GÜLLERİN AĞITI / İLK SÖZ
Selamlar,
Uzun bir aradan sonra herkese merhaba.
Aylar süren bir ayrılığın ardından sizlere dönmek oldukça heyecanlı açıkçası.
Burayı, sizi ama en çok yazmayı özlemişim. Yeniden kavuşmak umarım hepimize güzellikler getirir.
Aşağıdaki açıklamayı okumadan hikayeye başlamayın lütfen!!!
KISA BİR AÇIKLAMA :
Şimdi, öncelikle yarım kalan hikâyelerden dolayı bana kırgın olan okuyucularımdan özür diliyorum. Daha önce de belirttiğim üzere Karmen ve Kuyu'nun Çocukları kaldırıldı. Onlara devem edemeyeceğimi ve neden edemeyeceğimi açıklamıştım ancak yeniden açıklamam iyi olacak.
Yazmaktan uzak kaldığım bu süreçte ne yazık ki ben o hikayelerden koptum arkadaşlar. Aramıza dağlar, denizler girmiş gibi hissettiğim için yazmak için ne kadar diretsem de yazamadığımı fark ettiğim an ne yazık ki onları bıraktım.
Tekrar yazmaya yöneldiğimde ise her seferinde yazmamak için direndiğim, ötelediğim bu hikayeyi yazarken buldum kendimi.
Burada kaldığımız yerden ADEN YENİ NESİLİN HİKAYESİ ile devam edeceğiz.
Umarım yolumuz uzun ve açık olur.
* * *
Güllerin Ağıtı, Aden adlı hikayemin devamı niteliğindedir ancak bağımsızda okunabilir. Lakin fazla karakter olduğundan size ilk olarak Aden'i okumanızı tavsiye ederim.
Aşağıda hem Aden evreninin hem de Güllerin Ağıtı evreninin soyağacı yer almaktadır. İnceleyip kim kimdir anladıktan sonra bölümü okuyabilirsiniz.
1. ADEN EVRENİ SOY AĞACI
OYLARINIZI VE BOL BOL SATIR ARASI YORUMLARINIZI BEKLİYORUM. BÖLÜN SONUNDA BULUŞALIM.
MÜZİK DİNLEYEREK OKUMAYI SEVENLER İÇİN BELİRTMEK İSTERİM Kİ İZZAMUZZIC CHANGES BENİM İÇİN BU HİKAYENİN JENERİĞİDİR. BU PARÇAYI DİNLEYEREK OKUYABİLİRSİNİZ.
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR!
11.02.2024 (wattpad ilk yayın tarihi)
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI
"İLK SÖZ"
4 HAZİRAN 05:40 / TÜRKİYE -MERSİN
Dalgalar, yüksek yamaçların yırtık kayaçlarına ağır ağır vuruyordu. Vurdukça köpürüyor, köpürdükçe öfkesini kusuyordu. Öfke... Gecenin ilk saatlerinden bu yana dalgaların hınçla dolu serzenişlerini dinleyen genç adam bu çırpınışları tanıyordu. Kendi yansımasıydı. Kendi izleri, kendi yaraları. Dalgaların serzenişleri aynı acının öfkesiydi. Bilindik, eskimeyen o acı hâlâ burada karanlık göğün altında denizin dibindeydi.
Kısa, titrek nefesleri gecenin karanlık kızıllığına karışırken genç adamın mavi gözleri yanına bıraktığı güllere ilişti. Sayısını bilmediği kadar çok kendisine yakıştıramadığı kadar beyazdı. Güllere uzandı. Titreyen parmakları beyaz yapraklarda gezinmek istese de yapamadı. Önce parmakları sonra tüm bedeni acıyla kasıldı. Elini geri çekip bacaklarının arasına sakladı. Gereğinden fazla soğuk olan hava yanağında sıcak izler bırakan gözyaşlarının ardından tenini sızlatıyordu.
Güllere yeniden baktı. Dişlerini sıktı, çenesi kasıldı. Burnunu sertçe çekip yüzünü omzuna gömdü. Yıllardır aşamadığı tüm duygular aynı anda saldırıya geçince hırsla uzanıp büyük gül demetini kucakladı. Avuçlarına, parmaklarına batan dikenleri umursamadı. Kucakladığı gibi ayağa kalktı ve tüm bedenini hırçınlığından hiçbir şey kaybetmeyen dalgalara çevirdi. Dik yamaçların ucuna kadar yürüyüp gözlerini yumdu.
Dalgalar aynı hınçla kayalara çarpmaya devam ederken birbirine karışan deniz ve gül kokusu genç adamın gerçeklik algısını yıktı. Bedeni ani bir sarsılmayla titremeye başladığında kucağında tuttuğu güllerin kokusunu uzun uzun içine çekti. Aşinası olduğu bu harman ona acıdan başka bir şey değildi. Teni karıncalanıyor, görüşü bulanıklaşıyor ve kalbi dengesiz ritimlerle atmaya devam ediyordu.
"Böyle olmamalıydı. Burada bu şekilde olmamalıydı..." hırçın sesi dalga seslerinin arasında kaybolacak kadar kısıktı. Gözlerini araladı. Büyük gül demetinin arasından bir gülü alıp dudaklarına yasladı. Usulca öptü, kokusunu derin derin soluduktan sonra beyaz gülü denize attı.
"Sen bir benden seversin beyaz gülleri..." demetin arasından bir gül daha aldı. Öptü, kokladı. Sonra yine denize bıraktı. Attığı güllerin dalgalar arasında kayboluşlarını izleyip diğer gülleri de öpüp koklayarak bıraktı denize. Her eksilen gülde gözyaşları daha da çoğaldı. Hıçkırıkları duyulmuyordu ama için için dalgalara emanet ettiği güllere ağlıyordu.
Elinde kalan son güle bakınca yaraları sızladı. Avucuna batan dikenlere aldırmadan gülü avuçlarının arasında sıkıştırdı. Avucuna yayılan kanını umursamadı. Kalan son gülün kokusunu gözyaşlarıyla koklayıp beyaz yapraklarına buseler kondurduktan sonra başını göğe kaldırdı.
"Keşke o güne dönebilseydik. Keşke yanında olabilseydim..."
Buğulu bakışları son kez güle değdi titreyen dudaklarını kanatırcasına kemirip gülü dalgalara emanet etti. Uslu durmayan dalgalar sırtında taşıdığı gülleri her yanına sıçratmış denizin karanlık sularına beyaz güllerden bir çarşaf serilmişti.
"Duyuyor musun bilmiyorum ama... İyi ki doğdun. İyi ki doğdun Dünya'm..."
Güller, dalgaların üzerinde denizin uçsuz bucaksızlığına karışırken genç adam gözyaşlarını kendi kanına bulanmış avuçlarıyla silip denize arkasını döndü ve birkaç metre uzağındaki motoruna ilerledi.
Kaskını takmadan önce son bir kez yüreğinin acısı diner umuduyla gökyüzüne baktı. Şafak tan yerinden sökmek üzereydi. Gözleri gökyüzüne sızan kızıllıkta dolandı. Kendi mavilerine denk bir çift mavi gözü görürüm umuduyla gözlerini kırpmadan dakikalarca gökyüzüne izledi. Dakikalar sonra pes edip başını yere eğdiğinde iki gözünden süzülen damlalar toprağa düştü.
"Hoşça kal."
Kaskını takıp motoruna bindi ve son süratle iki yıldır arşınladığı mekâna sürdü. Yol bitip mekâna geldiğinde şafak sökmüş güneş doğmuştu. Motorundan indi, kaskını çıkarıp motoruna bıraktı. Kısa saçlarını sert hareketlerle karıştırıp önünde durduğu spor salonuna baktı. Sanki iki saat sonra açılmayacakmış gibi kapı duvar ve karanlığa mahkûm görünüyordu. Çok ücra bir yerde şehirden uzakta bir mekandı ama buna rağmen işlekti.
Mekâna ilerledi. Kaldırımdan başlayan merdivenleri inip büyük adımlarla salonun camdan kapısına dayandı. Kapalı yazısına aldırmadan avuç içleriyle cam kapıya vurmaya başladı. Açılmayan her saniyede vuruşları şiddetlendi. Dakikalar geçmeden kapı açıldı. Küfrederek kapıyı açan adama aldırmadan içeri girip bodrum kata inen koridora ilerledi. Arkasından gelen adamı takmayarak koridorun sonundaki merdivenlerden aşağı indi. Gözüne çarpan ilk şey bodrum katının tam orta yerinde bulunan yatakta çırılçıplak ve sere serpe yatan kadın oldu. Umursamadı. Odanın sol köşesindeki koltuğa geçip yayılarak oturdu.
"Saat kaç lan?" mavi gözlerini kısık bir tonda bağıran adama çevirdi.
Arkadaşı uykusundan uyandığı için öfkeli görünüyordu fakat bu duruma aldırmadı. Ayaklarını hemen önündeki alçak sehpaya uzatıp göğsünü şişirerek nefeslendi ve başında dikilen adama gözleriyle karşısındaki boş koltuğu gösterdi. Adam dilinin ucunda bir şeyler mırıldanıp karşısındaki boş koltuğa kurulup ona çatık kaşlarıyla baktı. Bir süre sessizce birbirlerini izlediler.
"Ne oluyor Uzay?"
"Kararımı verdim!" dedi adı Uzay olan genç adam.
"Ne kararı anasının satayım? Sabahın köründe horozlar mı dürttü lan seni!" gözlerini uyku mahmurluğunu gidermek için ovalayan arkadaşına suratında sarsıcı bir sırıtışla ve duygudan yoksun gözleriyle baktı.
"İntikam, Ekin. İntikam!" sıkılı dişlerinin arasından firar eden kelimeler arkadaşının irkilmesine neden oldu.
Uzay, ayaklarını uzattığı sehpadan çekip yere sertçe yasladı. Gövdesini hafifçe öne eğip dirseklerini dizlerine yaslayıp son iki yıldır en yakın arkadaşı, dostu olan adama içinde tuttuğu tüm öfkeyle, nefretle, pişmanlık ve acıyla baktı.
"Dünya'nın intikamını alacağım..."
1 EYLÜL 03:45 / İSVİÇRE- BERN
Uykusuz geçen günlerin verdiği halsizlik artık kaldıramayacağı kadar ağrı veriyordu bedenine lakin buna rağmen parmakları klavyeyle bütünleşmiş haldeydi. Tasarladığı oyunun son kodlarını yazarken daha fazla açık tutamadığı gözleri kapandı. Başı aniden önündeki masaya düştüğünde genç adam irkilerek kendine geldi. Başını masadan kaldırıp etrafına bakındı. Evinde, odasında ve hiç kalkmadığı oyun koltuğundaydı.
Kollarını havaya kaldırıp bedenini rahatlattı. Esneyip yüzünü sertçe sıvazladığında gözleri kahve kupasına kaydı. Bir kahve daha içmesi şarttı. Yerinden kalktığında tutulan belini ovalayıp esnetmek için bir iki hareket yaptı ancak bu hareketler sızı hissetmesinden öteye gidemedi.
Kupa bardağını alıp mutfağa ilerledi. Elindeki kupayı bulaşık yığınıyla dolmuş lavabonun içine bırakıp kendisine temiz bir kupa bardak alıp kahve makinesine ilerledi. Kahvesi hazırlanırken mutfağın penceresine ilerledi ve karanlık sokağa bir göz attı. Kimseler yoktu, sessiz ve sakindi.
Eskiden sevmediği bu sessizlik şimdi her yanını sarmış, genç adamı tutsağı haline getirmişti. Nefesini gürültüyle bırakıp avcuyla yüzünün sol tarafını sıvazladı. Sokağa son bir kez baktı. Hazır olan kahvesini alıp yeniden içeri geçti ve bilgisayarlarının başına oturdu. Tam karşısındaki ekranda yazan kodlara göz atıp sol tarafında kalan ekrandan oyun tasarımını inceledi. Ekranın sağ alt kısmındaki karakterlere bir bakıp bu sefer sağ tarafında kalan kişisel bilgisayarına baktı. Mesajlaşma uygulamasındaki yeni bildirimleri fark edince o yöne yöneldi. Bir sürü okunmamış mesajların arasından en üstte annesinden gelen mesajı tıkladı.
Mon Soleil :
(31 Ağustos- 21:20)
Oğlum,
İyi misin?
Bugün gelmedin. Babanla çok merak ettik.
Mia ile konuştuk. Oyunun yazılımıyla ilgili problem çıkmış.
Keşke haber verseydin tatlım.
Andre, yarın sabah gel tamam mı?
Yoksa hiç istemesen de biz geleceğiz.
Seni seviyoruz bir tanem.
Yarın sabah görüşelim...
Andre, mesajı okuduktan sonra saate baktı. Sabahın dördüydü. Annesini aramaktan vazgeçip iyi olduğunu ve onları sevdiğini belirten bir mesaj yolladı. Mesaj ekranına dalıp gitmişken oyun bilgisayarından gelen bildirimle gözlerini kırpıştırarak kendine geldi ve sol tarafına yöneldi. Ekranın sol alt köşesinde birden beliren bir bağlantı iletisi vardı. Andre çattığı kaşları ile koltuğunu tamamen oyun bilgisayarının önüne sürükledi ve eğilerek ekrana baktı. Bağlantıyı tıklamadan önce incelediğinde bildirimin açık adreste geldiğini fark etti.
Ellerini klavye ve fareden çekip arkasına yaslandı. Parmakları masasının üstüne aynı anda ritmik hareketle vurmaya başladığında bağlantıya tıklayıp tıklamamak arasında gidip geldi. Bilgisayarları yüksek koruma altındaydı. O koruma duvarlarını aşıp ekranına düşen bu bağlantı önemli olmalıydı. İlk düşüncesi buydu. Diğer bir düşünce ise rakiplerinin tuzağı olduğu yönündeydi lakin bağlantı bildirimini tekrar incelediğinde VPN' i gerçekten Türkiye'dendi.
Andre, oturduğu koltukta dikleşip ekrana yaklaştı. Faresine elini yerleştirip bağlantıya sürükledi. Tıklamadan önce bir an duraksadı ancak merakına yenik düşerek üstünde fare imlecini gezdirdiği linki tıkladı.
Tıkladıktan saniyeler sonra ekranında beliren ve her köşesine yayılan özel olarak çizildiği belli olan beyaz güllerle yüreğine çöreklenen ağrının zamanlaması birebir aynıydı. Andre atik bir hareketle oturduğu oyun koltuğundan kalkıp bilgisayar masasının önünde sağa sola yürüyerek yüzünü, ensesini sertçe ve bastırarak ovaladıktan sonra küfürler savurdu.
Gülleri, beyaz gülleri sevmiyordu.
Durup soluklandı, ekrana yeniden baktı. Güller hâlâ ekranındaydı. Avuçlarının ayasıyla şakalarına vurdu ancak ne bilgisayar ekranındaki güller gitti ne yüreğinde hissettiği ve tüm bedenine yayılmaya başlayan sızılar yok oldu. Güller ve ağrılar yerli yerindeydi. Şakaklarına yeniden vurdu. Yarım yamalak topladığı saçlarını çözüp dağıttı. Omuzlarına kadar uzanan ve yer yer beyazlamış saçlarını yeniden gelişi güzel topladıktan sonra oyun bilgisayarına tekrar baktı ve o an gözüne bilgisayarın arkasındaki duvarda asılı olan fotoğraflar takıldı. Mutlu, kalabalık ve gürültülü zamanların hatıralarıyla yüz yüze geldiğinde farkında olmadan dikleştirdiği omuzlarını yavaşça rahat bıraktı ve bilgisayar ekranına yeniden baktı.
Güller, beyaz güller... Dünya!
Hızlı hareketlerle oyun koltuğuna yeniden oturup ekranını kaplayan güllerden çıkmaya çalıştı ancak ne kapatma imleci vardı ne bir çıkış imleci. Faresini sinirle güllerin üzerinde dolandırıp tuşa bastığında gülleri kaydırabileceğini fark etti. Çatık kaşları daha da çatılınca hafif çekik ve kısık bakan gözleri daha da kısıldı. Fare imlecini güllerin üzerine tıklatıp kaydırarak ekranın köşelerine getirdiğinde güllerin arka fonunda aşina olduğu bir manzarayı fark etti.
Yutkunuşu boğazında kaldı. Fareyi tutan eli durdu. Dudaklarını birbirine bastırıp derinden bir nefes aldı. Güllerin arkasında gizlenmiş manzarayı yakinen tanıyordu. Tepeden çekilmiş bu manzara görseli son tatilini yaptığı o yere aitti. Mavi ve yeşilin tonları arasında gidip gelen deniz, iskele ve belirli aralıklarla dizilmiş kütükler... Hiç durmadan aynı ritimde kıyıya vuran dalgalar ve kumsal... Gürültülü soluklar aldıktan sonra gülleri kaydırmaya devam etti. Tüm güller köşelere biriktiğinde manzara ve yeni fark ettiği, o manzaranın iskelesinde yazan not karşısındaydı.
Notu okuduğunda ona bu linki kimin gönderdiğini anladı. Dolan gözlerini kırpıştırdı. Sızlayan burnunu parmak uçlarıyla sıkıp tuttuğu nefesini sakince bıraktı ve yavaş dalgaların iskeleyi dövdüğü manzaranın üzerinde yazan notu yüzünde belirmeye yüz tutmuş bir tebessümle tekrar tekrar okudu.
İNTİKAM İSTİYOR MUSUN?
5 EYLÜL 06:15
TARTAROS SPOR SALONU / MERSİN
2 EYLÜL 22:48 / TÜRKİYE -ARTVİN
Günlerdir durmaksızın yağan yağmur şehri felç etmiş, yaşanan su taşkınları herkesi bezdirmişti. Taşkınlar yeni yeni dinmişti ama çiseleyen yağmur aralıksız devam ediyordu. Cama hafif darbelerle vuran damlalar diğer sesleri kaba bir sesle bastırıyor bir süreden sonra insanın canını sıkıyordu.
"Dağhan!" genç adam kendisine bağıran sesle irkilip uyanır gibi oldu. Kara gözlerini buğulu pencereden çekip odasının kapısında dikilen ablasına baktı.
"Ne oldu?" dediğinde ablasının bakışları şefkatle parladı.
"Babam soruyor seni, gel bir görün..." tüm güzelliğiyle annesinin birebir kopyası olan ablasına birkaç saniye bakıp başını usulca salladı. Oturduğu berjerden kalkıp kapıya ilerledi. Ona küçük bir tebessümle bakan ablasının siyah saçlarına bir buse kondurup yanından geçip merdivenlere ilerledi.
Salona indiğinde anne ve babasını yanan şömine sobasının önünde kahve içerlerken buldu. Annesi her zamanki gibi babasına bir şeyler anlatıyor, babası da kıvrılmış dudaklarıyla annesini izliyordu. Her zaman imrendiği o sevda yine tüm sıcaklığıyla evlerinde kendisini hissettiriyordu ama Dağhan bu sıcaklığa rağmen çok üşüyordu.
"Oğlum, Dağhan!" annesinin naif sesi onu tıpkı dakikalar önceki gibi irkiltti. Çok dalgındı ve bu dalgınlığı kronikleşmişti.
"İyi akşamlar," dedi sakince. Annesi kocaman gülümsedi. Elini ona uzatınca iki adımda annesine gidip elini tuttu. Yaşlansa dahi ak düşmeyen saçlarına uzun bir öpücük kondurdu. Bu alışkanlığı babasından edinmişti. Hayatındaki en değerli insanların daima saçlarından öperdi.
"Hayırlı akşamlar baba," dedi alelade bir sesle.
Babası düz bir çizgi halini alan dudaklarını büküp ağır ağır başını salladıktan sonra başını Dağhan'ı rahat görebileceği şekilde çevirdi. Oğlunu hızlıca süzüp kederli bir iç çekti. Çocukken, ergen bir liseliyken oldukça yapılı ve kalıplı olan oğlu şimdi üflese uçacak gibiydi.
"Sesin soluğun çıkmıyor bu aralar," Dağhan babasına dik dik baktıktan sonra omuzlarını silkti.
"Konuşmaya değer bir şeyler yok," dediğinde annesi iç çekerken babası kaşlarını derinden çattı. Birkaç kez yutkunup dudaklarını ıslattığında babasının canını sıkacak şeyler söyleyeceğini anladı Dağhan.
"Okulu zaten yeterince uzattın bir de bunun üzerine kaydını yenilememişsin... Bu hafta restoranların kontrolü sendeydi... Yapmamışsın," babasına aynı bakışlarla bakmaya devam etti. Boş vermişliği o kadar yüksek seviyedeydi ki hiçbir şeyi umursamıyordu.
"Yani baba?" dediğinde babasının kararan bakışlarını fark etti.
"Dağhan, Deniz Harp senin keyfini daha fazla beklemez! Atılmak mı istiyorsun?"
Dağhan, evin içinde soğuk yeller eseceğini anlayınca babasının tekrar konuşmasını beklemeden annesini tekrardan öpüp evden çıkmak için hareketlendi ancak babası peşinden ayaklanıp konuşmaya başladı.
"Nereye kadar devam edecek bu Dağhan nereye kadar böyle yaşayacaksın sen?" Dağhan'ın eli portmantoda asılı yağmurluğunda kaldı. Dudaklarının iç kenarlarını ısırıp öfkeli titrek bir nefes aldı. Elini yağmurluğundan çekip babasına baktı.
"Yaşamak! Yaşıyor gibi mi görünüyorum baba?" öfkesine rağmen sesi sakindi. Hoş bağırıp çağırmaya mecali de yoktu. Babası hınç ve öfkeyle soluklandı. Konuşmak için hareketlendiğinde araya annesi girdi.
"Merdo, yapma lütfen." annesinin ikazı boştu. Babası bakışlarını Dağhan'dan çekmedi ama kara bakışları an an yumuşarken usulca yutkunup şefkatli bir tonda yaklaştı.
"Dağhan... Yetmedi mi oğlum? Bitmedi mi be babam matemin?"
Dağhan'ın yüreği titredi. Dudaklarını sertçe birbirine bastırıp başını yere eğdi. Acısı yüreğinden taşıp göz pınarlarını doldurdu. Kara gözlerine denk bir çift mavi göz düşünce hatırına ağlamamak için direnen bedeni titredi.
"Bitmedi baba. Bitmeyecek... Ben ne zaman ona kavuşurum o zaman biter... Hoş sen kavuşmama da izin vermiyorsun!"
Yağmurluğunu aldıktan sonra annesinin ve babasının dediği hiçbir şeyi duymadan ayakkabılarını da giyinip kapıyı çarparak evden çıktı. Yağan yağmurun altında hızlı adımlarla ıslanmayı umursamadan yürüdü. Şehir meydanına indiğinde sahil boyunca yürüyüp iskeleye vardı. Yan yana aynı hizada dizilmiş sokak lambalarının arasından iskelenin uç noktasına kadar adımlayıp denize bir adım kala durdu. Yağmur durmadan hızlanarak yağmaya devam ederken Karadeniz tüm hırçınlığını çıkarırmış gibi dalgalarını iskeleye vuruyordu. Uzaktan bakan birisi deniz ve iskelenin birleştiğini sanırdı.
Dağhan, iskeleye çarpıp üstüne sıçrayan dalgaları boş gözlerle izleyip bir iki adım geriledi. Eskiden çok sevdiği bu engin mavilik ona şimdi acıdan başka bir şey hissettirmiyordu. Bir zamanlar yuva bellediği denizler artık onun için mezardı.
Yüzüne çarpan yağmur damlarına karışan gözyaşlarını hırsla silip başını göğe kaldırdı. Hızlanan yağmur damlaları daha da kuvvetle yüzüne çarptı. Durmaksızın kavrulduğu öfkesini karanlık geceye, inanmaktan uzun zaman önce vazgeçtiği Tanrı'ya kustu.
"Bunu hak etmedik! Duydun mu beni! Biz bunu hak etmedik..." çakan şimşeklerle ağlaması şiddetlendi. Ellerini dizlerine yaslayıp iki büklüm oldu.
"O bunu hak etmedi..." hafifçe doğruldu. Titreyen bacaklarıyla denize doğru iki adım atıp sol ayağını boşluğa uzattı. Çarpan dalgalar dengesini sarstı ama yıkılmadı. Derin bir solukla başını tekrardan gökyüzüne kaldırdı. Yüzüne düşen damlalarla gözlerini kapattı. Tenine düşen her damla da gözünden bir yaş aktı.
"Belki bu sefer yanına kabul edersin beni Dünya..."
Ellerini yağmurluğun ceplerine sokup kendini Karadeniz'in karanlık sularına bıraktı. Bedeni dibe çökerken yağmurluğun cebinde parmaklarına değen bir kâğıt fark etti Dağhan. Parmakları istemsizce kâğıda dokunduğunda bunun kâğıttan yapılma bir gül olduğunu fark edince gözleri aniden açıldı. Çırpınıp yüzmeye başladığında karanlık sular onu daha da dibe çekiyordu ancak zihnin çeperlerine çarpıp duran gerçek onu yüzmeye itiyordu.
Cebinde kâğıttan yapılmış bir gül vardı...
Cebinde, sadece Dünya için yapmayı öğrendiği, sadece ona yaptığı kâğıttan gül vardı ve Dağhan son kâğıttan gülünü yıllar önce bir mezarın başında yapmıştı.
Zorlukla iskeleye çıkmayı başardığında kendisini nefes nefese yere bıraktı. Algısını geri kazandığında soluklanmayı bir kenara bırakıp yağmurluğunun cebindeki kâğıttan gülü çıkardı. Islandığından dolayı parçalanmaya yüz tutmuştu. Beyaz kâğıda yayılan mürekkebi fark ettiğinde kâğıdı açtı. Yazılanı okuyabilmek için kâğıdı sokak lambalarının olduğu tarafa çevirip yukarı kaldırdığında tanıdık bir el yazısıyla karşılaştı. Derinden çatılan kaşlarıyla ve gümbürdeyerek atan kalbiyle mürekkebi aktığı halde silinmemiş yazıyı okudu.
İNTİKAM İSTİYOR MUSUN?
5 EYLÜL 06:15
TARTAROS SPOR SALONU / MERSİN
3 EYLÜL 10:00/ İSPANYA- BARSELONA
Günler fırtınalı geçiyordu. Gökyüzü sanki büyük bir acı çekiyor ve bu acısını ancak yağmurla atıyormuş gibiydi. Durmayan, ısrarlı, bunaltan damlalar sadece bu şehirde değil ülkenin her yanında aynıydı. Soğuk, kasvetli, hüzünlü ve griydi.
Genç kız buğulanmış camda parmaklarını aşağı yukarı oynatıp kendisine bir alan yarattı. Lakin bir işe yaramadı. Gözleri zaten az görüyorken yağmur ve sis tüm görüşünü etkiliyordu.
"Akşam kaçta alayım seni?" dedi arabayı kullanan adam.
Genç kız gözlerini konuşan adama çevirdi. Ailesinin başına koruma adı altında diktiği bir bakıcıdan ötesi değildi onun için. Omuzlarını umursamaz bir tavırla silkti.
"Bilmem! Sabahlarım ya da erken çıkarım. Ben ararım seni," dedi genç kız. Adam yorgun bir nefes alıp gözlerini yanında oturan genç kıza çevirdi. Aramayacağından emindi.
" Mutlaka ara! Anne ve babanı da ara. Merak ediyorlar seni," genç kız sıkkın nefeslerin belli belirsiz başını salladı.
" Ararım..." dedi kestirip atarcasına. Arabayı kullanan adam kızın konuşmak istemediğini fark edince susup yola odaklandı.
Varacakları yere geldiklerinde genç kız bir şey söylemeden arabadan indi. Ezbere bildiği yolu herhangi bir yardım almadan emin adımlarla yürüdü. Kampüse girdiğinde önce kafeteryadan bir kahve aldı. Konservatuar binasını es geçip kütüphaneye yöneldi. Çalışma alanına girmeden önce terasa çıkan merdivenlere ilerledi.
Terasa çıktığında yağmur yağmaya devam ediyordu. Islanmaya aldırmadan boş masalardan birine geçti. Sandalyeye yerleştikten sonra kulaklıklarını takıp her zaman yaptığı gibi kendisini herkese, her şeye kapattı. Bulanık gören gözlerini griye sığınmış gökyüzüne çevirip kahvesinden küçük yudumlar aldı, kulağından çınlayan sesler onu bir nebze olsun iyi hissettirse de gözleri dolu doluydu.
Alışık olduğu dünyada alışık olmadığı kadar yalnız ve eksik hissediyordu. Kocaman, sevgiyle bütünleşmiş herkesin mükemmel olarak adlandırdığı bir ailenin kıymetlisi, el üstünde tutulanı olduğunun bilincindeydi ama hissettiği bu yalnızlığı yüreğinden atamıyordu.
Çünkü eksikti.
Eksildikçe eksilmişti.
Umutsuzca bir iç çekip başını önüne eğdi. Çenesini Filiz anneannesinin özenle ördüğü ince, pembe atkısına gömüp burnunu yumuşak yüzeyine sürttü. Derinden soluklanıp etrafına bakındı. Yıllar sonra döndüğü okulu bile eskisi gibi hissettirmiyordu. Üniversitenin ilk yılının yarısında ruhsal olarak devam edememiş uzun yıllar ara vermişti. Bir yerden yeniden başlaması gerekiyordu. Lakin kaçtığı tüm duygular yeniden baş göstermeye başlamıştı.
Boş, yalnız, eksikti.
Kahvesinden bir yudum daha aldı, sonra elinden tutmayı bırakıp masaya bıraktı. Üşüyen ellerini montunun cebine yerleştirip oturduğu yerde biraz yayıldı. Kulağından yankılanan şarkılar onu artık ait hissetmediği eskilere döndürünce rahatsızca kıpırdadı. Artık şarkı söylemiyordu. Eskisi gibi büyük bir aşkla kemanına ve çellosuna dokunamıyordu. Kimse aynı değildi, hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Uykusuzluktan kızarık ve altları morarmış gözlerini kapattı. Uzun zamandır sağlıklı bir uyku uyuyamıyordu. Bölük pörçük, sancılı kabuslarla dolu uykulardan kaçıyordu. Eskiden uykusundan kolay kolay uyanamayan genç kız şimdi ilaç desteği alsa dahi hiç uyuyamıyordu...
"Peri!" omzundan sertçe dürtülüp kulağından kulaklığı ansızın çekildiğinde başını korkuyla sağına çevirdi. Bulanık gören gözleri sadece mor saçları ayırt ettiğinde rahatladı ancak korkusunun yerini öfke aldı.
"Rüya?" sesi hırıltılı ve öfkeli çıkınca karşısındaki genç kadın bir adım geri attı ancak kendisini saniyeler içerisinde toparladı.
"Rüya ya! Kızım inanamıyorum seni gördüğüme. İnsan geliyorum diye haber verir," dedikten sonra sarılmak için hareketlendi fakat kolları Peri'nin kendini çekmesiyle havada kaldı.
"Sarılmayalım mı?" Peri, çatık kaşlarıyla Rüya'ya bakıp başını net bir tavırla sağa sola salladı.
"Islağım!" Rüya dudaklarını birbirine bastırıp derin bir nefes aldı ve "okey," dedi.
Peri, başında dikilen kıza çatık kaşlarıyla bakmaya devam edince Rüya boş sandalyelerden birisini çekip ıslak olmasını aldırmadan oturdu. Peri'yi uzun zaman sonra görmek onu heyecanlandırmış ve mutlu etmişti.
"Ne zaman geldin? Yalın da hiç bahsetmedi giderken." Peri'nin midesi duyduğu isimle düğümlendi. Nefes alıp verdi. Boğazını temizleyip oturduğu yerde dikleşti. Karşısında oturan Rüya'ya yaklaşıp mor menekşe rengindeki gözlerini kızın yüzünde dolandırdı. Rüya, bundan yaklaşık beş yıl önce üniversitenin ilk yılında tanıştığı birisiydi. Peri henüz ilk senesindeyken Rüya, Erasmus öğrencisiydi ama anlaşılan burada kalıcı olmuştu.
"Yalın?" dediğinde Rüya başını salladı.
"Biz, şey... Yakınız Yalın ile. Sık sık görüşüyorduk. Türkiye'ye dönene kadar tabii. Birkaç gündür telefonla da görüşemedik gerçi," Peri ağır ağır başını sallayıp oturduğu sandalyeden kalktı.
Rüya, uzun zaman sonra gördüğü kızın aniden kalkışına anlam veremedi. Meraklı bakışlarıyla Peri'yi süzdüğünde eskisine oranla daha kilolu ama bir o kadarda cansız göründüğünü fark etti. Kan oturmuş gözleri ve mor gözaltları dışında cildi her zamanki gibi mermer kadar beyazdı. Yaşadıkları travmanın etkisinden hâlâ çıkamadığı aşikardı.
"Siz haberleşmediniz mi? Ben Yalın'ı sürekli seninle görüşüyor sanıyordum," Peri karşısındaki kıza tahammül edemeyerek baktı.
"Gidiyor musun?" Peri, Rüya'nın sorduğu soruyu duymazlıktan gelip ona kısa bir bakış attıktan sonra terastan ayrıldı.
Kütüphaneye inmekten ve derslere katılmaktan vazgeçip kampüsten çıktı. Kampüsten caddeye çıkan sokağı hızlı adımlarla yürüyüp caddeye ulaştığında bir taksi çevirip evinin adresini verdi. Eve giderken koruması olan adama eve gittiğine ve rahatsız edilmek istenmediğine dair kısa bir mesaj atıp telefonunu sessize aldı.
Evine vardığında korumasını apartman girişinde buldu. Çatık ve kızgın bakışlarıyla ona bakan adama aldırmadan apartmana girip asansöre yöneldi. Peşinden konuşarak gelen adamı duymuyor, görmezden geliyordu. Yeni yerleştiği daireye geldiğinde korumayı nefes nefese iki büklüm halde merdivenlerin başında buldu.
"Annen! Aramanı istedi. Sesi fazlasıyla kötü geliyordu. Ara lütfen," Peri, evinin kapısını açıp içeri girdikten sonra kendisine bakan adamın suratına kapıyı sertçe kapattı. Çantasını ve ceketini girişe gelişi güzel bıraktıktan sonra elinde tuttuğu telefonundan annesini aradı.
"Ben iyiyim anne. Zırt pırt beni arayacaktınız madem neden buradayım ben! Büyük kızını ara, küçük kızınla ilgilen. Beni bir sal lütfen ya sal!" sustuğunda telefonun diğer tarafından bir hıçkırık sesi duyuldu. Peri, annesini ağlattığını anlayınca çenesi titredi. Gözleri aynı hızla dolarken dudaklarını ısırdı.
"Pamuğum," annesinin her şeye rağmen merhamet yüklü sesini duyunca sessizce ağlamaya başladı.
"İyiyim anne, tamam mı?" saniyeler önceki sinirli tavrının aksine sakindi. Yavaş adımlarla ilerleyip salonun ortasındaki yuvarlak ahşap masanın sandalyesini çekip oturdu.
"Tamam anneciğim. Sadece merak ettik seni. Eğer seni aramamızı istemiyorsan bizi bir kerede olsa her gün ara tamam mı pamuğum?" annesinin titreyen sesiyle hüngür hüngür ağlamak istedi. Davranışlarını kontrol edemiyordu artık.
"Tamam anne... Özür dilerim. Bağırmak istememiştim," görmese bile annesinin gülümseyerek başını salladığını ve hemen yanında sessizce oturmuş konuşmaları dinleyen babasının omzuna başına yasladığını hayal edebiliyordu.
"Biliyorum bebeğim, sorun yok. Babanla konuşmak ister misin?" uzunca soluklandı. Titreyen dudaklarını parmaklarıyla çekiştirip başını salladı ancak bir şey diyemedi.
"Babam," babasının sesini duymasıyla sessiz ağlayışları hıçkırıklara döndü. Avcunu dudaklarına bastırıp sesinin çıkmasına izin vermedi ancak anne ve babası kızlarının ağladığının farkındaydı.
"Yokluğun hemen anlaşıldı güzel kızım. Gözüm her yerde seni arıyor... Seni sık boğaz etmek istemiyoruz o yüzden gelin ya da geleceğim demen yeterli biliyorsun değil mi güzelliğim?" Peri başını salladı. Ağlamaktan konuşamıyordu ama anne ve babasının onu anladıklarını biliyordu. Derin soluklar alıp gözyaşlarını sildi.
"Baba," dedi titrek sesiyle.
"Babam, güzelliğim..." buruk bir gülümsemeyse iç çekti Peri. Bu hayatta sevgisini en yoğun hissettiği insan babasıydı. Annesi ve kardeşleri bir yana babası başka bir yanaydı.
"Ağlamak istemiyorum ama kendimi tutamıyorum..." çaresizliği ve yorgunluğu sesine yansıyordu.
"Tutma bebeğim," dedi babası hemen ardından annesinin sesini işitti.
"Sıkma kendini pamuğum istediğin kadar ağla. Hislerine ket vurma Peri'm. Ne hissediyorsan onu hisset onu yaşa... Dönmek istersen dön, farklı bir yer istersen git. Biz hep seninleyiz kızım. Hep yanındayız..."
Annesinin kurduğu her cümlede omuzlarına daha da yük biniyordu sanki. Eskiye, eski benliğine ait hayatına duyduğu özlemi daha da hisseder olmuştu. Elinde tuttuğu telefonu masaya bırakıp hoparlöre aldı. Avuçlarını yüzüne kapatıp gözyaşlarını sildi. Burnunu çekip çenesinde biriken gözyaşlarını elinin tersiyle sildikten sonra derin bir nefes daha alıp oflarcasına bıraktı.
"İlk günün günahı olmaz derler... Okula girince kötü oldum. Ama şimdi iyiyim. Duş alıp uyuyacağım. Merak etmeyin beni olur mu? Telefonla konuşmayı sevmediğimi biliyorsunuz, mesaj atarım..." durumu toparlamak için çabaladı ancak anne ve babasının duyduğu endişenin onlarla birlikte olacağına da emindi.
"O zaman tıpkı ablan gibi sen de bize fotoğraflar, videolar atıyorsun olur mu?" annesi görmese de başını salladı.
"Olur, olur anne... Mimikom'u çok çok öpün. Yarın onu ararım... Seviyorum sizi, görüşürüz."
"Görüşürüz kızım. Seni seviyoruz..." telefonlar karşılıklı kapandığında Peri yeniden ağlamaya başladı. Hıçkırıkları arttıkça omuzları sallanıyor, bembeyaz cildi kıpkırmızı kesiliyordu.
Ağladı, tek başına olduğu dört duvar arasında sayısını bilemediği dakikalar boyunca ağladı. Ağlamaktan yorulup, gözlerinde yaş kalmadığında hava çoktan karanlığa kapılmıştı. Saatlerdir oturduğu sandalyeden usulca kalktı.
Banyoya girdiğinde üzerindeki her şeyi çıkarıp kendini duşa attı. Eskiden uzun saatler çıkmadığı suyun altından şimdi en fazla beş dakika kalabiliyordu. Suyu sevmiyordu. Suyu, denizleri, okyanusları. Küçük göletleri... Değil girmek, görmek bile nefesini tıkıyordu.
Duştan çıktığında kapı arkasına asılı siyah bornozunu giyinip odasına geçti. Dolabından temiz kıyafetler aldığında dolap aynasındaki görüntüsüne takıldı gözleri. Bulanık görüşünü daha net görmek için aynaya yaklaştı. Beyaz, kıvırcık saçları ıslak tenine yapışmıştı. Gözaltlarındaki morluklar daha da belirgin bir haldeydi ve gözleri oldukça şişmiş ve fazlasıyla kızarmıştı. Albino bir birey için bu kadar renklilik fazlaydı.
Aynadan uzaklaşacağı sırada az gören gözlerine bir şey takıldı. Hemen arakasında varlığını hissettiği yatağının üzerinde ne olduğunu seçemediği büyük kıpkırmızı bir şey vardı. Arkasını dönüp yatağa ilerledi. Kırmızı şeye doğru eğildiğinde onun bir gül demeti olduğunu kokusundan anladı.
Kıpkırmızı güller öylece yatağında duruyordu. Sabah evden çıktığında güllerin olmadığına emindi. Evinin anahtarları sadece kendisinde vardı. Kapı çalmamıştı ki çalsa da genellikle kapıyı açmazdı. Bu demek oluyordu ki evine birisi girmişti.
Yatağa, kırmızı güllerin hemen yanına oturdu. O sadece papatyaları severdi ancak sevmediği halde ona kırmızı gül alan tek bir kişi vardı ve o kişiyle görüşmeyeli epey olmuştu. Peri titrek bir soluk aldı ancak ne midesindeki bulantı ne boğazındaki yumru geçmedi. Titreyen parmaklarını gül demetine uzattı ancak sonrasında geri çekti.
Terleyen avuç içlerini bornozunun yumuşak yüzeyine sürtüp gül demetine yeniden ellerini uzattı. Demeti kucaklayıp kucağına çektiğinde karşılaştığı ilk şey kırmızı güllerin arasına duran beyaz, küçük zarf oldu. Kaşları anında çatılırken zarfı alıp demeti yanına bıraktı.
Zarfın üzerinde bir emare yoktu. Peri, titreyen parmaklarıyla zarfı açıp içindeki kartı ucundan tutup çıkardığında karşılaştığı şey beyaz bir not kağıdıydı. Zarfı güllerin üzerine bırakıp not kağıdını sıkıca tuttu. Üzerinde mürekkeple yazılmış bir şey yoktu. Peri, sol elinin parmak uçlarını kâğıdın yüzeyinde gezdirdiğinde hissettiği kabartılarla kâğıtta mors alfabesiyle yazılmış bir şeyler olduğunu anladı.
Parmaklarını hızlıca kâğıdın üzerinde gezdirdikten sonra nereden başlayacağını keşfedip notun ilk cümlesini ve hemen ardından alt kısımlarında yazan diğer cümleleri okudu. Okudukça mide bulantısı arttı, boğazındaki yumru yuvarlanıp göğsünün orta yerinde taş kesildi. Sanki saatlerce ağlayan o değilmiş gibi gözlerinden peş peşe yaşlar aktı.
Parmaklarını defalarca kağıttaki notta gezdirdi. Yanılmamıştı, kırmızı gülleri gönderen yine aynı kişiydi...
.-..- -. - .-..- -.- .- -- / .-..- ... - .-..- -.-- --- .-. / -- ..- ... ..- -. ..--..
..... / . -.-- .-.. ..-- .-.. / ----- -.... ---... .---- .....
- .- .-. - --- .-. --- ... / ... .--. --- .-. / ... .- .-.. --- -. ..- / -..-. / -- . .-. ... .-..- -.
4 EYLÜL 14:25 / TÜRKİYE - İSTANBUL
İstanbul semaları gri bulutlarla kaplıydı. Hava günün ortasında kapalı ve ıslaktı. Yağmurlar sonbaharın gelişini kutlarcasına durmadan yağıyordu. Boğazın hiddetli dalgalarının sesi aradaki mesafeye rağmen Aşiyan'da duyuluyordu. Yağmur damlaları gür yeşil yapraklı ağaçların arasından süzülerek mezarların üzerine yağıyordu.
Aşiyan'da iki genç adam aynı mezarlığa farklı yollardan ilerliyorlardı. Mesafeleri ve attıkları adımların büyüklüğü aynıydı. Dakikalar geçti, adımlar tükendi. İki genç adam aynı mezarın başında durduklarında birbirilerini irkilerek fark ettiler. Daha uzun olan gerginlikle geriye bir adım attığında kısa olan o adımı fark edip olduğu yerde durdu ve konuşma cesaretini gösterebildi. Bir zamanlar yedikleri içtikleri ayrı olmayan kardeş bildiği adama buruk bir tebessümle bakıp "Hayat?" diyerek adını seslendi.
Hayat geriye attığı bir adımı bu sefer öne attı ancak tereddütlüydü. Ne diyeceğini kestiremediğinden uzun zamandır görmediği arkadaşını inceledi. Boyu uzamıştı ancak hâlâ daha uzun olan kendisiydi. Siyah saçları kısaydı fakat ön kısmı yoğun ve dalgalıydı.
Hayat, karşısındaki genç adama "Yalın... Seni görmeyi beklemiyordum," dediğinde Yalın'ın buruk gülümsemesi büyüdü. Başını ağır ağır sallayıp omuzlarını silkti. Uzun zamandır kimse kimseyi görmüyordu.
"Okul bitti. Ben de döndüm," Yalın'ın cevabıyla Hayat başını hafif bir açıyla salladı. Bakışlarını kaçırmak için başını soluna çevirdiğinde karşılaştığı mezar taşı gerçekleri yüzüne ağır bir darbeyle indirdi. Başı öne düştü, sızlayan burnunu çekip dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı.
"Beyaz güller almak istedim gelirken ama o sadece Uzay'ın aldığı gülleri sever, biz aldığımızda da kızardı... Başka bir çiçek almak istedim ama gülden başkasını da yakıştıramadım..." Yalın'ın boğuk çıkan sesini duyduğunda bakışlarını ona çevirdi. Ela gözleri kendisinin bakamadığı mezar taşında dolanıyordu.
"Yarın yıl dönümü..." Yalın başını ağır aksak hareketlerle Hayat'a çevirdi. Ela gözlerinin karşılaştığı mavi gözler yaşlarla doluydu. Herkesi bir yana savuran o facianın üzerinden tam tamına beş yıl geçmişti. Artık on sekiz yaşında değil yirmi üç yaşındaydılar.
"Burada olan bir tek biziz. Yarınki seneidevriyesine katılacak mısın?" Yalın başını hayır anlamında sallayıp bakışlarını tekrar mezara çevirdi.
"Kalabalığa giremiyorum..." yarım yamalak çıkan sesiyle cevap verdiğinde Hayat dudaklarını büküp başını aşağı yukarı salladı. Kendisinin de Yalın'dan pek farkı yoktu. Mesele kalabalık değil o kalabalıkta karşılaşacağı insanlardı.
Hayat, iki adım daha atıp mezarın tam önünde durdu. Tuttuğu şemsiyenin altına Yalın'ı da alıp karşısındaki mezarı hüzün dolu bakışlarıyla izledi. Mezarın tamamı beyaz güllerle kaplıydı. Özenle dikilmiş bu güller elbette Uzay'ın işiydi. Onu yıllardır hiç görmemişlerdi ancak ne zaman bu mezara gelseler onun varlığını kara toprakta can bulmuş taze beyaz güllerle hissediyorlardı.
"Yalın?" uzun bir sessizliğin ardından yanındaki adama seslendiğinde aldığı karşılık sessizlik oldu. Başını ona çevirdiğinde Yalın hızlıca gözlerini silip burnunun ucunu kaşıdı.
"Bizi affetmiş midir?" sorduğu sorunun ağırlığı dilini uyuşturdu. Karşılık alamadığı her an o uyuşukluk varlığını unuttuğu ruhuna yayıldı.
Yalın ise duyduğu soruyla irkildi. Sorulan soruyu algıladığında kaşları derinden çatıldı ama bu çok uzun sürmedi. Bedenini tamamen Hayat'a döndürdüğünde sesinin tonuna ve yüksekliğine dikkat etmeden konuştu.
"Sen affettin mi kendini? Ben, Uzay, diğerleri affettik mi kendimizi de o affetsin!" Yalın haklıydı. Daha onlar kendilerini affedememişken o nasıl affedecekti?
"Haklısın," diyebildi Hayat sadece. Gönlünden ve dilinden başka bir kelime çıkamadı. Yalın'dan başka bir tepki alamadığında konuşmayacaklarını, sarılmayacaklarını, birlikte hareket etmeyeceklerini anladı ve gitmeye karar verdi. Arkadaşına son kez bakıp ona sırtını döndü ve yürümeye başladı.
Yalın giden arkadaşının arkasından baktığında ona seslenmek, yanına gidip sıkıca sarılmak istedi ancak sadece istedi. Dakikalar sonra düşen yüzüyle başını önüne çevirdiğinde önündeki beyaz güllere baktı. Mezarın orta kısmındaki güllerin arasında gördüğü siyah bir zarf dikkatini çekti. Dakikalar boyunca baktığı mezarda hiç fark etmemişti. Uzandığında iki tane zarf olduğunu fark etti. Birinde Yalın Erez yazarken diğerinde Hayat Uyguroğlu yazıyordu.
Zarflara şaşkın şaşkın bakarken aklına Hayat geldi. Başını anında Hayat'ın gittiği yöne çevirdiğinde onu yolun sonunda gördü. Adını bağırarak hızlı adımlarla ona yürüdüğünde Hayat sesini duymuş olacak ki omzunun üzerinden Yalın'a baktı.
"Hayat! Hayat burada bir şey var," Hayat, omzunun üstünden gerisine baktığında kendisine koşar adımlarla gelen Yalın'ı gördü. Telaşlı halini fark edince tamamen arkasına döndü ve Yalın'a doğu yürümeye başladı.
"Ne oldu?" dedi soluk soluğa Yalın'ın yanına vardığında.
"Mezarda, güllerin arasında duruyordu. Biri sana biri bana!" diyerek Hayat'ın adının yazdığı zarfı ona uzattı Yalın.
"Mezarda mı? İmkânsız dakikalarca izledim ben o mezarı. Güllerin arasında hiçbir şey yoktu..." Yalın başını salladı. Hayat ile aynı düşünceler içerisindeydi.
"Bence de yoktu ama... Sana bakıyordum sonra önüme dönüp mezara baktığımda öylece güllerin arasındaydılar," Hayat başını salladı. Bir zarflara bir de Yalın'ın arkasından aile kabristanlığına baktı.
"Biz seninle tamamen tesadüfen karşılaştık..." Hayat'ın söylediklerini Yalın başını sallayarak onayladı. İkisinin bugün bu mezarlıkta karşılaşmaları tamamen tesadüftü. İkisinin adına olan bu zarfların aynı yere bırakılması tek bir sonuca çıkıyordu.
"Peşimizde birileri mi var?" Hayat'ın kurduğu cümle sorudan çok bir sonuç cümlesiydi.
"Olabilme ihtimali yüksek," dedi Yalın. Bakışları birbirine çarptı. Ellerinde tuttukları zarfın içinde ne olduğunu çok merak ediyorlardı ancak içlerinde var olan çekingenlik şimdi kendisini gösteriyordu.
"Açmayacak mısın?" dedi Yalın. Hayat bakışlarını elindeki zarfa indirdi. Siyah zarfın ön yüzeyinde beyaz mürekkeple adı yazılmıştı. İsminin üzerinde baş parmağını gezdirip gözlerini Yalın'ın ela gözlerine çevirdi.
"Mezarda başka bir şey olmadığına emin misin? Abimin mezarına da baktın mı?"
Yalın dudaklarını bilmiyorum der gibi büküp başını sağa sola salladı. İkisinin de bakışları mezarlığa döndüğünde aynı anda hareketlenip hızlı adımlarla aile kabristanlığında yan yana olan iki mezara da baktılar. Ancak gözlerine değen herhangi bir şey yoktu.
Birbirilerine baktıklarında konuşmalarına gerek kalmadı. İkisi de aynı anda ellerindeki zarfı açıp içindeki kâğıdı çıkardılar. Okudukları her kelimede ikisinin de kaşları derinden çatıldı. Notun sonuna geldiklerinde Yalın'ın dudakları arasından küfürler firar ederken Hayat ağzı açık kalmış bir şekilde kağıttaki nota odaklanmıştı.
"Ne yazıyor sende?" Yalın'ın meraklı sesiyle silkelenip kendine gelen Hayat elindeki kâğıdı Yalın'a uzatıp onun elindeki kâğıdı aldı. Yalın'a ait olan zarfta yazan notu okuduğunda bu sefer küfreden Hayat oldu.
Bakışları bir kez daha birbirine çarptığında gözlerinde aynı karanlık ve kararlılık vardı. Yalın elindeki notu yumruğunun içinde saklarken Hayat bakışlarını beyaz güllerle bezenmiş mezarlığa çevirerek notu bir kez daha okudu.
İNTİKAM İSTİYOR MUSUN?
5 EYLÜL 06:15
TARTAROS SPOR SALONU / MERSİN
5 EYLÜL 06:15 / TÜRKİYE - MERSİN
Kulaklığında çalan şarkının sesi o kadar yüksekti ki Uzay kendi iç sesini bile duyamıyordu. Sadece kulağında çınlayan şarkı vardı. Duvara montelenmiş boks makinesinin ışıklı komutlarına uyarak durmadan yumrukluyordu.
Gergin, stresli ve çelişkiliydi.
Peş peşe indirdiği yumrukların ardından nefes nefese durdu. Uzun soluklar alırken gözü yan tarafındaki aynaya kaydı. Yansımasına kısa bir göz attıktan sonra arkasına dönüp siyah, deri koltuğun üzerindeki telefonundan saate baktı. Saat sabahın altısını beş geçiyordu.
"Son on!" dedikten sonra boks makinesine yeniden yöneldi ve yumruklarını peş peşe indirmeye devam etti. Saniyeleri saydı. Saydığı saniyeleri dakikalara sattı. Sonunda on dakika geçtiğinde durup alnını duvara yasladı. Hırıltılı nefeslerini kulağındaki kulaklıklar yüzünden duymasa da hissediyordu. Doğruldu. Sarılı elleriyle yüzünü silip arkasına döndüğünde Ekin'i merdivenlerin başında buldu. Kulaklıklarını çıkarıp arkadaşına baktı.
"Geldiler! İntikam notunu gönderdiğin herkes geldi. Yukarıdalar! Hızlı ol istersen fazla gerginler," yüzünde oluşmak için çabalayan gülümsemesini yutup başını salladı.
"Sen çık geliyorum!" dedikten sonra hızlı adımlarla bodrum katının en uç noktasındaki duşa kabinini gizleyen paravan perdenin arkasına geçip hızlıca duş alıp üzerini giyindi. Yukarı çıkmak için merdivenlerin başında durduğunda arsızca göğsünü döven kalbine avcunu yasladı. Tüm bedeni gerginlikten kaskatıydı. Çok değil yirmi basamak kadar ötesinde beş yıldır hiç görüşmediği, yan yana gelmek bir yana adlarını bile anmadığı kardeş bildiği kuzenleri ve arkadaşları vardı.
Güçlü soluklar alıp verdi. Dudaklarının iç kısmını dişlerinin arasında ezip kalp atışlarını normale getirmeye çabaladı ancak kulağına çarpan tanıdık sesler buna müsaade etmedi. Bir adım atmak için kendini zorladı ama yapamadı. Göğsünü, boğazını nasır tutmuş avuçlarıyla ovalayıp geri adımlar atıp odanın orta yerinde durdu. Ellerini başına yaslayıp sağa sola sallandı. Dakikalar önceki halinden eser yoktu. Yapamayacaktı. Yukarı çıkıp onlarla yüzleşemeyecekti.
"Vaz mı geçeceksin?" kulağında patlayan sesle irkilip etrafına bakındı ama kimseler yoktu.
"Dünya?" dedi boşluğa biçare sesiyle. Duyduğu ama göremediği Dünya'yı, loş ışıkların aydınlattığı bodrum katında aradı.
"Vaz mı geçeceksin Uzay? Huzura ermek istiyorum ben artık... Vaz mı geçeceksin sahiden?"
Uzay yeniden duyduğu sesle etrafında defalarca döndü. Sağına baktı, soluna baktı. Önüne, arkasına... Ama özleminden, acısından kafayı yediği kardeşini, ikizini göremedi. Avuçlarıyla başına sert darbeler indirdi lakin hiçbir şey değişmedi.
"Vazgeçme tamam mı? Beni bu karanlıkta bırakma daha fazla..."
"Dünya?" fısıltısı etrafına yayılıp yankılandı. Çaresizce etrafına bakınmaya devam etti ama kimse yoktu. Duyduğu sesin bir yanılsama olduğunun farkındaydı ancak bunu kabul etmekten imtina ediyordu.
"Buradayım kardeşim... Ben hep yanındayım!"
"Dünya?" Uzay kız kardeşine bir kez daha seslendi.
"Buradayım. Daima seninle olacağım... Unuttun mu ikizler asla ayrılmazlar."
"Asla ayrılmayacağız... Asla! Özledim seni Dünya'm. Çok özledim..." dediğinde kız kardeşinin sesini yeniden duymayı bekledi ancak karşılaştığı tek şey sessizlik oldu.
"Dünya?" ses yoktu.
Titreyen dudaklarını ısırıp ellerini gözlerine kapadı. Akmak için direnen gözyaşlarını silmek için parmak uçlarını gözlerin sertçe bastırarak ovaladıktan sonra yanaklarını tokatlayıp toparlanmaya çalıştı.
"Çık ve bitir bu işi Uzay. Kardeşin için..."
Üst kattaki spor salonuna çıkan basamakları çıkıp kısa koridoru yürüdü ve spor salonunun geniş alanına yöneldi. Belirli mesafede yan yana durmuş bedenleri gördüğünde kalbinin atışı kuvvetlendi. Duyduğu özlemin ve acının kıpırtıları kendini yeniden belli etmeye başladığında duygularına ket vurup yüzüne sert bir ifade yerleştirdi. Güçlü ve emin adımlar atıp kalabalığın içine daldığında ona dönen yüzlere soğuk bir sırıtışla baktı.
"Beyler bayanlar! Tartaros'a hoş geldiniz!"
Yan yana dizilmiş bedenler peş peşe arkalarına döndüklerinde Uzay'ın ilk göz göze geldiği kişi Andre oldu. Gördüğü kara gözlerle yanağında yeniden sızısını hissettiği tokadı hatırladı. O gecenin karanlık sabahında kumsalın kıyısında, yosun tutmuş ahşap iskelenin hemen altında yemişti tokadı. Yediği tokatla kaybettiği algısını geri kazanmıştı ancak o an deliliğe attığı ilk an olmuştu.
Gözlerini kaçırıp Andre'nin hemen yanında duran Yalın'a baktığında zihninin çeperlerinde yıllar önce yine aynı gecede duyduğu o sözleri anımsadı. Yalın; "öldü Uzay, öldü. Kabullen artık Dünya öldü!" diye bağırmış, Uzay'ın kaçtığı bu gerçekle yüzleşmesine neden olmuştu. Karşı karşıya kaldığı ela gözlerdeki ifadesiz bakışlara şaşırmadı. Yalın hislerini gizlemeyi her zaman başaran kişi olmuştu.
Uzay bakışlarını Yalın'dan kaçırıp başını yere eğdi. Kendine birkaç saniye zaman verdikten sonra derin bir nefes alıp başını kaldırdığında bu sefer karşılaştığı gözler parlaklığını kaybeden maviler oldu. O mavi gözler; Dünya'nın, kıyıya vuran dalgaların arasında süzülen cesedini ilk gördüğü an kaybolmuştu. O günden sonra şen şakraklığından tamamen uzak bir adam olmuştu Hayat... Bu sefer gözlerini kaçıran Hayat olunca dudağının sol köşesi yanağına doğru büküldü.
Bakışları bu sefer mor menekşe rengindeki titreyen bakışlarla denk düştüğünde çenesinin titremesine, burnunun sızlamasına engel olamadı. Peri, gözlerini kırpıştırıp başını yere eğdiğinde Uzay'ın kulağında genç kadının, beş yıl önce bugün tam da bu saatlerde attığı acı dolu çığlıkları yankılandı. O deniz kıyısında, iskelenin altında Dünya'yı ilk bulan görmeyen gözleriyle Peri olmuştu.
Uzay, göz pınarlarını zorlayan gözyaşlarını geri itmek için kirpiklerini kırpıştırıp burnunu kabaca çekti. Gözlerini Peri'nin hemen arkasındaki adama kaydırdığında tanıdık gelen yüzü inceledi. Daha önce gördüğüne emindi ancak kim olduğunu bilmiyordu. Umursamadı, şimdilik bir sorun teşkil etmiyordu.
"Bakışmak için hepimizi buraya çağırmadın herhalde?" Uzay gülecek gibi oldu ama ifadesizliğini korudu.
Başını konuşan adama, Dağhan'a çevirdi. Karşısındaki adamın ölüden farkı yoktu. Eskiden çok büyük görünürken şimdi yaşından da küçük duruyordu. Boyu ne çok uzundu ne çok kısa. Kilosu ortalamaydı ancak eski Dağhan bir zamanlar adı gibiydi. Dağ gibiydi. Şimdi o Dağhan'dan eser yoktu. Onun çektiği acı hepsinin çektiği acının ötesindeydi. Dağhan birlikte büyüdüğü, çocukluğunu birlikte geçirdiği bir insanı değil aşık olduğu, tutulduğu ilk sevdasını kaybetmişti. En sevdiği insanı en sevdiği yerde kaybetmişti.
"Notta neden çağırdığım gayet netti aslında," dediğinde Dağhan başını salladı. Fazla ciddi ve istekli bir duruşu vardı.
Uzay, ellerini siyah kot pantolonun ceplerine yerleştirip birkaç adım ilerledi. Gözlerini tek tek hepsinde gezdirdi. Kuzenlerinin yanı sıra arkadaşı Ekin ve Ekin'in ikizi Ekim onların uzağında durmuş sessizlik içinde olanı biteni izliyorlardı.
"Tanıştınız mı bilmiyorum ama dostum Ekin," diyerek eliyle Ekin'i gösterdi. Tüm gözler Ekin'e döndüğünde Ekin ona bakan insanlara boş boş baktı.
"Ekin'in ikizi Ekim," Ekim gülümseyerek karşısındaki insanlara baktı ve "selam..." dedi ancak genç kız herhangi bir karşılık almadı.
"Her neyse... Uzatmaya gerek yok aslında," dedi Uzay. Ellerini pantolonun cebinden çıkarıp göğsünde bağladı. Biraz gerisindeki ağırlık kaldırma aletlerinin yanına ilerleyip sırtını uzun, direnç direğine yasladı.
"Neden burada olduğunuz gayet açık!" dediğinde herkes usulca başını salladı.
"Babamın, babanın..." babanın derken Peri'ye baktı Uzay. Peri, Uzay'ı net göremese de bakışlarının üzerinde olduğunun farkındaydı.
"Ailemizin yapamadığını yapacağım. Kardeşimin katillerini bulup onlara bunun bedelini ödeteceğim... Yıllardır ellerini kollarını sallayarak cirit atıyorlar. Dünya'nın, bizim, ailemizin aksine. Onlar günlerini gün ederek yaşıyorlar. Bizim aksimize; bizden çaldıkları mutluluğumuzla, huzurumuzla hayatlarına devam ediyorlar..." Uzay'ın dilinden dökülen her kelime balyoz darbesi gibi diğerlerinin başlarına iniyordu. Birbirilerine kaçamak bakışlar atıyorlardı. Uzay konuştukça dişlerini sıkıp harlanan öfkelerini belli etmemeye çalışıyorlardı.
Uzay onlara baktı. Gözlerine yeniden tekrar tekrar baktı. Hepsinde aynı şeyi gördü. Kendi gözlerinde olan o kin onların gözlerinde de can buluyordu. Yaslandığı yerden doğrulup ellerini iki yanına indirdi. Bakışlarını Dağhan'a çevirdi ve "onları bulacağım!" dedi. Dağhan başını aşağı yukarı salladığında diğerlerine bakarak konuşmaya devam etti.
"Onları bulacağım... Onları bulup kardeşime yaşattıkları o kâbusun aynısını yaşatıp Dünya'yı öldürdükleri gibi öldüreceğim... Hepsini... Hepsini o kumsalda, o iskelenin altında kardeşimi boğdukları o denizde geberteceğim!"
"Sonunda!" bu tepki Yalın'dan geldi. Ancak hemen peşinden Hayat araya girdi.
"Amcam ve eniştem bulamadı onları. Dedemler bulamadı. Biz nasıl bulacağız?" Hayat'ın dediklerine dudaklarını bükerek güldü Uzay.
"Babam ve eniştemin haklı korkuları var! Ailemizin de öyle. Ama benim yok! Benim kaybetmekten korkacağım hiçbir şeyim yok!" Uzay'ın cevabı kısa ve netti. Hayat başını sallayıp sustu.
"Planın ne?" diyen Dağhan oldu.
"Kambersiz düğün olmazdı. Planı birlikte kuracağız... Tabii yanımda olursanız!" Uzay susar susmaz herkes yeniden birbirine baktı. Bakışlarını yerden kaldırıp kimseye bakmayan tek kişi Peri idi.
"O gün birlikteydik. O gün ve o günden öncesi... Doğduğumuz ilk andan beri hep birlikte yan yanaydık... Şimdi Dünya yok belki ama yine yan yanayız. Geçip giden beş yıla rağmen..." Uzay ellerini yeniden ceplerine yerleştirip güçlü bir nefes alıp verdi, dudaklarını ıslattı ve cevabından emin olduğu o soruyu sordu.
"Bu işte, sonunda ölüm dahi olsa yanımda olacak mısınız?"
* * *
Huhhhhh.
Tekrardan selamlar,
Sizlerle bölüm sonu konuşmalarını itiraf etmeliyim ki çok özlemişim.
Geri gelen eski okuyucularım ve yeni gelenler hoş geldiniz efenim... Umarım beğenmişsiniz memnun kalmışsınızdır.
Girişi beğendik mi? Karakter ve hikaye hakkında ne düşünüyorsunuz?
Uzay Uyguroğlu?
Andre Alp Lemaire?
Peri Toral?
Yalın Erez?
Hayat Uyguroğlu?
Dünya Uyguroğlu?
Yorumlarınızı merak ve heyecanla bekliyorum.
1. Bölümde görüşürüz.
Yorumlar