GÜLLERİN AĞITI 17. YOL
SELAMLAR
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR.
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
06.12.2024
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 17. BÖLÜM
"Yol"
Ne yollar aşılırdı zamanında aşk uğruna.
Şimdi o yollar bile günah bana...
CANAN AHSEN TORAL
11 EKİM 04:32 / Bulgaristan
İhtimaller insanı sanmaya iterdi. Her sanış bir yanılgı, her yanılgı bir yenilgiye dönüşürdü. Sanmak insanı perişan eden bir şeydi. Kötüyü iyi, yanlışı doğru... Çirkini güzel. Sanmak sakıncalıydı. İnsanı sarmaşık misali büsbütün sarıp zehriyle kandırıyordu. Sonucu ne olursa olsun sanmak illet bir hastalıktı.
Geceyi sabah ettiğim bu gecede sanrılarımın ağrılarını çekiyordum. Başımın ağrısı hiç geçmeden daha da artarak şiddetini devam ettiriyordu. Alp'in söylediklerinin ardından eve girememiş verandanın merdivenlerine çöküp kalmıştım. Buz kesen bedenimden ziyade aklım canlıydı.
Şafak ve Eylem henüz gelmemişti. Alp ara ara dışarı çıkıp etrafı kontrol ediyor, bana eve girmemi söylüyor benden bir yanıt alamayınca eve geri giriyordu. Balkanlar cidden soğuktu. Kış gelmeden ayazı gelmiş gibiydi. Havada yağmasa da kar kokusu vardı.
Ofladım, Alp'in omuzlarıma bıraktığı monta kollarımı geçirip önümü kapadım. Yüzümü monta gömerken yanımda duran telefonuma bildirim düştü. Ekrana baktığımda bilmediğim bir numaradan gelen mesajı gördüm. Alan kodu Türkiye ya da Brezilya değildi. Telefonu alıp merakla gelen mesajı açtım.
+359 809 009 000 00 0
(04:40)
Güzelliğinin etkisini atlatamadığımı itiraf etmeliyim.
Katılmam gereken bir parti var.
Benimle katılmak ister misin небо?"
Boris Boryanov
SİZ:
1. NUMARAMI NASIL BULDUN?
2. Ne partisi?
+359 809 009 000 00 0
Ben istediğim her şeyi bulurum.
Aile partisi,
büyük gösterişli bir partiden sonra toplantı yapılacak.
Benimle katıl.
Telefonu kapayıp cebime koydum. Ben saatlerdir o partiye nasıl katılacağımı düşünürken fırsat ayağıma gelmişti. Boris gıcıktı, tuhaftı ama ikidir işime yarıyordu. Ellerimi birbirine kenetleyip öne doğru uzattım ve bedenimi esnettim. Ruhuma işleyen soğuğa daha fazla dayanamayacağımdan verandanın nemli basamağından kalktım. Eve girmek için hareketlendiğimde gözümü alan araba farıyla "hele şükür," deyiverdim.
Arabadan peş peşe indiler. Eylem yorulduğundan bahsederken Şafak sessizdi. Arabayı kilitleyip eve yöneldiklerinde beni fark ettiler. Eylem'in asılan yüzü karanlıkta bile fark edilirken Şafak'ın suratı ifadesizdi.
Eylem aynı suratsızlıkla yüzüme bakıp basamakları çıktı. Evin kapısına yürüyüp durduğunda bakışları Şafak'taydı. Şafak bana bakmadan önümden geçecekken kolundan tuttum. Bedeni anında kasılırken bakışları yüzüme düştü. Kaşları hep olduğu gibi çatık kaşlarının arasındaki iz derindi.
"Konuşmamız lazım," dediğimde dudağının sol köşesi kıvrıldı ama alay kokuyordu.
"Seni dinleyecek havamda değilim Toral. Başka zaman ağzıma sıçarsın!" gözlerim irileşti. Boğazıma aniden oturan gıcıkla öksürdüm ama geçmedi.
"O ne demek canım," dur durak bilmeden "estağfurullah!" dedim. Nefesini gürültüyle bıraktı. Gözlerimi kolunu tutan elimde oyalanıp Eylem'e döndü.
"Gir sen," deyip arkasını döndü ve kolunu çekip merdivenlerden aşağı indi. Göle doğru yürürken ben de peşinden adımladım ancak Eylem'in sözleri beni durdurdu.
"Umarım haddini aşıp bir daha canını sıkmazsın. Onu sakinleştirmek bazen yorucu oluyor." sözleri, onu geçtim sesindeki ima yorucu olanın ne olduğunu belli ediyordu. Başımı ona çevirdim. Suratındaki alaya bulanmış zafer tanıdıktı. Yıllar önce aynı ifadeyi bir başka kadında daha görmüştüm... Soğuğu içime çektiğim nefesi dudaklarımın arasından bıraktım ve karşımdaki kadına gerçekten küçümseyerek baktım.
"Ona yetemediğin çok belliydi zaten... Endişe etme, bundan böyle yarattığım sorunları kendim hallederim." benimde ima ettiğim şey netti. Anladı... Gözleri öfkeyle parlarken ona göz kırpıp sırtımı döndüm. Ellerimi arkamda birleştirip seker adımlarla Şafak'a ilerledim. Gölün kenarında ellerini belinde bağlamış heybetli cüssesiyle dikiliyordu. Bu adam kesinlikle vücut geliştirmecisiydi.
"Sevgilin beni daha demin tehdit etti," omzunun üzerinden bana baktı.
"Eylem benim sevgilim değil." dudaklarımı büktüm. Ondaki bakışlarımı göle çevirdim ama çok sürmeden yan bakışlarla yüzüne baktım.
"Yatak arkadaşın mı?" esefle soluklandı. Başını önüne çevirip bir şeyler mırıldandı ama duyamadım.
"Toral!" değildi. Tonlaması, yılmışlığı Eylem'in sevgili ya da yatak arkadaşı olmadığını belli ediyordu fakat aralarında bir şeylerinde zaman zaman yaşandığı aşikardı. Ben anlardım... Arkamda kavuşturduğum ellerimi göğsümde bağladım.
"Çok yorulmuş seni sakinleştirirken... Yani o öyle ima edince..." dedim. Bana döndü. Kollarını benim gibi göğsünde bağlayıp asık suratla ve kısık sesle bağırdı.
"Sana ne! Benden, Eylem'den onunla olan ilişkimden sana ne!" omuzlarımı silktim. Başımı yere eğip önümdeki yaprak yığınını eşeledim.
"Bana ne tabii canım. Ben sadece... Eylem öyle laf edince," dedim.
"Sana neyse yorum yapma. Konuşma!" dudak içlerimi dişledim. Çamura bulanan ayakkabımın ucunu yapraklara sürtüp ona ters ters baktım.
"Tamam be ne bağırıyorsun?" gözlerini devirdi. Göğsünde bağladığı ellerinden birini çözüp alnını ovalayıp ofladı.
"Başım ağrıyor Toral. Ne diyeceksen de sal beni." kesinlikle yorgundu. Fakat ben de yorgundum. Başı ağrıdığı aşikardı. Lakin benimde başım ağrıyordu. Oyalanmadım. Uzatmadan konuştum.
"Boris mesaj attı." dikkatini sonunda çekebildim. Kaşları mümkünü varmış gibi daha da çatıldı. Dolunayın altında parlayan kara gözlerini gözlerime dikip soluklandı.
"Ne mesajı atmış it? Hem numaran onda ne geziyor kızım senin?" Toral değil kızım dedi. Bu da bir gelişmeydi.
"Yaaa," dedim yalandan nazlı nazlı. Kinayeli sesimi anında havada yakaladı ve bana gözlerini devirdi.
"İnanır mısın pek sevdim Boris'i al dedim bu numaram canın sıkılınca yaz bana! Ay ne bileyim ben ne geziyor bulmuş işte. Allah Allah!" yüzünü ekşitti. Başını sertçe ovalayıp gözlerini yumdu.
"Bağırma Toral bağırma. Yeterince sikildi beynim bir de sen mum dikme." yeniden Toral olduğuma elbette şaşırmadım. Mırıl mırıl bir sesle "iyi," deyince gözlerini araladı. Elini uzatıp ver işareti yapınca "ne?" dedim. Demekten ziyade cırladım desem yeriydi.
"Telefonunu ver." aldığım nefesleri oflayarak bırakıp cebimdeki telefonumu kilidini açarak ona uzattım. Beyaz ışık yüzüne yansıyınca yorgunluğunu fark ettim. Gözaltları koyu halkalara ev sahipliği yapıyordu. Yüzünden akan yorgunluğa usanmışlık eklenmişti sanki.
"Yedi sülalesini siktiğimin puştu!" dedi dolu dolu ama yok! Şafak'ın küfürleri ben de Ferah etkisi bırakmıyordu. Benim deli kız daha güzel küfür ediyordu. Ben sırıtınca bana tip tip baktı. Genzimi temizleyip ciddi bir ifade takındım.
"Ne partisi bu toplantı ne?" meraklı halime tip tip bakmaya devam etti.
"Seni alakadar etmiyor Toral." ona bir adım yaklaştım. Beni çok alakadar ediyordu. Özellikle beni alakadar ediyordu. O tam tersini düşünüyor olabilirdi ama öyle değildi. Bu partide, toplantıda beni pek güzel alakadar ediyordu.
"Öyle mi?" dedim.
"Öyle." dedi.
"İyi," deyip telefonumu elinden çekip aldım. Işığı yanan telefonun cebime sıkıştırıp gözdağı veren bakışlarımla yüzüne baktım. Madem o bahsetmiyordu benim için bu yolda her şey mubah olabilirdi.
"Ben de Boris'e sorarım. Hatta onunla giderim. Davete icazet gerekir öyle değil mi?" yorgunluğu uçup gitti sanki. Gözleri sinirle açılıp kısılırken iki eliyle yüzünü sıvazladı.
"Ulan! Otur oturduğun yerde iş açma başıma," bağrışına yüzümü ekşittim. Ona benzeyen öfkemle suratına bakıp parmağımı yüzüne yüzüne salladım.
"Bana bağırma! Karşında çocuğun yok senin. Boris davet ettiğine göre gelmem de bir sakınca yok. Aile toplantısı diyor. Demek ki bizimle ilgili konuşulacak. Ben de geleceğim Yarkın. Geride durup savaştığımı zannetmeyeceğim. En önde durup gerçekten savaşacağım. Ve sen de dediğin lafın arkasında durup bizim yanımızda yer alacaksın. Herkese karşı, her şeye rağmen." dedim gün yüzüne çıkan gerçekleri yok saydığımı ima ederek ama oralı olmadı.
Bana boş bakışlar atarak "iyi," dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Bu adam benim sinirlerimle oynuyordu. Cidden oynuyordu. Onun bir adımı benim on adımıma eşit olduğundan koşturarak yanına gidip önüne geçtim.
"İyi ne? Adam akıllı bir şey söyle." umursamadı. Yürümeye yeltendi ama engel oldum.
"Toral. Çekil önümden."
"Bir şey söyle. Bak vallahi ararım Boris'i gel al beni derim giderim onunla."
"Ara lan. Ara gelsin, almaya yeltensin seni bak bakalım onun o yanmış kellesini top yapıp sektirmiyor muyum?" alkışladım onu. Çok bilmiş, gıcık kızlar gibi yüzümü buruşturup başımı salladım.
"Fizik kuralları bakımından bu dediğinin pek olasılığı yok ama yaparsın sen. Sen de o caniliği görüyorum." derin bir nefes aldı. Aldığı o nefesi dudaklarının arasından gürültüyle bıraktı.
"Aferin sana zeki kız." yeniden yürümeye yeltendi ama önünü bir kez daha kestim.
"Seninle geleceğim o zaman." durdu. Ellerini ceketinin üzerinden beline yaslayıp bana baktı ve ofladı.
"Toral! Gidip zıbaracağım. Sen sabah uyanınca bir daha sor o zaman cevap veririm." omzuma çarparak eve yürüdü. Kapıyı açıp içeri girdi ama kapıyı kapamadı. Peşinden ilerledim. Eve girip kapıyı kapadım. Koltuklardan birisine yüz üstü bırakmıştı cüsseli bedenini. Oflayıp bakışlarımı ondan çekmeden çocukların odasına ilerledim. İçeriye sessizce girdiğimde ikisini yatakta diğer ikisini koltukta ayaklı başlı uyurken buldum. Yatak daha geniş olduğundan Uzay'ın yattığı tarafa yürüdüm. Yanındaki küçük boşluğa kıvrıldım.
Sığıştığım küçücük yerde sağa dönmek istedim olmadı. Sırtüstü uzanmak istedim o da olmadı. Güneş doğana kadar gözüme uyku girmedi. Gün ışıdı. Kuşların sesleri etrafı sardı. Yağmur dün sabah bıraktığı yağışlarını yeniden akıtmaya başladı. Aklımda sadece toplantı vardı. Ne olacaktı neler konuşulacaktı en ince detayına kadar bilmeliydim.
Doğrulup yatağın kenarına oturdum. Sol kolum ve bacağım uyuşmuştu haliyle. Kolumu ve bacağımı ovalayıp uyuşukluğu giderdim. Uyuyan çocuklara oflayarak bakıp önce yanımdaki Uzay'ı dürttüm o uyanırken ayak ucundaki Dağhan'ı da uyandırıp Andre ve Dağhan'a seslendim.
"Size söylemem gereken bir şeyler var uyanın," dedim kısık sesle. Hepsi uykulu gözlerle doğrulup bana baktı.
"Ne oluyor?" dedi Uzay gözlerini ovalarken.
"Boris mesaj attı." dedim hiç uzatmadan. Mesajın içeriğini, Şafak ile az önce yaşananlar ve ne yapmamız gerektiğini konuştuk.
Odadan sessizce çıkıp içeriye yöneldim. Şafak ve Kurt karşılıklı koltuklarda uyuyordu. İkizlerle, İlknura ve Eylem de evdeki diğer odada kalıyordu. Alp ise ya arabada ya da salonda boş bulduğu yerde uyuyordu. Ama görünürde yoktu.
Mutfağa gidip kendime kahve hazırladım. Dolaptan soğuk su alıp masaya bıraktım. Sandalyeye bacaklarımı kendime çekerek oturup kollarımı dizlerime yasladım. Gözlerim Şafak'taydı. Onu ilk defa uyurken böylesine derin uyurken görüyordum. Kurt her an uyanacak gibiydi ama Şafak sanki mezarında yatıyordu. Tüylerim ürperdi. Onu mezarın içinde düşünmek içimi tırmıkladı sanki. Gıcık bir his tüm bedenimi yalayıp kayboldu. Gözlerim yüzünde gezinirken takılı kaldığım yerler hep aynıydı. Kaşlarının arasındaki ve dudağın sol üstündeki yara izi merakımı kemiriyordu... İzler değil Şafak benim içimi kemiriyordu.
Gerçekte kimdi merak ediyordum. Neden Şafak'tı mesela. Ne yaşamıştı da böyle bir adama dönüşmüştü hepsini merak ediyordum. Annesini, babasını, kardeşlerini... Ona dair her şeyi ucunu alamadığım bir şekilde merak ediyordum. O gece orada oluşu, hiçbir şey yapmamasını kabullenemiyordum. Hep bir ama ve neden geliyordu Şafak'ın adının arkasından. Ancak öylesine kara kutuydu ki bu merakımı giderebileceğime olan inancım sıfırında altındaydı.
Kahvemden bir yudum aldım ama daha fazlasını içim almadı. Suyumu ve telefonumu alıp sessizce evden çıktım. Bu sefer verandada oturmak yerine ağaç kütüğünün olduğu yere yürüdüm. Güneş doğmuş, sis kalkmıştı lakin soğuk yerli yerindeydi. Suyumdan büyük bir yudum alıp şişeyi yere bıraktım. Telefonumu çıkarıp saate baktığımda 07: 12 olduğunu gördüm. Türkiye bir saat geriydi ama pek düşünmedim. Rehberime girip İz'im ismini buldum ve aradım.
"Canan?" dedi telefonu anında açarak. Sesindeki endişe ve merak kendini fazlasıyla ele veriyordu.
"Günaydın. Uyandırdım mı diyeceğim ama uyanıkmışsın." o hep erken uyanırdı.
"Günaydın. Oldu biraz evet. İyi misin Canan?" dedi gerçek bir endişeyle.
"İyiyim. Siz?"
"Bizde iyiyiz. Bir saniye," deyip hareketlendi. Adım seslerini ardından kapanan kapıyı duydum. Büyük ihtimalle yer değiştirmişti.
"Herkes uyuyor evde. Mutfağa geçtim." kaşlarım çatıldı.
"Herkes?" onaylayan mırıltıların ardından konuştu.
"Sema annelerdeyiz. Bir süre burada yaşayacağız." içim rahatladı. Onun ve bebeği için en doğru karardı. Hoş yanlarında olsam bebek doğana kadar hastanede kal diye diretebilirdim.
"En doğrusu olmuş kızını sağlıcakla kucağına alana kadar orada olman iyi bir şey."
"Ben de ilk yanaşmadım ama şu an iyi ki diyorum. Kızım sanki daha da güvende." sesine sinen rahatlama elle tutuluyordu. Herkesin acısı herkesin sınavı kendineydi. İzel'in sınavı hep hayalini kurup bir türlü kucağına alamadığı evlatları olmuştu. Kimi ne göre sağlık problemleri, kimi ne göre ilahi adalet, kimi ne göre ise bazı şeylerin kefaretiydi kayıp giden canlar. Ama en nihayetinde bir annenin evlat acısıydı bu kayıplar. Belki bundan sebep ona kızamıyordum...
"Kızını sevsinler senin..." dedim dolu dolu. "İsim belirlendi mi?"
"Sevsinler tabii. Bak benden bile çok sevebilirler hiç itirazım yok." dediğinde kıkırdadım. İzel farklı bir karakterdi aslında. Bizim yanımızda bazen çok bencil bazen çok umursamaz kalırdı ama bazı anlarda ona imrenmişliğim çok vardı. Onun gibi geride durup neyin ne olduğunu görmek, gördüğüm şeylerden sonra artı ve eksileri kafamda tartıp ona göre hareket etmek aslında en doğrusuydu lakin karakterlerimiz o kadar zıttı ki onun yaptığı gibi yapamıyordum. Ruhuma işleyen fedakarlık beni kendime bile kör etmiş gibiydi.
"Canan orada mısın?" İzel'in yüksek sesiyle silkelendim. Soğuktan akan burnumu çekip gözlerimi kapadım ve "hı," diyerek mırıldandım.
"Orada mısın sesin kesildi." endişeli ve meraklı hali devam ediyordu.
"Buradayım. Ne diyorduk isim, isim belli mi?" nefesini işittim.
"Yok. Henüz değil herkes bir şey diyor ama hiçbiri içime sinmiyor. Senin aklında var mı bir şey?" Başka bir şey diyecekti ama demedi. Aklıma gelen ilk şeyi hiç düşünmeden söyledim.
"Dünya koyma." duraksadı, kem küm edecek gibi olsa da kendisini toparlaması kısa sürdü.
"Yok... Düşünmedim zaten. İnsan ismiyle yaşar derler..." kapalı gözlerimi aralayıp başımı gökyüzüne kaldırdım. Bulutlar güneşin kızıllığından nasibini almışa benziyorlardı.
"Ondan değil İzel... Bizim zaten bir Dünya'mız var. İkincisine gerek yok." dediğimde uzun bir sessizlik oldu. İzel'in çok kısa bir an için olsa bile aklının kıyılarından kızına Dünya ismini koymayı düşündüğüne emindim ama olmazdı. Ailemizin bir tane Dünya'sı vardı ve hep öyle kalacaktı.
"Doğru..." beni nasıl anladığıyla bu sefer pek ilgilenmedim. Çünkü ismini Dünya koyarsa sonradan pişman olacağını biliyordum. Herkesin kızına istemeseler de sanki Dünya'ymış gibi yaklaşması, acıması, endişe etmesi bir süre sonra onu rahatsız ederdi. Kaldı ki dayım ve yengem bu durumdan rahatsızlık duyabilirdi. Biraz düşünürse neden öyle dediğimi anlayacağını bildiğimden üstelemedim.
"Minel'den yardım alabilirsin o sever böyle işlerle uğraşmayı," dedim. Küçük kızılım antin kuntin işlerle uğraşmaya bayılırdı.
"Alırım..." deyip susunca nefeslendim.
"Neyse... Ben seni aslında başka bir konu için aradım." görmesem de alt dudağını parmaklarıyla çekiştirdiğini, bakışlarının boş boş dalıp gittiğini biliyordum.
"Ne oldu?" dedi.
"Bana bir erkeği nasıl manipüle edeceğimi anlatmanı rica ediyorum." şaşkın şaşkın boşluğa bakakaldığına emindim.
"Af buyur!" kirpiklerimi kırpıştırıp çok kısa bir an gözlerimi yumdum.
"Manipülasyon, manipüle etmek. Hani utanmasan kitabının tillahını yazacağın konu."
"Aşk olsun Canan. Hem senin bir erkeği manipüle etmene ihtiyacın yok ki. Senin de ne kadar flörtöz olduğunu biliyoruz gerek yok yani manipüleye falan." gözlerimi devirdim o da anında "bana gözlerini devirme," diye cırladı. Dudaklarım kıvrıldı. Bu kızla aramdaki telepatik güç annemle bile yoktu.
"Deviririm devirmem sana ne! Hem zaten ben de flört etmeyi değil manipüle etmeyi sordum İz. İnan mesele flört olsaydı seni aramazdım." dedim. Ofladı, sandalyenin çekilişini duyunca sırıttım. Bana şimdi destan yazacaktı.
"Ay tamam... Kağıt kalemini al başlıyorum." dedi öğretmen edasıyla.
"Sen başla ben aklıma yazarım."
"İyi madem. Şimdi sen bana kimi manipüle edeceğini bir anlat. Kimdir necidir? Nasıl biri bunlar önemli. Karakteri, huyu suyu bunlar daha da önemli." Şafak'ı düşündüm. Brezilya'da karşılaştığımız ilk andan bu sabaha kadar olan her anı, konuşmamızı. Onu düşündüm.
"Adı Şafak Yarkın ve o korkunç birisi." dedim.
"Hmm. Nasıl bir korkunçluk?" Bacağıma yaslı elimi göz hizamda kaldırıp uzamış ve yer yer kırılmış tırnaklarıma bakındım.
"Bir kere aşırı acımasız ama bir o kadar da güçlü. Gözünün önünde adam öldürse şaşırmazsın ama bir bebeği sevse şaşar kalırsın. O bebeği kucağından alayım zarar görmesin dersin." abartıyor muyum diye düşündüm ama hayır abartmıyordum. İnsan öldürüyordu, hayvan öldürüyordu. Kucağında bir bebek görsem o bebek için ölümüne korkardım.
"Başka?"
"Karanlık İzel. Gerçekten karanlık ve kötü. Senin benim bildiğim kötülükten bahsetmiyorum. Ailemizin bizi hep koruduğu, uzak tuttuğu o kötülüğün vücut bulmuş hali. Sanki anne karnındayken de kötüydü doğarken de."
"Şanssızmış desene." dediğinde dudaklarım büküldü. Şans denilen şey sahip olduğumuz aileler miydi muammaydı.
"Bunu şansla açıklayabilir miyim emin değilim." dediğimde hmmm-ladı.
"Şafak denilen adam şu söz konusu ailelerden birisine mensup değil mi?" diye sordu.
"Evet," dedim.
" O zaman gerçekten şanssız. Bizim içine doğduğumuz aileyle onun içine doğduğu aileyi karşılaştırmak ne kadar şanssız olduğunu gösterir." dedi.
"Ama değişmeyi, farklı bir dünyayı seçebilirdi." bu sefer cık-ladı.
"Bundan emin değilim. Bazen insanın tüm kaçış kapıları kilitlenir Canan. İstemese de bugün olduğu kişi olmaktan kaçamaz insan." dudaklarım büküldü. Kaşlarım alnıma doğru kavislenirken nefesimi tuttum.
"Manipüle etmek istiyorum İz. Empati kurmak değil!"
"Tamam tamam. Devam et sen," dedi.
"Soğuk birisi. Tüm doğrular onun sanki. Ben asla yanlış yapmam havalarında. Egoist ve sana taş çıkartacak kadar manipülatif bir adam." dediğimde ofladı.
"Alınıyorum ama!" serzenişini hiç umursamadım. Doğruya doğruydu.
"Sus kız. Doğruyu söyleyeni anca kov zaten," Sinirle soluklandı. Ferah ile en sevdiğimiz şey onu her zaman sinir etmekti.
"Canan Ahsen bazen seni dövesim geliyor ama sakinim. Sen anlatmaya devam et," dese de uzun kirpiklerini durmadan kırpıştırdığına emindim.
"Huyu suyu pis anlayacağın. Sessiz, sır küpünün biri. Uçakların kara kutusu daha şeffaftır sana o kadar söyleyeyim." mırıltılar çıkardı. Su içtiğini de işittim.
"Anladım. Peki dış görünüşü?" kısa bir duraksamanın ardından.
"Cüsseli bir adam. Belli uzun yıllar spor salonlarından çıkmamış. Uzun ama en fazla 1,82 falandır. Boyu posu mankenlere taş çıkartır ama çirkin bir adam. Yüzü yani... Fakat karizmatik olduğu da bir gerçek... Yara izleri var. Ona farklı bir hava katıyor."
"Hmmm. Özgüveni de tavandır o zaman." dediğinde başımı salladım. Tam olarak öyleydi.
"Hem de nasıl. Tüm dağları ben yarattım havasında..."
"Anladım. Anladım... Son olarak aranızdaki ilişki nasıl?" dedi ama sesindeki değişimi fark ediliyordu. Merak ve endişe bakiydi ama kafasının karıştığı da belliydi.
"Berbat. O kadar dengesiz ve sorunluyuz ki evli bir çift olsak kırk kere boşanmıştık sana o kadar söyleyeyim. " dedim ama susar susmaz dilimi ısırdım. Evlilik ne alakaydı Canan?
"Nasıl?" dedi şüpheyle.
"Öyle işte. Sakin konuştuğumuz anlar nadir. Ya bağırıyoruz ya tehditler savuruyoruz. Birbirimizi hep yanlış anlıyoruz gibi. Ben hiç olmadığım kadar dik kafalıyım mesela. Kuyruğumu hiç sıkıştırmadım. Ya da o hiç çekinmiyor ne söyleyecekse söylüyor. Ama ben kötü bir şey deyince pişman oluyorum." kıkırdadı. Sonra kendini toparlamak için boğazını temizledi.
"Kırk değil ama bir yirmi beşiniz varmış," dediğinde gözlerimi devirip "İz!" diye söylendim.
"Ay tamam. Anladım ben aranızdaki dinamiği... Siz karşı karşıya olan iki kıtasınız ama aranızdaki köprü yıkık dökük. Vapur seferleri de yok. Yüzmek o akıntıda zaten imkansız. Orta yolu bulup birbirinizi anlayamaya fırsatınızda olmamış." bu kızın yaşadığı tek ilişkiyle bu kadar profesyonel ilişki koçu olması da ayrı bir olaydı. Ben onca flörte, ilişkiye böyle değildim. Hoş o hallerimde çok uzun zaman önceydi.
"İzel güzel söylüyorsun da onu anlamak istemiyorum kızım ben. Onu manipüle ederek bana kayıtsız kalsın istiyorum. Ne bileyim hep suçlu hissetsin ki bana, bize yanlış yapmaktan çekinsin. Bir yerde artık benim sözüm benim kurallarım geçsin istiyorum." oflarcasına soluklandı. Emin olamadığı belliydi ama beni karşılıksız bırakmak istemediğini biliyordum.
"Bunu flörtle de halledebilirsin ki aranızda bir flörtleşme olmadan manipüle etmen de ne kadar fayda sağlar emin değilim. Sana karşı içinde bir şeyler kıpraşmıyorsa, ki bu sadece aşk anlamında da değil. En basitinden sana acımak ya da öfke duymak gibi bir his bile beslemiyorsa üzgünüm onu manipüle etmek senin için çok zor olur. " alnımı ovaladım. Ne yapacağımı ben de bilmiyordum ki. Bu halimden ölesiye nefret ediyordum.
"Aslında ilk ben de böyle düşündüm. Ne bileyim sevgiyle, belki aşkla onu kendime bağlarsam hallederim sandım." nefes alıp verdi. Verişi fazla gürültülüydü.
"Ama kendine güvenmiyorsun değil mi?" göremese de başımı salladım. Aşkı biliyordum. Sevgiyi, sevdayı, o heyecanı ve hayal kırıklığını. Ama ne zaman Şafak'ı bununla vurmaya karar verdim her şey içimde tepe taklak olmuştu.
"İz." diyebildim sadece.
"Mesele flört etmekte değil belli. Öyle olsa beni sahiden aramazdın. Hadi ama Canan sen eskiden canın kime isterse onunla flört eder hevesin kaçınca da toz olurdun. Geriye kalbi kırık erkekler bırakmak senin için skoru en yüksek olan oyun gibi bir şeydi. Kimseden de korkup çekinmezdin. Ama şimdi belli ki hissetmek istemesen de aranızda bir çekim var ve sen onu kendine aşık etmeye çalışırken kendin aşık olmaktan korkuyorsun." dilim damağım kurudu. Yutkunmak istedim ama onu da beceremedim. Doğruya doğruydu söyledikleri ama Şafak konusunda yanılıyordu. Ya da ben yanılsın istiyordum. Benden ses çıkmayınca konuşmaya devam etti.
"Yasağın cazibesi her zaman daha çekicidir Canan. Adem ile Havva bu yüzden kovulmadı mı cennetten? Nice yuva bundan yıkılmadı mı? Bana bak en basitinden ne kan bağı vardı ne soy bağı ama ben bile yasak gördüm Yusuf Ali'yi kendime. Yıllarca uzaktan korkarak sevdim. Lakin bizim bir olurumuz vardı. Ama sizin yok Canan. O adam ile sen asla olamazsınız. Az çok hakimim konulara... Nedenlerini eminim benden daha güzel sayarsın kendine. Fakat ben en basitinden sana söyleyeyim. Öyle ya da böyle o adamın ellerinde Dünya'nın kanı var. Hiçbir doğru ya da hiçbir gerçek o adamın ellerinden Dünya'nın kanını temizlemez. "
"İzel," desem de sesimi ben bile duyamadım. Ona aşık değildim ki. İçimde sonu gelmeyen bir nefret vardı hatta.
"Bunu kendine yapma. Barış'tan sonra her şeye kendini kapatmışken özlemle sevilmeyi bekleyen kalbini bir hiç uğruna yakma Canan." eski hatıralar bir biri aklıma düşünce hınca hınç bir öfkeyle kederlendim. Güzel olan, güzel olacak her şey sadece Dünya'nın ölümüyle yok olmamıştı. Belki toprağa kavuşmamıştım ama o gece ben de ölmüştüm. Katillerimde belliydi ama sadece ben biliyordum.
"Bana ona köpekler gibi aşık olacakmışım gibi davranmasınız mı? Ferah'ta uyardı beni. Kimin kim olduğunun gayet farkındayım ben." yükselen sesim karşısında boğazını temizledi. Bu yine diyeceklerim farklıydı ama yuttum hareketiydi.
"Eminim farkındasındır civcivim. Ama sen de kendini biliyorsun..."
"Eskidendi o. Artık ne flört edebiliyorum ne aşık olabiliyorum. Geçti benden." dedim. Öyleydi, yıllar sonra yakınlaştığım tek erkek Gabriel olmuştu lakin o da hiç olmamış gibiydi.
"Aaaa! Dayaklıksın yaa. Aşık olma demiyoruz ki sana. Yanlış kişinin kim olduğunu bile bile kapılmadan korkuyoruz. Ferah'ta aynı şeyi düşünmüş demek ki." uykusuzluktan yanan gözlerimi kapayıp acısının geçmesini bekledim ama söylenmekten de geri durmadım.
"Of, tamam. Merak etmeyin ben her şeyin farkındayım. Aşk şu durumda düşüneceğim son şey bile değil. Sen şu manipüle şeylerini anlat artık." boğazını yeniden temizledi.
"İyi madem. Güzelce yaz aklına, tekrarlamam." yalan tehdidine dil çıkardım ve o bana yine görmediği halde "o dilini kopartırım," dedi.
"Tamam İzel, tamam haydi." dedim.
"Manipülasyonun ilk kuralı mağduru oynamaktır. Yani en azından bana göre öyle... Ona karşı her koşulda mağdur olanı oyna. Mağdur o olsa bile."
"Ben ve mağduru oynamak mı?" tırnaklarını masaya vurduğunu işittim. Sanırım onu sinir etmek üzereydim.
"Manipüle etme sanatına hoş geldin tatlım." gözlerimi devirdim ama bu sefer hissedememiş olacak ki gözlerini devirme diye bağırmadı.
"Devam et," dedim.
"Mağdur olmanın yanında hep mahzun prensesi oyna ama arada tırnaklarını da çıkart ki ne oluyor ya desin." sırıttım. Bu dediğinden ara ara kendiliğinden oluyordu.
"O okey," dediğimde devam etti.
"Ona tehditler savurmaya devam et hatta ültimatomlar ver ama sonra ona bir kahramana ihtiyacın varmış gibi hissettir." yüzüm kendiliğinden ekşidi.
"Efendim ne dedin Sacide?" güldü. O tatlı kıkırtısını özlemiştim.
"Bak böyle yaparım öyle yaparım de. Böyle yapmazsan şöyle olur de ama sonrada bunları o olmadan yapamazmışsın gibi davran." zaten öyleydi ki. Karışan kafamı çözüme ulaştırmadan konuşmasına devam etmesini istedim.
"Ara sıra duygusal patlamalar yaşayıp sessizleş. Seni merak etsin. Ne oldu dedirt ona. Sonra da kavga et, aşağıla onu. En sonda da özür dile fakat ona haklı olan bendim ama bak yine de özür diledim-i göster." uzunca esnedim.
"Bu kadar mı?"
"Yok son bir şey daha var." dedi sır verir gibi.
"Neymiş o?"
"Şeffaf ol Canan. Şeffaf, açık ve dürüst. Sen ona böyle oldukça tabii tırnak içinde... O da bir süre sonra kendini kötü ve suçlu hissedecektir." başımı sallarken buldum kendimi. Bir kez daha esneyip yere kaydım ve sırtımı kütüğün yosunlu gövdesine yasladım.
"Sen benim amcamı böyle mi ayarttın kız?" dedim sırıtarak. Şimdi yanında olsam saçını da çekip tüyerdim.
"He Canan he." kızışına ayrı güldüm. İç çekerek nefeslenip teşekkür ettim. Beni son kez anne edasıyla uyardığında telefonu yüzüne kapadım. Esnemelerim artınca biraz daha kayıp başımı kütüğe yasladım ve gözlerimi kapadım.
Omzumdan dürtülüşüm ve adımın seslenişiyle araladım gözlerimi. İlk bakışta bulanık gören gözlerim Şafak'ı ve onun hemen arkasındaki Alp'i zorlukla seçti. "Kafayı mı yedin kızım sen ?" dei Şafak. Fazla gergindi. Kulak kabarttığımda arkada ismimi bağıran çocukları işittim.
"Ne oldu?" dedim esneyerek uyuya kaldığım yerden kalkarken.
"Sizi göremeyince çocuklar telaşlandı. Etrafta da bulamayınca Boris..." Alp konuşmaya devam edecekken Şafak engel oldu sert ve bağıran sesiyle emirler savurdu.
"Git haber ver bulduğumuzu. Deli danalar gibi bağırmasınlar." Alp başını sallayıp "hemen abi," dedi. Dönüp gidecekken bana tekrar baktı ve eliyle karnımın üzerini işaret etti.
"Şey, üstünüzde tarantula var." başım anında önüme döndü. Önü iliklenmiş ince kazak hırkamın üstünde büyükçe bir tarantula vardı ama sorun etmedim. Başımı kütüğe yeniden yaslayıp alnımı ovaladım. Başım hala ağrıyordu ve büyük ihtimalle çok uzun bir süredir buradaydım.
"Zehirli değil mi bunlar?" dedi. Sesindeki iğrenti canımı sıktı. Hayvanları gerçekten sevmiyordu. Yenmedikçe tabi.
"Evet," dedim umursamazca. Karşımda başkası olsa karnımda keyif yapan kahverengi tüylü tarantulayı yüzüne fırlatmak vardı ya bu davar kesin caniliğini konuştururdu.
"Isırırsa?" omuz silktim. Kucağımdaki ufaklığı elime alıp parmaklarımın üzerinde dolanmasını izledikten sonra yere yaprakların arasına bıraktım.
"Kaşıntı, kızarıklık ve inceden batma hissinden fazlası olmaz. Alerjik değilsen tabii." deyip yerden kalktım.
"Boris'e gittim sandın değil mi?" Üzerimi silkeleyip bana tuhaf bir varlıkmışım gibi bakan adama baktım. Hayvanlarla olan bu ilişkime bu adam kadar şaşıp kalanı daha önce hiç görmemiştim.
Ellerini pantolonun cebine sıkıştırdı. Başını sol omzuna doğru eğip beni bir suçluyu tespit etmek istermiş gibi süzdü. "Dün gece zırvaladıklarından sonra neden aksini düşünmemeyim ki?"
"Şafak, Şafak, Şafak..." dedim alaylı alaylı. Bakışlarıma da sirayet eden o alayla kara gözlerine baktım.
"İşte bak senin ve benim aramdaki fark tam olarak bu!" tek kaşı kalktı. Ona bir adım yaklaşıp yüzüne yüzüne konuştum.
"Ben düşmanımda olsan sana saygı duyuyorum. Sen dün gece sabah yeniden sorarsın dediğinden seni bekledim." ifadesizliğini bozmadı ama başını yere eğip derince soluklandı. Durmadım, üzerine gitmeye devam ettim.
"Utanır mısın? Sanmam..." başını sağa sola sallayıp küçük bir gülüşle başını yerden kaldırdı.
"Sadakatin gözlerimi yaşarttı." dedi. Onunda sesinde ve yüzünde alay vardı.
"Sadakat... Evet öyleyimdir. Aynı şeyi senden de bekleriz diyeceğim de eminim çok zorlanırsın." yanından usul adımlarla omzuna çarparak geçip gittim ve eve yürüdüm. Arkamdaki varlığını önemsemeden verandaya çıkıp kapısı açık eve girdiğimde çocukların kızgın bakışlarıyla karşılaştım.
"Uyuyakalmışım. Şöyle bakmayı kesin de masaya geçin hepiniz konuşacaklarımız var." dediğimde evin kapısı gürültüyle kapandı.
"Kimsenin masaya geçmesine gerek yok Toral." gözlerimi kapatıp birkaç saniye soluklandım. Topuğumun üzerinde dönüp ona baktım.
"Var. Bu evde bulunan hiç kimse birbirinden bir şey saklamayacak. Madem aynı cephedeyiz. Madem yan yanayız şeffaf ve dürüst olacağız. Aramızdaki ilişkinin sağlam ve güvenilir olması lazım Yarkın. Sen yalan dolana alışmış olabilirsin ama üzgünüm biz hiç öyle değiliz." deyip salondakilere geri döndüm ve "herkes masaya!" diye nazikçe bağırdım.
İlknura dışında herkes masaya geçerken Kurt yavaş hareket ediyordu. Onların peşinden masaya geçtiğimde geçen sefer oturduğum yere oturdum. Şafak çok geçmeden yanında Alp ve İlknura ile karşıma yerleşti. Konuşmak için boğazımı temizlediğim sırada evin içinde bir kapı açıldı ve adım sesleri yanımızda sona erdi.
"Bensiz toplantı ha! Bunu sevmedim." Eylem salatadan çıkan limon çekirdeği misali ağzımın tadını tuzunu her seferinde berbat ediyordu.
"Görende seni mühim biri sanır Eylem," dedi İlknura. Onunda Eylem'den haz etmediği fazlasıyla belliydi. Ancak Eylem bana yaptığının aksine İlknura'ya karşı sessiz kaldı. Eh, İlknura'nın Şafak için önemini ve etkisini biliyordu. Eylem kendisine boş bir yer bulup yerleşirken telefonumu çıkarıp Ferah'a herkesle bir arada olduğuma ve onu arayacağıma dair kısa bir mesaj atıp aradım ve hoparlöre alıp masanın üzerine bıraktım.
"Cat?" telefonu anında açtı.
"Müsait değilsen de müsait ol." dediğimde koşuşturan adımları ve açılıp kapanan kapı sesinden sonra "tamamdır seni dinliyoruz," dedi. Çoğul eki babamın yanında olduğunu bas bas bağırıyordu sanki.
"Dün gece Boris'ten bir mesaj aldım," dedim. Bakışlarım çocukların yüzlerinde dolanıp Şafak'ta durdu. Sol kaşım kendiliğinden kavislenirken ilk tepki telefonun diğer ucundan geldi.
"Ne mesajı?" diye sordu Ferah. Uzatmadım olanı olduğu gibi söyledim. Çocuklar ilk defa duyar gibi tavırlar sergilerken Hayat'ın tepkileri elbette aşırıydı.
"Bir partiden ve aile toplantısından bahsetti. Benimde ona eşlik etmemi istiyor." Şafak arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağladı ve bana hadi yap ne yapacaksan der gibi baktı.
"Tuzak olabilir Canan!" Ses Ferah'ın sesiydi ama sözler sanki babamındı. Bunu burada bulunan herkes düşünüyordu zaten.
"Denemeye değmez mi?" dedi Dağhan. Fazla düşünceli görünüyordu.
"Neye göre? O toplantıda kim olacak biliyor muyuz ya da nerede olacak bize ne fayda sağlayacak? Ola ki tuzak değil oraya gittiğinde sana zarar vermeyeceklerinin bir güvencesi de yok öyle değil mi? Y ada siz oradayken çocuklara saldırmayacaklarının bir güvencesi de yok!" Ferah'ın soruları herkesin birbirine bakmasına neden oldu.
"Bunları Boris ile konuşabilirim ya da sanırım buna Kurt, bir Molnar olarak bize yanıt verebilir." Kurt'a pas atışımla Şafak gözlerini kapayıp sakallarını sıvazladı. Sakalları da ilk gördüğümde üç numara olan saçları da fazla uzamıştı.
"Boris ile iletişime geçmeyeceksin Toral..." dedi her zamanki emir veren sesiyle.
"Buna sen mi karar vereceksin?" dilini dudaklarında gezdirip çenesini kastı.
"Evet. Onun tek amacı seni yem etmek," ikidir bunu söylüyordu ama altını bir türlü doldurmuyordu. Bu sefer ben arkama yaslandım. Bacak bacak üstüne atıp üstteki bacağımı sallamaya başladım.
"Nasıl yem edecek beni bir anlatsana lütfen."
"Yeniden veliaht olmak istiyor. Seni aileye sunacak ve kaybettiğini geri alacak..." istediğim cevabı Şafak yerine Kurt verdi.
"Ya da size kardeşini verecek. Böylelikle ortalığı boş bulup kardeşinin ondan aldığı veliahtlığı o da kardeşinden almış olacak." dedi İlknura araya girerek. Dediği de en az Kurt'un dediği kadar mantıklıydı.
"O herifin kardeşine gücü yetmez. Yetseydi bu halde olmazdı." bakışlarımız Şafak'a kaydı. Dediğinden çıkardığım tek şey Boris'i o hale kardeşinin getirdiğiydi. Kanım çekildi, tüylerim diken diken oldu. Boris'in yüzü, bedeni gözümün önünde belirdi. Çok kötü bir haldeydi ve o hale gelirken amansız acılar çektiği aşikardı. Kardeşine acımayan başkasına da acımazdı ki...
"Bu toplantı nasıl bir şey Kurt sen biliyor musun?" Ferah'ın telefondan yükselen sesiyle Kurt kıpırdandı. Siya beyaz oduncu gömleğinin altına giydiği boğazlı kazağını çekiştirip ellerini birbirine sürttü.
"Aile toplantıları her yıl sene sonunda olur aslında. Eğer parti verilerek duyuruluyorsa çok önemli bir toplantı olacağı işaret edilir. Ya düzeni değiştirecek yeni kararlar açıklanır ya da yeni bir veliaht ilan edilir." Kurt'un açıklaması Şafak'ın yem olacaksın tezini doğruluyordu. İnanasım gelmese de haklıydı. Boris beni yem edecekti. O böylelikle yeniden veliaht olurken ailelerde benim aileme zamanında susmaları için verdikleri gözdağını gerçeğe çevirip cesedimi kapımızın önüne atacaklardı.
"Boris'in beni neden davet ettiği anlaşıldı." diye mırıldandığımda Şafak'ın gözleri üzerimdeydi. Ben sana dedim diyordu o gözler. Bana inanmadın ama ben sana doğruyu söylüyorum, diyordu.
"Peki bu partiye kimler davetli?" dedi Andre. Bakışları İlknura ve Şafak'ın arasında gidip geliyordu.
"Malum aileler, o ailelerin dostları, iş ortakları, ağlarına çekmek istedikleri falan. Parti hangi ülkedeyse o ülkenin ensesi kalın, sandalyeleri sağlam itleri..." Kurt konuşurken Şafak'la gözlerimiz kesişti. Bana dik dik bakarken benim mavilerim kaşlarının ortasında beliren ide dolanıyordu. Yıllar sonra bu zamanı düşünsem Şafak'a dair hatırlayacağım en belirgin şey o yara izi olacaktı sanırım. Bir de dudağının üstünde, sus çizgisinin solunda özensize dikilmiş yarası. Bu iki yara ona dair olan ve unutmayacağım iki şeydi.
"Yarkın ailesi?" dedim gözlerimi yara izlerinden çekmezken. "Onlarda davetlidir eminim ki. Ne de olsa lider olan aile Yarkınlar öyle değil mi Şafak?"
"Ne?" bu tepki ikizlerden gelince ayrıyeten şaşırdım. Bakışlarım hızla onların üzerinde gezinirken şaşkınlıklarının gerçekliği ve samimiyeti kaşlarımı çatmama neden oldu. Bilmiyorlar mıydı?
"Ne demek lider aile?" Ekin'in şaşkın ama öfkeli sesi alev alevdi.
"Haberiniz yok mu?" dedim. Gözlerim yeniden Şafak'a kaydı. "Abiliğin gerçekten berbat. Bu kadar önemli bir konuyu kardeşlerinden nasıl saklarsın? Gerçi eminim daha çok şey saklıyorsundur sen. Babalarını biliyorlar mı bari?" dilimi ısırışım ani hissettiğim pişmanlık bakiydi. Bu aralar dilimin ayarına asla sahip çıkamıyordum.
Şafak hışımla yerinden kalkıp elini masaya sertçe vurdu ve yüzüme doğru bağırdı. "O çeneni bir kapa artık!" Yerimde kıpırdamadan otururken çocuklar benim yerime ayaklandı. Uzay, Şafak'ın kolundan tutup "hop hop! Yavaş gel sen bi!" deyince bende olan dikkati dağıldı ve öfke bürüyen bakışlarını Uzay'a çevirdi.
"İndir o elini çocuk!"
"Senin sözlerinin bende bir geçerliliği yok be abicim. Ben senin tasmalı itlerine benzemem! Ne kardeşlerimle ne ablamla böyle konuşamazsın!"
Şafak kolunu sertçe çekip birden Uzay'ın boğazını kavradı ve onu hemen arkasındaki duvara yapıştırdı. Dağhan anında müdahale ederken yerimden nasıl kalkıp yanlarına gittim anlamadım bile. Elimi Şafak'ın eline yaslayıp çekiştirirken bir yandan da bırakmasını söylüyordum ama duymuyor gibiydi.
"Bırak Şafak! Bırak dedim sana." benim bağrışlarım Dağhan ve çocukların çabası yeterli olmadı. Araya Alp girdi, İlknura ve Kurt'ta yardıma geldi ama Şafak bana mısın demiyordu..
"Bırak onu da mı öldüreceksin bırak diyorum sana!" söylediğim, yaptığım ima değildi onu durduran Ekim'in can havliyle "yeter," diye bağırışı ardından "yeter abi yeter!" diye ağlamaya başlamasıydı.
"Yeter!" ağlayarak dizlerinin üzerine düşmüş bir Ekim durdurdu Şafak'ı. Hepimiz şaşkınlıkla Ekim'e bakakaldık. Dış görünüşüyle sem sert kabuklarla bezendiğini düşündüğüm o kaba ve erkeksi tavırlarıyla duygusuzum diye bağıran kızdı şimdi karşımızda ağlayan.
Ekin ikizini kaldırmak için çabalasa da Ekim'in pelte kıvamında olan bedeni yerden kalkamıyordu. Ekim'deki bakışlarım Şafak'a kaydı. Onun şaşkınlığı bizden daha fazla daha sarsıcıydı. Uzay'ın boynuna sardığı eli kendiliğinden düşerken kardeşine doğru bir adım attı ama onunda hali pek iyi durmuyordu.
"Hepsi senin suçun, her şey!" Ekin zar zor kucakladığı ikizini gövdesine yaslarken aynı zamanda abisine nefretini kustu. İlknura araya girecek gibi olsa da o da yapamadı. Bir anda değişen konu ve ortam herkesi etkisi altına almıştı.
"Keşke bizim yaşamamıza izin vermek yerine kendini de öldürseydin!" Ekin'in öfkeyle harmanlı sesine karışan nefret sahiciydi. Benim korku sandığım şey nefretti. İkizler Şafak'tan gerçekten nefret ediyordu.
"Ekin..." dedi Şafak ama bakışları ağlamaya devam eden Ekim'deydi.
Ekin, Ekim'in omzuna yaslı başına yanağını yaslayıp arkasını döndü ve kaldıkları odaya ilerledi. Gözden kaybolduklarında tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktım. Şafak hemen önümde öylece dikilirken Uzay'a baktım. Boğazı kıpkırmızıydı. Yanına adımlayıp parmak uçlarımla tenine dokunmaktan korkarak değdim.
"İyi misin?" başını salladı. Sonra da gözlerini kapayıp elimin üzerine elini yaslayıp başını duvara vurdu. Andre ve Hayat benim gibi endişeli gözlerle Uzay'ı incelerken Dağhan'ın barut kokan bakışları Şafak'ın üzerindeydi.
"Dağ!" dedim kısık bir sesle. Bakışları beni buldu. "Şimdi değil. Hiç sırası değil..." dilini dudaklarının üzerinde gezdirip burnunu çekti. Başını bizden yana çevirip Uzay'ın omuzunu sıvazladı.
"Neler oluyor herkes iyi mi?" Ferah'ın derinden gelen endişeli sesiyle kendime geldim. Silkelenip masaya ilerledim ve telefonu alıp hoparlörden çıkartarak kulağıma yasladım.
"Sorun yok Feri. Ben seni yeniden arayacağım." deyip telefonu kapadım. Şarjı da bitmek üzereydi zaten. Herkes hâlâ aynı yerinde dururken boğazımı temizledim ve "kendinize gelin," dedim.
İlk toparlanan Kurt oldu. Ensesini kaşıyarak salona ilerleyip hep uzandığı koltuğa uzanırcasına oturdu. Çocuklar masaya geçip yerlerine yerleşirken Alp ve İlknura endişeyle Şafak'a bakıyordu. Eylem ise kılını dahi kıpırdatmamıştı.
"Şafak," diye usulca kuzenine yaklaştı İlknura. Koluna dokunmak istedi ama Şafak hiddetle kendini geri çekip ağır ve sert adımlarla evden çıktı. Hepimiz arkasından bakarken duyduğum alkış sesiyle önüme döndüm. Eylem yüzünde anlamlandıramadığım bir zafer sırıtışıyla bana bakıyordu.
"Her şeyi berbat etmekte üstüne yok."
"Sen bir sussana!" İlknura benim yerime Eylem'le muhatap olmaya başlayınca rahat bir nefes verdim. Çocuklara son kez bakıp evden çıktım. Şafak gölün kenarından hızı hızlı yürüyordu. Önce koşa adımlarla sonra da sakince peşinden ilerledim. Yamacında uykuya daldığım kütüğün önüne geldiğinde durdu ve birden kütüğü tekmelemeye başladı. Sessiz etiği küfürler dört bir yanımı sarınca ona küfretme konusunda haksızlık ettiğimi fark ettim. Ferah ile rahat yarışırdı.
"Yuh! O son ettiğin küfrün meali ne?" kararmış gözleri beni buldu. Hınç ve öfke dolu o gözlerde ilk defa yaş görüyordum. Yutkunmak istedim ama dilimi ısırdım. Sanırım yine ince bir yere dokunmuştum.
"Ne işin var burada?" dedi tükürür gibi. Bana karşı o kadar doluydu ki fırsatı olsa bir avazda canımı çıkartıp gömeceğine inancım sonsuzdu. Fakat geri adım atmak yerine ona adımladım. Yanında durup ellerimi arkamda birleştirdim ve gölü baktım.
"Konuşmaya geldim." dediğimde kahkahalar atarcasına güleceğini beklemediğimden hızla ona döndüm. Öyle hızlı hareket ettim ki boynum sızlıyordu. Şafak ellerini dizlerine yaslayıp kıkırtılar çıkartarak soluklandı ve bana baktı.
"Sen ruh hastası tuhafın tekisin!" tuhaf olduğumu hep söylüyordu ama ruh hastası olduğumda söyleyen ilk kişi değildi.
"İltifatın için teşekkür ederim." kedi bakışları atarak gülümsedim. Doğruldu. Başını arkaya atıp nefeslendi ve bana yeniden baktı.
"Ne konuşacaksın kızım sen daha? Sıçtın batırdın bir de sıvayayım mı dedin?" omuzlarımı silkip "cık," diye homurdandım. Rahat bir duruşla ona bakarken İzel'in sabah ki konuşmamızda söyledikleri kafamın içinde cirit atmaya başlayınca bakışlarımı ondan kaçırdım.
"Niyetim ikizleri üzmek değildi Şafak. İnanmamakta özgürsün ama gerçekten niyetim o değildi. Ben..." susup kederle nefeslendim. O rahat duruşumu bilerek sarsıp ona yan gözlerle baktım.
"Ben sana dair o geceye dair öğrendiklerimden sonra sakin kalamıyorum. Dur diyorum kendime, sus diyorum ama öfkem ve acım o kadar büyük ki dışa vuran şey boğazıma dizilen hıçkırıklarım değil bu duruma olan hıncım..." sonlara doğru sesim titreyince dudaklarımı ısırdım. Bakışlarımı ondan çekip burnumu kasten peş peşe çektim ve akmayan gözyaşlarımı silermiş gibi yapıp ona sırtımı döndüm. Gözlerimi doldurmaya çalışırken ondan bir iki adım uzaklaştım.
"Aynı saftayız diyorsun ama aramızda o kadar çok yalan ve sırlar varmış gibi hissediyorum ki engel olamıyorum kendime. Hemen çıkıyor tırnaklarım... Hem sen!" deyip ona döndüm ve birden üzerine yürüyüp onu gövdesinden ittirdim.
"Sen nasıl Uzay'ın boğazına yapışırsın?" düşecek gibi oldu ama kendini toparladı. Ani değişimime şaşkınca bakıp kaşlarını çattı. Bu adamın normali buydu arkadaş. O kaşlarının normal kaldığı bir anı hatırlamıyorum desem yeriydi.
"Sen harbi ruh hastasısın kızım! Manyak mıdır nedir?" birden bağırıp birden alçalan sesiyle bana güya hakaretler yağdırıyordu. Ona ters ters bakıp kollarımı göğsümde bağladım.
"Bir daha sakın Şafak. Ne olursa olsun bir daha sakın çocuklara bu şekilde yaklaşma! Sakın diyorum bak. Eğer bir daha böyle bir şey yaparsan zamanında benim boğazıma dayadığın o bıçak döner dolaşır sana saplanır haberin ola!" bana baktı. Kirpiklerini kırpıştırıp şaşkınlığını gizlemeye çalıştı ama dudağının kıvrılan köşesi beni huzursuz etti.
"Başsavcının anarşist kızından sonra bu katil olmaya meyilli kızı daha çok sevdim. Yusuf Toral gibi bir adamdan senin gibi bir kız nasıl çıkmış anlamış değilim. " gözlerimi devirip yıllardır milletten duyduğum o atasözünü dile getirdim
"Çünkü ben; o ne anasının gözüdür o, diye hayıflanılan kızım!" dediğimde yüzüme bu sefer aval aval baktı.
"Bak sen," dedi alaylı bir şekilde ama ufaktan keyiflendiği de belliydi. "Annenin kızısın yani." küçük görüyormuş gibi değil de inanmıyormuş gibi çıkıyordu sesi.
"Evet doğru." dedim gözlerimi ondan kaçırırken. O laftan da hiç haz etmezdim aslında. Sanki bana değil anneme deniyormuş gibi algılardım hep.
"Babamın da hakkını yiyemem ama ben mükemmel bir kadın tarafından yetiştirildim... O kadının öğretileri, değerleri, bana kattığı her şey çok kıymetli."
"Ne şans ama!" alaylı sesi canımı sıktı. Ondan kaçan gözlerim yine onu buldu. Yüzündeki gölgeler uzansam tutacağım kadar belirgindi. Bir nefes daha bıraktım dudaklarımın arasından ve "haklısın," dedim.
"Aden'in kızı olduğum için çok şanslıyım..." dudağının köşesi kıvrıldı. Burnundan soluklanırken "hıh!" mırıldanışı küçümseyiciydi. İki adım öne adımlayıp karşısına geçtim. Mavilerim, karalarına tırmandığında karşılaştığım sancılar ağırca yutkunmama neden oldu.
"O yüzden... Özür dilerim. Ne olursa olsun annen hakkında bu şekilde konuşup o sözleri söylemek benim haddime değil!" o sarsılmadı ama sanki yer ayaklarının altından kaydı da sol ayağını istemsizce geriye attı. O sarsılmadı fakat esen rüzgar dimdik duran omuzlarını düşürdü. O sarsılmadı ama aramızdaki sessizlik birer ateş topuna dönüşüp bir ona bir bana vura vura söndü.
"Bir daha olmayacak..." başı yere düştü. İki yanında yumruk olmuş ellerini arkasına saklayıp bakışları yerde olan başını sallayıp arkasını döndü lain gitmesine izin vermedim.
"Şafak," dedim sakince. Adı dudaklarımdan ilk defa bu kadar yalın çıkıyordu. Omzunun üzerinden bana bakınca ona bir adım yaklaştım.
"Sizde orada olacak mısınız?" bakışlarını önüne çevirip başını hafifçe arkaya yatırdı ve nefesini dudaklarının arasından bıraktı. Bana dönünce ona bir adım daha yaklaştım. Aramızdaki boşluğu iyice kapatıp karşısında dikildim.
"Olacaksınız elbette. Sen peki gidecek misin?"
"Gideceğim Toral. Çünkü beni de ilk defa çağırdılar." dedi. İlk defa gidecek olmasına şaşırmadan edemedim.
"İlk defa mı?" yüzünde bir sırıtış doğdu ama ne sıcaktı ne samimi bilakis o sırıtışıyla dövüyordu sanki beni. yüzünü yüzüme eğip nefesi yüzümü yalayana kadar yaklaştı.
"Unuttun mu ben bir piçim!" gözlerim kendiliğinden kapanırken dudaklarımı birbirine bastırdım. İçerlemişti. Bu meseleyi, annesine ve kardeşlerine ve onların babalarına olan yaklaşım ve söylemlerime fazlasıyla içerlemişti. Umurumda mıydı belki biraz.
"Gerçekten özür dilerim." gözlerimi araladığımda aramızdaki mesafenin daha da kısaldığını fark ettim. Karalar daha yakınımdaydı. Mavilerim iki kaşının arasındaki ize takıldı. İz uzunlamasınaydı. Sanki düşmüşte bir şeyler çizmiş gibi ya da bir cam kesiğiyle oluşmuş ama dikilmediği için kendiliğinden kapanmış bir yaraydı. Dokunmak için karıncalanan parmaklarımı yumruk yapıp arkama sakladım ve Şafak'tan bir adım uzaklaştım. Bakışlarım ondan kaçarken boğazımı tekrar tekrar temizleyip göle doğru adımladım.
"Sana eşlik etmek istiyorum." dedim.
"Unut bunu!"
"Şafak!" diye homurdandım ama bir yerlerine takmadı beni.
"Unut dedim!" ofladım. Ellerimi belime yaslayıp ona yeniden döndüm. Aynı yerde durmuş kıpırdamıyordu.
"Neden bu kadar katı ve önyargılısın anlamıyorum. Belli ki seni boşa çağırmadılar. Zaten yanında olduğumuzu biliyorlar Şafak. Bırak geleyim, yanında olayım. Madem onlar senin de düşmanların bırak gerçekten yan yana olalım." gözleri kısıldı. Söylediklerimin aklının çeperlerine çarpıp durduğunu anladım.
"Düşmanımın düşmanı dostumdur diyorsun yani?" dedi ama emin olamadığı çok belliydi.
"Neden olmasın..." deyip aramızda koyduğum mesafeyi yine ben kapadım. "Dürüst olacağım Şafak... Sana karşı içimde haddi hesabı olmayan bir öfke ve hınç var doğru. Fakat adının yanına hep bir ama geliyor. Ne olursa olsun ne dersen de hep bir ama var sana dair bende. O ama ise ardı kesilmeyen bir sürü soru işaretlerine gebe!"
Göz bebekleri titredi sanki. Çirkin yüzünde bir şeyler kıpırdandı. Omuzları daha dik daha heybetli göründü gözüme. O bir şey demedi. Ben de konuşmaya devam ettim. "Tek sebep bu da değil. Babam yanında kalmamı söyledi bu da sana bir gram dahi olsa güvendiğini gösterir."
"Baban bana güveniyor mu?" yüzündeki ve sesindeki şaşkınlık gerçekti.
"Tamamen değil belki ama şu an burada karşında olduğuma göre güveni var demektir... Bak senin baban nasıl biri bilmem ama kendi babamı bilirim. Karısına deli divane aşık bir adam ve kızlarına çok düşkün bir baba."
Bakışlarını kaçırdı. bir eli ensesini ovalarken akışlarımı yüzünden çekmeden konuşmaya devam ettim. "Onun doğruları değişmez. Yargıları hep aynı ve kalıcıdır. Yanlışsa kendisine doğru olsa bile yanlışa yanlış der. Kolay kolay kimseye güvenmez ama görünen o ki senin kim olduğunu bildiği halde sana güveniyor. Eğer sana hiç güvenmiyor olsaydı inan bana ne ben ne çocuklar burada olmazdık."
Düşünceli hali tavırlarına yansıdı. Sağa adımladı, sola yürüdü. Bakışlarını etrafta gezdirip yerdeki yaprakları eşeledi. Sonra bana baktı. Kara harelerinde parlamaya başlayan parıltılar doğru yolda olduğumu gösteriyordu. Ya da ben öyle sanmak istiyordum.
"O yüzden hesaplaşmamızı sonraya bırakalım. İzin ver ben de bu savaşta yanında savaşayım. Onlara düşmanlarının senin yanında olduğunu göster. Ben de en az sizin kadar güçlüyüm de!" gözleri bir yerlere dalıp gitti. Dediklerimi düşündüm. Açık verdiğim, yanlış oynadığım bir yer yoktu. Emindim. Samimiyetim belki sorgulanırdı ama karşımdaki insan beni sorgulayacak, açığımı yakalayacak kadar iyi tanımıyordu.
"Alp mi söyledi?" birden sorduğu soruyla afalladım.
"Ne?" dedim aniden. Benimle özdeşleşmiş bu tepkime gözlerini devirdi.
"Alp yani Yiğit... O mu söyledi?" onunda oynadığı oyun buraya kadardı demek ki. Afallamış halimle kalamaya direndim ve yalandan bir panikle ona yaklaşıp ellerimi kollarına yasladım.
"Sen onun... Şafak sakın bir şey yapma çocuğa!" gözleri kollarındaki ellerime kaydı. O bana asla temas etmezken benim ellerim her fırsata onun üzerindeydi. Ellerimi geri çektim. Ona doldurduğum mavilerimle bakıp ellerimi havada asılı bıraktım.
"O mu söyledi?" dedi şüpheyle.
"Hayır. İnanmayacaksın belki ama sana yemin ederim bana hiçbir şey söylemedi. Ne bu olayla ilgili ne herhangi bir şeyle ilgili. Onu senin yanında görünce çok şaşırdım. Fırsat bulunca sordum, sıkıştırdım ama bana hiçbir şey söylemedi anlatmadı. Sonra sen anlayıp ona zarar verme diye çocukları da uyardım ama sen zaten kim olduğunu biliyormuşsun." alıp vermediği nefesler sıkılaştı. Beni gören gözleri usulca kısıldı ve kaşları yeniden çatıldı.
"Yemin ederim Şafak... Hiçbir şey konuşmadı bize. Hatta Uzay ve Dağ hiçbir şey bilmedikleri halde onun gerçekten seninle olduğunu düşünüyorlar. Yalan yok ben de öyle düşünmüyor değilim." ben endişeyle ona bakarken dudağının sol köşesi tehlikeli bir edayla kıvrıldı.
"Çünkü gerçekten benim yanımda. Sahiden bana çalışıyor Toral. Şimdi şu akıttığın timsah gözyaşlarını sil ve peşimden gel!"
O arkasını dönüp giderken ben arkasında öylece kalakaldım. Ne demek Alp onunlaydı ne demek timsah gözyaşlarıydı? Hırsla soluklanıp peşinden koşar adımlarla ilerledim. "Ne timsahı be adam ben burada çocuğun kimliğini açık etmemek için kırk takla atarken siz birlik olup bize oyun mu oynadınız! Eğlendiniz mi bari?" Yiğit bize mi ihanet ediyordu yoksa Şafak'a mı emin olamadım.
Aniden durunca sırtına çarptım. Burnum aldığı darbeyle sızladı. Ben burnumu ovalarken onun bakışları beni buldu. "Oscar mıydı neydi ona aday falan olmaya kalkışma benden demesi. Oyunculuğun sıfır çünkü." neyi eksik yapmıştım da bu herif anlamıştı acaba? Ama kabullenme yoktu. Sonuna kadar inkar edip üste çıkacaktım.
"Ha ha ha çok komiksin sen ya Kabasakal kılıklı herif ne olacak! Ayrıca ne Oscar'ı ne ödülü şurada ciddi bir şey konuşuyorum seninle." yüzüme boş boş bakıp omuzlarını silkilerek nefeslendi.
"Yürü Toral. Parti ve toplantı için plan yapmalıyız." dedi hiç ummadığım anda.
"Oha! Cidden mi?" dediğimde bana bıyık altından gülmesini yakaladım. Son kez gözlerime bakıp başını salladı.
"Evet. Yürü haydi," deyip yeniden yürümeye başladı. Peşinden hızlı ama sessizce yürüdüm.
Eve geldiğimizde herkes bıraktığımız gibiydi. Şafak adımlarını hiç durdurmadan masanın başına geçti. "İkizleri çağır." Alp anında hareketlenirken herkes bir bana bir Şafak'a bakıyordu. Masanın diğer ucuna geçip oturmadan önce "parti ve toplantıya katılacağız." dedim.
Çocuklar bunu hiç yadırgamadan karşılarken Eylem'in kısılan gözleri Şafak'a kaydı. Ona bakan bakışlarında gördüğüm soru işaretleri ve kıskançlık keyfimi daha da yerine getirdi. Sanırım birilerinin yerini ben kapmıştım.
Hepimiz yeniden eksiksiz masanın etrafında toplandığımızda Şafak partiye ve toplantıya kendisinin de ilk defa davet edildiğini ve Rusya da olacağını söyledi. Benim ona eşlik edeceğimi söyledikten sonra bakışları İlknura ve Kurt'a kaydı.
"Herkes Rusya da olacak. Bu da sızmamız gereken yerlere daha kolay sızacağımızı gösterir." dedi. Ne demek istediğini sadece ben değil çocuklarda anlamamış olacak ki Dağhan öne çıktı.
"O ne demek?" Şafak, Dağhan'a baktı.
"Kuznetsov Ailesi tüm fertleriyle Kazakistan'da yaşıyor. Asıl malikane Astana'da ama Aktöbe'de Rusya sınırına yakın bir karargah yerleşkeleri var. Kendilerine ve tüm ailelere ait bütün envanter o karargahta korunuyor." es verdiğinde hepimizin bakışları onun üzerindeydi. Doğru ya fedaileri Kuznetsov ailesiydi. Hayat abartılı seslerle boğazını temizleyip kollarını masaya yasladı ve Şafak'a "anlamadım kar tanesi?" dedi.
"Ne?" Şafak'ın tepkisine gülmek istedim ama dudaklarım sıkı sıkıya birbirine yaslıydı. Masanın altından Hayat'ın bacağına vurup Şafak'a bastım.
"Biz seninle Rusya'dayken birileri de oraya mı gidecek diyorsun yani?" başını salladı.
"Aynen öyle. İlknura'nın önderliğinde kim gitmek isterse," yerimde huzursuzca kıpırdandım. Sadece ben değil canım kuzenlerimde kıpırdandı. Çocuklar bu işin başında henüz onlarla olamadığım dönemde Arnavutluk'ta Erjon'u hadım etmiş Narya'yı da kaçırmışlardı. Uzay ve Dağhan'ı dizginlemek zor olacaktı.
"Güvenlik?" dediğimde İlknura ile göz göze geldik.
"Adamlarım sağlamdır Canan. İstediğim an var olup istemediğim anda yok olurlar." derken bakışları pencerelerden dışarıya süzüldü. Sanırım emrinde çalışanlar bizim göremediğimiz bir yerlerde ama yakınımızdaydılar.
"O yüzden mi Boris bizi kaçırabildi?" dediğimde bakışlarını yüzümden çekmedi. Dudakları usulca kıvrıldı ve ima dolu bir bakışla "bizimle gelmemelerini söylemiştim." dedi. Her şeyden nem kapma olayını acilen bırakmalı mıydım yoksa doğru mu hissediyordum anlayamadım ama şu an gerçek bir oyunun içindeymişim gibi hissettim.
"O zaman sen ve adamların bu işi tek başınıza halledersiniz sanırım." sırıttı. İtiraf etmeliyim güzel ve çekici bir kadındı ve nerede nasıl tepki vereceğini çok iyi biliyordu.
"Yardıma ihtiyaç duyacağıma eminim." İlknura'nın şu an saçını başını yolmak istiyordum.
"Ben gelirim." dedi Kurt. Peşinden Uzay ve Dağhan'da atladı elbette. Hayat ve Andre geri durur muydu asla! İlknura'daki bakışlarım Şafak'a kaydı. Güvenden yan yana olmaktan bahsediyorduk ama ikimizde birbirimize zerre güvenmiyorduk. Madem amacı benimle Rusya'ya gidip çocukları Kazakistan'a göndermekti onun istediği olsundu.
"İkizlerde size eşlik etmekten çok memnun olur eminim ki." sözlerimin altında yatan imayı herkes anladı ama ona rağmen Ekin kendisini ve kardeşini ortaya atmaktan çekinmedi.
"Elbette memnun oluruz. Uzay'a en başından bir söz verdik ve o söz her şeye rağmen geçerli." Ekin'in kendinden emin çıkan sesiyle usulca gülümseyip Şafak'a bakmaya devam ettim.
" Eh, ne demişler iki birden her zaman daha güçlüdür." Kurt'un keyifli sesi masadaki son konuşma oldu. O, İlknura ile kendileri için plan yaparken çocuklar kendi içlerinde konuşup tartışıyorlardı.
Şafak, Alp'i uçakları hazırlatmak için gönderirken Eylem köşesine çekilmişti. İlknura ise bir süre sonra ortadan kayboldu. Şafak hiçbir şey olmamış gibi uyurken ben de çocukları odaya topladım.
"Çok dikkatli olacaksınız. Birbirinizden sakın kopmayın." sıkılmış hallerine aldanmadan konuşmaya devam ettim.
"Bunu dediğime inanamıyorum ama dolu gidin." hepsinin yüzünde bire sırıtış yerleşince birer tane geçirmek vardı ya güzel yüzlerine zarar vermek istemedim.
"Merak etme sorun çıkmayacak..." dedi Dağhan. Başımı sallayıp alnımı ovaladım. Bu konuda ona güveniyordum çünkü o aralarında silahları bilen tek kişiydi. Henüz mezun olmasa da o Dünya'ya verdiği sözü tutup iyi bir Sat komandosu olacaktı.
"İkizler..." diye fısıldadığımda dikkatlerini bana verdiler.
"Bizim canımıza karşılık onların canını öne sürdüğünü gayet net anladık abla merak etme." dedi Uzay. Amacım buydu ama onlarında zarar görmelerini istemiyordum.
"Evet öyle. Ama siz yine de onlara da göz kulak olun." Uzay ve Dağhan birbirilerine bakıp yumruklarını tokuşturdular.
"Oooo bunlar yine sessiz sessiz anlaşıyor," diye hayıflandı Hayat. Andre ise kolunu Hayat'ın boynuna sarıp "bizde anlaşırız kar tanesi merak etme!" diye ona takıldı. Aralarında açılan uçurumun yavaş yavaş kapandığını görmek kendimi daha da iyi hissetmemi sağladı. Öyle ya da böyle bu iş çocukları yeniden bir araya getirmişti.
"Hazırlığınızı yapın ben de Ferah'ı arayıp haberdar edeyim onu."
Evden çıkıp uzaklaştım. Bitmek üzere olan şarja aldırmadan Ferah'ı aradım. Ona ne olup bittiğini kısaca anlattım. Bir şeyler diyecekti hatta babamla konuşacaktı lakin şarjım yetmedi. Ona mesaj atmasını söyleyip aramayı sonlandırdım telefonda aynı anda kapandı.
Eve dönüp yeniden odaya geçtim. İkizleri de burada görünce gülümsememe engel olmadım. Telefonu şarja takıp dolaptan temiz kıyafetlerimi alıp banyoya girdim. Benim için kısa ama hayatın norma akışına göre oldukça uzun süren bir arınma seansının ardından banyodan çıktığımda hava tamamen kararmıştı.
Salondan ve mutfaktan gelen seslere kulak kabartıp kim var kim yok anlamaya çalıştım. Sanırım herkes içerideydi. Yanlarına gitmek yerine odaya geçtim. Yatağa yığılırcasına oturup şarjdaki telefonumu komodinin üzerinden aldım. Açılmasını beklerken başımdaki havluyu çekip saçlarımın fazla suyunu almaya başladım. Gözüm telefonda saçlarımla uğraşırken odanın kapısı sessizce açıldı ve içeri Kurt girdi.
"Kurt?" dediğimde işaret parmağını dudaklarına yaslayıp kapıyı aynı sessizlikle kapatıp yanıma geldi.
"Ne oluyor?" siyah beyaz oduncu gömleğinin cebinden bir kutu çıkarıp kucağıma fırlattı.
"Şimdi beni iyi dinle. Tekrarlamayacağım. Anladın?" ciddi hali ve sürekli kapıda olan bakışları beni de tedirgin etti. Kucağıma fırlattığı takı kutusunu alıp ayaklandım "anladım da bu ne ne oluyor?" deyip karşısına geçtim.
"Parti sahibi toplantıya katılacak asıl kişilerdir. Onlar bu partilerde aşırı pahalı ve lüks takılırlar. O biçim kıyafetler, sıra sıra takılmış mücevherler aklına ne gelirse. Gözüne en şaşalı kim takılırsa bil ki toplantıya katılacaktır. " çok hızlı konuşuyordu. Verdiği bilgilerden aklıma yazabildiğimi yazdım. Netti. Kılık kıyafeti aşırıysa toplantıda olacaktı.
"Toplantıya yabancı kimse giremez Canan. Aileden değilsen toplantının yapılacağı mabede giremez o masaya asla oturamazsın. Soyadlarını aldığımıza bakma bizim yerimiz her zaman belli. Ama Şafak çağrıldığına göre büyük ve kirli işler dönecek demektir. Haberin olsun." bunun bende farkındaydım. Başımı ağır ağır salladım.
"Ne yani beni boşuna mı götürüyor?" soru dolu ifademe bakıp dudak büktü.
"Sanmam. Seni götürmeye ikna olduysa o masaya bir şekilde oturacaksın demektir! Ama bizde kural basittir." dedi tane tane konuşarak.
"Neymiş o kural?" dedim merakla. Nefesini gürültüyle bırakıp daha sessiz bir şekilde sır verircesine fısıldadı.
"Aileden değilsen aileye dair hiçbir şeyde yer alamaz hiçbir sırrı bilemezsin. Ama ailedeysen ister piç ol ister el kızı aileye dair her şeyi bilmekle yükümlüsün. Bunu bilerek yaparlar. Aileye giren her şeyi bilir bu bir tehdit yoludur. Ötersen de ceza belli. İhanetin bedeli ölümdür." basit bir kuraldı. Çok basitti hem de. Narya'yı, on altı yaşında bir kız çocuğunu neden tecavüzcü katille evlendirmek istedikleri şimdi daha netti.
"Kutunun içinde saç tokası var. İğneleri iş görür tehlikeye girdiğin an kullanmaktan çekinme. İlknura alışveriş yapmış. Ondan muhakkak kürkünü giyinmek için iste." dediğinde çatık kaşlarım daha da çatıldı.
"Niye?" diye sordum. Ne vardı Allah aşkına o kürkte?
"Giyince anlarsın. Asla da çıkarma. Ne partide, ne toplantıda asla çıkarma." dedikten sonra yüzüme bakmadan odadan çımaya yeltendi ama kolundan tutup onu durdurdum.
Kurt... Sen?" dediğimde küçük bir gülümsemeyle göz kırpıp "başsavcımın selamı var." dedi ve odadan çıktı.
Yatağın üzerine yığılırcasına oturdum. Ben Kurt'u hain sanırken o babama çalışıyordu... Yaşadığım şaşkınlıkla ağzım açık kaldı. Sindirdiğim gerçekle elimdeki kutuya baktım. Siyah kadife kutunun kapağını kaldırdığımda çok güzel bir saç tokasıyla karşılaştım. Gümüş iskeletinin üzerinde çok küçük mavi ve yeşil zümrütler işlenmişti. Orta gövdesindeyse bir sonsuzluk sarmaşığı dallarını uzatarak dört iğneyi tamamlıyordu. Çok güzel bir tokaydı.
Parmaklarımı tokanın üzerinde gezdirirken "baba ya," diyerek iç çektim. Kutuyu kapatıp komodinin üzerine bıraktım ve telefona gelen mesajlara baktım. Hepsi Ferah'tandı ama aralarında annemin de ismini görünce günlerdir cevap vermediğimi fark ettim. Ev ile ilgili bir şeylerden bahsediyordu. Ona, onu sonra arayacağımı ama dedemlerde kalmalarının en mantıklısı olduğuna dair kısa bir mesaj attım. Ferah'ın da mesajlarına cevap verip telefonu komodine bırakıp kendimi yatağa bıraktım...
13 EKİM 18:37 / Rusya - Moskova
Sabahın geç erken saatlerinde Bulgaristan'dan ikiye ayrılmış ve yola çıkmıştık. Alp ve Eylem bizimleyken diğer herkes birlikteydi. Rusya'ya sabahın geç saatlerinde varmış Moskova'nın beş yıldızlı otellerinden birisine yerleşmiştik. Akşam yapılacak olan davete hazırlanmadan önce uzunca uyumuş, yemek yemiş ve duş almıştım. Alp ara ara yanıma gelip kontrol etmiş ama hepsi beni bu saate kadar yalnız bırakmışlardı.
İlknura'nın benim için aldığı kıyafetler arasından en beğendiğimi seçmiş ona uygun çizmeleri ve takıları ayarlamıştım. Ondan istediğim kürkü bana elbette vermemişti lakin bana bir kürk almış ve tıpkı kendi kürkü gibi olduğunu söylemişti. Bu kürk olayını da en nihayetinde kürü ellerimin arasına aldığında anlamıştım. Çok ağır ve kalındı. Ellerimin arasında tuttuğum şey büyük ihtimalle bir çelik yelekti.
Tüm eşyalarla hazırlanmak için banyoya geçtiğimde elbiseyi ve kürkü asıp elimdeki ıvır zıvırları banyo tezgahına bıraktım. Kullanacağım makyaj malzemelerini, saçım için gerekli olanları kenara koyup diğer gereksiz her şeyi lavabomun alt dolabına tıkıştırdım.
Hazırlanmak için her şey istediğim gibi olunca ilk iş üzerimi çıkardım. Elbisenin altına giyineceğim alt çamaşırı giyinip üzerime bir bornoz geçirdim ve saçımı yaptım. Sarı saçlarımı çok tepeden olmayacak şekilde toplayıp tozumu saç tokasıyla tutturdum. Kaküllerim çok uzadığında onları kısaltmaya karar verdim ve makas arayışına girdim. Neyse ki dikiş kutusunda bir tane vardı. Makyajıma geçtiğimde ne yapacağım çoktan belliydi.
Kısalttığım kaküllerimi son kez düzeltip topumuza yerleştirdiğim saç tokasına dokundum. Sağlamdı. İğneleri de neyse ki batmıyordu. Mavilerim aynadaki yansımama kaydı. Tüm bedenimi ikinci bir deri gibi saran siyah boğazlı elbise güzeldi. Kırmızı ve siyahı bir arada kullandığım göz makyajımla ve elbette duman çerçeveli kırmızı parlak rujumla tamamdım. Arkamı dönüp dekolteme göz attım. Her şey yerli yerindeydi. Uzun deri çizmelerimde beni bu soğukta koruyordu. Derin bir nefes alıp askıda asılı olan kırmızı kürk ceketi ağırlığına yenik düşerek koluma astım ve banyodan çıktım.
"Kaçtın sanmıştım." duyduğum sesle bir an irkilip sıçradım. Damağımı geri atarken sesin geldiği yöne baktım. Şafak tüm endamıyla pencere kenarında ışıl ışıl olan dışarıyı izliyordu.
"Katılmam gereken bir parti ve toplantı var." başını önce yere sonra bana çevirdi. Aramızdaki mesafeye rağmen hareketlenen adem elmasını, kırpıştırdığı kirpiklerini seçebildim. Beni baştan aşağı süzüp ıslık çaldı.
"Mabede ilk seni alacaklarına eminim." tek omzum inip kalktı. Söylenen neyse ona göre hazırlanmıştım.
"Şaşalı ve gösterişli," dedim üzerimdeki elmas mücevherleri kastederek. Dirseklerime kadar uzanan tül eldivenlerin bilekleri dolu doluydu. Küpelerimde en az onlar kadar parlıyordu. Elimdeki kürkü yatağa bırakıp ona ilerledim.
"Le Bal des Debutantes'e katılırken bile bu kadar özenmemiştim." dedim kendi kendime. Söylediğim şeyle bakışları anlamsızlaştı. Mağaradan çıkma bir Kabasakal olarak elbette dünyadan bir haberdi.
"Dünya jet sosyetesinin bir geleneği. Seçkin ailelerin kızları on sekiz olduklarında sosyeteye takdim edilir. Kuzenim İz'le birlikte katılmıştık." sesime sinen şey tabii ki özlemdi. O zamanlar güzeldi. Tek derdimiz keyfimizdi. Onun için önemsiz olan bu konuyu kapatıp onu inceledim.
Smokini üzerinde emanet gibi durur sanmıştım ama iyi taşıyordu. Lakin tanıdığım her erkek gibi papyonu o da sevmemişe benziyordu zira eli sürekli onu çekiştiriyordu. Saç ve sakal tıraşı olmuştu. Uzamış saçları yeniden üç numaraydı.
"Ne?" dedim merakla. Kısık bakan gözleri yüzümde uzunca dolanınca.
"Rujunu anladım da gözler niye kırmızı?" gülümsedim. Göz pınarlarımdan başlayan eyeliner uzun, kuyrukluydu ve kırmızıydı. Onun üst kısmında ondan daha kısa siyah eyeliner geçiyordu ve kaşlarımın altında yine kırmızı fardan ışıltılar vardı. Göz altlarımda da kirpik diplerim yine kırmızı farla dikkat çekiyordu. Gözlerimden bahsediyordu ama kara hareleri dudaklarımdaydı. Ona bir adım daha atıp gülümseyişimi bozmadan sessizce fısıldadım.
"Onlar benim savaş boyalarım."
Gözlerini yumup benden bir adım uzaklaştı. Yutkunuşu adem elmasını boydan boya hareketlendirirken bana sırtını dönüp yeniden pencereye yanaştı. Ellerini pantolonun ceplerine koyup bana uzun bir sessizliğin ardından omzunun üzerinden baktı.
"Mabede sadece ailenin fertleri ve soy adına sahip kişiler girebilir Toral..." Kurt'un uyarıları saklandıkları yerden açığa çıkıp önüme barikatlar kurmaya başlayınca ciddileştim.
"Ne demek bu?" başı yeniden önüne döndü. Sağ elini cebinden çıkarıp kirli sakallı çenesini sıvazladı.
"Gerçekten o toplantıda olacağını mı sanıyorsun?"
"Buraya bu yüzden geldim ya Şafak! Ne bu şimdi Allah aşkına?" yanına ilerledim. Tam arkasında durup cama yansıyan simasına baktım.
"Hem sen bunu neden gelmeden önce demedin ki? Beni buraya boşuma getirdin..." boğazıma dizilen nefesim niyetini bilmeden hareket etseydim kalbimi korkuyla atmasına neden olabilirdi ama biliyordum. İlk andan beri. Neyse ki Kurt yanlarındaydı.
"Beni buraya çocukları Kazakistan'a gönderebilmek için getirdin..." sessiz bir gülüş kaçtı dudaklarından. Başını sağa sola sallayıp burnunu çekti.
"Sen de niyetimi anlayıp ikizleri peşlerine taktın." dedi alayla.
"Olması gereken buydu," bana döndü. Yüzündeki sakinliğin aksine gözlerinde sinsi bir ışıltı vardı.
"Karlı bir iş kabul edelim." aralı dudaklarımı kapayıp burnumun ucunu kaşıdım. Ona şüpheyle bakan bakışlarımdan ilk defa kaçınmayışı canımı sıktı.
"Karlı olup olmadığına bu gecenin sabahında karar veririm Yarkın. Sen daha fazla geveleme de çıkar ağzındaki baklayı." dedim onu tersleyerek. Bana diyordu ama asıl şu an o tuhaftı. Boğazını temizledi. Bana aynı sinsi ışıltılarla bakmaya devam etti. Ettikçe de dudağının köşeleri kıvrıldı.
"Ailedeki her şey soy ve kan bağına bağlıdır Toral. Bir piç dahi olsan sana soy adını verirler... Vicdan ya da yasal olması için değil her ihtimale karşı yaparlar bunu... Ama genellikle dört aile birbiriyle ya da birbirilerinin yakın akrabalarıyla evlilik gerçekleştirir ki içeriye dışarıdan kimse girmesin. Aile kuralı... Sırlar önemlidir sonuçta!" rujumu umursamadan dudaklarımı kemirdim.
" Yani?" sesim titrek ve endişeliydi. Yüzündeki o korkunç ifade çıplak sırtımda küçük ter damlalarına neden oluyordu.
"Beni bu toplantıya davet ettiler çünkü çok sevgili üvey abim Behraz birkaç gün önce hapishanede saldırıya uğramış. Şansa bak ki babanın onu ziyaretinden saatler sonra olmuş bu olay." sırtımdaki terler uzun yollar oluştururken duyduklarımın etkisiyle terleyen avuçlarımı elbiseme yasladım. Aldığım nefesler kalbimi şimdi korkuyla attırıyordu.
"Zavallı ağabeyim ölümün kıyısında. Küçük erkek kardeşim Behçet ise..." bana baktı. Ne görmek ya da ne göstermek istedi anlayamadım ama eliyle deli işareti yapıp "balataları sıyıralı epey oldu. Eh, ikizler de Yarkın olmadığına göre ve..." dediğinde gayriihtiyari başımı salladım.
"Veliahtlık için son durakları sensin." sırıtışı büyüdü. Sinsi ve karanlık bakışları baş edemeyeceğim bir hale büründü.
"Aynen öyle. Üstelik ben sadece bir Yarkın değil Kuznetsov ailesinin bir alt soyu olan Shanova ailesinin de tek erkek torunuyum." dedi böbürlenerek. Onu ilk defa böyle görüyordum. İçinde bulunduğu bu karmaşık aile ilişkilerinden ilk defa bir çıkarı varmış gibi görünüyordu.
"Ben o toplantıya gireceğim Toral. Ama senin için üzgünüm. Ne aile kanı taşıyorsun ne bir piçsin ne de evlilik bağıyla bağlısın. Sadece partiyle yetineceksin."
Dudaklarım sıkı sıkıya kapandı. Sinirle soluduğum hava burnumdan firar edip onun yüzüne çarpıyordu. Alev alev yanan bakışlarıma aldanmadan bana yanaştı. Gözleri yüzümde dolanıp gözümün altımdaki kalp şeklindeki çilde takılı kaldı. O lekeye uzun uzun baktı ve beklemediğim bir anda elini ikizimin arasında havaya kaldırdı. Eli yumruk şeklindeydi ama parmakları tam kapalı değildi. İşaret parmağını kırıp yüzüme yaklaştırdı ama teni tenime değmiyordu. O parmağı iki kere aşağı kayıp yukarı çıktı. Parmağının sırtıyla yüzümün arasında küçücük bir hava boşluğu vardı ve sanki o hava boşluğundan kalp şeklindeki çilimi okşuyordu.
"Sana daha önce söyledim ama bu son olacak Toral. İyi düşün ve karar ver." bir adım kaçtım. O da elini indirip cebine yeniden soktu.
"Ne söyledin ne dedin? Saçmalıyorsun gibi geliyor artık," bana bakmaya devam etti. Yüzündeki o sırıtış asla silinmiyordu bu gece.
"Sana arkamda olursan seni korur, karşımda olursan ezer geçerim dedim... Dedim ki ama eğer yanımda durursan sana saygı duyarım... Sen de her seferinde yanımda olmaktan bahsettin ama karşımda olduğunu görebildiğimi fark edemedin!"
"Şafak..." elini cebinden yeniden çıkarıp susmam için kaldırdı.
"Açıklama yap demedim. Gerekte yok... Şimdi sana son kez soruyorum Toral. Nerede duracağına karar verdin mi?"
Sarsak adımlarım birbirine dolandı ama ondan uzaklaşmayı başardım. Dolu gözlerim ona yıkık dökük bir halde bakarken sırtımı döndüm ve karşımdaki ayna yüzünden kendimle yüz yüze kaldım. Onun gölgesi ise hemen arkamdaydı. Durmadan kırpıştırdığım kirpiklerimin altında dört dönen mavilerim nereye tutunacağını şaştı. Benimde gözlerimden arda kalır bir yanım yoktu. Bir karar vermeliydim. O kararı verip arkasında dimdik durmalıydım ama verdiğim karar en başından belliydi. Ben ona hep yanındayım diyecektim ama hep karşısında olacaktım... Yine öyle olacaktı. Öyle olmak zorundaydı. Aynadaki aksimize son kez değdirdim gözlerimi. Kara gözleri avını yakalamak için kanat çırpan bir akbaba gibi bakıyordu. Biliyordu. Beni mahvedebileceğini biliyordu...
Ona döndüm. Damağımda biriken onca sözü yutup başımı aşağı yukarı uysalca salladım ve "bu sefer gerçekten yanında olacağım." dedim.
"Emin misin Toral?" gözlerinin içine baktım. Pençesi sol omzuma çoktan konmuş gibi bir ağırlık vardı bedenimde.
"Yanımda durmaya, söylediğin gibi savaşın ön cephesinde gerçekten savaşmaya, düşmanı halt etmek için her yolu gitmeye emin misin?" başımı dikleştirdim. Öfkeden kavurulan içime rağmen kaskatı kesilen çenemi aralayıp ona istediğini verdim.
"Eğer sen gerçekten bizim safımızda olup bu savaşta bizimle beraber savaşacaksan evet eminim." dedim tüm inancımla. O da bu inancımı fark etti.
Sol omzumdaki ağırlığın aynısı sağ omzumda da belirdi. Üzerime binen o yükle belim bükülecek gibi olsa da dik durmaya devam ettim. Onunla arama koyduğum mesafeyi kapayıp karşımda durdu. Kara gözleri beni avucunun içine aldığından memnun bir şekilde parıl parıl parlıyordu.
"O zaman ben de seni o toplantıya sokacak bir yolu bulurum... O yüzden son kez soruyorum Toral. O mabede girip toplantıya benim yanımda katılmaya kararlı mısın?" karalarından kaçmak istesem de bunu yapmadım. Kızaran gözlerimle o karalara bakıp başımı onaylayarak salladım. Dakikalardır yüzünden silinmeyen sırıtışı usul usul sönüp yok oldu. Gözündeki parlak, duruşundaki kararlılık aynı hızla yok olup yerini başka bir şeye bıraktı. Belki öfke belki şaşkınlık belki endişeydi. Çözümleyemediğim bir hal aldı onu.
"Son şansındı..." dedi kendi kendine ama o kadar kısıktı ki sesi doğru duyup duymadığımı emin olamadım. Üstünde de durmadım.
"O toplantıya katılacağım Şafak. Ne olursa olsun!" dedim geri adım atmasından korkarak.
"Son kararın?" başımı salladım. O da salladı. Elleri yeniden cebindeki yerlerini aldı ve gözlerini gözlerimden çekmeden "Alp!" diye seslendi. Odanın kapısı aynı anda açıldı. Alp hızlı adımlarla yanımıza gelip yatak odasının girişindeki aralıkta dikildi. Pencereden gördüğüm yansımasına baktım. Onunda üzerinde son derece şık bir smokin vardı.
"Ne durumdayız?" dedi bir şeylere meydan okuyan kaba, sert ama güçlü sesiyle.
"Konsoloslukta her şey hazır abi. Nikah akdinin gerçekleşmesi için gelin ve damadı yani..." nefes alıp verdi. Bakışları bir bana bir Şafak'a kaydıktan sonra "sizi bekliyorlar!" dedi.
"Ne?" afallayışım tüm bedenimi ele geçirmişti resmen. Bir Şafak'a bir Alp'e bakarken duyduklarımın gerçekliğini kavramaya çalışıyordum. Ne saçmaladıklarının onlarda farkında değildi yoksa aksini düşünmek istemiyordum.
"O toplantıya ancak karım olarak girebilirsin Toral. Başka türlüsü olmaz..." hızla Şafak'a döndüm ve onu tüm kuvvetimle ittirdim.
"Sen kafayı mı yedin be adam? Ne evliliğinden bahsediyorsun sen!" ne ifadesi değişti ne yüzünde bir mimik. Aynı katılık ve kararlılıkla bana baktı.
"Sana emin misin diye sorduğumda eminim derken hiç böyle değildin. Haydi büyüklük bende kalsın yine sorayım Toral. O toplantıya gerçekten katılmak istediğine emin misin?"
Onu bir kez daha itekleyip alamadığım hıncımla bağırıp topuklarımı yere vurdum. Öfkeden dönen gözüm etrafı göremezken kendimi zar zor banyoya atıp kapıyı çarpıp kendimi lavaboya zor attım. Ellerim beyaz mermerleri döverken bildiğim ne kadar küfür varsa Şafak'a yolluyordum.
Başka bir yolu olmalıydı. Başka bir seçenek, başka bir ihtimal. Boris geldi aklıma ama onun niyeti beni toplantıya sokmak değil onlara yem etmekti. Katılmamayı düşündüm ama öğrenebileceğim çok şey vardı. Kurt'un dedikleri yeniden belirdi. Aileye giren her şeyi bilir...
Suyu açtım. Terden sırılsıklam olan ellerimi buz gibi suyun altına sokup suyun akışını izledim. Suyun soğuğu tenimi bıçak gibi keserken kanım içime aktı. Acım içimde kavruldu. Bu sefer dalgın olan bakışlarım banyo aynasından beni buldu. Zihnimin gizli kuytularına saklanan bazı cümleler yeniden gün yüzüne çıkarken ıslak ellerimi boğazıma yasladım.
Eğer onun yanında ondan yana olup kalbine ve aklına hükmedebilirsen işte o zaman ona istediğin her şeyi yaptırabilirsin.
Onunda zayıf yönleri var... Sevgi insanı körleştirir.
Diyordu Alp'in sesi. Sonra onun sesinin Kurt'un sesi bastırıyordu.
Seni götürmeye ikna olduysa o masaya bir şekilde oturacaksın demektir!
Ailedeysen ister piç ol ister el kızı aileye dair her şeyi bilmekle yükümlüsün.
Bunu bilerek yaparlar. Aileye giren her şeyi bilir bu bir tehdit yoludur... Ötersen ceza belli... İhanetin bedeli ölümdür.
Yorumlar