çevirip yarım, buruk bir tebessümle çevirdi.

"Doğru zamanını siktirtme bana!" sakin sesinin aksine sözleri hiddetliydi Uzay'ın.

"Ölmekten korktuğun halde asker olmak istiyordun Dağ. Ölür giderimde Dünya arkamda kalır korkusundan yaklaşamadın kıza. Dünya'mdaki cesaretin kırıntısı bile yoktu sende!" Dağhan'ın başı yere düştü. Yaşaran gözlerini kırpmadan yerdeki tozlu parkeleri izledi. Sıkmaktan bembeyaz olan yumruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp Uzay'ın son darbesini bekledi. 

"Ama bak... Ölen Dünya arkasında kalan biz olduk!"  

Dağhan, başını Uzay'a çevirip yapma dercesine baktı lakin karşısındaki adamın mavilerinden sıçrayan alevler kendi tenine yapışıyordu. 

"Tek suçlu ben miyim? Boş yere çıkarttın o kavgayı! Egonu susturmak yerine bize dayılandın!" dedi Dağhan öfkeyle soluklanarak. Uzay aralarındaki boşluğa sertçe vurup koltuktaki tozların havalanmasına neden oldu fakat konuşmaktan geri durmadı. 

"Salak yerine koydunuz beni Dağ! Size kaç kere sordum yok deyip durdunuz. Ne yapsaydım çeyrek mi taksaydım?"

"Çeyrek mi kaldı kanka?" Uzay ve Dağhan açık ağızlarıyla birbirilerine bakıp arkasına döndüler. Hayat kollarını göğsünde bağlamış kapıya yaslı bir şekilde onları izliyordu. Hemen yanında esneyerek gözlerini ovalan Andre vardı. 

"Günah çıkarma seansının yeri mi oğlum?" dedi Hayat susmadan. 

"Ayrıca birbirimizi değil başkalarını yememiz lazım." diyerek Hayat'ı destekledi Andre. 

Önce Uzay sonra Dağhan önüne döndü. Hayat ve Andre de kapıyı kapayıp yanlarına gidip karşılarındaki ikili koltuğa oturdular.  Çıkan tozla Hayat yüzünü buruşturup  elini yüzünün önünde salladı. Geçip giden şu bir ayda kendisine dair öğrendiği yeni bir şey vardı o da annesinin ve ablasının düşüncelerinin aksine gerçekten titiz bir insan olduğuydu. 

"Deli mi dürttü sizi sabah sabah dalaşıyorsunuz?" Hayat'ın sorusu üzerine Dağhan kollarını göğsünde bağlayıp bakışlarını tavana çevirdi. 

"Dalaşmadık. Konuştuk sadece," dedi Uzay ama odadaki herkes Hayat müdahale etmese durumun o olacağından emindi. 

"İyi bir süre daha konuşmayın. Kendi hesaplaşmamızı bu işin sonunda yaşarız." Andre'nin uykulu sesiyle söylediklerine başlarını sallasalar da birbirilerine baktılar. Çektikleri acı kıyaslanamazdı lakin acıyı yaratan şey aynı olaydı. Dünya'nın ölümü herkesi derinden sarsıp yerle bir etmişti. Hissettikleri suçlulukla hepsi bir yerlere dağılmış hayatlarını öylesine devam ettirmişlerdi.

"Şimdi sakinleştiysek size bir şey söyleyeceğim," Hayat'ın kırık sesi onu ele  verdi. Tedirgin ve emin olmadığını anlayan Uzay bakışlarını kuzenine dikip başını salladı. 

"Ne yumurtlayacaksın yine Hayat?"

"Bana olan bu tavrın hiç hoş değil kuzen ama neyse görmezden geleceğim." Uzay gözlerini devirip oflayarak nefes alıp verdi. Ellerini göğsünde bağlayıp başını geriye attı ve gözlerini yumdu. O sırada Dağhan araya girdi.

"Uzatma be oğlum. Bir kerede uzatmadan direkt söyle!" Hayat karşısındaki ikiliye gözlerini kısarak baksa da sataşmaya son verip konuştu.

"Aman iyi tamam... Bence biz Peri ve Yalın'a haksızlık ediyoruz." kısa bir sessizlik olunca Hayat devam etti. 

"Peri yıllar sonra okula yeniden başlamak için kalktı İspanya'ya gitti. Yalın bildiğim kadarıyla stüdyoya girecekti. Ama ikisi de kalkıp hiç düşünmeden geldiler. Üstüne pamuğum vuruldu ve biz resmen onu postaladık. Hayır ben de burada olmaması tarafındayım lakin Peri bu. Sinsi şeytan o zekasıyla her şeyi hallederdi. Eh Yalın'da bıçak  kullanma konusunda ve dövüş konusunda eğitimliydi." Uzay gözlerini aralayıp kuzenine baktı. Dediğinde haklılık payı vardı ama Peri'yi bir daha aynı tehlikeye atamazdı. E Yalın desen o  da Peri'yi bırakmazdı. 

Hayat onu izleyen gözlere tek tek bakıp oturuşunu düzeltti ve omuzlarını dikleştirdi. "Yanlış anlamayın. Ben her türlü yanınızdayım hep olacağım ama ben karateyi bıraktığımda on beş yaşındaydım oğlum.  E Andre desen oyunlardan beyni sulanmıştır!" dediğinde Andre'nin bacağına vurmasına sırıttı. 

"Hadi lan oradan!" diyen Andre'ye sırıtan yüzüyle baktı. Kolunu boynuna sarıp Andre'yi  kendisine çekti ve kollarının arasında başını kitledi. 

"Yalan mı oğlum? O ikisi bizden daha faydalı olurdu!"  Andre ise Hayat'ın anlayamayacağı bir çabuklukla boynunu kurtarıp Hayat'a el ense çekip iri bedenini yere serdi. Uzay ve Dağhan şaşkınca karşılarındaki manzarayı izlerken bu sefer sırıtan Andre'ydi. 

"Seni bilmem kuzen ama ben gayet faydalı olurum!" deyip Hayat'ı pislik içindeki yere bıraktı.

"Oha, oha, oha!"  Hayat yerden hızla kalkıp üzerini silkelerken irileşen bakışlarıyla Andre'ye aktı.

"Lan sen hayırdır?" Hayat sesli olarak sorsa da Uzay ve Dağhan da aynı şeyi düşünüyordu. Andre, annesinin ve babasının dövüş sporlarında etkili olmasına rağmen hiç o yana yanaşmamış birisiydi. Hoş o yanaşmamış haliyle bile kavgalarda iyi iş çıkarırdı. 

"O olaydan sonra ben de kendi kabuğuma çekildim... Odamdan çıkmayıp sadece yemek yiyip oyun oynuyordum. Sonra babam bir gün odama daldı.  Beni böyle ensemden tuttuğu gibi dışarı çıkarttı. Spora başladık beraber. Sonra da boks girdi hayatıma. Anlayacağınız babamla annem izin vermedi kendimi kaybetmeme. Annemi biliyorsunuz zaten. Onun korkusunu fark edince terapiye başladım. Peşinden doğa kampları, dağ tırmanışları, doğal yaşam... En sonda da Mia girdi hayatıma. Hoş hâlâ hayatımda mı emin değilim ama sonuçta A.A.L. geri geldi."

"Vay anasını! Yengemiz bile olmuş... Ulan ben de anca T cetvelle kavgaya tutuştum ya," diye hayıflandı Hayat. 

"Onu  fark ettik 106!"  Andre'ye bakıp suratını buruşturdu.

"Heee he! Bana diyene bak, ondan mı küçücük fareden korktun lan?" dedi ama kendi ayağına sıktığını fark edemedi. 

"Şeyinden daha büyüktü kuzen!" Uzay ve Dağhan dakikalar önce birbirilerine yüklenmemiş gibi sessiz sessiz gülerken Hayat hayal kırıklığıyla Andre'ye baktı. 

"Hainsin oğlum!" Andre gözlerini devirip oturduğu kirli koltuktan kalkıp pencere önüne yürüdü. Dışarıya bir göz atıp diğerlerine döndü.  Başıyla Hayat'ı işaret edip "haklı," dedi. 

"Hain olduğunu kabullenmen mükemmel bir şey kanka!" bu sefer sadece Andre değil  diğerleri de gözlerini devirdiler. 

"Peri ve  Yalın konusunda haklısın Hayat."

Sessiz  kaldılar. Bu konuda hepsi aynı şeyi düşünüyordu ancak Peri vurulduktan sonra onları yeniden bu işe bulaştırmaktan çekiniyorlardı. Üstelik Canan onları korumaya çabalarken önüne engel koymak hiçbirinin işine gelmezdi. 

"Peri ve Yalın oyun dışı beyler. Evet bu oyuna herkesi ben dahil ettim. Haklısınız hepimizi toplasak bir Peri'nin kafası edemeyiz ama... Ben Peri'yi ilk defa kanlar içinde gördüm. O yüzden bu konuda sessiz kalma hakkımı kullanacağım..." dedi Uzay.  Kardeşini kaybetmişti, kardeşi gibi sevdiği kuzenini de kaybedemezdi. 

"Yanımızda olmalarına gerek yok. Oldukları yerden de destek olurlar..." Dağhan'ın sözlerinin ardından bir sessizlik oldu. Andre ve Hayat onunla aynı düşüncede olsa da Uzay emin değildi.

"Bunu biraz düşüneyim." diyerek oturduğu koltuktan kalktı Uzay ve salondan çıktı. Arkasında kalan üçlü onun arkasından bakarken Uzay  boş bir odaya geçip çarşafsız yatağa bedenini bırakıp gözlerini rutubetli tavana dikti.  

Nerede olduğunu, ne yaptığını sorguladı bir an. Dünya'nın ölüm yıl dönümünde uçurumun kenarındaki halini anımsadı. Sonra ikizlerin yanına gidip konuşulanları. Aldığı nefesler göğsünü şişirdi. Bir kolunu gözlerine yaslayıp karanlığa sokuldu. Herkesin kendince planı vardı. 

Eniştesi Yusuf Toral'ın, babasının, dedesinin, diğerlerinin... Ama asıl olan kendi planıydı lakin ne yazık ki bunu bir türlü yapamıyordu. Yapabildiği tek şey Erjon Molnar'ı hadım etmekti. Fakat bu bile içinin soğumasını sağlamamıştı. 

Uzay sessizdi, Uzay sakindi ama cayır cayır yanıyordu. Elinde tutmak istediği ipler birden ondan alınmış gibi hissediyordu. Öfkesini sürekli yutuyor, kendisini dizginliyordu ama acısı hâlâ ilk günkü gibiydi. 

"Uzay?" kolunu kaldırıp gelene baktı. Ekin, aralık kapının arasından ona bakıyordu. Yatakta toparlanıp kenarına oturduğunda Ekin içeri girip kapıyı kapadı. 

"Ne yaptınız?" dediğinde Ekin yanına oturdu.

"Ekim bir koordinat buldu. Konum olarak Kazakistan'ın doğu sınırında bir araziyi gösteriyor ama hiç yerleşim yeri yok. Elektrik direği bile yok." Uzay kapıdaki bakışlarını Ekin'e çevirdi. 

"Ama?" dedi sessizce. Ekin dudaklarını büküp omuzlarını silkti.

"Oyuklu kayalıklar var. Büyük ihtimalle yeraltındalar."  Uzay bu ihtimali düşündü. Ekim'in hata yapacağına asla inanmazdı. Ekin'inde emin olmadan yanına gelmeyeceğini biliyordu. 

"Nasıl ilerleyelim Uzay?" dediğinde Uzay ensesini ovaladı. Mavi gözlerini sımsıkı yumup düşündü. İhtimalleri, olasılıkları, tehlikeyi.

"Bilmiyorum Ekin. İnan bilmiyorum..." Ekin dostunun endişesini sezince omuzunu sıkıp bıraktı ve ona güç vermek için kendisinden emin bir sesle konuştu.

"Biz Ekim ile koordinattaki konuma gidip keşif yapacağız."

"Ekin..." dese de Ekin konuşmasına müsaade etmedi. 

"Merak etme.  Kuş çoktan uçtu. Yalnız olmayacağız," Uzay  dirseklerini dizlerine yaslayıp ellerini yüzüne kapadı. Bu iyiydi. En azından yanlarında eli silahlı profesyonel birileri olacaktı. 

"Sağ ol..." dedi Uzay. Lakin hissettiği vicdan azabı yerli yerindeydi. Ekin ve Ekim kukla olduklarından bi haber bir oyunun içinde hayatlarını tehlikeye atmaktan çekinmiyorlardı.  Üstelik bunu gerçekten dost zannettiği insan için yapıyorlardı.

"Her zaman..."  deyip ayaklandı. 

"Zorlamıyor mu sizi?"  Ekin'in adımları durdu. Omuzunun üzerinden Uzay'a baktı. 

"Ne zorlamıyor mu?" 

"Böyle üç maymunu oynamak. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi, güçsüz görünmek gibi..." dedi Uzay. Ekin'in dudağı kıvrıldı ama yüzündeki hüzün elle tutulur cinstendi. Onun bedeninde,  boyunda posunda bir adam için eğrelti bile duruyordu. 

"Biz hep rol yaparak büyüdük Uzay. Uslu rolü yaptık, iyi çocuk rolü yaptık, mutlu rolü yaptık... Zorlanmıyoruz yani." Uzay diyecek bir şey bulamadı. Hiçbir zaman detaylarını tam öğrenemese de iki kardeşin bir cehennemin içinde büyümek zorunda kaldıklarını ve Şafak'ın onları bu cehenneme mahkum ettiğini bilmekten öteye gidememişti. 

"Eyvallah!" Ekin başını sallayıp Uzay'a son kez baktı ve geldiği gibi gitmeye niyetlense de adımları durdu.

"Ya sen? Üç maymunu oynamak seni zorlamıyor mu?" dedi ve odadan çıkıp gitti. uzay bir süre Ekin'in arkasından boşluğu izledi ve yeniden yatağa  uzanıp gözlerini kapadı. Zorlanıyordu. Herkese üç maymunu oynarken gerçekten çok zorlanıyordu... 

Gün ilerledi, saat tam vakti bulduğunda yola koyuldular. Çok eski, hurdaya dönmüş bir minibüsün içinde karargaha gidiyorlardı. Kurt direksiyondayken İlknura hemen onun yanında oturuyordu. Diğerleri arkadaydı. Ekim ve Ekin yan yana bilgisayara düzeneklerini kurarken diğerleri sessizdi. Andre ve Hayat yan yana oturmuş sessizce yolu izlerken Dağhan tek başına oturmuş elinde döndürüp durduğu beyaz kağıtla bakışıyordu.

Uzay en arkadaydı. Kulağında artık tarihi eser kabul edilen kablolu bir kulaklık, gözü akıp giden yoldaydı. Gergin ama bir o kadarda sabırsızdı. Korkusu cesaretini gölgelemiyordu. Üstelik kulağında çalan şarkı çalmaya devam ettikçe daha da cesaretleniyordu. Tabii bir de zihninde Dünya'nın hiç susmayan sesi vardı.  Bazen onunla sohbet ediyor, bazen küsüp bazen ağlıyordu. Ama ne zaman pes edecek olsa ona güç veriyordu. Dünya ölmüştü ama anıları ve sesi Uzay'la birlikte yaşamaya devam ediyordu. 

Gözlerini kapayıp başını koltuğun tepesine yasladı. Araba hızlı gittiğinden ve eski olduğundan fazla sallanıyordu ama sorun etmedi. Kulağında çalan şarkı yerini Dünya'nın sesine bıraktığında dudakları özlemle kıvrıldı. 

"Ekin ve Ekim'e sence de haksızlık etmiyor musun?" aldığı uzun nefesi burnunda gürültüyle bıraktı Uzay. Kıvrılı dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini araladı ve ön tarafta yan yana oturan ikiliye baktı. Kucaklarında bilgisayar ve tabletle harıl harıl bir şeyler çalışıyorlardı. Gözlerini yeniden kapatıp içinden konuşmaya başladı. 

"Artık her şey ve her yol mubah ikizim. Senin için kimi harcadığımın önemi yok..." 

"Ama onlar masum ve tıpkı bizim gibiler... Baksana onlara yeniden Uzay. Ya birbirlerini kaybederlerse?" Uzay'ın içi titrese de umursamadı. 

"Sen de masumdun Dünya'm... Ve ben seni kaybettim. Ötesi de umurumda değil." Dünya'nın kısık hıçkırıkları zihninin çeperlerine çarpıp balyoz darbeleri kadar ağır sızılar yarattı.

"Özür dilerim... Herkesin hayatını mahvettim." Uzay titreyen çenesini sıkıp dudaklarını kemirdi. Kapalı  gözünden bir damla yaş yuvarlanıp kayboldu. 

"Ağlama Dünya'm... Sen değil biz seni mahvettik."  Dünya'nın hıçkırıkları yükseldi. Uzay'ın kasılı çenesi ve dudakları titremeye başlarken Dünya, hiç durmadan ağlayarak özür diliyordu. 

Uzay ellerini kulaklarına kapatıp başını önündeki koltuğun sırtına yasladı ve kafasının içinde susmadan ağlayan kardeşine durmadan "Ağlama, Dünya'm..." diye yalvardı.

"Uzay," omzunu dürten eli, adını seslenen sesi duymadı Uzay. Sadece Dünya'nın sesi, Dünya'nın çehresi vardı. 

"Uzay!" bu sefer daha kuvvetliydi adını seslenen ses ama Uzay yine duymadı. O ses birkaç kez daha seslendi sonunda başı yaslı yerden sertçe çekilip  sol yüzüne bir tokat indi. 

Uzay!" sıçrayarak gözlerini araladı Uzay. Bir an nerede olduğunu anlayamasa da onu sarsan ellerle gerçekliği algıladı. Minibüsteydi ve Dağhan onu sarsıp endişeyle yüzüne bakıyordu. Diğerlerinin de bakışları üzerindeydi.

"Ne oldu?"

"Telefonun çalıyor," dedi Dağhan aksi bir halde. 

Uzay başını ovalayıp ceketini ol cebindeki telefonunu çıkartıp ekrana baktı. Gördüğü isimle kaşları anında açıldı ve ekranı Dağhan'a çevirdi.  Pamuk Peri arıyordu. 

"İçine mi doğdu be kızım!" diye söylenip Hayat ve Andre'ye bakarak "Peri," arıyor dedi Dağhan. 

"Kesin hissettiler abi." dedi Hayat. Telefon sustu, yeniden çalmaya başladı.

"Açayım mı?" diye sordu Uzay.  Hepsi birbirine kararsızlıkla bakarken ikizler sessiz kaldı. Kurt hiç oralı değilken İlknura arkasına dönüp gergin bir tavırla çocuklara baktı.

"Açacaksan aç şunu!" deyip önüne döndü. 

Uzay oflayıp ensesini ovaladı ve susup yeniden çalmaya başlayan telefonu açtı ve kulağına yasladı. "Pamuğum?"

"Kazakistan'a vardınız mı?" dedi Peri anında. 

"Ne?" Uzay'ın sesi yüksek çıksa da diğerleri de sessizce aynı tepkiyi verdi.

"Tekrarlatma Uzay!" Peri'nin aksi sesine hepsi yüzünü buruşturdu. Bu kızın hem nahif görünüp hem nasıl mahalle delikanlısı gibi olduğunu yıllardır anlayamıyorlardı. 

"Kızım sen nereden biliyorsun?" dedi Uzay. 

"Bilirim ben. Neredesiniz?" Uzay, Dağhan'a baktığında Dağhan telefonu aldı.

"Peri?" der demez Peri rahat bir nefes aldı. Kuzen tayasında aynı dili konuştuğu kişi hep Dağhan olmuştu.

"Ferah ablayla konuştuk, biliyoruz Yalın'la her şeyi," dedi Peri. Babasıyla yaptığı konuşmanın ardından gelişen gelişmeleri detaylı olmasa da öğreniyorlardı.  

"Tamam. Karargaha gidiyoruz." dedi Dağhan. Andre ve  Hayat yanlarına geldiklerinde en arkaya geçmeye karar verip telefonu hoparlöre alıp biraz sesini kıstılar. 

 Yalın'da konuşmaya dahil oldu. "Sıkıntı var mı?" 

"Şu anlık yok. Oraya gidince duruma bakacağız."  dedi Dağhan. Evden  çıkmadan önce nasıl ilerleyeceklerini konuşmuşlardı ancak karargaha girmeden yeniden konuşacaklardı.

"Bir planınız var mı?" diye sordu Peri.

"Yok. Bodoslama dalacağız."

"Ne demek yok? Salak mısınız siz plansız nasıl hareket edersiniz?" Peri'nin azarlayışına hepsi yüzünü ekşitti.

"Kızım biz askeri personel miyiz? Mit ajanı mıyız?" Hayat'ın dalgayla söylediği sözden sonra ikizler ve Uzay birden öksürünce hepsini gözleri üçlünün arasında dolandı. 

"Hey kime diyorum ben?" diye bir kez daha bağırdı Peri. Dağhan gözlerini devirip omuzlarını silkerek telefona yaklaşarak konuştu. 

"Sorun yok. Endişelenmeyin ben yanlarındayım."

"Dedi koskoca Deniz Harp Okulu'nu bir  türlü bitiremeyip  çift dikiş götüren Dağhan Yıldırım." Yalın'ın sözleri Dağhan'ı sinir ederken diğerlerinin sus pus olmasına neden oldu. Bu durum Dağhan'ın hassas noktasıydı.  

 "Yalın unutturma seni döveceğim!"

"Of. Tamam dalaşmayın birbirinize. Biz burada yardıma hazırız. Sürekli iletişim halinde kalamayabiliriz ama bir şey olduğu an arayın tamam mı? Sonra da bir teçhizat falan mı edinsek böyle telefonla olmuyor." çocukların yüzünde bir sırıtış belirdi. Uzay, Dağhan'ın elindeki telefonu alıp "oldu pamuğum bizde kendi karargahımızı kurarız. Ayıpsın," dediğinde karşı taraftan Yalın'ın da kıkırtısı yükseldi. 

"Dalga geçmesenize." diye homurdandı Peri. 

"Tamam. Sakin... Biz karargaha vardığımızda size haber veririz. Hayat ve Ekim arabada kalacaklar. Onlarla iletişimde olursunuz. Biz iki gruba ayrılarak karargaha sızacağız." dedi Uzay.

"Kim kimle?" Yalın'ın sorusuyla minibüsteki herkes birbirine baktı. Uzay evde planladıkları grupları aklından geçirip söyledi. "İlknura, ben, Andre bir grup.  Kurt, Dağhan ve Ekin bir grup."

"Güç dengeniz eşit mi?" İlknura ve Kurt bir an birbirine baktılar. İkisinin aklından da telefondaki Peri'nin  şüphesinin tohumları düştü. Kurt bir an kendini daha güçlü hissetse de İlknura hafife alınacak bir kadın değildi. 

"Eşit. Endişelenmeyin. Halledeceğiz." dedi İlknura üstün ve egolu tavrıyla. O tek başına da hallederdi.

"Tamam. Varınca bizi arayın. Bu arada tuzak falan yok değil mi? Bakın çok dikkat edin." minibüsteki herkes Peri'nin bu pimpirikli haline göz devirdiler. 

"Merak etme. Operasyon başında sizi ararız komutanım." Uzay'ı alaycı tavrına "dalga geçme Uzay!" diye homurdandı Peri. 

"Tamam tamam haydi görüşürüz."

"Tamam. Dikkat edin." Peri ve Uzay aynı anda telefonu kapatacakken Yalın araya girdi. 

"Durun durun... Her şey iyi güzelde madem bir operasyon çıkıyoruz bu operasyonun bir adı olmayacak mı?" 

"Oğlum bunu mu düşüneceğiz şimdi?" diye söylenen Uzay oldu fakat Yalın ciddiydi. 

"Şttt. Ciddiye alın işi biraz!"

"Haklı bence," diyerek düşüncesini  dile getirdi Ekim. 

"İyi madem ne olsun adı?" hepsi bir şeyler zırvalayıp durdu ama hepsi birbirinin fikirlerine yüz çevirdiler.

"Dünya mı olsa?" dedi Hayat kısık bir sesle ama kimseden ses çıkmadı. Uzay ağırca yutkunup ensesini sıvazlarken dolan gözlerini yere eğdi. 

Herkes soru ifadeleriyle dolu gözlerle birbirlerine bakarken sonunda Peri'nin yumuşak sesi ortama yayıldığında herkes sus pus oldu. İkizlerin en sevdiği şarkı olan Arkadaşım Eşek'i ağıt yakarmış gibi mırıldandıktan sonra boğazını temizledi.

"Operasyonun adı: Arkadaşım Eşek!"

Bir saat sonra karargahın yakınlarında durdular. İlknura ve Kurt arka kısma geçtiğinde Ekim ortaya geçip yere oturdu ve tabletin ekranını açtı. Sinyal vericileri devre dışı bırakıp içinde Karargahın krokisi de bulunan haritayı açtı. Hayat ise Peri ve Yalın'ı görüntülü aradı.

"Biz buradayız. Karargahın arka kapısına iki, ön kapısına üç kilometre uzaklıktayız. İki koldan giriş yapabiliriz." dedi Ekin ekrandaki  haritadan yerleri işaretlerken.

"İçerideki adam sayısı biliniyor mu?" dedi Peri telefondan. Yalın'la koltukta yan yana oturuyorlardı. 

"Sadece korumalar var. 50 -100 kişi olabilir." İlknura pek emin değildi. Sesine de yansımış olacak ki Yalın "emin misiniz?" diye sordu.

"Yani belki."  herkes bir an sessizce birbirine bakınca ortama yine Peri'nin sesi yayıldı.

"Yahu ilkokul bebesi bile bu kadar amatör davranmaz. Net bilgi olmadan ne halt yiyecekseniz ya yakalanırsanız?" Peri'nin aksi sesine herkes yüzünü ekşitti.  

"Bir şey olmayacak." dedi Uzay kendinden fazlasıyla emin bir şekilde. 

"Uzay. O elli, yüz adamın ufak tefek, silahsız olduğunu hiç sanmıyorum." Peri'nin haklılığı karşısında bu sefer sus pus oldular. 

"Peki... İş bana düştü anlaşılan." deyip bakışlarını Hayat'ın elindeki telefona çevirdi İlknura. "İçiniz  rahat olsun Vëlla burada. Kuzey sınırında konumlanmış durumda. Destek lazım olursa ya da bir sorun... Müdahale edecekler. "Kurt bildiği bu bilgiye bir tepi vermezken çocuklar İlknura'ya baktılar. 

"Vëlla ne?" diye sordu Andre. Ne zamandır bu adamları çok merak ediyordu. 

İlknura kısa bir an Kurt'a baktıktan sonra derin bir nefes alıp duruşunu dikleştirdi ve "Yıllar önce Şafak'ın kurduğu bir oluşum. Asıl adıyla Kardeş Birliği." diyerek açıklama yaptı. 

"Ne bu örgüt mü tarikat mı?" dedi Hayat merakla.

İlknura gözlerini devirip ellerini kürkünün cebine soktu. "İkisi de değil. Takım ya da birlik desek daha iyi olacak sanırım."

"İşimize yarayacaklarsa isterlerse uzaylı olsunlar ne oldukları önemsiz." dedi Peri. Hepsi başlarını sallarken "aynen öyle" diyerek Peri'yi destekledi Yalın.

"O zaman. Ben, Dağhan ve Ekin arka girişten gireceğiz. Siz önden. İlknura'ya ayak uydurun," çantasını ön koltuğun altından alıp gri geldikten sonra içinden ses dinleme cihazı ve kulaklıkları çıkardı Kurt. 

"Eski usul ama işe yarar. En ufak şeyde iletişime geçin." diyerek cihazları herkese dağıttı ve işlemciye geçmesi için ana mekanizmayı Ekim'e uzattı. 

"Birbirinizi kollayın." dedi Yalın ve son sözler bu oldu. 

Hayat ve Ekim minibüste kaldılar. Hayat telefonda Peri ve Yalın ile iletişimdeyken Ekim bilgisayar ve tabletinden vericileri izliyordu. Kurt, Dağhan ve Ekin'i peşine takarak güneye ilerlerken İlknura, Uzay ve Andre ile batıya ilerledi.  Kurt arkadan içeri sızmayı planlarken İlknura ön kapıdan kendi kimliğiyle girmeye çalışacaktı ki bu daha kolaydı. 

"İçeri girerken ses çıkarmayın, kimseyle konuşmayın ve sakin kalın. Ben her şeyi halledeceğim." dedi İlknura. Ayağındaki çivi topuk çizmeleriyle çok rahat bir şekilde iki gencin önünden yürüyordu. 

"Kapıyı çalıp içeri girebileceğimize nasıl bu kadar eminsin?" Andre'nin şüpheli haline hak verdi Uzay ama İlknura fazla rahattı. 

 İlknura küstah ve bir o kadar şuh gülüşüyle karşısındaki ikiliye baktı. "Tatlım... İlknura Shanova'yım ben. Bana her kapı açılır. Endişe etmeyin," yeniden önüne döndüğündeyse yüzündeki gülüş yok oldu.  O kapı açılırdı da içeri girdikten sonra nasıl çıkarlardı işte orasını bilmiyordu. Tek duası buradaki korumaların sadece koruma olmalarıydı. Ne Uzay ne Andre ne de diğer çocuklara dair hiçbir şey bilmiyorlardı. Buna emindi çünkü Şamil'den gelen istihbarat bu yöndeydi. 

Sonunda Kuznetsov ailesinin fedailiğini yaptığı, tüm aile sırlarının saklandığı karargah uzaktan göründüğünde üçü aynı anda durdu. İlknura gözünü karargahın görünen uzun duvarlarından ayırmazken kulağındaki cihaza dokundu. 

"Kurt durum ne?" diye sorduğunda karşı taraftan önce hışırtılar sonra da Kurt'un sesi duyuldu. 

"50 metre kadar gerideyiz. İki metre aralıkla dizilmiş on adam var." Kurt'un dediklerinin ardından İlknura yanındaki çocuklara bakarak düşündü. Kendisinin kameralarda görünmesine gerek yoktu lakin Kurt ve yanındakiler asla görünmemeliydi. 

"Ekim, kameralar?" dedi bir süre sonra. Yola çıkmadan önce Şamil'in verdiği kapı kilitleri ve kamera kayıt verilerini Ekim'e iletmişti. 

"Henüz sızamadım. Koruma duvarları çok güçlü ama kapı kilitleri tamamdır. Bana söylediğiniz an şifreleri açacağım. Kamera için beş dakika daha müsaade edin." hepsi sıkıntıyla soluklanıp birbirlerine baktılar.

"Üç dakika Ekim. Yirmi dakika içinde alıp çıkmamız lazım." dedi Kurt. Sakin, soğukkanlı ve dinçti ancak içerideki adamlar kendilerinden fazlaydı ve en ufak hata yanındaki insanların ölümüne yol açabilirdi. Bu isteyeceği son şey bile değildi. 

"Mesafe uzak olabilir mi?" diye mırıldandı Hayat o sessizlikte. 

"Sinyal seviyesi yüksek. Sadece bana verilen dataların dışında bir koruma kalkanı var. Eski nesilden bir yazılıma sahip." sesindeki ümitsizlik ne yapacağını bilmediğini gösteriyordu ama imdadına Andre yetişti. 

"Kodu ne?" Andre'nin sorusuyla Ekim kodu kontrol edip söyledi. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Andre yeniden konuştu. 

" Tamam şimdi o kodu sil ve dediğimi yaz. 4 yerine 7! Küçük harfle fr yaz, yanına slaş koyup büyük harflerle GFUD1= yaz." 

"Yazdım." dedi Ekim anında. Elleri klavyenin üzerinde hazır bekliyordu. 

"İki nokta çıktı mı?" Ekim gördüğü iki noktayla başını salladı. 

"Evet."

"Güzel, doğru gidiyoruz. Şimdi..." deyip iç geçirdi Andre ve gözlerini kısıp yanağını kaşıdı. "Sana kod söyleyeceğim. 7!0xf1.5-ff(!)e. Oldu mu?" 

"Kırmızı!" dedi Ekim hüsranla. 

"O zaman... 7!0xf1.5-ff(!))e. Oldu mu?" Ekim, Andre'nin dediklerini yazıp enter tuşuna bastığı an kod yeşile boyandı ve ekranda kamera erişim sistemi belirdi.

"İşte bu! Oldu. Kamera sistemindeyim. Giriş yapıp hemen kontrol ediyorum." deyip işe koyulurken Uzay yanındaki kuzenine şaşkın şaşkın bakıyordu. Andre de ona bakıp ne der gibi başını salladı ama Uzay'dan önce Hayat konuştu. 

"Lan oğlum sen orada doğup büyüdün tamamda İsviçre çakısı mı oldun bizim başımıza?" dedi Hayat hayretle. Tamam Andre yetenekli ve zeki bir çocuktu ama sabahtan beri onu şoka sokuyordu. 

"Grafik ve oyun tasarımcısıyım ben Hayat. Haliyle yazılımda bilmek zorundayım." 

Hayat dudak büküp hayranlıkla başını sallarken Uzay kuzenine baktı. Herkes acısını, yasını farklı tutardı elbet ama fark ediyordu ki bu beş yılda hayatına hiçbir şekilde devam edemeyen sadece kendisi, Peri ve Dağhan'dı. Tam da şimdi göğsünde beliren şey kırgınlık ya da kızgınlık değildi. Üzüntüydü sadece. Nerede olacakken nerede oluşunaydı belki de o kırıklık. Eksikliğine, kaybına ve acısınaydı. Ve bu illet his nerede kiminle olduğunu bakmadan birden beliriveriyordu.  

"Ekim?" dedi Kurt birden. Uzay silkelenip kendine geldi. 

"Sizi görebilecek tüm kameralara erişimim var.  Hızlı tarama yapıyorum. Kaydı,  bir saat öncesine çekeceğim. Böylelikle kamera odasındakiler sanki şu anı izliyormuş gibi olacakları için sizi göremeyecekler. Ama ben sizi göreceğim... Son on beş saniye," Ekim konuşurken bir yandan da klavye tuşlarının sesleri geliyordu. 

"Son bir. Tamamdır. Giriş yapabilirsiniz... Hayat sende otur yanıma izle kameraları. Gözden kaçmasın." Hayat, Ekim'in yanına oturup elindeki telefonu minibüs koltuğunun önündeki masanın üzerindeki tabletin kenarına yaslayıp olanı bitine sessizce izleyen Peri ve Yalın'a son kez bakıp Ekim'e biraz daha yanaşıp önündeki ekrandan kameraları izlemeye koyuldu. 

Kurt, Dağhan ve Ekin'e bakıp silahını çıkardı ve susturucunu taktı.  Aynı işi Ekin'de yaptığında Dağhan ellerini kamuflaj montunun cebine yerleştirip omuzlarını silkti. "Bir sivil olarak silah kullanma yetkim yok. Siz halledersiniz." dedi. 

Kurt diline kadar gelenleri yutup başını salladı. Etrafını kolaçan edip tıpkı bir asker disiplininde pozisyon alıp Ekin'e baktı ve ilerlemeleri için komut verdi. O arkasında Ekin'le ilerlerken Dağhan istifini hiç bozmadan peşlerinden yürüdü ama onlardan daha dikkatli daha atikti. 

"Kurt içeri sızdığınızda bizde gireceğiz. Haber ver." İlknura'nın komutuna başını sallayıp "tamamdır," dedi Kurt.

Karargaha yaklaşıp yerlerini aldıklarında Dağhan belindeki silahına elini attı ve bir ağacın arkasına geçip saklandı. Kurt ve Ekin önlerindeki alçak kayalıkların arkasına uzanıp siper aldılar. Görünen on adam vardı ve hepsini çok kısa bir zamanda etkisiz hale getirmeleri gerekiyordu.

 Kurt ve Ekin çok kısa bir an birbirilerine bakıp nişan aldılar ve birkaç metre ötelerindeki on adamı otuz yedi saniye içerisinde etkisiz hale getirdiler. Dağhan çevre kontrolünü sağlayıp "çıkın," dediğinde ikisi de ayaklandı ve karargaha koştular. 

"Adamlar etkisiz. Kıyafet değişiminden sonra içerideyiz." Kurt susar susmaz İlknura, Uzay ve Andre'ye bakıp başıyla ilerlemelerini emretti ve yeniden yürümeye başladı. 

"İçerisi temiz. Her şey yolunda görünüyor." dedi Ekim bir yandan. Gözleri tüm kutucukları hızlıca tarıyordu.

Kurt ve Ekin seri hareketlerle üstlerini değişirken Dağhan istemeye istemeye üzerini değişti. Üçü de hazır olduklarında yüksek duvarın ortasındaki kalın, çelik kapının önünde durdular. Ekim elektronik kilidi olan kapıyı açtığında içeri girdiler. 

"İçerideyiz!"

İlknura bir an duraksayıp istemsizce Uzay ve Andre'ye baktı. İkisi  de aynı anda başlarını sallayınca derince soluklandı ve yüzüne bir gülüş yerleştirdi. Kürkünün cebinden telefonu çıkarıp bir tuşa bastığında saniyeler sonra önlerinde Kazakistan plakalı, son model G kasa 4x4 durdu. Sürücü kapısı açılıp içinden  bir adam indi. Uzay ve Dağhan adamı görünce kaşları alınlarına doğru kavislendi. Adam kısa boyluydu ancak sorun bu değildi. Sorun; adamın, boyuyla dalga geçtikleri Ferah'tan dahi kısa oluşu  ve buna rağmen üzerinde yerlerde sürünen siyah bir kürkün olmasıydı. Üstelik adamın dudakları absürt bir şekilde fazla şiş ve parlaktı. Simsiyah sakallarının arasında fazla göze çarpıyordu. Gözünde ise pırlantalarla bezenmiş siyah güneş gözlüğü vardı. 

"Yürüyerek gideceğimizi düşünmediniz umarım." iki genç yüzlerindeki o aptal ifadeyle İlknura'ya baktılar. 

İlknura, çocukların yüzündeki ifadeye kaş çatarken hemen arkasından gelen sesle olayı anladı. Dudaklarını birbirine bastırıp  burnunun ucunu kaşıdı ve gülüşünü tuttu. "Cio benim adamlardan. Bizimle gelecek." 

"Bu plana dahil miydi?" dedi Uzay. İlknura omuzlarını silkti. 

"Elbette. İllegal değil legal olarak gireceğiz. Buraya kadar yürüyerek gelmek deli saçması olurdu değil mi?" İlknura'nın tatlı tatlı konuşması iki gencinde sinirini bozuyordu. Kadın çok güzel, çok çekici, güçlü ve farklı görünüyordu lakin bu alaylı ve sürekli küstah davranışları can sıkıyordu. Tabii bir de Şafak'ın kuzeni olması ayrı bir mevzuydu.

"Arabadan bahsetmemişti ama neyse." diye homurdandı Andre. Bakışları kadının arkasında duran adama kayıp duruyordu. Adam ise asla onlara bakmıyordu. Tüm dikkati İlknura'nın üzerindeydi.

"Cio benim en iyi adamlarımdandır. Endişe edecek bir durum yok." derken Cio'ya kısacık bir bakış attığında Cio başını sallayıp arkasını döndüğü gibi kıvırtarak arabaya geri döndü. 

"Bize sulanmaz umarım." İlknura, Andre'nin dediklerine ansızın "ha!" diye tepki verdi ama kahkahalarla gülmesi çok sürmedi.

"Komik olduğunu düşünmüyorum." homurdanan Andre'ye ayıplayarak bakıp boğazını temizledi. Ellerini kürkünün ceplerine yerleştirip durduğu yerde biraz meylederek eğilip çocuklara sır verir gibi fısıldayarak konuştu.

"Cio nasıl derler... Taze sevmez. Onun tercihi karta kaçmışlardır. Endişeniz olmasın yani."

"Tövbe estağfurullah!" Uzay asabi bir şekilde söylenirken Andre karşısındaki kadına ters ters baktı. 

"Ne oluyor orada?" Kurt'un nefes nefese ama sert olan sesiyle İlknura silkelendi. 

"Bir şey yok. Bu süt oğlanlar benim Cio'dan korktular." Andre ve Uzay birbirilerine bakıp yüzlerini buruşturdular. 

"Cio kim?" bu sefer konuşan kişi Ekin'di. Yüzünde maske olduğu için sesi boğuk çıkıyordu.              

İlknura gözlerini devirip "adamım," dedi ve arabaya yürümeye başladı. Uzay ve Andre de peşinden ilerledi. Arabaya yerleştiklerinde Cio onlarla hiç muhatap olmadan Kazakça konuşarak bir şeyler söyledikten sonra arabayı hızla çalıştırdı ve iki dakikanın sonunda karargahın dış kapısında durdular. İlknura arabaya doğru yaklaşan adamlardan bakışlarını kaçırmadan koltuğun atına saklı çantadan iki tane silah çıkarıp arkaya uzattı ve "belinize yerleştirin." dedi. İki genç bir an duraksadıktan sonra silahı aldılar. 

Korumalar anında arabanın etrafını sarıp şoför kısmının camına vurduğunda Cio, İlknura'ya baktı. "Aç!" 

Cio camı açtı. Siyah kıyafetler giyinmiş, silahlı, yüzü maskeli ve başında beresi olan bir adam onlara bakınca İlknura dudağının sol köşesini kıvırıp adama el salladı ve "İlknura Shanova." dedi. Der demez adam toparlandı ve başını eğerek selam verip geri çekilerek kapıyı sonuna kadar açtı. 

 "İşte bu kadar. Şimdi o adam karargahtaki tüm adamlarına benim geldiğimi haber edecek."

"İyi de bu kötü bir  şey!" dedi Andre asabi ve gergin haliyle. Bakışları sık sık Uzay'a kayıyordu. 

"Evet ama endişelenmeyin orası  bende." İlknura her zamanki gibi üst perdeden konuştu. 

En dış kapının ardından uzanan, uzun toprak yolu aşıp uzunlamasına dikdörtgen yapının kapısında durdular. Arabadan önce Cio indi. İlknura'nın kapısını açıp inmesine yardımcı oldu. Uzay ve Andre birbirilerine bakıp birden yumruklarını tokuşturdular ve "anca beraber kanca beraber kuzen!" deyip arabadan indiler. 

İlknura uyarılarını hızlıca tekrarladıktan sonra karargah kapısının önünde ellerinde silahlarla bekleyen adamlara yürümeye başladılar. Andre ve Uzay dikkat çekmeye çalışarak  etrafına bakındılar. Karargâhın arka kısmı koruluk gibiydi. Ağaçlar daha sık daha uzun görünüyordu. Geldikleri yol ise dümdüz ovaydı. Olası bir aksi durumda kaçılacak en iyi yol arka kısımdaki patikaydı ama oraya varana kadar çoktan enselenirlerdi. 

"Selam. Abdul'a geldiğimi söyleyin lütfen. Şamil'den selam getirdim." dedi İlknura Kazakça konuşarak. 

Kapıdaki adamlardan biri hareketlenip kapıyı açıp içeri girdi. İlknura kolları göğsünde bir halde omzunun üzerinden çocukları kontrol etti. Tam da istediği gibi rahat görünüyorlardı. Adam geri geldiğinde dikkatin ona verdi.

"Abdul selamını kabul etti. İçeri girin!"

İçeri girdiklerinde kendilerini bir odanın içinde buldular. Küçük odanın duvarları griydi odanın dört köşesinde  eli silahlı adamlar vardı. Sol köşede ise siyah çelikten bir kapı yer alıyordu.  O kapı açılıp odaya başka bir adam girdi.  Çatık ve şüpheli bakışları hepsinin üzerinde dolandıktan sonra durdu ve İlknura'ya bakıp çenesiyle Uzay ve Andre'yi işaret etti. 

"Korumalarım." adam bakışlarındaki şüpheyi silmeden başını salladı ve aynı kaba üslupla emir vererek  "silahlarınızı bırakın." dedi.

İlknura gözlerini devirip çizmesinde sakladığı iki silahını ve bıçaklarını çıkardı. Cio'da aynı şeyi yaparken Uzay ve Andre ellerine tutuşturulan silahların anlamını şimdi anlıyorlardı. Bellerine yerleştirdikleri silahı çıkarıp yere bıraktılar.  Başlarında dikilen adam başını sola doğru sallayıp önlerinden çekildiklerinde o yöne yürümeye başladılar ancak tüm korumaların gözleri onların üzerindeydi. 

İlknura yürürken başını oynatmadan gözlerini her yere değdirdi. Kaç adam olduğunu, kaç metre aralıklarla durduklarını, boylarını, ellerindeki silahları, bedenlerine gizledikleri silah ve bıçakları tespit edip aklına yazdı. Sandığının aksine yüz kişiden daha fazla adam vardı.  Bu canını sıksa da onu korkutmadı. Buradan istediğini almadan çıkmayacaktı. 

"Arka kısımdan giriş tamam. Krokideki uzun koridordan ilerliyoruz. Henüz karşımıza bir koruma çıkmadı." İlknura, kulağında yankılanan Kurt'un sesine bir tepki vermezken Uzay ve Andre bir anlığına birbirilerine baktılar. Dikkat çekmeden önlerine döndüklerinde İlknura bir kere öksürüp boğazını temizledi.

"Dikkatli olun!" Kurt'un sesi bir kez daha yankılandığında hiçbiri tepki vermedi. Önlerindeki iri yarı adamın arkasında yürümeye devam ettiler. Karargahın yüksek pencereli, dökük sıvalı duvarlarının  arasından yürümeye devam ettiler. 

Sonunda bir kapının önünde durdular. Önlerindeki adam kapıyı bir kez tıklattı ve içeri girdi. Bir süre sonra da diğerlerini içeri aldı. Abdul denilen adam geniş, ahşap bir masanın arkasında dönen sandalyenin üzerinde oturmuş ayaklarını da masaya yaslamıştı. 

İlknura yanında Cio, arkasında Andre ve Uzay'la masanın önünde durduğunda Abdul sigarasından bir fırt çekip dumanı içine hapsetti. Kucağındaki süs köpeğinin başını okşayıp çirkin bir sırıtışla kadını süzdü.

"İlknura, uzun zaman oldu." İlknura karşısındaki adama ağız ucuyla gülümsedi. 

"Çok zamanım yok Abdul. Sohbeti sonraya saklayalım." dedi. Kaybedecek zamanı yoktu. Bir an önce buradan çıkmalılardı. 

Abdul sigarasını masanın üzerine söndürüp kucağındaki küçük köpeği arkasında dikilen korumasına verdi ve ayaklarını yere indirdi. "Derdin ne?" 

"Şamil senden birkaç tane dosya almamı rica etti." Abdul dudaklarını büktü. Başını sol omzuna doğru eğip karşısındaki dörtlüye baktı. Kadını ve onun ibne adamını tanıyordu. Lakin arkalarında duran iki genci ilk defa görüyordu. 

"Böyle bir şeyden haberim yok." İlknura gülümseyip burnunun ucunu kaşıdı. Göğsünü şişirerek nefeslenip masaya bir adım yaklaştı. 

"Biliyorum. Çok ani oldu. Bugün partili toplantı var. Belki biliyorsundur, oraya götüreceğim." dese de adamı ikna edemediğinin farkındaydı. 

"Böyle bir şeyden haberim yok."  İlknura, dilini dişlerinin arasında sıkıştırıp başını aşağı yukarı iki kere salladı. 

"Ara sor o zaman Abdul!"  Abdul gözlerini İlknura'dan çekmeden arkasına yaslandı. Ellerini birbirine geçirip karnına yasladı. 

"Ne dosyası?" dediğinde aradan bir dakika kadar geçmişti. İlknura silkelendi. Çenesini dikleştirip Abdul'a patronun kim olduğunu hatırlatmak istercesine ona üstten bakışlar attı.

Şafak'ın ondan istediği dosyaları hızlıca aklından geçirdi. Üç dosya vardı ve bu üç dosya sadece Yarkın ailesinin değil tüm ailelerin hayatlarını altüst edecek derece de önemli dosyalardı. Şafak'ın bu dosyalara sahip olması demek masada tüm gücü elinde tutması demekti. 

"Lider ailenin Kızıl 01401, Beyaz 01552, Mavi 01582 dosyaları." dedi İlknura. Onlar için önemli olan dosyalar bunlardı. Kurt nasıl olsa küçük arşivden diğerlerini alacaktı.

"İlknura. Söylediğin dosyaların dokunulmazlığı var. Beni burada öldürsen de onları sana veremem." dedi Abdul. İlknura masaya bir adım daha yaklaştı. Ellerini masaya yaslayıp Abdul'a doğru eğildi.

"Öldürmek istemediğim için rica ediyorum Abdul. O dosyaları almam söylendi." Abdul hiç etkilenmeden aynı ifadeyle kadına bakmaya devam etti.

"Böyle bir şeyden haberim yok." dedi papağan gibi aynı cümleyi bir kez daha tekrarlayarak. 

"Şimdi oldu." dedi İlknura sıkılmış bir tavırla. Zor olacağını biliyordu fakat Abdul sanki kasıtlı olarak her şeyi yokuşa sürüyordu. 

"Bunlar mühürlü, dokunulmaz dosyalar İlknura. Aile kitabına göre bu dosyalara erişim sağlayabilecek tek kişi de şu an Türkiye de hapishanede." İlknura sırıttı. Ellerini masadan sıyırarak kaydırıp kürkünün cebine yerleştirdi.

"Artık değil. Bu akşamki toplantıda işler değişecek." dediğinde Abdul'un kaşları çatıldı. Yüzüne yerleşen ifade ise meraktı. 

"Nasıl?"

İlknura, Uzay ve Andre yanında olduğundan isim geçirmek istemedi. Sırıtarak Abdul'a bakıp göz kırptı ve "artık bizde masadayız!" dedi.

Abdul dudaklarını yaladı. Kalın parmakları çenesini sıvazlayıp düşündü. İlknura'nın bizden kastı Şafak Yarkın olmalıydı. O adam o masaya lider veliaht olarak oturursa işler değişirdi. 

"Ciddi misin?" dedi emin olmak isteyerek. Karşısındaki kadının bu konuda yalan konuşmayacağını biliyordu ancak yine de karşısındaki İlknura'ydı. Ondan her şey beklenirdi.

"Evet."

"İlknura. Biz dört korumayı daha etkisiz hale getirdik. Arşive inen merdivenlerdeyiz. Ekim durum ne?" Kurt'un sesi yeniden kulaklarında çınlayınca uzay gıcıklandı. Kulağını kaşıyınca Abdul'un gözleri ona kaydı. 

"Gençler kim?" diye sordu Abdul. Gözleri Uzay ve Andre'de dolanıp durdu. 

"Korumalarım. Yeniler henüz," dedi İlknura teklemeden. 

Uzay, mevzunun kendilerine geldiğini anlayınca ellerini arkasında birleştirip boynuna sağ sola yatırıp rahat görünmeye çalıştı. O an da Kurt'un sesi bir kez daha kulaklarında yankılandı.

"İlknura sizin koruma olduğunuzu söyledi. Sabit duran hanginizse aynı şekilde dursun. Hareketli olan adama bakıp baş selamı versin."

Uzay hemen Abdul'a bakıp başını eğip selam verdi. Karşısındaki adam gözlerini ondan çekmeden anlamadığı dilde konuşunca Uzay bir an duraksadı lakin Kurt imdadına yetişti. "İsmini sordu?"

Uzay adamdan gözlerini çekmeden "Ufuk," deyince adamın kaşları çatıldı. Kendi adını söylememesi gerektiğini bilecek kadar ajan filmi izlemişliği vardı.

"Türk müsün?" dedi Abdul bu sefer Türkçe konuşarak. Uzay başını salladı. Abdul bu sefer Andre'ye baktı.

"Adım Caine. Fransız kökenliyim."

Abdul gözlerini İlknura'ya çevirdi. Kadına bir süre baktıktan sonra gülümsedi. Onu yeniden alıcı gözlerle süzüp yeni bir sigara yaktı. İlk dumanını içine çektikten sonra başını yukarı kaldırarak dumanı bıraktı. "Dosya diyordun... İstediğin dosyaları sana verirdim. Ben de olsalardı."

İlknura işittiği şeyle kaskatı kesildi. Aralık duran dudaklarını birbirine bastırıp yutkundu. O dosyalar çok önemliydi ve bir başkasında mıydı? "Ne?"

Abdul omuzlarını silkip sırıtmaya devam etti. "Ne anladıysan o. Dosyalar ben de değil. Behraz Yarkın hapse girmeden hemen önce onları benden aldı."

İlknura ile Kurt aynı anda aynı tepkiyi verdiler ancak Abdul sadece İlknura'nın "siktir!" deyişini duydu. Gülüp sigarasını keyifle içip kadının yüzündeki ifadeyle fazlasıyla eğlendi. Dibini gördüğü sigarasını bu sefer yere atıp botunun ucuyla ezdi.

"Ama sana başka bir şey verebilirim." İlknura öfkeli soluklarını dizginleyip dudaklarını birbirine bastırıp adama baktı.

"Ne?"

Abdul, İlknura ve diğerlerini odaya getiren adamına bakıp başıyla kapıyı işaret etti ve yeniden İlknura'ya baktı. Normal zamanda karşısındaki kadından korkabilir çekinebilirdi ancak bugün ipler onun elindeydi.

"Sen doğdun doğalı ben kendimi bildim bileli bu ailelerin  kirli işlerini yapıyoruz İlknura. Şamil de öyle ama bu sefer yanlış ata oynamış." 

Kapı açıldı. Abdul'un adamı yaka paça içeri soktuğu adamı İlknura'nın ayaklarının önüne atıp Abdul'un yanına geçti ve diğer adamlarla aynı anda silah çekip İlknura, Cio, Uzay ve Andre'yi abluka altına aldılar.

"Gelen var!" Ekin'in sesine  Dağhan'ın sesi, onun sesine Kurt'un küfürleri karıştı. Sonra da Ekim ve Hayat'ın karmaşık çıkan sesleri kulaklıklarda çınlarken İlknura faka bastıklarını kabullendi. 

"Şimdi. Gel gelelim asıl meseleye İlknura." dedi Abdul eğlenceli sesiyle Türkçe konuşurken. Ellerini birbirine sürtüp sırıttı. Gözleri sadece İlknura'da değil diğerlerinde de dolanıyordu. 

"Ne istiyorsun?" İlknura'nın öfkeli sesiyle Abdul daha da keyiflendi. 

"Karlı bir anlaşma. Siz benim istediğimi yapacaksınız ben de güya korumalığını yapan Uyguroğlu ailesinin çocuklarını ele vermeyeceğim." Uzay ve Andre anında birbirilerine baktılar. 

İlknura öfkeyle hareketlenecekken kolundan çekilip başına yaslanan silahla durdu. Andre ve Uzay' da aynı durumu yaşarken Cio yüzüstü yere yatırılıp başına kalın tabanlı botlarla basıldı. Bir adam, Cio'nun ellerini belinden kelepçeledikten sonra sert davranışlarla çekiştirip dizlerinin üzerinde durmasını sağladı.  Uzay ve Andre'de baldırlarına yedikleri tekmeyle diz çöktüler.

Kapı açıldı. En önde Kurt arkasında Dağhan ve Ekin zorla zapturapt edilerek odaya sokuldu ve yere fırlatıldılar. Elleri plastik kelepçeyle arkalarındaydı.

"Bak sen Kurt'ta buradaymış." dedi Abdul. Keyfine diyecek yoktu.

Kurt yerden doğrulup kalkacağı zaman baldırana yediği tekmeyle yeniden yere kapaklandı. Dağhan ve Ekin diğerleri gibi dizlerinin üzerinde duruyorlardı ve başlarına silah dayalıydı.

Dağhan, Uzay'a ve Andre'ye baktı. Neyse ki ikisi de iyi görünüyordu. Önüne döneceği zaman dikkatini İlknura'nın yanındaki adam çekti.  O nasıl bir tip diye içinden geçirdi. Kapı bir daha açıldı ve bu sefer Hayat ile Ekim odaya sokuldu. Hayat uslu uslu yürürken Ekim yerinde durmadan çırpınıyor, onu tutan adamlara tekmeler savuruyordu.  Sonunda onlarda diğerlerinin yanında yerlerini alınca Abdul iç çekerek hemen karşılarına geçip ahşap masaya yarım bir şekilde oturup boşluktaki ayağını öne uzattı.

"Herkesin anlayacağı dil Türkçe sanırım?" kimseden ses çıkmayınca Abdul başını sağa sola diz çöktürdüklerine baktı. İlknura hepsinin önünde dikiliyordu. 

"Evet. Ne demişler İlknura bu devir eski devir değil. Kendine bile güvenmeyeceksin. Şamil o özgüveniyle çok yaşamaz benden demesi. Güya benim adamımı kafalayıp casusu yapmış. Bak sen şu işe. Neyse ki benim itlerim," deyip adamlarına baktı.

"Alınmayın mecazen diyorum..." yeniden İlknura'ya döndü ve "sadıklardır bana!" dedi.

"Kemik seviyorlarsa. Sen de ondan bol ne var sonuçta." Abdul güldü. 

"Doğru. Kemik koleksiyonuma eklenmek istemiyorsan itaat et İlknura. Çünkü inan bana şu an senin kim olduğunun pek bir önemi yok."

İlknura düştükleri tuzağı analiz etti. Şamil yanlış kişiyi seçmişti. O yanlışlıklar silsilesi tuzağa bodoslama düşmelerini sağlamıştı. Şamil'in kendi casusu ona ihanet etmişti.  Hoş diğer türlü de Abdul'e ihanet etmiş olacaktı ancak belli ki o casus tasmalı it olmayı tercih etmişti.  

"Uzatma Abdul ne istiyorsun?" Abdul ellerini ovuşturdu. Sadık bir çalışan olsa işler bambaşka bir boyuta everilebilirdi ancak o fedailiği de bağlı olduğunu düşündüğü aileyi de çoktan gözden çıkarmıştı. 

"Sizi serbest bırakmama karşılık vereceğim bir adresten bir alacağımı alıp bana getireceksiniz. " dedi Abdul. Çok istediği bir şey kendini riske atamayacağı kadar tehlikeli ve sıkı korunan bir yerde tutuluyordu.

"Birader oradan bakınca nakliyatçı gibi mi duruyoruz?" Abdul, konuşan gence baktı. Gördüğü fotoğraftan bildiği kadarıyla konuşan kişi Hayat Uyguroğlu idi. İlk ona sonra diğerlerine baktı. Gözleri Uzay Uyguroğlu'nun üzerinde dolandı.

Burada kimse ailelere dair hiçbir şey bilmezdi. Ancak o bir istisnaydı çünkü aileye dair en önemli yerin baş fedaisiydi. Bu da onu bazı sırlara ortak ediyordu. Lakin Abdul içi ne kadar kötü olsa da karşısındaki bu gençlere hikayelerini öğrendiği andan beri hak veriyordu. İnsan en kıymetlisini böylesine bir acımasızlıkla kaybedince elbet intikam isterdi... Ancak ne hissettiğini onlara göstermedi. Olduğu gibi yani tam bir pislik olarak davranmaya devam etti. 

"Birazdan kellesi uçacakmış gibi duruyorsunuz!" Hayat iri iri açılan gözleriyle hemen önündeki Dağhan'a eğildi.

"Dağ ciddi mi lan bu?" Dağhan burnundan soludu. Yere eğik başını kaldırmadan "sus oğlum sus!" dedi. Hayat bu sefer Uzay'a baktı. Ona yaklaşmak istediğinde kafasına bir fiske yedi. Düşecek gibi olsa da dengesini zorlukla korudu.

"Senin götün yemiyorsa itlerin gitsin getirsin!" Kurt'un hırıltılı soluğunun arasından firar eden kelimelere sırıttı Abdul.

"Yemiyor valla. Dağ başı sonuçta hırlısı var hırsızı var. Sizin gibi ahmaklar var. Adam eksiltmek hata olur." Abdul yeni bir sigara yakıp masadan kalktı. Sigarası ağzında elleri arkasında diz çökenlerin arasından yürüyüp gözüne kestirdiği Uzay'ın arkasında durdu.

"Tek bir lafıma bakar biliyorsun değil mi Kurt? Molnar'ı arayıp oğlunu hadım eden adam elimde desem neler olur biliyorsundur." deyip botunun kalın tabanıyla Uzay'ın sırtına sertçe vurdu. Uzay beklemediği darbeyle yüzüstü yere yapıştı. Hissettiği acıyla inlerken burnundan oluk oluk kanlar aktı.

Dağhan ve Ekin öfkeyle ayaklanmaya çalışınca başlarında dikilen adamlar onları tartakladı. Andre ve Hayat ise Uzay'ın yanına gitmek isteseler de hareket ettirmiyorlardı.

"Lan manyak gitti çocuğun cillop gibi burnu!" Hayat'ın ayarsız sesi tüm odada yankılanınca Abdul ona döndü. Ağzındaki sigarasını parmaklarının arasında tutup dumanını yere üfledi.

"Ne dersin İlknura Uzay'ın yanında bu üçlüyü de söylemeli miyim?" İlknura burnundan solur bir halde adama baktı. Kafasında birden fazla hesap yapsa da ucu hep onlara dokundu. Kendisinin ya da Cio'nun ya da Kurt'un bir önemi yoktu. Çocuklara bir şey olursa Şafak onu yaşatmazdı. Hele ki ikizlere bir zarar gelirse kesin yaşatmazdı. O yüzden yapması gereken tek şeyi yaptı. 

"Neresi?" dedi İlknura. Abdul keyifle sigara dumanını bırakıp sırıtan yüzüyle diz çökenlere baktı. 

"Kazakistan'ın doğu sınırında bir yer. Buraya 12 km. Oyuklu mağara ovası. Kamer eşlik edecek," dedikten sonra adamına baktı.  Kamer denilen adam İlknura'yı karargah binasının giriş bölümünde onları karşılayan adamdı.

"Ne alacağız?" dedi İlknura.

"Kamer oraya gidildiğinde söyleyecek."

Kurt öfkeyle kelepçeli ellerini çekiştirdi ancak canının yanması dışında bir şey olmadı. Öfkeyle yanan gözlerini Abdul'a çevirdi. "Ödlek herif seni. Korkak!"

Abdul, Kurt'un söylediklerinden hiç etkilenmedi. O işine bakardı. Yararına olan ne ise onu kullanmaktan da çekinmezdi. "Korkaklık değil. Tedbir. Hem benim için gidecek olanlar varken neden böyle bir riske gireyim ki? Üstelik bunun karşılığında sizi ele vermeyeceğimi söylüyorum. Fazlasıyla karlı bir anlaşma bence!"

Uzay canının acısına rağmen başını oynattı ve kana bulanmış yüzüyle Ekin'e baktı. O da zaten ona bakıyordu. Gözleri birkaç saniye temas kurduktan sonra Ekin boynunu esnetti ve "ben giderim!" dedi. 

Uzay başını hissettiği vicdani rahatsızlıkla öne eğdi. O huzursuzluk yetmiyormuş gibi akan kanı midesini bulandırıyor, başını döndürüyordu. 

"Bende! İkizimi asla bırakmam."

İlknura ikizlere baktı. Asla olmazdı. Onları ne olacağı belli olmayan bir şeye asla gönderemezdi. "Olmaz!" dediğinde çok geçti. Abdul çoktan ikizlerin yanında soluğu almış onları ayağa kaldırmıştı. 

"Olmaz dedim Abdul! İkizler olmaz." İlknura'nın bu hiddetli ve endişeli hali Abdul'un hoşuna gitti. 

"Şafak'ın kardeşleri oldukları için mi?"

"Evet. Aynen öyle! Onların kılına zarar gelirse Şafak hiçbirimizi yaşatmaz." dedi İlknura.

"İyi. Bizde biraz kumar oynamış oluruz. Bakalım ikizler buraya sağ salim istediğim şeyle geri gelecekler mi? Yoksa geberip gidecekler mi görelim." 

Ekim ve Ekin yanlarında birkaç tane adam ve Kamer'le odadan çıktıklarında İlknura ilk defa korkuyu hissetti. İkizlere bir şey olursa Şafak onu asla yaşatmazdı. Asla... Dönüp dizlerinin üzerinde duran çocuklara ve Kurt'a baktı. Cio ve Uzay'ın yüzünü görünce yüzünü ekşitti. Hepsini buradan sağ salim çıkartması gerekiyordu. 

"Eeee daha daha nasılsınız? Kusura bakmayın sizi de böyle ağırlıyoruz ama davetsiz misafir olan sizsiniz." 

Abdul'un onlarla eğlenmesi hepsinin canını sıkıyordu. Uzay dönen başını dik tutmaya çalışıyor, Dağhan bileğindeki kelepçeyi esnetmeye çalışıp buradan nasıl kurtulabileceklerini düşünüyordu. Hayat oflayıp puflarken Andre bileklerine sıkıca bağlanmış plastik kelepçeden yavaş hareketlerle sıyrılmaya çalışıyordu. Kurt ise o kelepçeden çoktan kurtulmuştu ancak etraflarını sarana damlara çaktırmadan doğru zamanda hamle yapması gerekecekti. İlknura ise şu an yapılacak en doğru şeyin zamanın dolmasını ve Vella'nın bu sessizlikten şüphelenip onları kurtarmaya gelmelerini beklemek olduğunu düşünüyordu. 

"Tuvalet izniniz var mı?" dedi Hayat. Yerinde de hafiften kıpırdanmaya başlamıştı. Böyle stresli zamanlarında hep aynı şeyi yaşıyordu.  Abdul ona bakıp silahını birden doğrultunca korkuyla yutkundu.

"Yok. Altına  da yaparsan bu şarjörü sikine boşaltırım." Hayat yutkunamadı. Başını hızlı hızlı sallayıp sustu ama Abdul silahı geri çekip ona sırtını döndüğü an Dağhan'a eğilip "arkadaş bu insanların benimkiyle alıp veremedikleri ne?" dediğinde Dağhan öfkeyle başını çevirip ona baktı.

"Ulan buradan bir  kurtulalım o sikini kökünden kesip itlere yedireceğim!"

"Tamam. Tamam bir şey demedim canım arkadaşım. Sustum." deyip geriye çekildi Hayat. Sonra gözleri birden kocaman açıldı. 

"Dağ," diye fısıldadığında Dağhan sabır dileyerek başını salladı.  Hayat bir kez daha "lan Dağ!" dediğinde daha da öfkeli bir halde sövmek için başını çevirip Hayat'a bakınca duraksadı. 

"Ne?" Hayat gözleriyle pantolonun sol cebini işaret etti. 

"Telefonum cebimde." dedi kısık bir sesle. Adamların geldiğini fark ettiğinde aceleyle telefonu kapamış ver cebine atmıştı. Dağhan'ın önce kaşları çatıldı. Sonra düzeldi. Ardından yeniden çatıldı. 

"Ulan en başta söylesene!" Hayat aldığı tepkiyle oflayarak nefesini bıraktı. 

"Ya oğlum bunu mu sorguluyorsun şu an?" Dağhan öfkeli soluğunu yutup bir şey söyleyecekti ki tanımadıkları bir ses aralarına sızdı. 

"Susun. Dikkat çekiyorsunuz." Dağhan sol çaprazından gelen sese başını çevirdi. Adam İlknura'nın hemen arkasında dizlerinin üstünde duruyordu. Dudağından durmadan kan akıyordu. Bu karargaha girmeden önce tanık olduğu İlknura ve diğerlerinin konuşmasında geçen koruma olmalıydı. Hoş bu haliyle korumaktan ziyade korunacak biri gibi duruyordu. 

"Dağ. Ne yapacağız?" dedi Hayat uyarıyı görmezden gelerek. Yanlış yaptığını kıçına yediği tekmeyle ve anlamadığı dilde bağıran adamla anladı. Yüzü betona sertçe çarpınca acıyla inledi. Abdul ne olduğuna bakarken İlknura'da dönüp Hayat' a baktı. Onunda kanayan kaşını görünce yüzünü sıvazlayıp Abdul'a baktı.

"Dokunmayın çocuklara Abdul!"

"Benim çöplüğüm, benim, adamlarım, benim kurallarım İlknura." deyip kadına yanaştı Abdul. Onu birkaç defa olduğu gibi baştan aşağı süzüp yarım ağız güldü ve Dağhan'a yöneldi. Esmer gencin yakışıklı yüzüne bakıp bir yumruk salladı. Dağhan aldığı darbeyle sarsılsa da yıkılmadı. Ama fırsattan istifade Hayat'a daha da yanaştı. 

"Bak canım kime isterse ona vuruyorum." dedi bir de üstüne pişkin pişkin. İlknura öfkeyle ona bir adım atacaktı ama kendini durdurdu. Sakin kalmalıydı. Birkaç darbe almak ölmekten daha iyiydi diye düşündü.

"Peki..." deyip önüne dönecekken Hayat ve Dağhan'ı fark etti. Hayat yerde iki büklümken Dağhan iyice ona yanaşmıştı. Buradan bakınca bir şey anlaşılmıyordu lakin İlknura anladı. Dağhan, Hayat'tan bir şey almaya çalışıyordu. Bakışları anında Abdul'e kaydı. Yanına yaklaşan bir adamıyla konuşuyordu. Bakışlarını hızlıca Dağhan'a indirdiğinde Dağhan kadının anladığını fark ederek dudaklarını oynatarak "telefon," dedi. 

İlknura yaşadığı aydınlanmayla kendine kızdı. Tabii ya hepsinde telefon vardı ve bu salaklar asla üzerlerini aramaya yeltenmemişlerdi. Ama bu da bir tuzak olabilirdi. Dağhan'dan gözlerini çekmeden başını olumsuz bir edayla iki yana sallayıp önüne döndü. Kolunu ovalarmış gibi yapıp bileğindeki saate baktığında yirmi dakikanın geçtiğini fark etti.

Bu iyiydi. Vella birazdan burada olurdu. Abdul'a doğru yürüdü. Abdul'u sırtı çocuklara dönük olacak şekilde karşısına aldı. "Dosyalar gerçekten onda mı?"  dedi kendi dilinde konuşarak. 

Abdul gülerek başını salladı. Bu konuda yalan söylemiyordu. "Evet. Hapse girmeden kısa bir süre önce aldı. Ardından da tüm suçları üstlenip hapsi boyladı. Dosyaları ne yaptı bilmiyorum."

"Peki diğerleri? Onun aldığını biliyorlar mı?"

"Kellem benimle olmaya devam ettiğine göre hayır." İlknura dudaklarını kemirip başını salladı. İşler iyice karman çorman bir hal alıyordu. Parmaklarını şakaklarına yaslayıp ovaladığında bir hatıra anımsadı. Yıllar önce buraya bir kez daha geldiğinde Abdul'un yanında birisi vardı. 

"Onu mu aldılar?" Abdul şaşırmadı. Cevabını bakışlarıyla verdiğinde İlknura gülümsedi. 

"Abdul, bize katıl." dedi birden. Bu yaptığının ne kadar doğru olduğunu kestiremese de bu da zaman kazanmak için bir yoldu. 

"Ne?" demek oldu Abdul'un tepkisi. 

"Bize katıl. Şafak'a çalış. Artık masada ve bu gece lider veliaht ilan edilecek." dedi İlknura yaşanacağından emin olduğu olayı dile getirerek. Abdul dudak büktü. Bir sigara daha yaktı. 

"Ne değişecek İlknura? Yine itlik yapmak dışında ne değişecek? Tasmanın sahibi." İlknura dilini dudaklarında gezdirip iç geçirerek nefeslendi. Gözleri ara ara çocuklara kayıyordu. 

"Biz derdimiz kimleyse onunla çözeriz Abdul. Sevdiklerine, ailelere dokunmayız." Abdul'a İlknura'ya boş bir bakış atıp sigara dumanı yere doğru üfledi. Sonra adamlarına baktı. Hepsi onun ağzından çıkacak bir lafa bakıyordu lakin Kuznetsov ailesinden birisi arayıp Abdul'u öldür dese düşünmeden öldürürlerdi. 

"Aynı kapıya çıkar... İkizler onu bana getirdikten sonra her şey bitecek zaten." 

"Kaçacaksınız." dedi İlknura ama Abdul bir tepki vermeyince yeniden konuştu. 

"Kuznetsovlar buna izin vermez. Anında sizi bulurlar. Biliyorsun... Ama bizimle, Şafak'ın yanında olursanız dokunamazlar."

Abdul yine bir şey demedi. İlknura'ya birkaç saniye baktıktan sonra önüne döndü. Parmakları arasındaki sigarayı yeniden dudaklarının arasına yerleştirdiği anda bir gürültü koptu.  Herkes o gürültüyle olduğu yerde sarsılırken etrafa bembeyaz dumanlar yayıldı ve birden güçlü adım sesleri etraflarını sardı. Abdul ve adamları ne olduğunu anlamaya çalışırken İlknura, Vella'nın geldiğini anladı. 

Kurt fırsattan istifade çoktan kurtulduğu kelepçeyi bileğinden söküp ayaklandı ve hemen yanında sarsak adımlarla duran iki adamı yumruklarıyla yere serdi. Kurt'un ardından Andre ve Dağhan'da plastik kelepçeden kurtuldular. Başlarına dayalı silahlardan sıyrılıp adamlarla yumruklu münakaşaya girerken Hayat bir olan bitene bir de dönen başıyla Uzay'a baktı. 

"Uzay iyi misin lan?" Uzay, gözlerini kırpıştırdı. Kırıldığını hissettiği burnu başında inanılmaz bir ağrıya ve zonklamaya neden olduğundan kendinde değil gibiydi.  Kendinden geçmeden önce dudaklarının arasından Dünya ismi döküldü ve yere kapaklandı. 

"Lan Uzay gitti!"  diye bağırıp kalkmaya çalıştı Hayat ancak nereden geldiğini göremediği bir tekme çenesine çarptığında dünyası kaydı. Gözleri dönüp yere düştü. Aldığı darbeyle çenesinin kaydığını hissetse de tekme çok sert değildi. 

Vella içeri yirmiye yakın adamla girdiğinde geride Abdul'un adamlarından geriye bir şey kalmamıştı. Her yeri temizleyerek ilerlemiş sonunda odaya girmişlerdi.

"İlknura?" dedi Vella'nın Şafak yokken başını çeken adam. 

"Buradayız!" diye bağırdı İlknura ama başı dönüyor, bedenine ateş basıyordu. Soluduğu dumanda her ne varsa kendisini madde kullanmış gibi hissediyordu. 

Dumanı soluyan herkesin hareketleri yavaşlayıp sonunda durduğunda Vella'nın adamları birbirine baktılar. İçlerinden biri hissettiği suçlulukla başını öne eğince daha demin konuşan adam öne çıktı ve ilk önce İlknura'yı buldu. Kadın kıkırdayıp gülüyor manşetlerini tuttuğu kürküyle sağa sola salınıyordu.  

Oflayıp adamlarına baktı. Bir kısmına Abdul ve adamlarını kontrol altında tutmalarını emrederken diğer adamlarına çocukları ve Kurt'u işaret etti. Hayat ve Uzay iki seksen yerde yatarken Andre sanki karşısındaki adam ayaklarının altına düşmemiş gibi havayı yumrukluyordu. Dağhan küfür savurup üstüne çullandığı adamı tekmelemeye devam ederken Kurt kolunu burnuna siper etmiş havayı solumamaya çalışıyordu.

"Ulan Emre senin yapacağın işi sikeyim!" dedi Vella'nın başındaki adam. Emre ise suçlulukla yüzündeki maskeyle oynayıp kendisine gülen abilerine kaçamak bakışlar attı. 

"Abi valla istemeden oldu. Yanlış sis bombasını almışım." dediğinde abi dediği adam daha da öfkeyle soluklanıp ona baktı.

" Ulan bunun yanlışı mı var it." dedi ama sesi yüzündeki maskeden dolayı boğuk çıkıyordu. 

"Var tabii abi. Ben biraz deneysel işleri girişmiştim biliyorsun." Emre üzerine doğru yürüyen adamla geri geri adımlarken neyse ki araya başka bir adam girdi.

"Sırası değil Serdar. Acilen buradan çıkmamız lazım." 

Vella'nın ikinci adamı olan Serdar gergin bedeniyle İlknura'ya dönüp kadına ilerledi. Onu tek hamlede omzuna attıktan sonra diğerlerine baktı. "Çocukları alın.," dedikten sonra bu sefer Kurt'a baktı.

"İyi misin Kurt?"

"İdare eder," dedi Kurt kolunu ağzından çekmeden.

"O zaman Abdul iti sende!"  Kurt başını sallayıp Abdul'a bakındı. Odanın bir köşesinde Vella'dan olan iki adamla dövüşüyordu. O hızla oraya gitmeye yeltenirken Serdar ve adamları geriye kalanları karargahtan çıkardı.

Temiz hava İlknura'yı biraz biraz kendine getirdi lakin çocukların arasında iyi denilebilecek tek kişi Dağhan gibi duruyordu.  Serdar, yüzündeki maskeyi çıkarıp terleyen yüzünü sildi duruma baktı. Hepsini kafası güzeldi ancak daha önemli bir durum vardı.

"İlknura, ikizler nerede?" dediğinde aldığı karşılık "hı," oldu.  Ama pes etmedi ve bir kez daha sordu. 

"İkizler. Ekim ve Ekin nerede?" İlknura ellerinin yanaklarına yaslayıp dudaklarını büzdü ve birden yaşaran gözleriyle Serdar'a baktı. "Gitti onlar."

Genç adam sabırla soluklandı. İlknura'nın kollarından tutup onu durduğu yere sabitledi. "Nereye gittiler?" İlknura omuzlarını silkti ve ardından kıkırdadı. 

"Bilmem Abdul gönderdi," Serdar sessiz küfürlerle yüzünü sıvazlayıp ellerini beline yasladı. Sıçmışlardı hem de çok büyük sıçmışlardı. 

"Abi!"

Serdar omzunun üzerinden arkasına baktı. Vella'nın geriye kalanı yanlarında Kurt ve Abdul'le dışarı çıkmışlardı. Artık Kurt'ta iyi görünmüyordu. İlknura'yı yavaşça bırakıp Abdul'e ilerledi ve yüzüne okkalı bir yumruk çaktı. "İkizleri nereye gönderdin?"

 Vücudu maddeye alışık olan Abdul diğerlerinin aksine çok etkilenmediğin  denileni konuşulanı daha iyi kavrıyordu. "Sonunda Vella denen şeyle tanıştım." deyip güldü. Patlayan dudağından akan kanını parmağıyla silip yaladı. 

"İkizleri nereye gönderdin?" diye bir kez daha sordu Serdar. Bir başkası için fazlasıyla korkutucu olan yüzü ve sesi Abdul için hiçbir şeydi. 

"Söylemem." dedi Abdul ayağına gelen fırsatı kaçırmadan.

"Ulan seni gebertirim. Konuş nerede ikizler?" Serdar tükürüklerini saçarak bağırsa da karşısındaki adamın yaptığı tek şey sırıtmaktı. Şafak'ın kardeşleri onun elindeydi. Vella denen birlik sonunda karşısındaydı. Eh,  Şafak Yarkın ile de tanışmanın zamanı gelmişti. 

"Cık. Madem bu kadar önemliler. O zaman nerede olduklarını sadece Şafak'a söylerim. Kardeşleri çok kıymetliyse ayağıma gelsin taze veliaht!" dedi. 

Şamil dosyalara ulaşmak için adamlarından birisini kafaladığında her şeyi fark etmiş, sadakatine güvendiği adamının ne yapacağını izlemişti. Ve o adamı onu yanıltmamış olan biteni Abdul'e ötmüştü. Tabii öncesinde iyi bir dayak yemişti. Sonrası Abdul için çok kolaydı. Ne olacağını, kimlerin geleceğini az çok tahmin etmişti ve her şey tamda istediği gibi ilerlemişti. 

Serdar, Abdul'e sert bir tekme savurup arkasına döndü ve karşısındaki manzaraya baktıktan sonra öfkeli bakışlarını Emre'ye çevirdi. Geri zekalı çocuk yüzünden her şey birebirine girmişti. Hızlı düşünmesi lazımdı. Hızlı düşünüp bir plan kurmalı, olayı çözmeliydi.

"Semi, yanına dört adam al. Bunları minibüse götür. Kendi aracınızı da alın. Belirlenen buluşma noktasına gidin ama iki kilometre kala siz minibüsten ayrılıp çevre kontrolünü sağlayın ve buraya Şafak'la dönün!"

"Siz?" dedi adı Semi olan esmer kadın bir adım öne çıktığında. Serdar omzunun üzerinden Abdul'e bakıp pis pis sırıttı. 

"Benim bu itle işim daha bitmedi!"

Semi yanına aldığı dört adamla birlikte çocuklarla İlknura ve Kurt'u minibüse götürdüler. Dağhan diğerlerine nazaran daha iyi olduğunu iddia ederek direkt şoför koltuğuna yerleşirken yavaştan ayılan Uzay'ı da yanına bindirdiler. Diğerleri arka kısma bindirilirken Hayat gözleri kapalı olmasına rağmen horon tepiyormuş gibi hareketler yapıp "ella ella," diye bir şeyler mırıldanıyordu. 

"Emre. Yanlarında kal. Biz diğer araçla peşinizde olacağız." dedi Semi sonrada ekledi. "Sen en iyisi ayrılacağımız noktaya kadar minibüsü kullan." Emre anında başını sallayıp şoför kısmına ilerledi ve Dağhan'la kısa bir münakaşanın ardından onu yan koltukta oturan Uzay'ın yanına kaydırdı yerine yerleşti. Ardından kendisini ön taraftan izleyen Semi ve diğerlerine baş parmağını gösterdi.

"Semi ben mi gitsem Emre yerine?" dedi Semi'nin hemen sağında kalan kumral adam. 

"Onlara ayak uydurabilecek tek kişi Emre. Haydi bizde araca geçelim." deyip önden önden yürüdü Semi. Minibüsün on metre kadar ötesindeki arabanın ön yolcu koltuğuna yerleştiğinde diğerleri de peşinden araca bindiler. Şoför kısmının kapısı kapanmadan hemen önce de işittiği şey minibüsten yükselen Lazca bir şarkıydı... 

15 EKİM 06:42 / İSTANBUL

Sabah henüz yeni ayarken yattığı yatakta huzursuzca kıpırdanıp gözlerini araladı. Ekşiyen suratıyla gözlerini ovalayıp yataktan doğruldu. Patır kütür sesleri sanki onun odasının içindeydi. Oflaya puflaya yataktan kalkıp sesin kaynağını bulmak için odasından çıktı ki uzun koridorda ses daha da büyüdü. Çıplak ayaklarını süre süre dış kapıya geldi ve kilitleri hırsla açıp kapıyı araladı. 

Karşı dairenin kapısı açıktı ve içeriden  tanımadığı iki adam dışarı çıktı. Uyku mahmuru ne olduğunu kavrayamazken "Cem," diye seslendi.

Saniyeler sonra çelik kapının önünde  ev haliyle Cem belirdi. Altında lacivert kareli pijaması üzerinde siyah yuvarlak yaka bir tişört vardı.

"Savcım?"

"Ne oluyor sabahın köründe?"  diye söylendi huysuzca. Gözleri de tam manasıyla açılmamıştı. Hafta sonu en sevdiği şey uyumaktı ve  normal uyandığı saatten bile erken uyanması canını epey sıkmıştı. 

"Sorun yok efendim. Ses için kusura bakmayın. Sakar işçiye denk gelmişiz." Ferah elini ağzına kapatıp esnedi. 

'Tadilat mı var ne oldu?"

 Yok. Ev arkadaşım ve sizin yeni şoförünüz taşınıyor," Ferah'ın kaşları ihtimali varmış gibi daha da çatıldı. Ne şoförü ne taşınmasıydı?

"Bu saatte?"

Sinirle homurdanırken ağzını açıp sövecekti ki merdivenlerden  Cem'e bir şeyler anlatarak çıkan kadını fark etti. Gözlerini ovalayıp kadına yeniden baktı. Sarı saçları tepesinde dağınık topuzdu. Uzun ve ince bedeninin üzerinde v yaka dekolteli ve uzun kollu siyah badi, altında ise gri eşofman ve spor ayakkabı vardı. Kadının yüzüne baktı. Güzel ve çekiciydi.  Sonra bakışlarını kendi üzerine indirdi. Çok sevdiği polar pijaması üzerindeydi.

"Başak. Gel, seni Ferah savcımla tanıştırayım." Cem'in sözlerinin ardından Başak kalan basamakları hızlıca çıktı ve elindeki kutuları Cem'e verip Ferah'a döndü. Seviyeli bir tebessümle yürüyüp Ferah'ın önünde durdu ve elini uzattı. 

"Günaydın efendim.  Ben  hem korumanız hem de şoförünüz Başak Dinç... Kusura bakmayın uyandırdık sanırım sizi." derken gözleri Ferah'ın üzerinde dolandı. 

Ferah bir Başak'a bir uzattığı ele bir de Cem'e baktı. Erken uyanmanın gerginliğiyle başını sallayıp "öyle oldu," deyip geri çekildi ve kapıyı Başak'ın yüzüne kapatıp esneye esneye yatağına geri döndü ve yeniden uykuya daldı. 

Ferah öğlene doğru uyandığında yataktan sürünerek çıkıp esneye esneye mutfağa gitti. Kendisine Türk kahvesi yapıp içmeden lavaboya geçti. İhtiyaçlarını giderip mutfağa geri döndüğünde kahvesi tam istediği sıcaklıktaydı.

Fincanını alıp salona geçti ve pencere kenarındaki berjerine yayılıp ailesini aradı. Annesiyle ve babasıyla kahvesini içerken sohbet edip kapadı. Gerinerek yerinden kalkıp yeniden mutfağa gitti. Buzdolabına bakınıp kapadı. Bir şeyler yapmaya çekinince odasına ilerledi. Dolabını açmadan önce Minel'i aradı ve telefonu yatağa fırlatıp dolabı açtı.

"Feri'm?"

"Kız kıza date?" dedi Ferah çok uzatmadan. 

"Yaaaaa çok isterim. Ne zaman?" Minel'in heyecanla yerinden fırladığını işitti Ferah. Gelen seslerden merdivenleri çıktığı belli oluyordu. Arkasından da Pera'nın sesi çok az geliyordu.

"Bir saate çıkarım. Sizi almaya gelmeyeyim zaman kaybetmeyelim. Atakan abinle gelirsiniz olur mu? Önce yemek yeriz sonra da ne isterseniz fıstığım." Minel'in peşine Pera ve Neda'nın takılacağını bildiğinden çoğul konuştu.

"Anladım sen kahvaltı seansına eşlikçi arıyorsun." dedi Minel telefonun diğer ucunda nefes nefese.

"Zeki kız seni. Haydi hazırlan gecikme bak döverim seni." Ferah, genç kızın oflayışına sırıtıp dolabından bir kot pantolon ve ince kazak çıkarttı.

"Tamam, tamam görüşürüz Feri'm." Minel telefonu kapadığında Ferah'ta dolabın kapaklarını kapadı.

Ferah hazırlanıp evden çıktı. Kapısını kilitlerken arkasındaki kapı açıldı. Anahtarını çantasına atıp arkasına dönünce Cem'i gördü. Baştan aşağı simsiyahtı. Siyah renk asker pantolonu, siyah kazağı ve deri ceketiyle ajan filmlerinden fırlamış gibiydi.

"Tünaydın," dedi Ferah.  Çantasını omzuna takıp merdivenlere ilerledi. 

"Tünaydın sayın savcım. Uykunuzu almışsınız," Ferah'ın kaşları anında çatıldı. 

"Ne alaka?"

"Sabah uyandırdık ya sizi," Cem'in kırılan ciddiyetiyle konuşması Ferah'ın içini gıcıkladı. Emin olamayarak karşısındaki adama baktı. 

"Rüya değil miydi o ya?" Cem gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp başını aşağı yukarı salladı. 

"Hayır savcım. Sövmediğinizden rüya gibi gelmiştir size."

"Komik adam seni," Cem bir an sırıttı ama kendini hemen toparlayıp Ferah'a bir adım yaklaştı.

"Başak pazartesi işbaşı yapacak. Önden buyurun size eşlik edeceğim."

"Ne alaka ya? Pazar bugün Cem." Ferah'ın homurdanması Cem'i hiç etkilemedi. 

"Daha kaç kere konuşmamız gerekiyor savcım? Benim görevim yedi yirmi dört."

Ferah gözlerini devirip asansörü es geçerek merdivenlere yöneldi. Kovboy çizmelerinin topuklarını vura vura üç katı inip apartmandan çıktı. Karşı yolda park halindeki arabaya gittiğinde arkaya oturmaktan son anda vazgeçip arabanın ön yolcu tarafına geçti.

"Öne oturmama laf etmezsin herhalde."

"Sizin için sorun değilse etmem efendim." dedi Cem. 

"Cem. En azından mesaim dışında Ferah Hanım falan de." Cem başını sallayıp arabanın kilidini açtı.

"Peki. Siz nasıl isterseniz."

Yola çıktıklarında Ferah, Minel'e buluşacakları yerin konumunu attı. Sessiz akan yolda Ferah yan gözlerle Cem'e bakıp yanağını kaşıdı. "Adı neydi?" diye sordu. 

Cem kısa bir an Ferah'a bakıp önüne döndü. "Kimin?"

Ferah bakışlarını önce bacaklarına sonra önündeki yola çevirdi. "Kimin olacak şoförümün?"

"Başak Dinç." Ferah'a yola bakmaya devam ederken başını salladı. Siyah ojeli tırnakları yanağını kaşımaya devam ederken aklındaki soruları sıralamaya başladı.

"Mit personeli mi?" 

Cem teklemeden "evet," dedi. Ferah dudak büküp yeniden Cem'e döndü.

"Genç duruyordu." 

Cem yan gözle Ferah'a baktı. "32 yaşında." dediğinde Ferah'ın kara kaşları çatıldı. Yüzünde bak sen der gibi bir ifade belirince Cem'in bakışları hemen önüne döndü.

"Burcunu da biliyor musun?" Cem boğazını temizledi. Oturduğu koltukta nedenini bilmediği bir rahatsızlıkla kıpırdandı ama "balık. Yükseleni de aslan." demekten geri durmadı.

"Maşallah, bunu biliyorsan her şeyini biliyorsundur zaten." 

"Ben bir polisim Ferah Hanım. Üstelik Mit personeli olan bir polisim. Elbette ekibime aldığım herkesin her şeyini bileceğim. Ayak numarasından burcuna, burcundan kaç şekerli çay içtiğine kadar." Ferah iç geçirerek nefes alıp verdikten sonra kollarını göğsünde bağlayıp akıp giden yola odaklandı. 

Yirmi dakika kadar sonra Bebek sahilindeki bir restorana geldiklerinde henüz çocuklar gelmemişti. Ferah ayırttığı masaya yerleştiğinde Cem sandalyenin arkasında ellerini birleştirerek dikildi.

"Cem lütfen çocuklar geldiğinde de başımda dikilme."

"Dışarı çıkamam Ferah Hanım." Ferah gözlerini devirdi.

"Bir masaya otur o zaman."

"Size uzak duramam." Ferah başını çevirip Cem'e baktı. Cem boğazını temizleyip gözlerini çekmeyince Ferah burnundan soluyup önüne döndü. Bu adam ayarlarını bozuyordu.

Sessiz geçen beş dakikanın ardından çocukların gürültüleri restoranda duyulunca Ferah kocaman içten bir gülüşle oturduğu yerden kalktı. Tam da tahmin ettiği gibi Pera ve Neda'da gelmişti.

Abisinin elini tutan Neda onu görür görmez adını bağırarak koşunca Ferah'ta büyük adımlarla ilerleyip Neda'yı yarı yolda yakalayıp kucağına aldı. Küçük kızın kırmızı yanaklarını öpüp salınarak sağa sola döndü.

"Güzellik hoş geldin."

"Feri'mmmmm seni çok özledim." Neda, kollarını boynuna bacaklarını beline sarınca kolunu poposuna destek olarak yasladı Ferah. Yarısı örgülü sarı saçlarını okşayıp sırtını sıvazladı.

"Ben de özledim. Ne kadar büyümüşsün sen böyle." dediğinde Neda kıkırdadı. Güzel yüzünü Ferah'ın boynundan çekip çilli yüzünü gün yüzüne çıkarttı. 

"Büyüdüm Feri. Babam hep süt içiriyor bana. Okula başladım ben ama babam yine de içiriyor." Neda'nın kederli sesine gülümsedi Ferah. 

"Baban doğru yapıyor. Hem boyun uzar süt içersen." Neda dudak büküp omuzlarını silktiğinde Minel ve Pera da yanlarına geldi. Hemen arkalarında Atakan vardı.

"Üzülme abim. Ferah abla haklı süt içersen boyun uzar kemiklerin güçlenir. Hem bak Ferah abla hiç süt içmemiş." Ferah karşısındaki gence dik dik bakıp homurdandı. 

"Aaaa. Nasıl anladın abi?" Neda'nın meraklı sesiyle babasının kopyası olan Pera güldü.

"E bak küçücük kalmış. Senle aynı boyda neredeyse!"

Minel ve Neda kıkırdarken Atakan ve hemen Ferah'ın arkasında duran Cem dudaklarını birbirine bastırdılar. Lakin yüzlerine bakılsa onlarında güldükleri anlaşılırdı. 

"Pera. Seni müzelik yapar el aleme sergilerim oğlum. Sülaleme sövdürtme şimdi bana!" Pera boğazını temizleyip göz kırptıktan sonra işaret ve orta parmağını birbirine yapıştırıp alnına yaslayarak selam verdi.

"Eyvallah reis."

Masaya yerleştiklerinde Minel "ay," diye alçak bir çığlıkla yerinden kalkıp Ferah'ın yanına geçti ve kollarını boynuna sarıp yanağından sulu sulu öptü.

"Bu kardeşler yüzünden öpemedim seni." Ferah yüzünü buruşturup yanaklarını sildi.

"Ya kızım kaç kere şöyle öpme beni dedim sana!"

"Ama tadı öyle çıkıyor. Bak Nedoş'um hiç sesi çıkarıyor mu?" der demez küçük kızı öpücük yağmuruna tuttu Minel.

Neda huylanıp gülerken Minel kuzeninin kırmızı yanaklarını son kez öpüp geri çekildi ve yerine yerleşti. Ferah garson çağıracakken gözü Atakan'a takıldı. Yan yana oturan Pera ve Minel'in arkasında dikiliyordu. Tıpkı Cem gibi.

"Bana bakın ya si... Ya gidin dışarıda dikilin ya da masaya geçin."

Atakan ve Cem birbirilerine baktıktan sonra aynı anda hareket edip dört kişilik masanın yanına başka bir masa çekip oturdular. Çocuklar iki koca adamın kasıntılı tavırlarına gülerken Ferah garsonu çağırdı. 

" Serpme söylüyorum?" deyip Atakan ve Cem'e baktı. İkisi de itiraz edecekti ki Neda engel oldu.

" Ferah abla patates kızartması yiyebilir miyim?" Ferah'ın bakışları anında Pera'ya döndü. Onun için sorun yoktu lakin burada anne ve babası yokken Neda ile ilgili kararları abisi verebilirdi. 

"Yiyebilir mi abisi?" Pera kız kardeşine göz kırpıp başını salladı.

"Yiyebilirsin çillim." 

Ferah altı kişilik kahvaltı, fazla fazla patates kızartması, kuymak ve menemen söyledi. Garson notlarını alıp gidecekken Minel adamı durdurup "ben acai bowl istiyorum. Hazır olduktan sonra üzerine taze naneyi çok ince bir şekilde doğrayıp serpiştirin lütfen." dedi. 

Ferah yüzünü ekşitip Minel'e bakınca Pera güldü ve "Genel kontrolü var bu hafta ondan kampta hanımefendi. Normalde bu tarz organizasyonlardan yememek için kaçıyoruz ama seni özledik bir tanesi. Değerimizi bil." Pera'daki gözlerini Minel'e çevirip kısık gözleriyle karşısındaki ikiliye baktı. 

 "Bilirim bilmesine de siz ne ara büyüdünüz de böyle götle don gibi oldunuz?" dediğinde Pera anında gözleriyle kardeşini işaret etmişti ki Neda coşkuyla bağırdı.

"Hıhhhh Feri ablam küfretti." 

"Küfretmedim güzellik. Bir organımızın kaba olan adını söyledim." Ferah kendisini anında savunsa da Neda ona inanmayıp abisine baktı. 

"Öyle mi abi?" Minel bu anı kaydetmek için telefonunu açıp olanı kayda alırken Pera dudak bükerek "yani," diye arada derede bir şey söyledi. Lakin Nea bunu tamda anlamak istediği gibi anladı. 

"Yaaaa ben de göt diyeceğim o zaman!" Pera ve Minel kahkahalarla gülerken Atakan ve Cem gülüşlerini saklamak için yüzlerini çevirdiler. 

Ferah kocaman açtığı gözleriyle Neda'ya bakıp avcunu küçük kızın dudaklarına yasladı. Ağırca yutkunup Minel ve Pera'ya öfkeyle baktı. "Abisi bir şey de!"

"Ben ne söyleyeceğim abla? Kardeşime göt  demeyi öğreten sensin. Sen söyle... Hem şimdiden söyleyeyim annemle babam sorunca seni anında satarım," Ferah'ın gözleri anında kısıldı. Dudaklarını birbirine bastırıp karşısında bu halinden fazlasıyla keyif alan  ikiliden bir destek beklerken o destek hiç ummadığı bir yerden geldi.

"O kelime argoya kaçan bir kelime küçük hanım. İnsanlar genelde küfretmek için kullanırlar.  O yüzden o kelimeyi kullanmak senin gibi bir hanımefendi için hoş olmaz. Sanıyorum ki anne ve babanda bu durumdan hiç hoşlanmaz. Öyle değil Ferah Hanım?"

Ferah kendisine inceden laf sokuşturan adama çıkışmayı çok istese de ona yardımcı olduğu için ses etmedi. Yalancı bir gülümsemeyle başını sallayıp "Cem abin haklı güzellik. Ben argo kullandım. Ama sen kullanma tamam mı?" dedi. Neda dudak büktü. Ancak denileni anlayacak kadar olgun bir çocuktu. Göt demek kötüydü ve annesiyle babası öğrenirse Ferah ablasına kızarlardı.

"Tamam Ferah abla. Peki argo ne demek?" Ferah terlemeye başlayan alnını avcuna silip Neda'ya baktı. 

"Kötü sözlere denir. Bir grup adı gibi düşün. Grubun adı argo. Küfürlerde o gruba dahil." Neda başını sallayıp tatlı tatlı gülümsedi.

"Hmmm anladım... Tamam Ferah ablacığım söz veriyorum bir daha göt demeyeceğim."  herkes kıkır kıkır gülerken Ferah kıpkırmızıydı. Çocuklar, özellikle öğrenme çağındaki çocuklar fazla zorlayıcı olabiliyorlardı. 

"Deme Neda. Deme kızım. Sakın deme!" 

Masa donatıldığında Ferah kuymağı kendi önüne koydurup menemeni Cem'in olduğu kısma bıraktırdı.  Neredeyse her akşam adamın evinden tüm apartmana yayılan kokudan menemen yemiş kadar oluyordu. Cem ise bir an bocalasa da masada ses etmemişti. 

Ferah kahvaltı boyunca Neda'yla ilgilenip çocuklarla sohbet etti. Okuldan, yarışmalardan  konuşup kahvaltıdan sonra ne yapsak istediklerini tartıştılar. Bir süre sonra yeni çıkan bir dijital diziden bahsederken Pera sohbete Atakan ve Cem'i de dahil etti.

"Abi nasıl izlemezsiniz ya... Efsane bir dizi," dediğinde Cem ve Atakan birbirine bakıp Pera'ya döndüler. 

"Bizim dizidir, filmdir o işler için pek bir boşluğumuz olmuyor aslanım." dedi Atakan. Cem'den daha rahat daha samimiydi. Korumakla görevli olduğu çocuklarla yıllardır bir arada olduğundan onlarla arasında abi kardeş ilişkisi oluşmuştu.

"Hiç olmuyor ki hatta. Olsa Defne ablayla baş göz edeceğiz ama nerede!" Minel'in sokuşturduğu laf Atakan'ın boğazında kalırken öksürüklerinin arasında "ne?" dedi.

"Minel Hanım!" Minel kıkırdadı. Neda önündeki kızartmaları bir daha hiç yiyemeyecekmiş gibi yerken Pera çayını içip arkasına yaslandı. Ferah ve Cem ise ikilinin atışmasını şaşkın gözlerle izlemeye koyuldu. 

"Hah! Hanım olduysak kesin kızdı bana." Atakan yutkunup endişe dolan gözlerle masaya doğru eğilip Minel'e baktı.

"Sen ciddi misin?" derken sesi titriyor gibiydi.

"Evet, kiraz teyzeye şikayet ediyordu seni!" Minel ateşe körükle gidince Pera dizini, kuzeninin dizine  vurdu ama Minel'in en sevdiği şey Atakan abisini sinir etmekti. 

"Yok. Defne yapmaz öyle şey."

"Yapar yapar bu kadar güvenme sen kendine. Kızcağıza da vakit ayır biraz." Atakan bir kez daha yutkundu. Cem karısındaki adamın alnındaki terleri görünce sırıttı ama hemen çayından bir yudum aldı. Ferah ise artık araya girme ihtiyacı hissetti. 

"Minel. Atakan Bey'in özel hayatı sadece onu ilgilendirir. Adı üzerinde özel hayat." Minel, kasesindeki yiyecekten bir kaşık alıp ağzına götürmeden önce "ama Feri'm bu özel hayat benim evimin sınırlarında yaşanıyor. Ne yapayım şahit oluyorum. Hem Defneciğim de çok şikayetçi bu durumdan." dedi ve lokmasını ağzına attı.

"Şikayetçi mi?" Atakan bir şok daha yaşayınca Pera boğazını temizleyerek Minel'i ikaz etti ama Minel yine oralı olmadı.

"Evet. Kızcağıza hiç zaman ayırmıyormuşsun. Benden demesi yakında tekmeyi basarsa şaşırma." 

"E ama yuh Minel!" dedi Pera artık dayanamayarak. Onun üzerine Atakan'da üzgünce "harbi mi?" dedi. 

Minel kaşığını kaseye bırakıp yayılarak oturduğu yerde dikleşip Atakan abisine döndü ve başını salladı.  Atakan düşen yüzüyle önüne dönünce Pera dayanamadı. 

"Harbi valla abi. Ama  bu kızıl şeytanın abarttığı kadar değil. Yani ben kızıl şeytan yüzünden zorla kulak misafiri oldum. Defne abla, Kiraz sultana dert yanıyordu mutfakta ama öyle  halledilmeyecek şeyler değil."

"Hadi yaa." Pera, Atakan'ın omuzunu pat patlayıp başını sallarken Minel onun saçını çekti. 

"Ya ben neden kızıl şeytan oldum şimdi. Bir aşkı, olası bir evliliği kurtarmak suç mu?" deyip Ferah'a döndü. "Sen söyle Feri'm suç mu?"

Ferah kuymağa bandığı ekmeğini ağzına atıp yavaş yavaş çiğnedikten sonra yüzüne cevap vermesi için bakan Minel'e "TCK 133/1." dedi. Sonra demli çayından bir yudum alıp yeniden konuştu.

"Konuşmanın tarafı olmayan üçüncü kişilerin, gizli ve özel, parantez içinde aleni olmayan. Konuşmaları dinlemesi veya kayda alması şeklinde seçimlik hareketli suç." Minel dilini dudaklarının arasında sıkıştırıp yutkundu. Uzun saçlarını sırtına atıp elinin üzerini kaşıdı ve içine kaçan sesiyle konuştu.

"Ama kayda almadık ki."

Ferah elini  birbirine sürtüp arkasına yaslandı ve kollarını göğsünde bağlayarak Minel'e baktı. "Sana etik nedir diye ahkam kesmeyeceğim ufaklık. Atakan Bey ile aranızdaki samimiyetin, ilişkininde farkındayım ama günün sonunda herkesin kendi özeli, kendi hayatı."

Minel dudaklarını büzüştürüp saçıyla oynamaya başladı. Kaçamak bakışlarını Atakan'a çevirince adamın gerçekten üzüldüğünü görüp pişman oldu. Konuşurken ileriye gittiğini düşünmemişti çünkü Atakan'ın bu denli etkileneceğini hesaba katmamıştı.

"Özür dilerim abi. Biliyorsun sana takılıp sinir etmeyi seviyorum." dedi. Gözleri bir an olsun Atakan'ın üzerinden ayrılmadı lakin Atakan o yöne bakmadı.

"Sorun yok efendim." Minel dudak büküp masadakilere baktı. Pera kolunu boynuna sarıp kızıl saçlarını karıştırdıktan sonra kulağına "Atakan abi, Defne ablaya körkütük aşık olmuş kızım. Yakında düğünümüz var. Tabii sen çomak sokmaya son verirsen!" diye fısıldadı.

Minel başını Pera'nın kıskacından kurtarıp dağılan saçlarını toparladı ve yerinden kalkıp Atakan'ın yanına gitti. Kollarını genç adamın boynuna sardı.

"Yaaa abi! Vallahi ben abarttım. Defne abla bu ara çok çalıştığından seni görememiş, özlemiş. Öyle söyledi sadece."

Atakan daha fazla dayanamayıp ellerini Minel'in ellerinin üzerine yaslayıp şefkatle okşadı. EL kadar bebekken hayatına giren bu çocuklar onun için çok kıymetliydi. "Tamam abim.  Bir daha yüreğime indirecek şeyler söyleme ama." 

Minel sırıttı. Ellerini geri çekmeden Atakan'ın yanaklarını sıkıp iki yana çekiştirdi. "Yaaaa sen aşık mu oldun bizim başımıza?  Sen çok mu seviyorsun bizim Defne ablamızı hımmm?"

Masadakiler onların bu haline bıyık altından gülerken Atakan kıpkırmızı olmuş bir halde kendini Minel'in ellerinden kurtarıp ona ters bir bakış attığında Minel ellerini havaya kaldırıp teslim oldu ve tıpış tıpış kendi sandalyesine geri döndü.

Kahvaltı faslından sonra çocuklar ne istediyse onlara ayak uydurdu Ferah. Alışveriş yapıp Neda'yı oyun parkına götürdüler. Tatlı yiyip kitapçılarda dolaştılar. Gün bittiğinde tüm enerjilerini atmış iki ergeni ve kucağında uyuya kalan Neda'yı Atakan'a teslim edip evine geri döndü.

Günün yorgunluğunu sıcak bir duş ve çayla atlattığında kendini çalışma odasına attı. Notlarını, dosyaları gözden geçirip yumuşak deri koltuğuna yaslandı ve yarını düşündü Ferah. Yarın önemliydi. Yarın gerçek mana da intikam oyununa dahil olacağı ilk gündü. 

Masanın üzerindeki dosyanın içindeki  fotoğrafı elleri arasına alıp Yarkın ailesine baktı. Behzat ve Güzin Yarkın'ın üç oğluyla yıllar yıllar önce çektirdiği son fotoğraftı. Yeni doğum yapmış kadının kucağında en küçük oğlu Behçet varken vefat eden en büyük oğlu Behram hemen annesinin arkasındaydı. Ortanca çocuk... Behraz ise babasının arkasındaydı. Fotoğraftaki herkes gülümsüyordu ama Ferah bu fotoğrafın mutlu aile tablosu olmadığını biliyordu.

Gözü masanın kenarındaki çerçeveye baktı. Asıl mutlu aile tablosu oydu işte. Kardeşinin Askeri Deniz Lisesi mezuniyetinde çekindikleri aile fotoğrafıydı. Adı gibi Dağ olan kardeşi hem kendisini hem annesini kollarının altına almış kameraya gülümserken babası kocaman bir sarılmayla tüm ailesini sarmıştı. 

Ferah buruk bir tebessümle kardeşinin gülen yüzünü okşadı. Dağhan'ın en mutlu olduğu günlerden biriydi o gün... Fotoğrafı yerine bırakıp iç çekerek nefeslendi ve diğer fotoğrafı dosyanın içine atıp yerinden kalktı. Masayı öylece bırakıp doğruca banyoya ilerledi. Sıcak bir duş ardından kendini yatağa attığında yarın yapılacakları zihninde tekrar edip uykuya daldı. 

Aynadaki aksine baktığında istediği görüntüyle karşı karşıyaydı Ferah. Siyah saçları sımsıkı bir şekilse ensesinde topluydu. İddialı ama yerinde olan makyajı yerli yerindeydi. Dizlerinin hizasında biten uzun kollu kare yaka elbisenin üzerine blazer ceketini geçirdiğinde gözü eksik bir şeye takıldı. Hemen solunda duran makyaj masasına ilerleyip çekmeceyi açtı ve içindeki kadife kutuyu çıkardı. Kutunun kapağını açıp Canan'ın hediyesi olan broşu yerinden çıkartıp kutuyu tekrar çekmeceye koyup aynanın önüne geçti.

Broşu ceketinin sol göğsüne, Türk Bayrağı rozetinin hemen altına takıp tekrar kendisine baktı. Tamamdı. Bugün tam da istediği gibi fazlasıyla iddialı ve güçlü görünüyordu. Ayağındaki topuklular sağ olsun uzunda sayılırdı. Yatağa bıraktığı uzun, siyah trençkotunu ve omuz çantasını aldı. Yatak odasından çıkıp çalışma odasına ilerledi. Dün öylece bıraktığı  masasını toplayıp yanında götüreceği dosyaları toparlayıp masanın üzerindeki evrak çantasına yerleştirip o çantayı da yanına aldı.

Odadan çıkıp koridorda ilerledi. Kapıdan çıkmadan vestiyerindeki aynadan son kez kendisine baktı. Saçı ve makyajı düzgün, elbisesi kırışıksızdı. Çantaları vestiyere bırakıp trençkotunu üzerine geçirip yakalarını düzeltti. Önünü açık bırakıp çantalarını tekrar aldı. Kol çantasını omzuna asıp evden çıkmak için kapıya yürüdü. Kilidi açıp sürgüyü çekecekken karşı dairenin de açıldığını işitti. Lakin işittiği tek şey kapı değil bir kadının Cem ile olan konuşmasıydı. O kadın Başak olmalıydı.

Ferah yeniden kapıyı açmak için yeltendiğinde kendi adını duyunca durdu. Başak, Cem'e kendisiyle ilgili konuşuyordu. Çatık kaşlarıyla kapıya baktı. Sonrada hiç yapmayacağı bir şey yapıp kulağını kapıya yasladı.

"Ya dedikleri kadar var mı cidden?" Başak kısık sesle konuşmaya çalışsa da sesi duyuluyordu. Ferah kapının kilitlendiğini duyduğunda beklemeye karar verdi.

"Cem bir şey desene!" Ferah'ın kaşları çatıldı. Demek ki aralarında ast üst ilişkisi de yoktu.

"Ne diyeyim Başak. Kadının karakter analizini mi dökeyim sana?" dedi Cem oflayan sesiyle. 

"Evet. Dedikleri kadar uyuz mu mesela?" Ferah'ın kaşları daha da derinden çatıldı. Kapıya yaslı eli yumruk olurken Cem'in cevabını deli gibi merak ettiğini hissetti.

"Denilenlerin ötesinde Başak. Uyuz, sinir bozucu bir kadın evet. Gıcık hatta. Üzerinde oturmamış bir kasıntılık var. Belki de mesleğinin ağırlığını kaldıramıyordur emin değilim. Ama saygısız bundan çok eminim. Küfür ediyor sürekli ve  bunun onu ne kadar aşağı çektiğinin farkında değil." 

Ferah sinirden titremeye başlayan çenesini kasıp kapıdan geri çekildi. Yumruk olan ellerini açıp terlemiş avuçlarını birbirine sürttü ve kararan bakışlarını çelik kapıya çevirdi. Fısıldayarak konuşuyorlardı lakin tüm konuşmalar duyuluyordu. Ferah öfkesinin yanında kırıldığını da hissetti. Dışarıdan nasıl göründüğüne, kimin ne düşündüğüne önem vermezdi lakin Cem'in hakkında düşündükleri canını sıktı. 

"Cidden o kadar küfrediyor mu ya? Bizim çocuklar demişti ağzı çok bozuk diye." Başak konuşmaya devam ettikçe Ferah burnundan soludu.

"Ediyor. Merak etme fazlasıyla şahit olacaksın." Ferah, Cem'in son sözlerinin ardından silkelendi ve arkasındaki vestiyer aynasına yeniden baktı. Dakikalar önceki halinden eser yoktu. Düşen yüzü, çatık kaşları ve sımsıkı kasılan çenesi onu çirkin gösteriyordu.

Dudaklarını birbirine bastırıp güçlü bir soluk aldı ve silkelendi. Onun kendini kimseye kanıtlama ya da sevdirme gayreti yoktu. Ferah böyle bir kadındı ve kapının diğer tarafındaki insanların düşünceleri pekte önemli değildi.

Başını dikleştirip kapının sürgülü kilidini çekip anahtarını yuvasından çekti ve kapıyı açtı. Karşısında saniyeler önce dedikodusunu döndüren ikiliye kısa bir bakış atıp başıyla selam verdi ve çektiği kapıyı kilitleyip tekrar onlara döndü.

"Günaydın." dediğinde aynı karşılığı aldı. Asansörü çağırıp Başak'a döndü ve elini uzattı. 

"Dün sabah hoş bir tanışma olmadı. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ferah Yıldırım." 

Başak beklemediği bu tavırla şaşırdı lakin yılların deneyimi bu şaşkınlığı gizledi. Aynı şey Cem içinde geçerliydi. Kendisine uzatılan eli sıkıp memnun oldum efendim. Şoförünüzüm. Başak Dinç," dedi.

Ferah ufak bir tebessümle elini geri çekip gelen asansörün açılan kapısından küçük kabine girdi. Başak yanına yerleşirken Cem merdivenleri kullanacağını söyleyip asansörün kapısı kapanana kadar bekledi.

Aşağı indiklerinde asansörden ilk önce Başak çıktı. Ferah'ın bir adım önünde yürüyüp daha apartmandan çıkmadan çevre kontrolüne başladı. Apartmandan çıkıp karşı kaldırıma park edilmiş arabanın önündeki Cem'le göz göze gelince Başak durup Ferah'ın önüne geçmesine izin verdi ve arabaya vardılar.

Ferah ona kapısını açan Cem'e hiçbir şey demeden arabaya yerleşip çantalarını yanına bıraktı ve omuz çantasından telefonunu çıkardı. Başak ve Cem öne yerleştiklerinde yola koyuldular. 

Ferah maillerini kontrol ettikten sonra mesajlarına baktı. Zabıt katibi olan Şahin'den gelen mesajı okuduğunda yüzü güldü. Telefonu kapayıp peş peşe avcuna vurdu ve filmli camdan dışarıyı izlemeye koyuldu.

Adliyeye geldiklerinde Cem'in peşinden gelmesine ilk defa laf etmedi. Alışmıştı ama yine de söylenmeye devam etmişti ta ki bugüne kadar. Cem de bunu fark ettiğinde gözleri hemen önünde yürüyen kadına dikti. Ferah topuklarını yere vura vura adliyenin merdivenlerinden çıkıyordu. Adliyeye giriş yaptıklarında her zaman ki gibi girişteki görevlilere selam verip asansöre ilerlediler. Makam odalarının bulunduğu kata çıktıklarında Ferah hala sessizliğini koruyordu. 

"Sayın savcım?" Ferah durup Cem'e yandan bir bakış attı.

"Bir şey mi oldu?" dedi Cem ellerini önünde kavuştururken boğazını temizleyip başını sağ sola yatırdı. 

"Ne gibi?" Ferah'ın umursamaz ve baştan savmak için konuştuğunu hissedince gerildi Cem. 

"Bilmem. Sabah görmezden geldiniz, arabada hiç konuşmadınız. Peşinizden gelmeme hiçbir şey demediniz."

"Yani Cem Bey?" Cem boğazını sıkan kravatını oynatıp yeniden boğazını temizledi ve dudaklarını araladı ama birden ne olduğunu anladı. Zihni bir saat kadar öncesine gittiğinde apartman koridorunda olanları hatırladı. Gözlerini yumup başını öne eğdi. Kadın kapıyı açarken sadece sürgü kilidin sesi gelmişti. Her gün duyduğu üç kere dönen kilit sesini bu sabah duymamıştı. 

"Özür dilerim. Duymanızı istemezdim." dedi bütün samimiyetiyle ancak Ferah pek oralı değildi. Bir kere duymuştu. Bir kere karşısındaki adamın onun için ne düşündüğünü öğrenmişti. Ferah için Cem kapının diğer tarafında kalanların arasında olmayı hakketmişti. Bunu kolay kolay kimse değiştiremezdi. 

"Neden? Duymasaydım farklı mı düşünecektin?" Cem dik duruşunu bozmadı. Mahcup hissetse de gerçeği söylemekten de geri durmadı. 

"Hayır.  Sadece arkanızdan konuşmuş gibi olduğumdan mahcup hissettim."

"Sorun yok." dedi Ferah. Sonra omuzlarını silkip samimiyetsiz bir gülüş takındı yüzüne. "olur öyle arada. Ben de hayatımda ilk defa kapı dinledim ama işe bak ki hiç mahcup hissetmiyorum!" Cem lafı ağzına tıkıp yeniden yürümeye başlayan kadının arkasından bakakaldı. 

Ferah odasına ilerlediğinde Şahin'in birden karşısına geçip nefes nefese gülümsedi." Günaydın sayın savcım. Avukat ve aile yakınları bekleme odasında. Ne zaman odanıza alayım?"

Ferah bileğindeki saatine bakıp "beş dakika sonra," deyip odasına girdi. Trençkotunu askıya asıp masasına yerleşti. Evrak çantasından dosyaları ve laptopu, omuz çantasından da telefonunu  çıkarıp beş dakika içinde son kontrollerini yapıp Şahin'i arayıp gelmelerini söyledi. 

Saniyeler sonra kapısı çaldığında verdiği komutla kapı açıldı ve Şahin yanındaki insanlarla içeri girdi. Ferah kapı araladığından Cem'le göz göze geldiğinde bakışlarındaki soğukluğu adama hissettirdi ve önüne dönüp önce avukatla sonra da müvekkilleri olan iki kadın ve bir adamla tokalaşıp koltuğuna tekrar oturdu. Şahin kapıyı kapayıp bilgisayar masasına yerleşti.

İki saatin sonunda hem görüşme hem de hazırlanan iddianame bittiğinde Ferah dosyayı hızlıca okuyup imzaladı ve pembe dosyayı Şahin'e uzattı. "Yusuf başsavcıma imzalat ve cinayet bürodan bir ekip iste."

"Emriniz olur sayın savcım." Şahin odadan çıktığı gibi koltuğundan kalktı Ferah. Kollarını arkasında birleştirip penceresinden gökyüzüne baktı. Yağmur yağdı yağacaktı. Kara bulutlar büyük kümeler halinde süzülüyordu. Bulutları izlerken birkaç saat kadar sonra olacak olanları düşününce dudakları kıvrıldı. 

"Birazda sizin başınızda dolaşsın bu bulutlar. Birazda sizin canınız sıkılsın. Yarkın'mış, siktiğimin Yarkın'ı!" 

Bir saat sonra her şey hazırdı. Ferah hazır bir şekilde odasından çıktığında Şahin ve Cem'i yan yana gördü. Bakışları ikisinin arasında dolanıp Şahin'de durdu. "Ekip?"

"Geldiler sayın savcım. Ömer Başkomiser asansörde... Hah işte geliyor," Ferah başını koridora çevirdiğinde elinde telsiziyle kendisine doğru yürüyen adama baktı. Herhalde adliyede ya da kendi makam odasının  önünde olmasaydı ve mümkün bir yerde yanında İzel ve Canan'da olsaydı kendisine doğru yürüyen adama dibi düşer, kızlarla da adamı sonsuz bir zaman diliminde çekiştirirlerdi. Zira adam cidden Yunan tanrısı gibiydi. Uzun ve atletik vücudu fazlasıyla iyiydi. Yüzü kemikli, kumral saçları kısaydı. 

"Sayın savcım. Cinayet bürodan Başkomiser Ömer Yalçın." Ferah adamın yakışıklı yüzüne gülümseyip başını eğerek selamını kabul etti. Adamın yoğun parfüm kokusu etrafını sarmıştı. 

"Ömer Bey selamlar, Ferah Yıldırım." deyip adamın uzattığı elini sıktı. 

"İstediğiniz şekilde toparlandık. Kuş uçmadı. Bizimle gelecek olan polis muhabirlerini de verdiğiniz emre uygun olarak seçtim." adamın sesi bile yakışıklıydı. Ferah nerede, hangi kimlikle olduğunu kendine bir kez daha hatırlattı ve silkelendi.

"Teşekkür ederim. O zaman," deyip Cem'e baktı. 

Cem, sert ve katı yüz ifadesiyle meslektaşı olan adama bakıp hareketlendi. İki adımda Ferah'ın arkasında durdu. Ferah birden gerilen ortamı hissedince uzatmadan "gidelim," dedi ve hepsinden önce yürümeye başladı.  

Adliyeden çıktıklarında Ömer ekip aracına Ferah ve Cem de kendi araçlarına geçtiler. Başak nereye gidileceğini sorunca Ferah dikiz aynasından ikisiyle de göz göze geldi. "Yarkın Holding'e!" 

 Başak ve Cem birbirilerine bakıp önlerine döndüler. Böyle bir şeyin olacağından önceden haberdar olmaları gerekirken Ferah'ın bunu nasıl engellediğini merak ettiler ama sessizliği tercih ettiler. Polis arabalarının arasında yolu aşıp şehrin en zengin semtlerinden birinde olan Holding binasına geldiklerinde Ferah, Cem tarafından açılan kapıdan inip etrafını saran polislere baktı. 

"Direkt  şüpheliyi alacağız başkomiserim." 

"Emredersiniz savcım." deyip ekibine döndü Ömer Başkomiser. 

Ferah ise başını Cem'e çevirdi ve "Ömer Başkomiser ve arkadaşlarla gireceğim. Siz Başak Hanım'la burada bekleyin." dedi. Cem'in zaten gergin bedeni daha da gerildi.

"Savcım?" Ferah sol kaşını kaldırdı. Anbean sertleşen bakışlarını Cem'in üzerinden çekmeden "emrediyorum Cem!" dedi. Sabah duydukları zihninden silinmiyordu Ferah'ın. Karşısındaki adam madem onu bu meslek için uygun görmüyordu o zaman kuyruk misali yaptığı her işte yanında olmasına gerek yoktu.

"Benim görevim..." Ferah elini kaldırıp Cem'i susturdu. Yandan bakmaya bir son verip Cem'in karşısına geçti.

"Senin görevin benim emirlerime uymak Cem! Üst ben, ast sensin! Ne olduğunuz," derken gözleri bir an Başak'a kaydı. "kim olduğunuz umurumda değil. Yerini, haddini bil..." 

Cem sabahki olayın karşılığını böyle alacağını hatta bir karşılık alacağını hiç düşünmemişti ancak Ferah kindar bir kadındı. Öğrenecekti ama. Karşısındaki kadını öğrenecek, ona dair her şeyi bir bir kazıyacaktı aklına...

Ferah yanında Ömer Başkomiser arkasında diğer polislerle holdinge giriş yaptı. Önlerine anında yığınca takım elbiseli korumalar çıktı. Ferah onların konuşmasına müsaade etmeden mesleki kimlik kartını çıkartıp adamlara gösterdi. Çalışanlar meraklı bakışlarla onları izlerken danışmadaki kız çoktan yönetici katına haber vermişti. 

Yönetici katına çıktıklarında diğer polisler buradaki korumaları ve çalışanları aynı yere toplamaya başladı. Ömer Başkomiser, Ferah'tan bir komut eklerken Ferah asansörlerin tam karşısındaki üç odaya baktı. 

Sağdaki odanın kapısının üzerinde Behzat Yarkın ismi hemen altındaysa Yönetim Kurulu Eş Başkanı yazıyordu. Soldaki kapının üzerindeyse Güzin Yarkın ismi onunda altında da Yönetim Kurulu Eş Başkanı yazıyordu. Ortadaki kapının üzerinde ise sadece Şafak Yarkın yazıyordu ancak o ismin yeni asıldığı parlaklığının belliydi.

"Savcım?" Ferah gözlerini Şafak Yarkın isminin üzerinden çekmeden "kimi alacağımızı biliyorsunuz başkomiserim." dedi.

Ömer yanında iki polis memuruyla Güzin Yarkın'ın odasına ilerledi. Korumaların ve büyük ihtimalle sekreteri olan kadının "bu şekilde odaya giremezsiniz!" itirazlarının arasında odaya vardı kapıyı çalmadan içeri girdi. 

Odada sadece Güzin Yarkın değil Behzat Yarkın'da vardı. Karı koca hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi gülüşerek kahvelerini içiyordu. İlk tepkiyi veren Behzat Yarkın oldu. Odaya destursuz girenlere çatık kaşlarıyla bakıp oturduğu ve geniş tekli koltuktan kalkıp odanın ortasına kadar yürüyüp durmuş olan genç adama ilerledi.

"Bu ne saygısızlık siz kimsiniz?"

Ömer karşısındaki adama aldırmadan oturmaya devam eden kadına ilerledi. Behzat onu engellemek için önüne geçtiğinde arkasındaki polislere başıyla işaret verdi. Diğer iki polis Behzat'ı kollarından tutup köşeye çekerken odadaki sesler daha da yükseldi. Ömer, Güzin Yarkın'ın önünde durup kadına baktı. 

"Güzin Hanım, Cinayet bürodan Başkomiser Ömer Er, bizimle geliyorsunuz!"  Güzin kaşlarını bir anlığına çatsa da yüz ifadesi yeniden düz  bir hal aldı.

"Bu nasıl bir üslup terbiyesizlik? Eşkıya mısınız polis mi?" Ömer sıkkın bir nefes verip karşısındaki kadına ikaz dolu sesiyle konuştu. 

"Uzatmayın Güzin Hanım. Direnç gösterirseniz kelepçelemek durumunda kalacağım." 

Güzin Yarkın, fincanını sehpaya bırakıp ellerini birbirine sürtüp koltuktan kalktı.  Boş ve ifadesiz yeşil gözlerini karşısındaki polisin kahverengi gözlerine dikip "Ne sebeple?" dedi.

"Sebebi size savcım söyler. Buyurun lütfen."

Ferah odadan polislerin arasında çıkan karı kocaya baktı. Onlar hakkındaki dosyalar önüne konduğunda tahmin ettiğinden daha beter şeylerle karşılaşacağını düşünmemişti. Evet; bu iki insan, bu iki insana bağlı herkes işledikleri tüm suçlardan bir şekilde kurtulmayı başarmışlardı.  

Yine kurtulacaklardı. Ferah bunu biliyordu ki bu meselede derdi de bir suçluyu yakalamak değil o suçlunun tüm kirli çamaşırlarına ulaşmaktı. Bu, Yarkın ailesiyle bir savcı olarak ilk tanışmasıydı o kadar. 

"Güzin Yarkın," dedi tam karşısında durdurulan kadına kendinden emin, sert ve taviz vermeyen bir tavırla Ferah. Kadının yanındaki adama hiç bakmadan  siyaha çalan kahve harelerini kadının yeşil gözlerinden çekmeden cümlesini tamamladı. 

"Ben Cumhuriyet Savcısı Ferah Yıldırım. Sizi eski şoförünüz Arif Yılmazlar'ın ve eski korumanız Burak İnci'nin ölümüne azmettirmek şüphesiyle gözaltına alıyorum." 

Güzin Yarkın elleri arkasında kelepçeli bir halde holdingden çıkartıldığında etrafını saran muhabir ve kameramanlarla deliye döndü ancak bu deliliğini içinde tuttu. Ona sorulan hiçbir soruya cevap vermeden başını dik tutarak polislerin arasında ekip otosuna bindirildi. Diğer tarafın kapısı açılıp kocası da yanına yerleştiğinde diğer polisler ön tarafa geçmeden öfkeyle fısıldadı. 

 "Bu kadın kim Behzat? Bu kadın kim ki beni böyle bir hale sokabildi!"

Behzat burnundan soluyarak karısına baktığında polisler arabaya yerleşti. Karı koca alevler fışkıran gözlerle birbirine bakarken dışarıda onları keyifle izleyen o kadını göremediler. 

Ferah kısa sürecek olan zaferinin bilinciyle uzaklaşan polis arabasının arkasından baktı. Bu ilkti ama son olmayacaktı. Birkaç dakika sonra ülkenin ve hatta Avrupa'nın haber kanallarına son dakika manşetiyle düşecek olan görüntüleri düşündükçe dudakları kıvrıldı. 

"Savcım. İfade işlemleri için büroya geçiyoruz." Ferah birden yanında biten Ömer'e bakıp başını salladı. 

"Siz geçin. Direkt sorgu odasına alın. Ben öğle aramdan sonra geleceğim." 

Ömer ve ekibi de araçlarına geçince Ferah biraz ötedeki makam aracının önünde olan biteni izleyen ikiliye baktı. Gözleri önce Başak'a sonra Cem'e kaydı. Onlara karşı artık öfkeli değildi. Zaten onun öfkesi hep saman aleviydi lakin kini diriydi. Kimse onu mesleğiyle yargılayamazdı. 

Ferah dışarıdan görülenin aksine kolay yoldan buralara gelmemişti. Bin bir emekle, gecesini gündüzüne katarak, gerekirse uykusuz gerekirse açlığını unutacak kadar çok çalışarak elde etmişti bu başarısını. Annesinin avukat oluşu ya da amca bildiği Yusuf ve Baran'ın torpiliyle değil alın teriyle giymişti cübbesini. Girdiği her sınavı, her mülakatı geçerek hak etmişti. O yüzden kimse onun mesleğine laf edemezdi. Hele ki aynı kulvarda yüzmediği insanlar asla laf edemezdi...

Gözlerini ikiliden çekmeden arabaya ilerledi ve arka kapının önünde durdu. Kapısı açılmayınca başını çevirip Cem'e baktı. Mavi gözleri dümdüz bakıyordu ancak biçimli çenesi kaskatıydı. Ferah aldığı nefesi usulca burnunda bırakıp sol kaşını alnına doğru kaldırarak kavislendirdi. 

 "Kapımı açacak mısın yoksa ekibinden sadece kapımı açması için birisini mi görevlendireyim?"

Cem başını önüne çevirip burnundan soludu ve Ferah'ın kapısını açtı. O  koltuğuna yerleşir yerleşmez kapıyı kapattığında hemen yanında dikilen Başak'ın homurdanmalarını dik bakışlarıyla susturarak arabanın etrafından dolanıp kendi yerine geçti. 

Başak'ta yerini aldığında Ferah sadece "Emare," dedi. Cem navigasyona adresi girdikten sonra dikiz aynasına baktı ve Ferah'la göz göze geldi. Birbirilerinin gözlerine meydan okuyarak baktılar. Gözlerini ilk kaçıran Cem olurken Ferah gözlerini devirip filmli camdan dışarıyı izlemeye koyuldu. 

* * *



























Yorumlar

Arzu dedi ki…
Hehehehehehehehe MÜKEMMEL BÖLÜMMMDÜÜÜ
Arzu dedi ki…
Andrenin kodları aklından tak tak söylemesiiiii
Arzu dedi ki…
UZAYYYY ÜZÜMLÜ KEKİMM
Arzu dedi ki…
Ferahını hafife almayacaksınız ulannn
Arzu dedi ki…
Kadın sana o kadar kahvaltıya aldı menemen koydu önüne…. Püüü sana
Arzu dedi ki…
BİRAZDA SİZİN TEPENİZDE DOLAŞSIN KARA BULUTLARRRR HADİ BAKİM
Arzu dedi ki…
Olaysı bölüm

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL