GÜLLERİN AĞITI 18.MABED
SELAMLAR
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR.
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
20.12.2024
GÜLLERİN AĞITI 18. BÖLÜM
"MABED"
Maskenin altına saklanan yüzler bir gün açığa çıkar.
CANAN AHSEN TORAL
13 EKİM 20:10 / Rusya - Moskova
Büyük ve zengin bir ailede doğmuştum. Birbirini çok seven ve aşklarının gücünü asla yitirmemiş bir çiftin ilk çocuğuydum. Annem babamın canı, ben de cananıydım. Ondandı ismimin Canan oluşu. Babamın anneme olan aşkının, annemin de babama olan sevdasının kanıtıydım. Hatta o kanıtı ispatlamak amacıyla belki de erkenden doğmuş, bir süre kuvözde yaşamışım. Hoş annem erken doğmamı kendi sakarlığına bağlardı... Ama benim dedemin ellerine erkenden doğuşum annemle arasındaki tüm dağların yok olmasına, duvarların yıkılmasına, karların erimesini sağlamıştı. Annem anlatırken hâlâ ağlardı ama ben ölümle yaşam arasında gidip geldiğim doğum hikayemi çok severdim...
Sevgi dolu sıcacık bir ailenin ferdiydim. Sadece çekirdek ailem de değil tüm ailem böyleydi. Yapılan tüm evlilikler aşk ve sevgi doluydu. Birbirini çok seven insanların kurdukları yuvalarda aynı aşk ve sevgiyle büyüttükleri çocuklardık biz. Hep onlar gibi olacağımızı sanırdık. Anne ve babalarımız gibi büyük bir aşk yaşayacak ve mutlu sona erişip kendi huzur ve sevgiyle harmanlanmış yuvalarımızı kuracaktık.
O yuvayı kurmaya çok yaklaşmıştım aslında. Barış... Beni o hayallere daha da çok inandırandı. Hayatımda gerçek aşkı tattığım tek adamdı. Liseden gelen flörtöz arkadaşlığımız bir yerde aşka everildiğinde ikimizde bocalamıştık lakin birbirine çekilen ruhlarımıza da engel olmamıştık. Ondan öncesi ve ondan sonrası olmuştu bir anda hayatım. Onunla nefes almış, onunla bir hayat planlamıştım. Gözüm sadece onu görür olmuştu. Evlilik teklifini kabul edip yüzüğü parmağıma takmamı üniversitenin ilk yılında olmam bile engelleyememişti. Barış'la dolmuş, Barış'la taşmıştım sanki.
Ama tepetaklak oluşum çok aniydi. Hiç beklemediğim bir anda yaşanmıştı her şey. Deprem olmuş, yer yerinden oynamış ve hayallerim birkaç saniye içinde başıma yıkılmıştı. O gece... O gece yaşananlar, yaşadığım histeri krizi, kim olduğumu hatırlamayacağım kadar çok içmem ve Dünya'nın ölümü... Kim bilir belki de o gecenin asıl mimarı yanımda kocam olarak dikilen adamın kardeşi ve korudukları veliahtlar değil beni o gece yerle yeksan eden Barış'tı.
"Yüzükler rahatsız mı etti?"
Şafak'ın elindeki kadehten bir yudum alırken sorduğu soru zihnimi uyandırdı. Sağ elimin parmakları sol elimin parmaklarındaki mavi elmas ve zümrüt taşlarıyla süslenmiş pırlantalı yüzüklerle durmadan oynuyordu. Nikahtan sonra buraya gelmek için yola çıktığımızda Şafak birden parmaklarıma çeşit çeşit yüzük takmıştı. Onlarla yetinmeyip elbisemin boyunlu olmasına takılmadan kendi kolyemin üzerine ağır bir gerdanlık geçirmiş ve yetmezmiş gibi bileklerime de takviyede bulunmuştu. Neyse ki kulaklarım tek delikliydi de pırlanta küpelerle rahattı.
"Sen bunları nereden buldun?" dedim. Etrafı süzen bakışları bana kaydı. Nikahtan sonra ikimize de sessizlik ve sakinlik çöreklenmişti. Dağı taşı dövesim avaz avaz bağırasım vardı ama çok sakindim. Şafak'ın da durumu benden halliceydi. Konsolosluktan çıkıp buraya gelişimizi yarım yamalak hatırlıyordum.
"Ben bir Yarkın'ım, Toral!" bazen onu yoklayan egosu tamda ona yakışır bir seviyedeydi.
"Ben de bir Toral'ım, Yarkın. İnan bu şeyler hatta daha fazlası benimde bir lafımla sahip olacağım şeyler ama bunca hengamenin arasında..." sustum. Beni ne ilgilendirirdi ki... Elindeki kadehi önümüzdeki yüksek bar masasına bırakıp bakışlarını tamamen bana çevirdi.
"Alp halletti. Ona sadece mavi olmasını söyledim o kadar." çatık kaşlarımla ona baktım.
"Mavi?" kara gözleri boynuma düştü. Üç sıra halinde, karatının yüksek olduğundan emin olduğum pırlanta gerdanlığın ortasındaki mavi saf elmasın altında kalan benim kalpli zümrüt kolyemin lafı olmazdı tabii ama maneviyatı her şeyden öteydi.
"Kolyenle uyumlu olsun diye. Eminim cins cins takıntılarında vardır senin..." doğrusu haklıydı. Büyük anneannem Ahsen Yadigar'dan, yadigar kalan bu kolyeyi hiç çıkarmazdım ve mutlaka onu tamamlayacak eşyaları kullanırdım.
"Peki," deyip önüme döndüm ve etrafa bakındım. Başka zamanda ve şartlarda olsa kendimi incelemekten alamayacağım mekana şimdi öylesine bakıyordum. Eski zamanların şatosundan fırlamış gibiydi. Taş ve mermer işçiliğinin en ince ayrıntısına kadar işlendiği bir yerdi. Merdivenler, destek sütunları mermerdendi. Üzerlerindeki taş işçiliği o kadar muntazamdı ki eski zamanın zanaatkarlarının elinden çıkmış gibiydi.
Zamanında ait oldukları müzelerdeki orijinalleriyle değiştirildiğine emin olduğum tarihi eser tablolar ve onları çerçeveleyen altın işlemelerde gerçekti. Mermer sütunları saran sarmaşıklardaki ışıklandırmaların avizeleri ve tavandan belli aralıklarla sarkan büyük avizelerinde taşları muhakkak gerçek kristallerdendi. Parti salonunun pencereleri mozaik süslemeydi ve her biri dini ikonaları sahnelemişti. Ama benim gözlerim yine mermerden, sarmaşık işlemeli yüksek kaidelerin üzerindeki vazolardaydı. Gördüğüm bütün vazolarda aynı kanadı kırık melek figürü vardı ve elbette vazolarda beyaz güller vardı.
"Neden beyaz gül?" gözleri vazolara kaydı.
"Bilmem... Senin içindir belki," bozulan sinirlerimle gülüp başımı sağa sola salladım.
"Ben gül sevmem..." dedim soğuk ve alçak bir sesle.
"O zaman Dünya içindir..." dedi hiç sektirmeden. Vazolardaki beyaz güllere baktım. Boris'in evinde de kırmızı güller vardı ama ben beyaz gülleri en son Dünya'nın mezarında görmüştüm.
"Dünya için. Burada olacağımı biliyorlar tabii." vazolardaki güllerde dolanan gözleri beni buldu. Kara hareleri yüzümde dolanıp kalpli çilimin olduğu yerde uzun uzun dolandı. Sonra kesik bir nefes aldı. Dibini getirdiği kadehini başına dikip bakışlarını etrafta gezdirdi.
"Boris'e güvenmemen gerektiğini sana söylemiştim." gözlerimi devirip onun gibi etrafa bakındım. Sandığımdan daha az insan vardı.
"Neyse..." diye mırıldanıp kadınları ve erkekleri inceledim. Sanırım şu an ortamdaki en şaşalı insan bendim çünkü herkesin gözü benim üzerimdeydi ya da artık bir Yarkın olduğum çoktan duyulmuştu. Gerçi buna şaşa değil görgüsüzlük ve rüküşlük denirdi. Statüye göre giyinildiği çok belliydi.
"Sanırım ailelerden henüz gelen olmadı." başını ağırca salladı.
"Biz erken geldik diyelim."
"Neden?" diye sordum. Omuzlarını kaldırıp indirdi.
"Ortama alış diye. Birden karşında hepsini görünce bayılır kalırsın uğraşamam." ona ters ters baktım ama hiç oralı olmadı lakin "komik adam seni," diye söylendiğimde bıyık altından gülüp başıyla bir yeri işaret etti.
"Bak. Rusya'nın yeni devlet başkanı," gösterdiği yere baktım. Orta boylarda epey kilolu ve son derece şık smokininin içinde bile fazla bakımsız görünen bir adamdı. Seyrek sarı saçları terden ya da yağdan parlıyordu. Yüzümü ekşitmemek için kendimi zor tuttum.
"Putin'in kemikleri sızlıyordur. Ondan sonra gelenler olmamış sanki..." gülecek gibi oldu ama kendisini tuttu.
"Kuyusunu çoktan kazmaya başladılar. Çok değil o da birkaç aya şutlanır." adamdaki bakışlarım Şafak'ı buldu.
"Niye?"
"Aç gözlü ve Boryanov ailesi ile anlaşmak istemiyor." gözleri kısıldı, adamdan tiksindiği belliydi.
"Koskoca devletleri cidden mafyalar mı yönetiyor artık?" nefesini oflayarak bıraktı.
"Bu durum uzun yıllardır böyle ve mafya değil. Aile... İnan bana aile. Çünkü senin kastettiğin o mafyalarda bize çalışıyor." birbirimize dönünce göz göze geldik.
"Anladım çok güçlüsünüz siz. Maşallah size," ona tatlı tatlı gülümseyerek tüm içtenliğimle "tez vakitte yerle yeksan olup cümleten geberip gidersiniz inşallah." dedim. Önce öksürdü sonra onunda dudakları kıvrıldı.
"Hiç inançlı durmuyorsun ama amin." gözlerim bir kez daha devrilirken ona ters bakışlar atıp başımı çevirdim.
"Dinime küfreden Müslüman olsa gam yemeyeceğim." bakışları hâlâ üzerimdeydi. Nefesi kakülüme çarpacak kadar yakınımdaydı.
"Haklısın... Bir Tanrı'ya inanmayı bırakalı çok oldu!"
Bu sefer ona bakan bendim lakin o gözlerini çoktan çevirmişti. Keskin bakan gözleri kendisine yaklaşan bir çiftte oyalanırken ondaki bakışlarımı zorlukla çekip bize doğru gelenlere baktım. Kadında erkekte fazla şaşalı görünüyordu. İkisinin de üzerinde kürk vardı. Kadındaysa tıpkı bende olduğu gibi sayısız mücevher varken adamında yanındaki kadından aşağı kalır yanı yoktu. Hatta adam kadından daha şaşalı görünüyordu. Gözlerim yeniden Şafak'ı buldu. Dümdüzdü. Ne bir mücevher vardı üzerinde ne de parıldayan bir şey. Ama buna rağmen herkesten daha çok göz alıcı olduğu bir gerçekti.
"Şafak... Seni burada görmek..." adamın hangi aileye ait olduğunu çekik gözleriyle anında anladım. Böyle ayırırken kendimi ırkçı gibi hissediyordum lakin ailelerin fazlasıyla belirgin fiziksel özellikleri vardı.
"Felaket alameti," diyerek tamamladı yanındaki adamın cümlesini kadın. Kıpkırmızı saçları at kuyruğuydu. Üzerinde aynı kırmızılıkla mini bir elbise ve uzun siyah kürk vardı. Aynı kürk elbette adamında üzerindeydi.
"Beni gördüğüne sevinirsin sanmıştım kuzen." diyerek kırmızı saçlı kadına sataştı Şafak. Çok güzel, İlknura'dan sonra bir kuzen daha vardı demek ki.
"İlknura'ya benzer bir halim mi var?" kadının cevabının ardından onu daha dikkatle inceledim. İlknura ile benzerlikleri var mıydı emin olamadım ama eğer varsa ondan daha büyük görünüyordu. Ya kuzeniydi ya da ablasıydı.
"Doğru onun tırnağı etmezsin sen."
"Hı hı... Kardeşime sevgilerimi ilet. Gördüğüm ilk yerde boynunu kıracağım..." kadına irileşen gözlerimi baktım. Ne kadar da sevgi doluydular.
"Gençler gençler... Ailemizin yeni üyesinin yanında nasıl konuşmalar bunlar." dedi adam ve bana sırıtarak baktı. "Canan Ahsen Toral... Ah, Yarkın artık değil mi?" adam sustuğunda Şafak'ın hırçın nefesleri yüzümü okşadı.
"Öyle Oleg. Artık bir Yarkın. Benim karım!" dedi sert ve kaba bir tınıyla ama bir o kadar da güçlü çıkıyordu sesi. Ayrıca sahiplenişi fazla gerçekçiydi.
"Anladım, anladım..." Şafak gözlerini bir an olsun Oleg'den ayırmazken kolunu belime sardı ve beni göğsüne yanaştırdı. Kolu bedenime temas ediyordu ama masanın altına doğru görünmeyen eli asla bana dokunmuyordu.
"Kuznetsov ailesinin büyük oğlu Oleg Kuznetsov ve eşi Yana Shanova Kuznetsov. Aynı zamanda İlknura'nın ablası." dedikten sonra bana baktı ve "karım..." diyerek beni onlara takdim etti. Karı koca bize bakıp burun kıvırdılar.
"Yazık. Böyle bir güzellik senin gibi çirkin ve kaba bir adamın yanında harcanmış." Yana fazla açık sözlü ve irrite ediciydi. Şafak'ın belime yaslı kolunun kasıldığını hissedince boğazımı sessizce temizleyip karşımdaki ikiliye yalan bir tebessümle baktım ve gözlerimi Yana'nın siyah çekik gözlerine çevirdim.
"Kendi kocanızdan haberiniz yok sanırım. Ama neyse ki ondan aşağı kalır yanınız yok. Dengelemişsiniz birbirinizi! Ne hoş," dediğimde gözleri karardı. Yüzüne yerleşen nefret ve öfke aniydi.
"Sen... Bu ne cüret?" ona aşağılarcasına bakıp tebessümümü yüzümden silmeden cevap verdim.
"Senin cüretinle aynı cüret." daha da öfkelendi. Oleg'in kolundan çıkmadan aramızdaki masaya rağmen bana bir adım attı ama daha fazlasını atamadı. Kısa bir anlığına Şafak'ın yüzüne bakması adımlarını durdurmuştu.
"Benim kocam en azından bir piç değil!" şimdi bazı şeyler daha netti. Hem de çok netti... Şafak'ı, Kurt'u, Şamil'i hatta onlar gibilerini böyle damgalayıp kendi aralarında bir statü yaratıp ötekileştiriyorlardı.
"Seninki de belli ki adam değil..." ondaki bakışlarımı kolundan çıkmadığı kocasına çevirdim. "Eeee, biricik erkek kardeşin İgor'dan ne haber Oleg?" Şafak'ın belimdeki kolu gevşerken göremesem de dudağının köşesinin kıvrıldığına emindim.
Oleg karısı kadar kontrolsüz değildi. Attığım taş yerine oturmuştu ama taşı yere düşürmeden avucuna saklayıp bana atmak için hazırdı. "Mezarda değil... En azından!"
Attığı taş benden Dünya'ya sekerken sakinliğimi zor da olsa korudum. Gülümsememi daha da büyütüp Şafak'ın koca gövdesine sırtımı yaslayıp dik bakışlarımı Oleg'in yüzünden çekmeden "şimdilik diyelim o halde." dedim. Madem bu sahne onlarındı ben de onlara göre oynardım. Madem Yarkın olmak beni daha güçlü yapacaktı o zaman ona da hay haydı.
Bize baktı. Önce bana sonra arkamda dikilen adama. Kocama... Benim neden burada olduğumu bildiği kadar Şafak'ın neden bu toplantıya davet edildiğini biliyordu. Yüzündeki ifadesinden pek bir şey çıkaramasam da Yana onun kadar kapalı değildi. Yüzündeki nefret ve iğrenti açıktı.
"Boris senin için fazla zeki ve güzel demişti ama cüretkar demeyi unutmuş." bendeki bakışlarını Şafak'a kaldırıp dudağın ucuyla sırıtıp "şanslı adamsın Şafak. En az benim kadar," dedi ve göz kırpıp karısını yanına çekti.
"Ama bu şansın ömrü ne kadar olur orası meçhul..." Şafak'ın gevşemiş bedeni yeniden kasıldı. Eli bana değmese de gövdesini tamamen sırtıma yapıştırdı. Nefesi saçlarıma karışırken o korkutucu sesi aramıza karıştı.
"Benim şansım için tasalanma sen. Seninkinden uzun olacağı kesin!"
Birbirilerine olan bakışları bir süre sürdü. İkisinden yayılan tehditkar hava elle tutulacak kadardı. Aralarındaki gergin elektrik duyduğumuz adım sesleriyle dağıldı. Alp, Eylem'le birlikte yanımıza geliyordu. Onların üç adım kadar sollarında iki adam da bu yana geliyordu.
Alp bize baş selamı vererek Şafak'ın arkasından dolanıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Diğer adamlarda Oleg'e bir şeyler derken İngilizce ve Portekizcenin dışında keşke farklı dillerde öğrenseydim diye kendi kendime hayıflandım. Fransızca zaten Güneş teyzem sayesinde ikinci anadilimiz gibiydi.
"Toplantıda görüşürüz Şafak." Oleg ve Yana geldikleri gibi giderken arkalarından bakan gözlerim yanımda kıpırdanan Eylem'e döndü. Her zamanki gibi giyinmişti. Altında siyah deri bir tayt üzerinde siyah boğazlı kazak ve içi yünlü deri ceket. Lakin yüzü aynı değildi. Bugünkü nikahtan sonra benden bile daha yıkık görünüyordu. Şafak sevgili olmadıklarını, aralarında öyle bir ilişki olmadığını belirtse de Eylem için belli ki öyle değildi.
"Tamam, her duruma karşı Vëlla orada ama senin de kulağın orada olsun Alp." bakışlarım onlara kaydı. Alp ile göz göze gelince ona kötü kötü baktım. Ona olan güvenim fena halde sallanmıştı.
"Merak etme abi." dedi. Gözlerini benden kaçırıp iki adım geriledi ve Eylem'e başıyla çıkışı gösterip önden önden yürüdü.
"Kazakistan'a sabah varmışlar. İlknura kalacak bir yer ayarlamış. Biraz önce de karargaha gitmek için hareketlenmişler," Şafak konuşurken benim bakışlarım hâlâ Alp'in arkasındaydı.
"Arabadayken Peri ve Yalın'la konuşmuşlar." başım aniden Şafak'a döndü. Bana bakıp dudak büktü.
"Nasıl?" dedim endişeyle.
"Bilmiyorum Toral. Üstelemedim..." yüreğimin korkuyla çarpışı gözlerime sirayet etti. Korkumu anlamış olacak ki sıkıntıyla soluklandı.
"Korkma. En azından Şile'de babanın ve Vëlla'nın koruması altındalar..." korkuyla kırpışan kirpiklerimin altından ona attığım bakışlara kısa bir an bakıp yine bize doğru gelen bir adama odaklandı.
"Vëlla?" dediğimde yine dudağının köşesi kıvrıldı. Bana yandan alaycı bir bakış atıp "evet. Baldızımı da korumayacaksam ne diye evlendim seninle?" dedi. Ona şaşkın şaşkın baktım.
"Şafak sende kişilik bozukluğu falan mı var?"
"Ben daha çok sosyopata, psikopata ve caniye uyuyorum sanırım. " ağzımı açıp karşılık verecekken güçlü adım sesleri karşımızda durdu ve oldukça babacan bir ses bize selam verdi. Başımı çevirdiğimde ellilerin sonunda yaşına rağmen dinç ve güçlü görünen adamı gördüm.
"Şafak... İtiraf etmeliyim seni gördüğüme şaşırmanın yanında fazlasıyla sevindim. Sonunda hak ettiğin yerlerdesin evlat." adam fazla kinayeli ve güleçti.
"Merhaba Paşalı." dedi Şafak rahat ve tek düze bir sesle. Adamın bakışları beni bulunca yüzündeki gülümseme daha sıcak bir hal aldı.
"Sen de Canan olmalısın." başımı sallayıp "siz?" dedim.
"Cevher Paşalı. Bu deli oğlanın amcası sayılırım." kaşlarım istemsizce alnıma doğru kavislenince dudaklarımı da birbirine bastırdım. Adam aynı ton tonlukla bize bakarken Şafak araya girme ihtiyacı duymuş olacak ki adamın kim olduğunu kısaca özetledi.
"Babamın sağ kolu. En sadık adamıdır." Cevher Paşalı, Şafak'a bakıp böbürlenerek "öyleyimdir..." dedi ama hiç öyle hissettirmediği de bir gerçekti. Bakışları bana kayınca kendimi toparladım.
"Baban... Yusuf Toral. Tanışma şerefine nail oldum. Harika bir adam olduğunu söylemeliyim." şaşkınlığım yüzüme ne kadar yansıdı bilmiyorum lakin fazlasıyla şaşkındım.
"Öyledir... Şaşkınlığımın kusuruna bakmayın. Babam sizin gibi karanlık adamlarla, üzerinde cübbesi varken mahkeme salonlarında muhatap olur normalde," adam o kadar kuvvetli ve sesli kahkaha attı ki ortamdaki herkes istisnasız herkes dönüp bize baktı. Kahkahası durulup kısa bir öksürüğün ardından nefeslendi.
"Babanla tam olarak bu şekilde tanıştım kızım. Neyse ki tanık olarak kürsüdeydim." dediğinde bu sefer Şafak güldü.
"Evet, oğlunu içeri tıktırırken kürsüdeydi... Sahi o nasıl?" dedi imayla. Bu insanlar bana durmadan şaşkınlık yaşatmak için vardılar sanırım. Gözlerimin irileşmesi bir yana ağzım açık kalmıştı.
"İyi," dedi sonra bize doğru eğilip kısık bir sesle konuştu. "Abini deştiği için ekstra ceza alacak ama keyfi yerinde." ağzım daha da açıldı.
"Ne?" karşılıklı gülüştüler.
"Bizim aile ilişkileri işte. Alışırsın..." dedi Şafak iki kere iki dört dermişçesine bir rahatlıkla.
"Dertlenme kızım. Bu haytaların birbirilerine ilk vukuatları değil." gözlerimi kırpıştırıp ağzımı kapattım.
"Hayta mı? Haydut demek daha uygun gibi." Cevher Paşalı yeniden kahkaha attı ama bu sefer dönüp bakan olmadı. Beni başını sallayarak onayladıktan sonra boğazını temizleyip ciddiyetini takındı.
"Size doyum olmaz ben mabede geçiyorum... Davetin tadını çıkarın," deyip bakışlarını Şafak'a çevirdi. "Abin iyi. Azrail birkaç kere yokladı ama yine sıyırdı paçasını. Ödeşmek için acele etmesin dedi." Şafak'ın yüzü ifadesizleşti. Başını sağa sola yatırıp burnunu çekti.
"Ödeşmek yok... Verdiği sözü tutsun yeter!" Cevher Paşalı ona baktı. Bakışlarındaki parıltılar tanıdıktı. Babamda, dayılarımda, dedemlerde gördüğüm şeyle aynıydı. Evlat sevgisi...
"Şafak! Sanırım ailelerimizi ve ilişkilerimizi konuşmamız gerekecek." dedim yalnız kaldığımızda. Bakışları üzerime düştü. Gözleri yüzümde dolanıp soluklandı.
"Galiba haklısın." dedi. Beni terslemesini beklerken onayını almak beklediğim bir şey değildi. Yüzüme bakarken gülecek gibi olunca yüzümde ablak bir ifade belirdiğine emindim.
"Toparlan ısınma turları bitti... Birazdan hepsi burada olacak... Boryanovlar önden bir konuşma yapıp ilk dansı başlatırlar. Ondan sonra canlı müzik, içkiler, politik sohbetler derken bir bakmışsın yeraltındayız."
"Yeraltı?" dedim merakla.
"Mabede giden yol." diyerek açıkladı. Bu mabet denilen yeri artık iyice merak ediyordum. Neden bir aile toplantısı yer altında yapılırdı ki? Ben Şafak'ın yüzüne bakıp düşüncelere dalarken ortamdaki caz müziğin sesi yükseldi ve klasik müziğe dönüştü. Piyano ve kemanın notaları birbiriyle sevişerek büyülü bir ahenk oluştururken herkesin dikkati belirli bir noktaya dönünce bende başımı çevirdim. Davet salonuna inen merdivenleri aydınlatan ışığın altında ilk aile belirdi. Tüm bedenim kasılıp gerilirken bakışlarımı onlardan çekmedim.
"Agron ve Maria Molnar. Oğlu Erjon veliaht. Anita adında da bir kızı var... Bir de Kurt var. Annesinin kim olduğunu bilmiyoruz." dedi Şafak. İkisi de elli yaşlarında görünüyorlardı. İtici bir duruşları vardı. Agron kısa ve kiloluydu. Maria ise etine dolgun ve uzundu. Kurt'un kastettiği şaşa tam olarak karşımdaydı. Karı koca o kadar çok takıp takıştırmışlardı ki ağzım açık kalacak sandım bir an. Biz onları izlerken onlar merdivenleri indi ve basamakların başında başka bir ikili göründü.
"Nikolai ve Anastasya Boryanov. İki oğulları var. Boris ve Dimitri!" onlarında bir önceki çiftten farkları yoktu. Bu kadar mücevherin sebebi neydi şimdi de bunu merak ediyordum.
"Boris büyük olarak veliahttı ama Dimitri abisini ekarte etti." dedi Şafak konuşmaya devam ederken.
Nasıl ekarte ettiğini bilmek midemi bulandırdı. Boris sırf kardeşinin hırsı yüzünden böylesine bir vahşeti hak etmemişti. Aile ilişkileri kavramayacağım kadar berbattı. "Ortaya çıkan gayrimeşru çocuk yok." dedi alayla. Gözlerim ona kayınca dudak büküp "Anastasya Boryanova'nın biraz gaddar biraz da korkulası bir kadın olduğunu duymuştum." kadına yeniden baktım. Tipik bir Rus kadınıydı. Onlarda merdivenlerin sonunda kaybolduğunda Şafak yeniden konuştu.
"Sergey ve Radmila Kuznetsov. Onlarında iki oğlu var. İgor ve Oleg." karı koca fazla asil ve sert görünüyorlardı. Üzerlerinde aslan yeleli kürkler vardı. Diğer iki çifte nazaran daha az takıp takıştırmışlardı. Lakin Sergey Kuznetsov'un fıldır fıldır dönen gözleri ona karşı dikkatli olmam gerektiğini yüzüme bağırıyordu sanki. kumral tenleri, simsiyah uzun saçları ve elbette çekik gözleriyle Kazak olduklarını belli ediyorlardı.
"Veliaht Oleg mi?" diye sorduğumda başını salladı.
"Sergey fazla çapkın bir adammış ama ailelerin bildiği, aynı kadından olma gayrimeşru iki çocuğu var. Şamil ve Narya. Anneleri Nazlı adında bir Türk kadınıymış. Sergey'in kadına deli divane olan aşkı uzun süre konuşulmuş ama kadın birden ortadan kaybolmuş." karşımdaki adamla aşkı pek bağdaştıramadım. Tanımıyordum ama o kumaşta yok gibi görünüyordu. Hem deli divane aşık olan bir adam çapkın olur muydu emin değildim.
"Kıskanç kadınlar tehlikelidir." dediğimde bana bir bakış atıp tek kaşını kaldırıp başını salladı. Ondaki bakışlarım merdivenlere yeniden döndüğünde kasıldım. Merdivenin başında el ele duran ikili Behzat ve Güzin Yarkın'dı.
"Babam ve eşi." gözlerim hem onlarda hem Şafak'ta gidip geldi. Şafak'ın saniyeler önceki ruh hali tuzla buz olmuş yeniden o tanıdığım Şafak'a dönmüştü. Babasına ve üvey annesine bakan gözlerini göremesem de birbirine temas etmeye devam eden bedenlerimizden kasıldığını hissediyordum.
"Behraz ve Behçet adında iki oğulları var. Bir de sen varsın..." dedim. Bakışları bana dönmeyince ben de bakışlarımı onlara çevirdim. Elbette onlarda fazlaca takıp takıştırmışlardı lakin daha sade görünüp daha güçlü bir imaj veriyorlardı. Lider aile olduklarının ağırlığı duruşlarından tüm salona yayılıyordu. Donuk bir yüzle merdivenleri inip diğerleriyle selamlaştılar. Onları karşılayan diğer insanlarla el sıkışıp kendi masalarına ilerlerken Behzat Yarkın'ın gözleri bizi buldu.
"Bize öldürecekmiş gibi bakıyor." dedim gülümseyerek. Behzat Yarkın bakışlarını bizden çekip farklı bir yöne bakınca başımı Şafak'a çevirdim.
"Niyeti o." gözleri sonunda beni buldu. Omzum göğsüne dayalıyken kolunu belimden çekti.
"Merak etme... İzin vermem!" bakışlarımı ondan kaçırdım. Gözlerim önce masanın üzerinde sonra da etrafta dolandı. Ruh hali, sözleri, bakışları her an o kadar çok değişiklik gösteriyordu ki hangi Şafak gerçekti hangi Şafak samimiydi fark edemiyordum.
Bakışlarım Güzin Yarkın'ı buldu. Bizden tarafa hiç bakmıyordu. Eskiden, haber kanallarından ve gazete kupüründen hatırladığım sarı saçları şimdi griyle beyaz tonlarındaydı. Bu hali bir an annemi hatırlattı lakin bu kadın annemin tırnağı etmezdi. Orta boylarda zayıf bir kadındı. Yüzünde hiç bir ifade yoktu. Bakışları dümdüz ve ruhsuzdu. Makyajından olsa gerek daha da ciddi ve soğuk duruyordu.
"İşte veliahtlar..." Şafak'ın sesiyle bakışlarımı Güzin Yarkın'dan çektim. Merdivenlerden sadece genç bir kız iniyordu ve sanırım Anita Molnar'dı. Annesine fazlasıyla benzeyen Anita tıpkı onlar gibi aşırıya kaçan bir gösterişteydi. Halbuki karşımdaki kız Minel'den birkaç yaş büyük olmalıydı... Onun hemen arkasında Oleg ve Yana vardı.
"Dimitri ve Erjon'u mu görmeyi planlıyordun?" ve diğerlerini ama göremeyeceğimin farkındaydım. Kim bilir hangi delikte saklanıyorlardı.
"Galiba." dedim. Bakışları üzerimdeydi. Ben Anita'yı süzerken görüş alanımı Yana kapattı. Bana attığı sert bakışlara alay dolu bir bakış ve tebessümle karşılık verdim.
"Burada değiller." oflamamak için kendimi zor tuttum. Gözlerim bütün aile fertleri arasında mekik dokurken burada böyle durmaktan sıkılmıştım.
"Neden yanlarına gitmiyoruz." ofladı. Boş bakışlarıyla bana baktı. Kaşları elbette her zamanki gibi çatıktı.
"Ne gerek var?" gözlerimi devirdim. Bazen kafasını yontmak istiyordum. Kalın kafalı, medeniyet yoksunu Kabasakal'ın tekiydi.
"Ne demek ne gerek var! Gidip selam vermeliyiz," dedim kendimden emin bir şekilde ama o hiç oralı değildi.
"Boy gösterisi istiyorsun yani..." başımı sağa sola eğip dudak büktüm ve "belki," dedim. Nefes alıp verdi. Dilini dudaklarının üzerinde gezdirip başını bana doğru eğdi.
"Gerek yok Toral. Toplantıdan sonra istemediğin kadar çok göz bizim üzerimizde olacak zaten. Kimseyi kışkırtmaya gerek yok... Senin için diyorum."
"Tamam." deyip bedenimi çevirdim ve dans edenleri izlemeye koyuldum. Bir süre sonra dans pistine sadece dört ailenin fertleri geçti. Nikolai Boryanov karısı Anastasya Boryanova'nın elinin üzerine bir buse kondurup pistin ortasına geçti ve ona uzatılan mikrofonu alıp Rusça konuşmaya başladı.
"Ne diyor?"
"Hoş geldiniz zımbırtısı. Önemsiz," dedi Şafak uzatmadan. Üstelemedim. Nikolai konuştukça kıkırtılar yükseldi, bir ara alkışlandı ama benim gibi sıkılanlarda vardı. Konuşması sonunda bittiğinde mikrofonu görevlilerden birisine uzatıp karısına uzandı ve kollarının arasına aldı. Oleg ve Yana'da oradaydı. Anita da kim olduğunu bilmediğim ama üzerindeki mücevherlerden toplantıda olabileceğini düşündüğüm bir adamla eşleşti. Dans etmek için yerlerini aldılar ve müzik değişti. Ancak müzik çalmaya devam ettiği halde başlamadılar. Behzat Yarkın gözlerini birden Şafak'a dikip bakınca dayanamadım.
"Neden başlamıyorlar?" dediğimde elime değen soğuk elle irkildim. Şafak bana bakmadan hareket ettiğinde tüm gözleri üzerimizde hissettim. Bizi piste doğru sürüklerken gözlerimin ilk değdiği kişi Behzat Yarkın oldu. Onun ardından karısına baktım. İkisinin de bizi bakışlarıyla yok edeceğini hissetmek kanımı dondurdu. Çünkü ellerine geçen ilk fırsatta bunu yapacaklarını belli ediyorlardı. Ben neyse de Şafak'a karşı neden bu kadar kinli ve öfkeli bakıyorlardı bu da bir soru işaretiydi.
Kendimi birden o ailelerin ortasında ve Şafak'ın kolları arasında buldum. Bir elim omzuna çıkarken diğer elim avcundaydı ama parmakları elimi sarmıyordu. Göz göze geldik. Ona burnumdan soluyarak "şaka yapıyor olmalısın!" diye söylendim. Onunla dans etmek istemiyordum.
"Eminim her çeşit danstan anlıyorsundur. İki salınıp geçeriz, ayak uydur yeter!" dedi. O da en az benim kadar isteksizdi.
Dediği gibi sessizce salınıyorduk. Açıkçası böyle bir partiden daha farklı danslar beklerdim. Vals ya da tango ama bu kadar ağır ve yavaş bir dans daha iyiydi. Başımı çevirmeden etrafa bakındığımda üzerimizde yine kaçamak bakışların varlığı kendini belli ediyordu. Pistteki herkes birbirleriyle konuşup dans ederken biz kendi halimizdeydik.
"Babamın haberi var mı?" diye mırıldandığımda sırıttı. Bakışlarını etrafta dolandırıp gözlerimin içine baktı ve başını salladı.
"Evet. Her şeyi o ayarladı." adımlarım durdu. Göğsüme çarpan ağırlık yutkunmamı engellerken gözlerim korkuyla doldu. Babam bana böyle bir şey yapmış olamazdı! Dudaklarım aralanıp bir iki kelimeyi serbest bırakamayınca Şafak'ın yüzündeki sırıtış silindi.
"Şaka yaptım Toral. Baban büyük ihtimalle bu durumu öğrendiğinde beni öldürecek," göğsümdeki ağırlık kalksa da bedenim çoktan buz kesmiş kalbim korkuyla atmıştı.
"Şaka yaptın değil mi?" bakışlarını başka bir tarafa çevirip yutkundu.
"Şakaydı. Baban ölür ama yine de senin, benim karım olmana izin vermez... Vermezdi, bilseydi yani." başımı salladım. Babamdan yana asla şüphem yoktu ama Şafak'tan emin değildim. Bu durumu aileme açıklama durumu da vardı daha. Şu an ölmeyi yeğlemem normaldi sanırım.
"Babana olan güvenin gözlerimi yaşarttı." dedi. Alaycıydı ama çokta eğlendiği yoktu.
"Babama güvenim sonsuz ama seni kestiremiyorum. Fazla dengesizsin." dediğimde dudağının kenarı kıvrıldı.
"Senin kadar dengesiz değilim neyse ki." gözlerimi devirip iç çektim.
"Kabasakalsın cidden Kabasakalsın Şafak," aynı ifadeyle belimdeki elini çekip beni usulca döndürdü ve koluna yatırdı.
"Sen de Safinaz mısın?" ben ona ağzım açık bakakalırken sırıttı ve bu sefer de "üç kağıtçı dalyarak Temel kim peki?" dedi. Kolundan doğrulup yeniden döndüm. Bedenimi yamacına çekince kolumu tekrar omzuna yasladım.
"İzledin mi?" dedi şaşkınlıkla.
"Hayır. Ama sen sürekli Kabasakal deyince kimmiş bu bir bakayım dedim." ilk söylediğimde neyden bahsettiğimi o kadar bilmiyordu ki araştıracağını öngörmem lazımdı.
"Ay Şafak cidden izledin mi?" dedim şaşkınlıkla. Bana gözlerini devirip esefle soluklandı.
"İzlemedim Toral. Baktım sadece, saçma sapan bir çizgi film." dedi memnuniyetsizlikle.
"İzlemişsin belli," dedim kendimden emin bir şekilde. Temel Reis'e ettiği laf bunu belli ediyordu.
"İzlemedim."
"İzlemişsin. İzlemesen Temel Reis'e öyle demezsin." o herifi ben de hiç sevmezdim. gözlerini devirdi. Bana üstten bakışlar atıp başını sallayınca kıkırdadım. Şafak'ı bir an çizgi film izlerken hayal edince kıkırtılarım daha da arttı.
"Gülme!" dudaklarımı birbirine bastırıp genzimi temizledim ama ruh halim önce gülmeye ardından ağlamaya o kadar müsaitti ki tutamadım kendimi.
"Toral!" dedi Şafak öğretmen edasıyla kızarken.
"Ay tamam bir şey demedim." dedim ama gülmeye de devam ediyordum. Onunda dudakları kıvrılacak gibi olacaktı ki yanımıza Molnar çifti geldi.
İkimizin de bakışları onları buldu. Şafak'ın kürkün üzerinden belimi saran kolu sıkılaşıp beni göğsüne yasladı ama bedenini de bana siper etmiş gibi duruyordu. "Merhaba gençler," dedi Agron Molnar. Ağır bir aksanı vardı.
"Merhaba," saniyeler önceki Şafak'ın yerinde yeller esiyordu.
"Uzaktan çok hoş görünüyordunuz. Hem selam vermek hem de hoş geldiniz demek istedik." Maria Molnar'a gülümseyip "teşekkürler," dedim. Beni süzerken gözleri kırmızı kürkün el verdiği kadarıyla görünen mücevherlerde dolandı.
"Şafak, izninle ailemizin yeni ferdiyle dans etmek isterim!" Agron'un lafıyla sadece Şafak değil ben de kasıldım. Benim mavilerim Şafak'ın yüzüne tırmanırken o avına kitlenmiş avcı misali karşısındaki adama bakıyordu. Lakin hemen arkamızdan gelen sesle Agron'un tüm rahatlığı tuz buz oldu.
"Agron, Agron, Agron. Senin bu aç gözlülüğün bir gün sonunu getirecek!" gelen Behzat Yarkın'dı. Şafak ile sesleri o kadar çok benziyordu ki gözlerim Şafak'ın üzerinde olmasa o konuşuyor sanırdım.
"Dostum. Gelininle hâlâ tanışmaman senin hatan." ben daha evlendiğimi kavrayamamışken herkesin biliyor olması beni korkutuyordu. Babamın, tüm ailemin duyması da an meselesi olabilirdi.
Behzat Yarkın karısıyla birlikte karşımıza geçtiklerinde onları ilk defa bu kadar yakından gördüm. Gözlerim ilk Behzat Yarkın'ın üzerinde dolandı. Yaşına rağmen yaşlı görünüyordu. Gür saçlarının çoğu beyazlamıştı. Çok uzun değil çok kısa da değildi ama Şafak'ın yanında kısa kalıyordu. Kilolu ya da zayıfta değildi ama ağır görünüyordu. Yüzüne sinen yılların izi gözlerine karanlık olarak çökmüştü. Şafak'a derdim ama gözleri asıl kara olan babasıydı.
"Oğlum," irkildim. Behzat Yarkın'ın oğlum deyişiyle bir süre önce Cevher Paşalı'nın oğlum deyişinin arasında dağlar kadar fark vardı. Doğruyu yanlışı ayırt edemeyebilirdim ama bir anne veya babanın sevgi ve sıcaklık barındıran sesi iyi tanırdım. Behzat Yarkın'ın sesinde sevgiye dair hiçbir şey yoktu.
"Baba!" dedi Şafak.
Onun sesinden bir şey çözümleyemedim ama sertliği ve kabalığı bakiydi. Behzat Yarkın başını ağır çekimdeymiş gibi aşağı yukarı sallayıp Agron Molnar'a bir bakış attı ve saniyeler içerisinde o ve karısı Maria yanımızdan uzaklaştı. Onların arkasından bakan gözlerim Güzin Yarkın'a kaydığında yutkunma ihtiyacı hissettim ama sopa yutmuş gibi dimdik duruyordum. Yeşil gözlerindeki şey hissizlikti. Donuk ve soğuk bakışları belgesellerde izlediğim seri katilleri anımsatıyordu.
"Gelinimle tanışmak isterim." Güzin Yarkın'ın yeşil gözlerine dalıp giden gözlerimi Behzat Yarkın'a çevirdim. Bakışları sadece oğlunun üzerindeydi.
"Karım isterse elbette." Şafak'ın baskınlığı o kadar netti ki üzerine şu veliahtlık zırvalığını giydiğinde neler olacaktı açıkçası merak etmiyor değildim. Babasına karşı daha daha farklı davranır sanıyordum ama sandığım gibi değildi. Şafak'a baktım. O da bana baktı. Gözleri gözlerimde bir süre oyalandıktan sonra açıp kapadı. Ben de nazik bir tebessümle babasına döndüm.
"Tabii. Çok memnun olurum," dedim kendimden emin bir şekilde. Babası bana elini uzattığında gülümsememi bozmadan nefes alıp elimi avcuna bıraktım.
"Güzin Hanım. Benimle vakit geçirmeyi özlemişsinizdir eminim ki." dedi Şafak. Biz Behzat Yarkın ile onların yanından uzaklaşırken istemsizce onlara baktım. Çoktan dans etmeye başlamışlardı.
"Endişe etme. Severler birbirilerini," önüme döndüm. Behzat Yarkın bir elini sırtıma yaslayıp bir elimi avucunda tutarken usulca salınmaya başladık lakin asıl maksadın dans olmadığını herkes biliyordu. Eli kürkün üzerinde hareket edince sırıttı.
"Pek öyle görünmüyor." dedim daha deminki sözlerini kastederek. Ayağımdaki topuklu çizmelerim sağ olsun karşımdaki adamdan daha uzundum.
"Bizim sevgi dilimiz farklıdır Canan. Zamanla öğrenirsin," bu aileye dair her şeyde farklıydı. Aile aileydi işte. Ya iyi bir aile olunurdu ya da kötü. Betimlemelere, gizemlere gerek yoktu.
"Ben sevgiyi bilirim Behzat Bey. Bu sevgili değil... Ayrıca zamana da ihtiyacım da yok. Ailenizde çok kalıcı olmayacağım." dediğimde kaşları çatıldı lakin yüzünde memnun bir ifade vardı.
"Açık sözlüsün demek. Güzel," dedikten sonra yüzündeki o sırıtışı sildi. İşte beklediğim gerçek yüzü karşımdaydı. Hem belimdeki eli hem de elimi tutan eli sıkılaştı. Tutuşu çok sıkı olsa da rahatsızlığımı şimdilik kendime sakladım.
"Ben de açık olayım güzel gelinim. Burada olmak sana sadece ölüm getirecek..." bakışları bir atmaca misali etrafta gezince bir kez daha irkildim. Şafak babasından çok fazla izler taşıyordu.
"Ama sana bir şans verebilirim." dedi. Bariton sesiyle o kadar üst perdeden konuşuyor o kadar dikte ediyordu ki arkama bakmadan kaçmak istiyordum.
"Şans?" başını salladı.
"Evet. Şimdi çık git buradan. Arkana bile bakmana gerek yok. Kimse dokunmayacak sana. Zarar vermeye asla yeltenmeyecekler. Nerede saklanıyorsanız al kuzenlerini dönün yuvanıza. Söz veriyorum ne sana ne ailenden tek bir kişiye zarar gelmeyecek." bakışlarımı yüzüne dikip ağırca yutkundum. Dilimi dudaklarımın arasına sıkıştırıp iç çektikten sonra yüzüne dik bir ifadeyle baktım.
"Benimde aileme sizlerin yüzünden zarar geldi Behzat Bey. Sizin oğullarınız bizim Dünya'mızı aldı bizden. O da yetmedi benim kardeşimi vurdular. Üzgünüm ama ben size itaat edecek tasmalı itiniz değilim kaldı ki size güvenecek hiç değilim." bakışları karardı. Bu yaşına, tüm kazançlarına rağmen onu terk etmediğini anladığım hırsı tüm bedenini ele geçirdi sanki.
"Oğluma güveniyorsun ama!" kıskançlık ya da çekememe değildi bu hali. Şafak'ın düşman olduğumuz halde yarattığı bağın farkına varışıydı.
"Sizin oğlunuzu değil kendi tanıdığım Şafak'a..." nefesim kesildi. Dilim dişlerimin altında ezilse de karşısında dik durmak için güçlü olmam lazımdı.
"Yani kocama ve kendime güveniyorum." dedim. Madem onun kocam olması bazı kolaylıklar getirecekti o zaman bende sonuna kadar kullanırdım.
"Kocan... Ailemizde kalıcı olmayacağını söylemiştin?" gülümsedim.
"Evet öyle. Şafak'ı kendi aileme iç güveysi yapacağım eminim benim aile sizin ailenizden daha sıcak ve sevgi dolu bir karşılama gerçekleştirirler," dedim ama umarım çarpılmazdım. Babamı bilmem ama dedelerim Şafak'ı gördükleri yerde öldürebilirlerdi.
"Yokluğu size koymaz diye düşünüyorum. Oğlunuza verdiğiniz tek şey soy adınız olmuş çünkü..." dedim ama aklıma gelen şeyle gülüp başımı salladım.
"Pardon bu gece itibariyle tek şey soy adınız olmayacak. Söylesenize amacınız ne?" karaları parladı. Dudağının sol köşesi sinsice kıvrıldı. Bakışlarından mimiklerine süzülen şey diline sıçradı ve gözlerimin içine bakarak hiç çekinmeden, sesi hiç titremeden "öldürmek," dedi...
Müzik değişti. Dans edenler değişti. Malum aileler belirli sürelerle gözden kaybolurken arada kaybolan birkaç kişi daha fark ettim. O kişiler ailelerden miydi onu da bilmiyordum. Aklım hâlâ Behzat Yarkın'ın son söylediklerindeydi.
"Toral iyi misin?" Şafak yanımdaydı ama sesi sanki çok uzaktan geliyordu. Bir daha seslenince silkelendim. Ama dudaklarımın arasından "hı," diye bir nida döküldü.
"İyi misin?" başımı salladım ama o beni benim onu çözdüğümden daha kolay çözdüğünden bir şeyler olduğunu elbette anladı.
"İyiyim. Sıkıldım biraz," dedim geçiştirerek. Bakışlarını üzerimde hissedince başımı ona çevirdim. Bana bir bakıp başını sağ omzuna doğru eğip yüzüme öyle baktı.
"Güvenlik zımbırtısı işte. Birazdan sıra bizde." dediğinde başımı sallayıp "anladım," dedim. Yüzüme gözlerini kısarak baktı.
"Klostrofobin yoktur umarım."
"Yok." gözleri yüzümde oyalandı ama bir süre sonra pes edip önüne döndü. Salonda kalan insanlar yüksek kahkahalar atarak sohbet ederken başıma ağrılar saplanacak gibi hissediyordum.
"Sonunda." Şafak'ın homurdanışıyla bakışlarım yeniden onu buldu.
"Hazır mısın?" başımı sallayıp sakinliğimi korumak adına nefes alıp dudaklarımın arasından usulca bıraktım.
"Hazırım, gidelim artık!" kolunu uzattı. Gözlerimi gözlerinden çekmeden koluna girdim ve silkinerek kendimi toparladım.
İnsan kalabalığının arasından yürüyerek davet salonunun en ücra köşesine yürüdük. Dümdüz bir duvarın önünde iki adam duruyordu. Bizi gördüklerinde kenara çekildiler ve sol taraftaki adam duvarı ittirdi ve bir kapı belirdi. Açılan kapıdan içeri girdiğimizde gözlerim etrafa bakındı. Duvarlarda belirli aralıklarla meşaleler asılıydı. Loş koridoru yürüyüp çelik bir kapının daha önünde durduk. Şafak kapıya ilerleyip sol avcunu kapıya bastırdı ve birkaç saniye sonra kapının üstünde şifre ekranı belirdi. Şafak şifreyi girerken görmek için hiç yeltenmedim.
Kapı açıldığında omzunun üzerinden bana baktı ve kapıyı ittirip başıyla yanına çağırdı. Kapıyı geçtiğimizde ortam daha da karanlıktı. Küçük alanı aydınlatan tek şey sağımda asılı duran meşaleydi. Küçük odanın en ucundaki merdivenlere ilerledik. Basamaklar aşağı iniyordu.
"Yeraltına gidiyoruz herhalde," başını salladı.
"Merdivenler dar, dikkat et." dedi ve ilk adımı attı. Peşinden ilerledim. Merdiven sahiden dardı ve dönerek iniyordu. Peş peşe basamakları inmeye başladık. İndikçe aydınlık daha da azalıyordu. Elbisenin uzun eteğini toplasam da darlığı bir yerden sonra beni yorunca durdum. Şafak'ta anında durup bana baktı.
"Elbise, yordu." dediğimde baştan aşağı beni süzdü. Sonra kalan basamaklara bakıp nefeslendi ve beklemediğim anda bana dönüp bir basamak indi ve kolunu bacaklarıma sarıp beni omzuna attı.
"Hıh, Şafak!" ellerim ceketine sıkı sıkı yapışırken Şafak çok rahat bir şekilde basamakları inmeye başladı.
"Daha çok basamak var Toral. Sen böyle tın tın anca kırkında inersin aşağı." dedi alayla.
"Ha ha ha komik adam seni!"
"Sen bana laf atacağına biraz kilo ver. Omzum çürüdü." nereye denk geleceğini düşünmeden çizmemin sivri ucuyla tekme savurdum. Şafak'ın adımları bir sarsılınca "geber!" diye homurdandım.
"Dua et şu an hiç yeri değil. Yoksa kim geberirdi gösterirdim ben sana," dedi bozuk bir sesle. Canını yaktığım belliydi.
"Hııı tabi tabi." nefesini gürültüyle bırakıp basamakları daha hızlı indi. Beni omzuna attığı andan itibaren saydığım akdarıyla yüz doksan ikinci basamakta ayaklarım yere değmişti ama hem baş aşağı durmam hem de dönen merdivenler başımı çok fena döndürmüştü.
"Kusacağım galiba." dediğimde nefes nefese bana bakıp ellerini dizlerine yasladı. Ona sırıtarak baktım.
"Yoruldun mu Kabasakal? Ispanak takviyesi al bence," takılışıma yüzünü ekşiterek karşılık verdi.
"Sen de kilo ver." kabalığı karşısında hemen savunmaya geçtim. Ellerimle üzerimi gösterdim.
"Ben elli kiloyum Yarkın ama dikkatini çekerim üzerimde çelik yelek bir kürk ve bir sürü mücevher var," kürke ve mücevherlere bakıp burun kıvırdı.
"Kilo ver!" dedi önden yürümeye başladı. Arkasında kalırken ayaklarım hareket edemedi. Gözlerim kendi bedenimde dolanırken zihnime dolan eski anılar yüzümü buruşturdu. Hiçbir zaman kilo problemim olmamıştı ama bir zaman elli kiloluk halimle zorbalığa uğramışlığımda vardı... Lanet erkekler!
"Toral?" Şafak peşinden gitmediğimi anlamış olacak ki durup bana seslendi. Aramızda birkaç metrelik mesafe vardı.
"Kilolu muyum cidden?" dedim.
"Ya kızım!" ofladı. Ellerini pantolonun kemer boşluğuna yaslayıp bana doğru adımladı.
" Sen harbiden bu manipüleye açık halinle beni manipüle etmeyi düşündün ya vallahi bravo!" gözlerimi devirip bakışlarımı yere düşürdüm. Omuzlarım küskün kız çocukları gibi sallanıyordu.
"Kilolu muyum değil miyim?" dedim kısık sesimle. Gürültülü nefes seslerini işittim. Sonra adımları daha da yaklaştı.
"Değilsin Toral. Gayet zayıfsın," emin olamadım. Ona aynı tekinsizlikle bakınca yeniden oflayıp yüzünü sıvazladı.
"Gerginim. Mabede gidene kadar sana sataşmak istedim oldu mu?" sağ kaşım hareketlendi. Yüzüne baktığımda gerçeği söylediğini anladım ve başımı salladım.
"Sana kadınlara kiloları ve yaşları hakkında yorum yapmaman gerektiğini belli ki öğreten olmamış ama ben öğretirim merak etme." parmaklarını burnunun üzerinden göz pınarlarına bastırıp yeniden gürültüyle nefeslendi.
"Düş önüme Toral!"
Ben önde Şafak bir adım arkamda uzun koridoru yürüdük ve yine bir kapıyla karşılaştık. Şafak onunda kilidini açtığında bu sefer direkt merdivenlerle karşılaştık. Lakin bir sorun vardı. Şu ana kadar sıcak olan ortam birden buz kesti. Kalın kürkün içinde fazlasıyla sıcaktım. Neyse ki kürk gerçek değildi de içinde rahatça durabiliyordum.
Şafak merdivenin başındaki uzun direkte asılı meşaleyi söküp bana baktı ve başıyla merdivenleri gösterip "inebilecek misin?" diye sorunca merdivene baktım.
"İnerim. Basamaklar daha geniş ve düz görünüyor."
Şafak'ın arkasında ama elim ceketini tutar bir şekilde uzun merdivenleri indik. Salondan ayrılalı neredeyse on dakika olmuştu ama biz hâlâ mabede ulaşamamıştık. İndiğimiz merdivenlerin sonunda dar ve alçak bir tünelle karşılaştık. Şafak elindeki meşaleyi tünelin içine uzattığında karşılaştığım şeyle gözlerim iri iri açıldı.
"Ne?" diye bağırmamla yüzünü buruşturup kulağını ovaladı.
Tünelin uzun dar koridorun duvarlarında yan yana ve üs üste dizilmiş kafatasları vardı. Mesleki alanlarımın getirisi ve bir müze gezgini olarak bu kafataslarının gerçek olduğuna kalıbımı basardım.
"Lütfen bana bu kafataslarının sizin öldürdüğünüz insanlara ait olmadığını söyle!"
"Tamam, söylemem!" omzuna vurup "Şafak!" diye kısık sesle bağırdım. Sırıttı, bana dönüp meşaleyi yüzlerimizin arasında tuttu.
"Korktun mu?" tünele baktım. İçime çöreklenen huzursuzluğun sebebi bu tünel olmasa da ortaya çıkmasını sağlayan şeydi.
"Kafataslarından değil. Hissettirdiklerinden," dedim. Babasının dans sırasında söyledikleri tazeliğini koruyordu ve bu gördüğüm şeyler henüz görmediklerimin yanında bir hiçmiş gibi duruyordu.
"Daha kötüsünü göreceksin, daha kötüsünü hissedeceksin Toral." bu adamın kötüyü daha da kötü yapma huyu beni duvardan duvara vuruyordu artık. Yok, olmuyordu. Adamın ağzından hayırlı bir şey çıkmıyordu.
"Sağ ol ya. Çok yardımcı oldun!"
"Ne demek, her zaman." dedi ve yine öne dönüp beni arkada bıraktı. Oflayıp peşinden yürümeye devam ettim. Tünel hiç bitmeyecek gibi uzayıp giderken yürüdükçe burnuma sataşan koku ağırlaşıyordu.
"Şafak," diye seslendim bir süre sonra.
"Hı?" dedi yürümeye devam ederken. Kelimelerimi zihnimde toparlayıp boğazımı temizledim. Onu manipüle etmeye çabalarımı madem biliyordu bende İzel'in son dediği dürüstlük şıkkıyla yoluma devam ederdim.
"Babanla dans ederken konuştuk biraz." adımları durdu ve omzunun üzerinden bana baktı.
"Ne konuştunuz?" omuz silkip ellerimi göğsümde bağladım.
"Bana bir şans verdiğini, eğer geri dönmek ve vazgeçmek istersem hiçbir zarar görmeden eve gidebileceğimizi söyledi." gözleri yüzümde dolandı. Tüm bedenini bana çevirmeden önce meşaleyi diğer eline aldı.
"Sen ne dedin?" omuzlarımı silktim.
"Sözünü dinleyecek tasmalı iti olmadığımı ve ona asla güvenmediğimi." dediğimde gözleri kısıldı ve sonra güldü. Başını sallayıp göz kırptı.
"Sonra?" konuşmanın güvenle ilgili ara kısmını kendime saklayıp direkt sonunu söyledim.
"Seni veliaht ilan etmekteki amacını sordum." bakışları yüzüme daldı. Sırıtmaktan kıvırılı olan dudakları düz bir hal alırken kirpiklerini kırpıştırıp silkelendi ve önüne döndü.
"Beni ben istemediğim müddetçe öldüremez Toral." kısa bir an duraksadım ama kendimi toparlamam çok kısa sürdü. O yeniden yürümeye başlayınca mecbur peşinden ilerledim ama konuşmaya da devam ettim.
"Kendine olan bu güvenin takdire şayan ama nasıl bu kadar eminsin?" dedim anlam veremediğim bir sinirle.
"Elinde kalan tek tasmalı itiyim de ondan." dedi küfür eder gibi. Bu durumdan asla hoşnut olmadığı aşikardı. Kendine yaptığı bu yakıştırma hoşuma gitmedi. Özellikle babasıyla arasındaki ilişki dinamiğinin bu denli kötü oluşu canımı sıktı. Böylesine nefret, soğukluk ve muamele beklemiyordum.
"Ve ne benim ne diğer çocuklarının çoğalmak gibi bir niyeti olmadığından liderliği kaptırmamak için beni yaşatabildiği kadar yaşatacak." ağzım açık bir şekilde peşinden yürürken aklımdan geçeni dilimden döküverdim.
"Allah'ım sanırsın eski dönem imparatorluklarında yaşıyoruz. Şehzadem diye de seviyorlar mıydı sizi bari?" güldü. Başını çevirip bana bakınca yok artık dercesine bir ifadeyle "ciddi olamazsın," dedim.
"Bazı anneler erkek evlatları olunca kainatı kendilerinin yarattığını sanıyor." bunu ondan duyma beni keyiflendirdi.
Dayanak duvarları kafataslarıyla süslenmiş tünelin içinde yürümeye devam ettik. Durumu az çok biliyordum, bu akşam gördüklerimde Şafak'ın hayatına dair bazı ipuçları veriyordu lakin merakıma yenik düştüm. "Senin annen peki?" dedim. Duracak gibi oldu ama yürümeye devam etti. Ondan en azından beni azarlamasını beklerken sessizliğe gömüldü.
Tüneli arkamızda bıraktığımızda o ağır koku daha beter bir hale geldi ve hava sıcaklığı da iyice düştü. Şafak meşaleyi biraz havaya kaldırıp etrafında dönünce ben de onunla birlikte dönüp etrafı inceledim. Ucu görünmeyen çok yüksek bir hiçliğin ortasındaydık. Yoğun bir rüzgar vardı ama o rüzgar nereden geliyordu kestiremedim. Önümüz karanlıktı ve meşaledeki ateş rüzgardan dolayı sağa sola dalgalanıyordu.
"Bu koku..." dedim burnumu kapatırken.
"Leş kokusu!" yüzümü buruştursam da başımı salladım. Çürük, ekşi ve dayanılmazdı. Sanki buraya güneş doğsa gözümün gördüğü her yerden ceset fışkıracak gibi yoğun bir kokuydu. Midem çoktan çalkalanmaya başlamıştı.
"Gel, bu taraftan!"
Uzattığı koluna girip diğer elimi de pazusuna yasladım. Buranın zemini arkamızda bıraktığımız uzun yolun zemininin aksine çıkıntılı ve topraktı. Yürüdük, yürümeye devam ettikçe karşımıza dalları kurumuş ağaçlar çıkmaya başladı. Başımı kaldırıp yukarıya baktığımda kaşlarım çatıldı. Çok yüksek, çıkıntılı duvarların bittiği yerde dolunay görünüyordu ve duvarlarda filizlenmiş ağaçların kuru dalların arasında seslerini duyamadığım kuşlar uçuşuyordu.
"Hani yer altındaydık?"
"Öyleyiz zaten." dedi.
"Ama... Bak," deyip elimle yukarıyı gösterdim. Başını kaldırıp baktı ama benim yaşadığım şaşkınlığı yaşamadı.
"Bu duvarlar kaç metredir sence Toral?" dedi. Yere bastığım yerle yüksek duvarların arasından bize göz kırpan karanlık gökyüzü birbirinden çok uzaktaydı.
"Emin değilim. Derinkuyu'ya gitmiştim bir keresinde oradan kıyaslarsam 150-200 metre olabilir." dudak büküp duvarlara dikkatle baktı.
"Daha azdır, dolunay rahatlıkla görünebiliyor." bakışlarım onu buldu. Her konuda oldu gibi bu konuda da kendinden emindi.
"Peki biz şu an konum olarak neredeyiz?" oflayıp bana ters bir bakış attı.
"Kara orman kuşağındayız," dedi.
"Güneydeyiz yani?" alnını ovaladı. Bana bakmadan yeniden yürümeye başladı.
"Aynen Toral. Coğrafya dersi bittiyse devam edelim mi?" büyük adımlarla yanına ulaşıp ondan uzaklaşmadan yürümeye başladım. Biz yürüdükçe duvarlar daha da yükseliyor, o leş kokusu daha da artıyor ve kuşlar ki artık ne olduklarını biliyordum, daha da fazlalaşıyordu.
"Şafak," dedim bir süre sonra nefes nefese. Hem çok yorulmuş hem de bu kokuya daha fazla dayanacak halim kalmamıştı.
"Az kaldı. Şu ağacı görüyor musun?" gösterdiği yere baktım ve başımı salladım. Çınar ağaçları gibi büyük ve heybetli bir ağaçtı ancak onunda dalları kuruydu.
"Onun oyuğundan içeri girip aşağı ineceğiz sonra da mabede varmış olacağız." çatık kaşlarımla Şafak'ın yüzüne baktım. Kendimi artık bir macera filminde gibi hissediyordum.
"Ama bu koku..." bana bakarken onunda birden kaşları çatıldı ve eli birden ceketinin iç cebine gitti ve bir paket çıkarttı.
"Burun tıkacı iş görür sanırım." can simidime kavuşmuşçasına bir sevinç ve rahatlamayla uzattığı tıkacı alıp burnumun deliklerinden geçirdim ve üstten bastırarak yerleştirdim. Derin bir nefes aldığımda o lanet koku sonunda yok olmuştu.
"Teşekkür ederim... Sen nasıl?" omuzlarını silkip ağaca doğru yeniden hareketlendi ve "Alp düşünmüş," dedi kestirip atarak. Zaten ondan beklediğim bir incelik değildi.
Gösterdiği ağaca ulaştık. Ağacın gövdesi çok büyüktü ve ortasında geniş bir oyuk vardı. Bakışlarım Şafak'a kayınca yüzünü ekşittiğini gördüm. Boştaki eli burnunu kapatırken burada kokunun daha fazla olduğunu anladım. Bakışlarım ağaçta dolanırken birkaç adım öne atıp ağacın arkasına dolanacakken Şafak kolumdan tutup beni yeniden kendine çekti.
"Cesetlerle aranın iyi olduğunu sanmıyorum." itiraz etmedim. Yanına durup ona ayak uydurdum.
Ağacın kavuğundan biraz eğilerek geçtiğimizde geniş bir yuvarlık alanla karşılaştık. Şafak'ın yüzü daha da kötü bir hal aldı ama duruşundan ödün vermiyordu. Ateşi sönmek üzere olan meşaleyi öne uzatıp bakışları etrafta gezindi. 2 Metre kadar ötemizde yine aşağı inen merdivenler vardı.
Merdivenleri indik, uzun dar bir tüneli daha arka arkaya yürüdük. O yolda bitti. Sonra yine bir merdiven indik ve bu sefer çok geniş ve geride bıraktığımız yerlere nazaran daha aydınlık bir alana çıktık. Kendimi gerçekten macera filmlerinde hissediyordum. Sanki arkamda bir kurt vardı ben ipsiz sapsız bir ormanda kaybolmuştum.
"Geldik mi?"
"Evet. Şu yolun sonunda." yola baktım. Uzun ve dar bir koridordu. Sık ağaçlarla gizlenmiş, ağaçların kuru dallarında sayısız kuşun tünediği bir yoldu. Bu sefer arkasında değil hemen yanındaydım. Bana yine kolunu uzatınca bu sefer daha rahat bir şekilde koluna girdim. O yola girdik. Koru misali olan patika yolu geçip düzlüğe çıktığımızda gördüğüm şeyle ayaklarım yere çivilendi.
"Mabede hoş geldin Toral!"
Çok değil 4-5 metre ötemde yıkık dökük harabe bir ev vardı. İki katlı evin çatısı ve yüksek kaide üzerinde yükselen iskeletin duvarları yoktu. Evi ayakta tutan tek şey zemini ve kalın tuğla taşlarından örülmüş kolonlarla destek sütunlarıydı. Ancak beni yerime mıhlayan asıl şey bir zamanlar duvarların örülü olduğu boşluklarda şimdi zincirlenmiş cesetlerin asılı olmasıydı. Alt katta asılı olanlar tamamen çürüyüp iskelete dönüşmüşken üst katta asılı olanlar henüz tam olarak çürümemişti ve her cesedin başına bir akbaba tünemişti. Diğer akbabalar ise sanki gözcü görevi görüyormuş gibi kolonların tepelerinde duruyorlardı. Kokusunu alamasam da gördüğüm görüntü ve zihnime kazınan koku midemi altüst etmeye yetti. Şafak'ın kolunu sıkan ellerimi çekemeden arkaya döndüm ve iki büklüm oldum.
"Gözler üzerimizde Toral haberin olsun." aralı dudaklarımın arasından güçlü soluklar çektim ama burnuma sataşmayan o kokular sanki dilime yapıştı. Yüzüm renkten renge girerken zorlukla doğruldum ve Şafak'a baktım.
"Sana defalarca kez emin misin diye sordum. Şansta tanıdım ama fazla inatsın Toral." gözlerimi kapayıp kendime birkaç saniye zaman tanıdım ama yok aldığım nefes yetmiyor sanki görünmeyen eller beni boğazlamak için vakit kolluyormuş gibi hissediyordum.
"Onlar... Onlar gerçek mi?" dedim hayır demesini umarak ama elbette cevap belliydi.
"Evet... Burada sadece aileden olup öldürülenler olur. Gömmeyiz. Akbabalara yem ederiz..." midem daha da bulandı.
"Siz... Siz kafayı yemişsiniz!" inkar etmedi.
"Yüce atalarımız..." dedi dalga geçermiş gibi. Bana son kez bakıp bakışlarını mabede çevirdi ve silkelenip duruşunu dikleştirdi.
"Toparlan hadi. Bizi bekliyorlar!"
Koluna tutunan ellerimi çekip yüzüme yasladım ve sakinleşmek için saniyeleri saydım. Neden burada olduğumu, amacımı kendime hatırlattım. Kulağımda çocukların yıllar önceki çığlıkları hâlâ yankılanırken vazgeçemezdim. Ellerimi indirdim. Tıkaç zorlasa da burnumdan nefes alıp verdim ve gözlerimi araladım ancak karşımda birden beliren Boris'le sıçradım. Başı omzuna doğru eğik, yanmış yüzü meydandaydı. Dudaklarındaki tebessüm o kadar korkutucuydu ki dilim damağım kurudu.
"Şafak!" dedim korkuyla kendime hakim olamadan. Hemen yanımdaki bedeni irkildi. Bakışları beni bulup baktığım yere bakınca burnundan soludu. Bir adım önüme geçip beni arkasına aldı. Sağ elim istemsizce ceketine asılırken Boris ifadesinden hiç ödün vermeden bize doğru yürüdü. Ancak yürürken Rusça olduğunu düşündüğüm bir şarkı mırıldanıyordu.
"Kimleri görüyorum," dedi yanımıza vardığında. Elleri cebinde, fazla rahat ve tuhaftı. Sanki kafası güzel gibiydi.
"Katılman yasaktı diye hatırlıyorum." Şafak'ın sözleri üzerine gören tek gözü önce bana sonra ona kaydı.
"Yasak mı?" deyip güldü ama yüzünde güldüğüne dair hiçbir emare yoktu. "Rolüne hemen adapte olmuşsun Şafak. Bu gece buradan bir veliaht olarak değil bir ölü olarak ayrılacaksın." Şafak'ın ceketini daha sıkı tuttum.
"Hadi ya nasıl olacak o iş?" dedi Şafak kendinden ödün vermeden. Boris bana baktı.
"Aile kuralı. İhanetin bedeli ölümdür!" dedi ve yanımızdan geçip gitti. Kalbim korkuyla atarken Şafak ile göz göze geldim. Kara gözleri şüpheyle parlıyordu. Kaşları derinden çatılmış o iz yine ortaya çıkmıştı.
"Bana söylemek istediğin bir şey var mı Toral?" parmaklarımı kaküllerimin altına sokup alnımı ovaladım.
"Ben... Bilmiyorum, anlamadım..." diye bir şeyler geveledim ama tatmin olmadı. Gözleri arkamda kalan mabede kaydı ve kısıldıkça kısıldı. Sonra göğsünü şişirecek kadar nefes alıp gürültüyle bıraktı.
"Yirmi dört saat olmadan geldim Toral. Sana bekle demiştim! Bekledin değil mi?" dilimi ısırdım. Kırpıştırdığım gözlerimi ondan kaçırıp "ben.." diye gevelerken o öfkeyle homurdandı ve yüzüme yüzüme kısık sesle bağırdı.
"Allah kahretsin!" arkasını dönüp ensesini ovaladıktan sonra yeniden bana döndü. Gözlerinden sanki alevler fışkırıyordu.
"Şafak..." dedim ona bir adım atarak ama elini kaldırıp bana parmağını sallayarak konuştu.
"Sana yirmi dört saatte gelemezsem söyle demiştim. Ne sikime öttün hemen!" ellerim elbisenin kumaşına tutundu. Kalbimin atışları hızlanırken nasıl bir cevap vereceğimi şaşırdım.
"Ben sadece... O an bilmiyorum. Konuşuyorduk bana katillerin kim olduğunu söylemek için karşılık istediğini söyledi ben de birden söyledim." ellerini yüzüne kapatıp kendini kendini tokatladı.
"İyi halt ettin. Aferin sana akıllı kız!" dedi öfke bürünmüş sesiyle. "Şimdi dua et buradan çıkalım aksi takdirde baban Kazakistan'dan çocukların cesetlerini toplayacak!" gözlerim dehşetle büyüdü titrek bir adımla sarsıldım.
"Biliyorlar mı?" dedim titreyen sesimle. Yüzüme aynı öfkeyle bakıp "sence?" diye homurdandı.
"Ama nasıl?" bana bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini kapatıp birkaç adım geriledi. Sağa sola adımlayıp durdu ve başını bana çevirdi.
"Başka bir şey söyledin mi?" dedi hiddetle. Ondan bir adım uzaklaştım. Yutkunuşlarım boğazıma dizilirken bana bir adım yaklaştı.
"Toral. Başka bir şey söyledin mi?" tane tane konuştu ama sakin değildi. Asla sakin değildi...
"Şamil..." fısıltımın onda bu kadar gürültülü bir etki yaratacağını beklemiyordum. Gözlerini kapattı. Çenesi kasılırken aldığı nefesler hırıltılıydı.
"Seni öldürmemem için tek bir şey söyle! Cidden şu an seni öldürmemek için kendimi o kadar zor tutuyorum ki!" korkunç görünüyordu. Şu an burada olmasaydık ya da şartlar başka olsaydı beni gerçekten öldüreceğine emindim ama kendime gelmem lazımdı.
Ondan korkuyor muydum evet ama karşısında korkak ve güçsüz olmak isteyeceğim en son şeydi. Dudaklarımı kemirmeyi bırakıp dikleştim ve yüzüme sıçramış korkuyu silip atıp ayaklarımın üzerinde dimdik durdum.
"Suçlu, haksız ve katilsin. Ayrıca bana, sanki sana ihanet etmişim gibi davranamazsın. O an işime nasıl geldiyse öyle davrandım. Şimdi zırlamayı kesip bu durumdan nasıl kurtulacağımızı düşün!" aniden değişen tavrım karşısında gerçekten dumura uğradı. Dudakları aralanıp kapandı. Bana irileşen gözleriyle bakıp başını sağa sola salladı.
"Sen cidden inanılmaz tuhaf bir kadınsın Toral." gözlerimi devirip boğazımı temizledim.
"Boş yapma Şafak. Hep bir ihtimal hep bir umut ışığı buluyorsun kendine. Haydi şimdi o aklını çalıştır da yine bul." bakışlarını benden çekmeden cebinden telefonunu çıkardı ve bir arama yaptı.
"Kod sekiz. Kurtul ve güvenli bölgeye geç!" deyip telefonu kapadı. Yanıma gelip girmem için bir kez daha kolunu uzattı. Bakışları önümüzde duran mabetteyken kısık ama öfkeli sesiyle son kez konuştu.
"Akbabalara yem olmak istemiyorsan çeneni kapalı tutacaksın. Bana ayak uyduracaksın ve yanımdan asla ayrılmayacaksın!"
"Tamam." dedim sakince. Koluna girdim ve mabede yürüdük. Yaklaştıkça seslerde sıcaklıkla yükseldi. Gülüşmeler, farklı dillerde edilen sohbetler tek tek kulağıma çarptı.
"Çocuklar..." dediğimde bana yan gözlerle baktı.
"İlknura kendi ölür, öldürür ama yine korur onları. Kurt'ta sağlamdır. O yüzden sen onlar için değil bizim için endişelen..."
Mabede çıkan merdivenleri çıktık. Kapı girişinin yerinde kapı kanatları yerine tamamen kemikten ibaret olan iki ceset asılıydı. Gözlerimi onlara değdirmeden ortalarından geçtik ve sonunda mabetteydik. Harabe evin tam ortasında yusyuvarlak kocaman bir masa vardı. Üzerinde incelikle işlenmiş dantel bir örtü onunda tam ortasında büyükçe bir cam vazo vardı. Vazonun içindeyse kafatasları vardı ve o kafataslarının deliklerinden beyaz güller fışkırıyordu. Masada çeşit çeşit yemek, meyveler, tatlılar ve içkiler de vardı.
Kolonlarda meşaleler, masada ve kolonların önlerindeki yüksek kaideli beyaz ahşap sehpalarda bir sürü şamdan ve mum vardı. İstemsizce gerilip Şafak'ın kolunu sıktığımda bakışlarını yine üzerimde hissettim. Kolunu sıkıp kasını şişirdiğinde onu bir destek olarak algıladım ve kendime geldim. Masaya giden taşlı yolda serili kırmızı halının üzerinde yürümeye başladık ancak yürüdükçe hissettiğim şey halının ıslak olmasıydı. Bu senaryoda bu halı suyla ya da başka bir şeyle değil ancak kanla ıslanmış olmalıydı.
"Ah, işte onur konuklarımızda geldi." Yana'nın sesi kulaklarımı tırmaladı. Bakışlarımı hiç ona değdirmeden masaya baktım.
Oradaydılar. Katil oğulları belki yoktu ama onlar oradaydı. Belki o gece orada değillerdi, Dünya'ya onca zararı veren bizzat onlar değildi ama Dünya'nın katledilişi bu insanların eseriydi. Yetiştirdikleri canavarlar bizim hayatımıza musallat olmuş dünyamızı başımıza yıkmışlardı. O gece orada değillerdi ama onlarında ellerinde Dünya'nın kanı vardı...
Masa yuvarlaktı lakin hiyerarşi yine de belliydi. Oturdukları sandalyeler birer tahttı anımsatırken Behzat ve Güzin Yarkın'ın sandalyeleri diğerlerinden daha yüksek ve gösterişliydi. Sağında Kuznetsov, solunda Boryanov vardı. Kuznetsov'un diğer tarafında ise Molnar vardı. Cevher Paşalı ise Behzat Yarkın'ın tam arkasında duruyordu. Onun dışında başka bir adam, koruma ya da başka biri yoktu. Anita, annesinin yanında otururken Yana ve Oleg onun karşısındaydı. Oleg'in yanında ise Boris oturuyordu.
Tüm bakışların altında yürümeye devam ettik ve bize ayrılan sandalyelerin önünde durduk. Şafak kolunu usulca çekip öne adımladı ve önümdeki sandalyeyi çekip oturmam için geri çekildi. Küçük bir tebessümle açtığı boşluktan geçip Güzin Yarkın'ın tam karşısına, Boris'in ise hemen yanındaki incilerle süslenmiş sandalyeye oturdum.
Mavi harelerim herkeste hızlıca dolanıp Şafak'a kaydı. Bana bakmadan yanımdaki boş sandalyeye oturmak yerine arkama geçti. Oturmadan masadakilere baktı ve elini omzuma yaslayıp "karım... Canan Ahsen Yarkın." dedi. Adımın yanına yerleşen soy ad tüylerimi diken diken etti. Aşık olduğum adamla evlenme hazırlıkları yaparken dahi kızlık soyadımdan vazgeçmezken şimdi Yarkın soyadına mensup olmak etimi lime lime edecek gibi bir his oluşturdu. Lakin şimdilik görmezden gelmem lazımdı. Ne de olsa en kısa sürede bu saçmalık son bulacaktı.
Omuzlarım dikleşti. Üzerimizdeki bakışlara karşı daha dik daha sert durdum. Şafak elini omzundan çekip yanımdaki boş sandalyeye oturdu ve bakışlarını Boris'e değdirip babasına baktı. "Davetiniz için teşekkür ederiz. Onore olduk," dedi. Son derece ciddi, son derece katı ve sertti lakin alay tınılarını duyabiliyordum.
"Davetiye tek kişilikti ama Canan Ahsen Toral bize de sürpriz oldu!" Şafak'ın aksine babası soyadını adımın yanına yanaştırmadı. İstemsizce kıvrılan dudağımla karşımdaki adama baktım. Kibri büyüktü. Gözlerinden etrafa yaydığı korku hemen yanında oturan karısı dışında herkese sirayet ediyordu.
"Ben nereye karım oraya baba!" Güzin Hanım kesik bir solukla kadehine uzandı. Bize kin dolu gözlerle bakarken şarabını yudumladı.
"Biz yabancılarla evlenmeyiz Şafak. Aile kurallarımızı hatırlatmak lazım sana sanırım." Agron Molnar'ın üstten ve aşağılayıcı tavırları rahatsız ediciydi. Ondaki bakışlarım kızı Anita'ya kaydı. Yaşına rağmen çok büyük durması ayrı üstüne giydirilen kılıfa ayak uydurmaya çabalaması ayrı korkunçtu.
"Aile zırvalıklarını çok iyi biliyorum. Ama bunca zaman bu aileye ait görmediğiniz adam istediği insanla evlendi diye tepki görmemeli." Şafak'ın ona gelen her lafı bertaraf etmesi takdire şayandı açıkçası. Lakin biri bitmeden diğerinin başlaması sinir bozucuydu.
"Evet. Daha düne kadar babanın evindeki tasmalı köpeği, tetikçisiydin. Şimdi Behraz'ın yerinde oturuyor olman seni buraya ait yapmaz. Yerini, yurdunu unutma Şafak!" Oleg'in dilinden sadece zehir akıyordu. Şafak'a dedikleri canımı sıktı. Babasına tasmalı iti olmadığımı ona söylediğimde neden güldüğünü şu an anlıyordum. Belki ben değildim ama o uzun zaman boyunca belli ki öyle olmuştu.
"Neden buradayım o halde?" diye sordu Şafak ama asıl gerekçeyi bildiğine emindim.
"Her ailenin bir veliaht sunması zorunlu." dedi Nikolai Boryanov dudaklarının arasındaki puroyu çekmeden. Az konuşan bir adamdı ve sinirli duruyordu. Sebebi hemen yanımda oturan Boris olabilirdi.
"Ben burada Oleg dışında bir veliaht göremiyorum. Sahi biricik oğullarınız nerede?" hepsi gerildi. Birbirilerine attıkları bakışlar sonunda beni bulduğunda gözlerim Sergey Kuznetsov'la kesişti.
Bana nefretle baktı ve "bu kadının yanında oğullarımızdan bahsedeceğimizi sanman..." dedi lakin benden aynı karşılığı alınca bakışları önüne döndü. Eskiden bazı anlarda engel olamadan el aleme attığım ve hayatımdaki herkesin sorun ettiği irrite edici bakışlarım bu masada işime yaracak gibiydi. Ve tabii, katil oğullarını elbette açık etmeyeceklerdi.
"Bu kadın dediğin benim karım... O da bir Yarkın, lafına sözüne dikkat et!" Şafak'ın beni masaya ezdirmeyişi şaşırdığım bir şey değildi. Boyun eğen, her lafa kafa sallayacak birisi olmadığını ayan beyan ortaya koyuyordu.
"Ne hoş!" Boris'in hemen yanımdan yükselen sesiyle bakışlarım ona döndü.
"Siz kadınlar ve yanlış tercihleriniz..." yüzü bana döndü. Kadehini bana kaldırıp üzerime doğru eğildiğinde Şafak'ın kalın kolu aramıza süzüldü. Oturduğum kısmın kenarını tutup sandalyeyi, haliyle beni yanına çekti ve Boris'e bir bakış attı. Kaslı kolu hala gövdemde eli ise sandalyenin kenarındaydı ve emniyet kemeri işlevi görüyordu. Elinin ayası siyah elbisemin üzerinden baldırıma değiyordu.
"Ben en başından beri doğru tercihler yaptım Boris. O yüzden," gözlerimle etrafımızda asılı olan cesetleri işaret ettim.
"Orada asılı değil, burada bu sandalyede oturuyorum." dedim ne yapmak istediğini bildiğimi belli ederek. Gören gözü bizde dolanıp Şafak'ta biraz oyalandı. Şafak'a döndüm. Aralarında oluşan gergin hava burnuma sürtüp duruyordu.
"Buradaki kimse salak değil Canan. Neden bir Yarkın olduğun... Çok belli," bakışlarım yeniden Boris'e döndü ancak Şafak'ın kasılan kolu beni sandalyeye yapıştırıyordu.
"Gizlediğim bir durum yok zaten. Kim olduğumda belli amacım da ne istediğimde. Ama neden senin davetine karşılık vermediğimi merak ediyorsan kocamla özel olarak bunu konuşabilirsin..." dediğimde bakışları Şafak'a kaydı.
"Ya... Göreceğim ben birazdan senin kocanı!" Şafak'ın sadece kolu değil tüm bedeni kasıldı.
"Ulan!" bağırışı kulağıma sağır edecek kadar yüksekken onun sesini babası bastırdı.
"Yeter!" bağırışıyla herkes suspus olup ona bakınca bakışlarını Şafak'tan çekmeden yeniden konuştu.
"Bu kadar şamata yeter. Buraya ortanca oğlum Behraz'dan boşalan veliahtlığa Şafak'ın getirilmesi için geldik. Uzatmadan halledelim ve iş konuşalım." herkes yüzünü ekşitti.
"Konuşalım konuşalım da sen bu teklifi bize sunduğunda bu kadın Şafak'ın karısı değildi. Oğlun, oğullarımızın canlarını isteyenlerden birisiyle evlenmiş." dedi Maria Molnar. Hırsı ve hıncını çıkaramamış olacak ki bakışlarını bana çevirdi.
"Üstelik bu kadının kuzeni benim oğlumu..." devamını getiremedi lakin Uzay'ın onun biricik oğluna ne yaptığını herkes biliyordu.
"Senin oğlun tecavüzcü, pedofili ve katil. Kuzenim az bile yapmış!" dediğimde elini masaya vurdu.
"Sen kimsin de bu masanın veliahttı hakkında, benim oğlum hakkında böyle konuşabiliyorsun?" kırpıştırdığım gözlerimi devirdim.
"Bu masada bir Yarkın olarak bulunuyorum Maria. Asıl sen kimsin de lider ailenin geliniyle bu şekilde konuşabiliyorsun?" Maria öfkeden renkten renge girerken ben gayet keyifliydim. Buradaki hiç kimseye pabuç bırakacak değildim.
"Tek rahatsız olan ben miyim?" dedi Maria hırsla. Bakışlarını masadaki diğer kişilerde gezdirirken. Son durağı Sergey olunca burnundan soluyup "kızın bunların elinde? Kim bilir başına neler getirdiler!" kendime engel olamadan bir kahkaha attım. Beni, benim ailemi kendileriyle bir tutmaları şaka olmalıydı. Bakışlarım Sergey Kuznetsov'u buldu.
"Narya gayet iyi durumda. Ne on altı yaşında olduğunu unutup evlendirmeye çalışan bir babanın yanında ne yaşına başına bakmadan küçücük kızı karısı yapmaya çalışan bir şerefsizin yanında. Merak ettiğinizi sanmıyorum ama ben yine de söyleyeyim. Kızınız çok uzaklarda ve çok güvende." bakışlarından bir şey anlamak zordu ancak suskunluğu çoğu şeyi dile getiriyordu. Sessiz teşekkürünü kabul edip bakışlarımı ondan çektim.
"Nasılını nedenini tartışacak durumda değiliz. Bir an önce işlere kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Behraz aile birliğimizi korumak adına tüm suçu üstlendiğinde bazılarınız bayram etti ama gördüğünüz gibi bu masanın da bu aile birliğinin de lideri benim. Ve dahi öldüğümde de Yarkın ailesi lider olarak kalmaya devam edecektir." dedi Behzat Yarkın. Gözleri sadece Şafak'ın üzerindeydi.
"Ancak oğlum uzun zamandır içeride olduğu için çoğu iş sekteye uğradı. Şafak resmi olmadan veliahtlığı üstlenip ve abisinin yerine tüm işleri hallediyordu lakin Behraz'ın içeride canına kastedilmesi bana yapmam gereken bir şeyi hatırlattı." yerinden kalktı ve masada hemen önündeki kutuyu alıp yuvarlak masanın etrafında yürümeye başladı.
"Artık bu durumu resmiyete dökme zamanımız geldi. Molnar ailesi oğulları Erjon yerine kızları Anita'yı geçici olarak veliaht ilan etti ve kabul edildi. Oleg zaten yerini her zaman korumayı bildi... Dimitri'nin yokluğunda Boris'in de yeniden veliahtlığı söz konusu. Bunu da konuşmalıyız ama önce, " deyip Şafak'ın yanında durdu ve elindeki kutuyu önümüze bıraktı.
"Hem Yarkın hem de Kuznetsov ailesinin alt soyu olan Shanova kanını taşıyan oğlum Şafak Yarkın'ın veliahtlığını oylamaya sunuyorum." herkes yerinde rahatsızca kıpırdandı. Birbirilerine baktılar, huzursuzca soluklandılar. Ancak aralarında konuşmaya bir tanesi cesaret etti.
"Behraz'a tanına haklar, verilen güç Şafak'ta da mı olacak?" dedi Sergey'in karısı Radmila Kuznetsova. O da en az Güzin Yarkın, Maria Molnar kadar memnuniyetsizdi. Tuhaf bir şekilde sesi çıkmayan tek kadın Anastasya Boryanova idi.
"Lider ailelerin lider veliahttı hangi haklara sahip kitapta yazıyor. Tartışmaya kapalı Radmila." dedi Behzat Yarkın.
"Ama Şafak, Güzin'in oğlu yani senin resmi nikahlı karının oğlu değil. Kitapta ilan edilecek veliaht için anne ve babası hakkındaki maddeleri unutmadığınızı düşünüyorum." Radmila'daki bakışlarım Agron Molnar'a kaydı. Herkes Şafak'ın veliahtlığına karşı herkes memnun değildi ancak Agron bir tık fazlaydı. Belki de sebebi hem müstakbel gelinini kaçıran hem de oğlunu hadım eden çocukların ablasıyla evlenmiş olması olabilirdi.
"Şafak Yarkın," Güzin Yarkın baskın ve üstünlüğünü belli eden bir tınıyla. Bakışlarını önce Agron'a, diğerlerine ve sonra Şafak'a dikip "resmi olarak benim oğlum Agron." dedi.
"Annesi geberip gittiğinde," bakışlarım anında Şafak'a döndü. Gözünü kırpmadan karşısındaki kadını izliyordu. Başımı yeniden önüme çevirip Güzin Yarkın'a çevirdim.
"Yaptığım ilk şey arkasında bıraktığı piçini üzerime almak oldu... Sizin anlayacağınız oğlum Şafak Yarkın'ın..." ağırca yutkunup Şafak'taki bakışlarını kocasına çevirdi. Şafak'a oğlum demek onun için fazla çok fazla zorlayıcı gibi görünüyordu.
"Veliaht ilan edilmesinde hiçbir engel yok." bu bilgiyi hiçbiri bilmiyor olacak ki şoka uğramış bir halde Güzin Yarkın'a bakıyorlardı. Geçmişte nasıl bir şey yaşanmıştı elbette bilmiyordum. Lakin Şafak'ın annesinin Yarkın ailesine nasıl bir etki bıraktığı benim dışımda herkes bildiğinden olmalıydı yaşadıkları bu şaşkınlığın etkisi. Ben ise karşımda Şafak' a oğlum diyen kadının yaşadığı ruhsal zorluğu anlamaya çalışıyordum.
"Sevgili karım, açıklaman için teşekkür ederim... Evet, sanırım oylama yapabiliriz." dedi Behzat Yarkın. Karısından aldığı güçle sesi daha da gürleşmişti sanki.
"Yarkın Ailesinin veliahttı olarak Şafak'ı kabul edenler?" gözlerim hepsinde dolandı. Yüzlerinden akan şey sadece memnuniyetsizlik değildi. Kiminin yüzünde korku vardı kiminin yüzünde nefret ancak Kuznetsov ailesi için durum daha farklı görünüyor olmalı ki Sergey, Radmila ve Oleg'in hatta Yana'nın da yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. Eh ne de olsa Şafak öyle ya da böyle onlarında soyundan geliyordu. Bu durumun belli ki işlerine yarayacağını düşünüyorlardı.
Masada Cevher Paşalı, benim ve Şafak'ın dışında herkes ellerini istemeye istemeye kaldırdıklarında sonuç belliydi. Şafak Yarkın tüm onayı alarak Yarkın ailesinin ve aile birliğinin yeni veliahttı seçildi.
Behzat Yarkın oğlunun önüne bıraktığı kutuyu almasını işaret ederek Şafak'ın ayağa kalkmasını istedi. Şafak elini oturduğum sandalyeden çekip önündeki ahşap kutuyu alıp ayağa kalktı. Sanırım elinde tuttuğu kutu buradaki en sade şeydi. Behzat Yarkın kutuyu açtı içinden oldukça kalın bir kitap çıkardı. Şafak kutuyu masaya yeniden bırakıp babasına baktı.
"Aile kutsal kitabımız. Bize dair her şey bu kitabın içinde. Görevlerimiz, kıdemlerimiz, soyumuz, tarihimiz, gücümüzün sebebi... Artık bu kitabın yegane koruyucu sen ve senden doğanlar olacak oğlum. Bu kitap sen de olduğu müddetçe bu masada fertleri bulunan tüm ailelerin liderliğini üstlenmiş, benden sonra söz hakkına sahip olmuş olacaksın." korktukları şey tam da buydu demek ki. Şafak tüm ailelerin içinde babasından sonraki en güçlü kişi olacaktı.
"Doğacak erkek evlatların ise kutsalımızı devam ettirecek." dedi. Şafak başını sallayıp babasının uzattığı kitabı aldı ve tam göremesem de deri yüzeyine elini bastırıp boğazını temizledi.
"Biz dört aileyiz!" dedi gür sesiyle. Boris'in evindeki tablonun arkasında yazan yeminin giriş cümlesiydi bu dediği. Sonra keskin bakışlarını Kuznetsov ailesine çevirdi.
"Bizdiñ oqqağar Kwznecov!" fedaimiz Kuznetsov, diye tekrarladım içimden. Kazakça bilmesem de böyle demiş olmalıydı. Bakışları bu sefer Molnar ailesine döndü.
"Kasaforta jonë është Molnar!" kasamız Molnar. Bu seferde Arnavutça konuştuğundan şüphem yoktu. O tablonun arkasında yazan aile bağlılık yeminini ediyordu. Başını arkasına doğru çevirip kara gözlerini sırayla tüm Boryanov fertlerinde gezdirdi.
"Bor'yanov, kotoromu ya doveryayu!" sırdaşımız Boryanov. Şafak cidden üç dili de biliyor olmalıydı. Bana biraz şov gibi gelmişti lakin hepsinin birbirinin dilini bildiği artık aşikardı. Gülecek gibi oldum bir an. Birbirlerine yükledikleri anlam ve görevler bu yeminle belli oluyordu ve hiçbiri yemin ettikleri şeyle uyuşmuyor gibiydi. Şafak başını önüne çevirip babasının gözlerinin içine baktı ve bu sefer Türkçe konuşarak "liderimiz Yarkın!" dedi ve başını masaya çevirdi.
"Birbirimiz için yaşarız birbirimiz için ölürüz!" yeminin son cümlesini daha gür daha keskin bir tonla söyledi. O sustuğu an diğerleri de hep bir ağızdan birbirileri için yaşayıp birbirileri için öleceklerini dile getirdi.
Behzat Yarkın geri çekildi ve bakışlarını üzerime dikti. Kaşlarım istemsizce çatılırken Şafak'ta bana baktı ve elini uzattı. Bir gözlerine bir de uzattığı eline baktım. Boğazını temizlediğinde gözlerim yeniden gözlerine çıktı. Bana dik dik bakıp elini işaret etti. Titremeye ramak kalmış bedenimle elimi avcuna bıraktım. Beni ayağa kaldırıp yanına çektiğinde karşı gelmedim. Babasının yarattığı boşluğa, tam karşısına geçtim.
"Sevgili gelinim. Ailemizin tam anlamıyla bir bireyi olman için senin de yemin etmen gerekli."
Gözlerimi yumup sakinleşmek için saniyeleri saydım. Dilimi dişlerimin arasında ezerken kendime sürekli bunun gerçek olmadığını hatırlattım. Mavilerimi araladığımda sadece Şafak'a baktım. Avucun içinde kaybolan elimi deri kapaklı kitabın üzerine bıraktı. Gözlerini gözlerimden bir an olsun kaçırmadan Türkçe konuşarak bana aile bağlılık yeminini ettirdi. O söyle ben tekrarladım. Sesim cansız çıktıkça onun sesi daha gür ve baskın çıktı.
Ettiğim yemin mideme kramplar soktu. Hissettiğim şey öyle olmasa da ihanetti. Burada olma nedenim belliydi, istediğim şey de belliydi ama yine de böyle hissetmeye engel olamıyordum. Şafak kitabı hareket ettirince elimi çektim. Kitabı kutuya yeniden koyduktan sonra önce ben sonra o yeniden sandalyelere oturduk. Behzat Yarkın'da yeniden yerine yerleşmişti.
"Evet artık iş konuşabiliriz." Behzat Yarkın sustuğu an Cevher Paşalı bir adım kenara kayıp elindeki tableti patronunun önüne bıraktı ve geri çekildi. Behzat Yarkın tablette bir şeyler inceledikten sonra bakışlarını Agron'a çevirdi.
"Molnar durum ne?" Agron mırın kırın etse de ettiğim yemine güvenmiş olacak ki konuşmaya başladı.
"Para basımı tamamlandı. Bosna üzerinden Hırvat mafyasına teslim edilecek. Onlarda İtalya'da aklayıp Batı Avrupa'ya dağılmasını sağlayacaklar."
"Kalpazanlar?" dedi bu sefer Sergey Kuznetsov.
"İşlem tamam. Hepsi imha edildi." imhadan kasıtları öldürmek miydi? Agron önündeki alkolden bir yudum alıp konuşmaya devam etti.
"Yerlerine yenileri bulundu. Niko başlarında," duyduğum isimle gözlerim Maria'ya kaydı. Tedirginlik yoktu. Bakışları bir an olsun kızına da kaymadı.
"Güzel. Nikolai?" Behzat Yarkın ciddiyetini bozmadan bu sefer Nikolai'yi sorguya çekti.
"Yeni sipariş edilen silahlar yapım aşamasında. Madde Paketlerinin de satışları gerçekleşti. Kazanılan para Belarus'ta aklanıp Boris önderliğinde kasaya konuldu." bakışlarım Şafak'a kaydığında o da bana baktı. Boris beni alıkoyduğunda mevzusu dönen para bu para olmalıydı. Şafak beni yirmi dört saatte alabilmek için onun yerine parayı aklamış olmalıydı.
"Evet. Kayıt belgelerini inceledim. Çok iyi bir iş çıkarmışsın Boris... Anastasya?" dedi Behzat Yarkın.
" Ortadoğu'dan yeni çocuklar alınıp eğitim kamplarına yerleştirildi. Alex ve Ruslan tüm düzeni eksiksiz işletiyorlar. Ehlileşmeyenleri imha ediyoruz ama güzel kızlar, güzel oğlanlar var. Ağzınızı sulandıran olursa huzurunuza sunarız."
Anastasya'ya bakakaldım. Ne demek istediğini yanlış anlamayı diledim ama her şey açıktı. Bir elimi mideme bastırıp dudaklarımı birbirine bastırdım. Ben neyin içine düşmüştüm böyle?
"Düşüncesi bile ağzımı sulandırdı. Yana bu sefer sen seç bebeğim," Oleg'in sözleri karşısında da bu sefer gözlerim iri iri açılırken Yana şuh bir kahkaha attı ve masanın üzerindeki elini kocasının göğsüne yaslayıp okşamaya başladı.
"Seve seve hayatım." gözlerimi onlardan kaçırıp önüme indirdim. Tüylerim diken diken olmuş tenime batıyorlardı. Seçecekleri şey bir eşya değil bir çocuktu. Büyük ihtimalle ailesinden kaçırılmış ya da satın alınmış bir çocuktu.
"Sergey sen de durum ne?" gözlerimi Behzat Yarkın'a çevirdim. Sergey konuşmaya başladığında dahi gözümü ondan çekmedim.
"Problem yok. Geçen ay ilettiğiniz tüm belgeler karargahta arşivlendi. Aracılık yapmak istediğin firmalarla iletişime geçtik. Bundan böyle Şafak'ın sorumluluğunda olacak olan işlerde kullanacağı deniz ve uzun yol araçlarını istediğin gibi Amerika'daki şirket üzerinden alacağız." sustuğunda Behzat Yarkın oğluna baktı ancak benim bakışlarımı fark edince gözleri bana kaydı. Güzin Yarkın'ın da bakışları benim üzerimdeydi.
"Şirketin durumu ne alemde?" diye sordu Oleg. Onlar şirket üzerinden konuşmaya başlayınca bakışlarımı Şafak'a çevirdim ve kısıkça konuştum.
"İşten kastı ne?"
"Kaçakçılık." dedi çok rahat bir şekilde. Gözlerimi devirip daha da irdeledim.
"Ne kaçakçılığı?"
Dudak büküp bana baktı ve "silah, uyuşturucu, alkol, tütün, akaryakıt, insan, çocuk, kadın..." deyip omuzlarını silkip "aklına ne gelirse..." dedi. Kaşlarım alnıma doğru kavislendi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken ona bakakaldım.
"Ağzını kapa," dediğinde dilimi dudaklarımda gezdirip soluklandım.
"Çok güzel... Bir bu eksikti!"
Önüme dönüp yeniden masadakilere baktım. Bakışlarım istemeden Boris'e kaydığında kolları göğsünde bağlamış öylece masaya bakıyordu. Mabede girmeden önce söylediklerinin aksine fazla sessizdi ve açıkçası bu endişe veriyordu.
"Güzel... Önümüzdeki hafta itibariyle Şafak işlerin başına geçecek. Bundan böyle raporlarınızı ona verirsiniz. Oğlum?" dedi Behzat Yarkın. Herkesin bakışları bizim üzerimizdeyken dönüp Şafak'a bakmamak için kendimi tuttum.
"Masaya sunacağın adamların belli mi?" Şafak dikleşti. Geniş omuzları sanki daha dik, masaya yaslı elleri sanki daha ağırdı. Bakışlarını babasından çekmeden konuşmaya başladı.
"Belli. Alp o yine benimle olacak lakin masanın sorumluluğunda olmayacak." dediğinde ellerimi birbirine kenetledim. Masaya bir bağlılığı olmasa da Şafak'ın yanında ne kadar güvende olacaktı orası ayrı bir muammaydı.
"Makul. Başka?"
"Kuzenim İlknura Shanova. Aile birliğindeki sağ kolum olacak." elbette o olacaktı. Aksi düşünülmezdi.
"Ama yanına iki kişiyi daha ekledim." Şafak'ın bakışları önce Agron'a sonra Sergey'e kaydı. "Kurt Ardian Molnar ve Şamil Kuznetsov! Onlarda benimle olacak." Behzat Yarkın başını sallarken diğerleri Şafak'a öldürmek istercesine bakıyorlardı. Sanırım öyle ya da böyle bir Molnar ve Kuznetsov'u uşağı yapması birilerinin zoruna gitmişti.
"Piçler birliği ha! İyiymiş," Boris'in sesi uzun bir aradan sonra yeniden duyulunca bakışlar ona döndü. Göğsünde bağladığı kollarını çözüp yayıldığı yerde dikleşti ve boğazını temizleyip ayaklandı.
"Efendim," diyerek Behzat Yarkın'a selam verip başını eğdi. "İzniniz olursa söz hakkı talep ediyorum."
Bakışlarım Şafak'a kaydı. Ancak onun bakışları Boris'in üzerindeydi. Ben yerimde korkuyla kıpırdanmaya başlarken o fazlasıyla rahattı. Bakışlarımı üzerinde hissedince kolu yine önümden geçip elini sandalyeye yaslayıp beni yanına iyice çekti.
"Mabede girmeden önce dediklerimi unutma." başımı salladım. Çenemi kapalı tutacak ve yanından ayrılmayacaktım. Bakışlarımı onun gibi Boris'e çevirdim.
"Yeni veliahttınız Şamil'i istiyor ama biliyorsunuz ki Şamil benle birlikte. Ona vermek isterim ancak bir aile kuralımız var... Neydi kuralımız ihanetin bedeli ölümdür." nefesim göğsümü dövmeye başlarken yutkunuşlarım boğazıma dizildi. Şamil'i öldürecekti.
"Şamil bana ihanet etti. Ben onu benim adamım sanırken o meğer Şafak'a çalışıyormuş." Şafak'ın önümde uzanan kolunun kasılışını hissettim. Bakışlarını bir anlığını üzerimde hissetsem de dönüp bakmadım.
"Şamil'i öldürmek hakkımdır diye düşünüyorum!" Sergey'in ve Oleg'in bakışları değişti. İkisinin de masanın üzerindeki elleri yumruk olurken masada gülen tek kişi Radmila Kuznetsova idi.
"İspatın varsa evet. Hakkındır," dedi Behzat Yarkın son derece sakin ve rahat bir sesle. Boris güldü lakin yüzünde yine bir hareket yoktu. Bana bakıp göz kırptı ve elleriyle beni gösterdi.
"İspatım sizin gelininiz efendim." dudaklarımı birbirine bastırıp üzerimde dolanan bakışlardan kaçındım. Şafak beni yamacına daha da çekip sahiden emniyet kemeri işlevi gören kolunu göğsüme yasladı.
"Kendisini ağırlama şerefine eriştim. Güzel sohbetler ettik onunla," Şafak'ın hırıltı nefesleri saçlarıma dokundu. Yutkunuşu kulağıma çarptı.
"Ağırlamak mı?" Şafak'ın sesi tüm kasılmasına ve öfkesine rağmen rahat ve alaylıydı. "Kuzenimi ve karımı silahlı adamlarınla alıkoydun."
"Güvenliklerini sağladım." dedi Boris. Kendinden fazlasıyla emindi.
"Evet beni ikisinin canıyla tehdit edip Belarus'taki kalpazanı, paranı aklaması için ikna etmemi istemeseydin bu dediğine inanırdım." göğsüm sıkıştı.
"Chto?" Nikolai Boryanov sandalyesinden kalkıp ellerini masaya yasladı. BU kelimeyi biliyordum. Türkçesi ne demekti.
"Ne diyor sen?" Şafak boğazını temizleyip bakışlarını kısa bir an babasına değdirdikten sonra Nikolai'ya çevirdi. Kasım kasım kasılarak gülüp nefeslendi.
"Öyle. Oğlunun kimsenin üstünde bir hakimiyeti kalmamış Nikolai. Ama benim karşılarına çıkmam işinizi görmeye yetti." Nikolai'nin yüzü ve boynu kıpkırmızı kesilirken Anastasya'da ayaklandı ve bakışlarını Behzat'a çevirip bağırarak bir şeyler söyledi ancak Rusça konuştuğundan ne dediğini anlamadım.
"Mama. Kendini yormana gerek yok. İhanet eden tek kişi Şamil değil..." dedi Boris.
"Evet. Ben Canan ve İlknura'yı alıkoydum. Ama dediğim gibi orada Canan ile muhabbet etme şansımız oldu." bakışlarını Şafak'a çevirdi.
"Karın bana o gün bir şeyler daha söyledi Şafak." ima dolu sesi, zafer nidaları etrafımızda dönüyordu.
"Beş yıl önceki aile toplantısı Mersin de yapılırken biz senin İstanbul'da olduğunu sanıyorduk ama sen meğer o gece Mersindeymişsin. Üstelik karının, kuzeninin öldürüldüğü yerde, çocuklarla birlikteymişsin." yanak içlerimi dişlerimin arasında sıkıştırdım. Bakışlarım önümden ayrılmazken Boris konuşmaya devam etti.
"Sanırım o zaman aynı anda tüm nakliyat seferlerine, şirketlere ve evlerimize baskın yerken senin neden İstanbul da değil de Mersin de olduğunu açıklayabilirsin." Şafak'ın dudaklarının kıvrıldığını yan gözlerle izledim. Boris'in sonuna kadar konuşmasını bekliyor gibiydi.
"Canan bana bunu dediğinde bingo dedim. İşte pazılın kayıp parçası buydu... Sonra haliyle araştırmaya başladım. İyi iş çıkarmışsın ama izlerini tamamen gizleyememişsin." masadaki ellerim aşağı indirip dizlerime bastırdım. Uzamış tırnaklarım etimi acıtsa da şu an düşüneceğim en son şeydi.
"Dönemin Mersin ve İstanbul başsavcısı ile olan fotoğrafların, mit müsteşarlarıyla olan görüşmelerin, emniyet müdürleri... Hepsiyle olan görüşmelerinin kanıtı," nefeslerim boğazıma dizildi. Duyduklarım titreyişimi daha da artırırken dediklerini hazmetmeye çalıştım. Boris, Şafak'ı devlete çalışmakla suçluyordu. İrkildim... Terleyen avuçlarımı birbirine kenetleyip nefesimi tuttum. Beş yıl önce Baran dayım Mersin'de başsavcıydı.
Boris, yanık elini ceketinin cebine attı ve bir telefon çıkardı. "Tüm kanıtlar burada... Hadi yine iyisin veliaht olarak öleceksin!" birbirine yaslı ellerimi yumruk yapıp birden dikleştim.
"Yalan söylüyor. Onunla hiçbir şey konuşmadım ben. Beni bir odaya kapattı ve Şafak gelene kadar çıkartmadı." aniden yükselen sesimle Boris gür bir kahkaha attı ama masada eğlenen tek kişi oydu. Bakışlarımı Behzat Yarkın'a çevirdim. Ne demişlerdi kendi yalanına inanmazsan kimseyi inandıramazsın.
"Boris'in, Şafak hakkında bahsettiği şeylerin doğruluğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey o gece ve sonrasında Boris ile hiçbir şekilde konuşmadım. İlknura ve Şamil'de şahit buna." dedim gerçeği söylüyormuş gibi tüm inancımla.
"Terastaki sohbetimizi kayda alacağımı düşünemeyecek kadar saf ve salaksın Canan." hınçla Boris'e dönüp baktım.
"Sen kafayı yemişsin. Olmayan şeyleri uyduruyorsun! Ruh hastası. Cidden sadece yüzün değil beynin de yanmış senin!" Boris birden üzerime çullanıp elini kaldırınca Şafak ani bir atakla onun elini tutup tüm kuvvetiyle itekledi. Boris sarsılarak gerilerken Şafak beni bileğimden tutup sandalyeden kaldırdı ve arkasına çekti.
"Sakın Boris, sakın!" Şafak bileğimi tutmayı bırakmadan babasına döndü.
"O gece İstanbul'daydım ve sen baba. Sen benim neden İstanbul'da olduğumu biliyorsun. Ayrıca doğduğum ilk günden beri yaşanan onca şeye rağmen aileye olan bağlılığımda ortada... Fakat Boris iddia ettiği şey her ne ise ortaya koyabilir. Korkacağım hiçbir şey yok! Ama kanıtlamazsa..." susup nefeslendi ve bakışlarını tek tek masadaki herkeste dolaştırıp "hem bana hem karıma attığı iftiranın bedelini ödetirim!" dedi. Şafak'a bir adım yaklaşıp onun omzunun üzerinden masaya baktım. Yarkın çiftinin dışında hepsinin yüzünde sinsi ama bir o kadar da keyifli bir ifade vardı.
"Peki... Ben o gece için oğluma kefilim ama madem Boris böyle bir iddia ile geldi. Kanıtlarını göster Boris. Eğer dediklerin doğruysa oğlumun ve karısının canını ben alacağım!"
Kalbim korkuyla çarptı. Gözlerim asılı cesetlere kaydığında yutkunamadım. Titreyen elimi, Şafak'ın bileğimi tutan elinin üzerine yasladım. O da karşılık olarak bileğimi sıkıp bıraktı ama başını bana çevirip "yanımda durmayı seçmiştin arkamda durmayı değil." diye fısıldadığında dudaklarım titrekçe kıvrıldı, gözlerim yaşardı. Dilimi alt dudağıma yaslayıp başımı salladım ve iki adımda arkasından çıkıp yanına geçtim.
Ondaki bakışlarım masaya döndüğünde herkesin sabırsızca Boris'e ve bize baktığını fark ettim. Söz konusu bizim ölümüz olunca hepsinin ağzı sulanmıştı. Omuzlarımı dikleştirip çenemi kaldırdım ve onlara sertçe baktım. Bizi öldüremeyeceklerdi en azından bugün öleceğimi hissetmiyordum ve neden bilmiyordum ama Şafak'a içten içe duyduğum bir güven vardı. Beni bu aç kurtlara yem etmek yerine kendisi öldürmeyi isterdi tabii.
"O zaman," diye heceleri uzatarak yeniden konuştu Boris. Telefonunu açıp gezinmeye başladı.
Hepimiz pür dikkat onu dinlerken kıvıramadığı gülüşüyle bize bakıp telefona bastı ve elini havaya kaldırdı. Telefondan önce hışırtı sesleri ardından benim seslerim yükseldi. Kalbim korkuyla atarken telefondan yükselen sesim "beni çıkartın buradan! Siz kimsiniz?" diye bağırıyordu. Boris'in ifadesiz yüzünde bir şeyler oldu. Telefonu hızlıca indirip yeniden bir şeyler yaptı. Bu sefer başka bir ses kaydı açtı ama duyulan tek şey hışırtı ve nefes sesleriydi.
"Ne oldu Boris hani muhabbet sohbet etmiştiniz?" dedi Şafak. Ciddi ve katıydı. Duruşumdan ödün vermedim ama bakışlarımda yavru kedilerden izler vardı.
Boris öfkeden alev alacak gibiydi. Yanmış suratı kırmızıya dönerken boğazındaki damarlar belirginleşmişti. Telefona yeniden baktı. Bir şeylere bastı. Ekranı kaydırdı, kapatıp açtı. O telefonu masaya sertçe fırlatıp cebinden başka bir telefon daha çıkardı ama onda da sonuç aynıydı.
"Şamil! Şamil'le tuzak kurdunuz bana! O yaptı değil mi o sildi her şeyi," diye bas bas bağırıp üzerimize yürüdü ama Şafak karşısında dik durmaktan vazgeçmedi. Boris deli gibi gülmeye başladı ancak sesi var görüntüsü yoktu. Korku filmlerinden fırlamış gibi görünüyordu.
"Senin gibi bir adam her şeyi telefonunda tutuyor olamaz Boris. O kadar saf ve salak değilsindir diye düşünüyorum." Şafak, Boris'in bana çarptığı lafı ona yedirince sırıtmamak için dudak içlerimi dişledim.
"Evet... Evet, Andrew ona tüm delillerin bir kopyasını verdim. Onun gelmesine izin verin," diye bağırdığında Behzat Yarkın arkasında dikilen Cevher Paşalı'ya baktı.
Cevher Paşalı, ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp bir aramaya yaptı ve "Boris'in adamı Andrew. Kısa yoldan getirin!" deyip telefonu kapadı. Boris deli danalar gibi sağa sola yürüyüp Rusça bir şeyler homurdanırken anne ve babası fazlasıyla endişeli görünüyorlardı. Kuznetsov ve Molnar aileleri ise film izler gibi bu olan biteni izliyorlardı. Ancak hakkını vermeliyim ne Güzin Yarkın ne Behzat Yarkın duruşlarından ödün vermişlerdi. Aynı soğukkanlılıkla oturmaya devam ediyor donuk bakışlarıyla bizi izliyorlardı.
Dakikalar sonra mabede iki adam girdi. Birisi son derece şık bir takımla boy gösterirken diğeri siyahlar içindeydi. Boris'in evinde gördüğüm korumalardandı. Yüzünde maskesi de vardı.
"Maskesini çıkar," dedi Cevher Paşalı. Maskeli adamın yanındaki çık adam maskeyi sertçe çekiştirip yere attı ve Andrew olduğunu düşündüğüm adamı ensesinden tutup masaya doğru itekledi.
Behzat Yarkın sandalyesinden bir kez daha kalktı ve Andrew'e yaklaşıp Rusça konuşmaya başladı. O konuştukça Andrew'in yüzü kızarıyordu. Başını yere eğip sağa sola salladı yine anlamadığım birkaç kelime söyledi. Masadakilerin bakışları hayretle parlarken birden Andrew'in üzerine yürüyen Boris'e bakakaldım.
Boris, Andrew'e ulaşamadan diğer adam tarafından tutulduğunda bağırtıları yükseldi. Rusça bir şeyler bağırıyordu ama bunların küfür olduğunu anlayabiliyordum. Onun bu çırpışları beni hiç etkilemezken Nikolai ve Anastasya Boryanov masadan kalkıp oğullarının yanına gittiler.
"Şafak," diye fısıldadığımda sadece bileğimi usulca sıkıp bıraktı. Behzat Yarkın önce bize baktı ardından masaya döndü.
"Dediğini duydunuz. Boris'in bahsettiği şeyler hakkında hiçbir bilgisi yokmuş." tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktığımda tüm bedenime bir rahatlama çöktü.
Behzat Yarkın bu sefer "Paşalı?" diye seslendiğinde Cevher Paşalı başını ne ara eline aldığını görmediğim tabletten kaldırdı.
"Mail, bulut, diğer hesapları da kontrol ettim efendim. Kontrol ederken ekran kaydı aldım. Kayıt hepinize gönderildi. Orada da göreceğiniz şekilde herhangi bir ses, fotoğraf ve video dosyası bulunamadı." dediğinde masadaki herkesin telefonuna aynı anda bildirim geldi.
"Demiştim... Ben aileme bağlı bir Yarkın'ım. Boris ne düşündü de böyle bir işe kalkıştı bilmiyorum." dedi Şafak çok rahat bir tavırla.
Benimle ilgili kısmı yok etmeleri ya da ne zaman bağırdığımı bilmediğim o ses kaydığını nereden bulmuşlardı hiçbir fikrim yoktu lakin benim asıl merak ettiğim Şafak'ın meselesiydi. Boris'e verdiğim bilgiyle Şafak'a dair asıl bazı gerçekleri bulduğu belliydi lakin bulduğu bu gerçekler, gerçekten bu kadar radikal miydi işte ona emin değildim. Bileğimi sıkıca tutan, elini sıkıca tuttuğum saatlerce önce evlendiğim bu adam gerçekten içlerindeki hain olabilir miydi?
Boris bağırmaya devam ediyordu. Onu tutana dam artık zorlandığında Nikolai oğlunun yüzünü elleri arasına aldı ve bir şeyler söyledi. Andrew ve diğer adam geldikleri gibi giderken mabette yine biz bize kaldık.
"Evet, Boris dediklerini kanıtlayamadığına göre sıra bende!" dedi Şafak. Bileğimi bırakıp oturduğum sandalyeyi geriye çekti ve oturmam için başıyla işaret verdi. Onu ikiletmedim.
Sandalyeye yeniden oturduğumda Şafak kendi sandalyesini biraz geriye çekip yayılarak oturdu ve sağ ayağını sol bacağının üzerine atıp sandalye kolçağına kol dirseğini yaslayarak Boryanov ailesine baktı.
"Yerinize geçin!" emredici sesi öylesine baskındı ki istemsizce oturduğum yerde dikleştim.
Nikolai Boryanov, oğlunu zorlukla zapt edip karısıyla birlikte masaya geldi. Boris'i kendi sandalyesine oturtup karısına oturmasını söyledi ancak kendisi ayakta kaldı. "Behzat, Boris'in durumunu biliyorsun. İzin ver onun cezasını ben keseyim."
Behzat Yarkın karşısında ondan aman dilenen adama baktı. Gözünde ne bir merhamet ne bir acıma yoktu. "Aynısını Şafak yapsaydı kanını çoktan akıtmıştınız Nikolai!" dediğinde hak vermeden edemedim. Şafak'ı istemiyorlardı. Ona bazı haklar verip daha da güçlendirmek istemiyorlardı ancak çok geçti.
"Neyse ki ben yalan dolanla iş yapmam!" dedi Şafak. Çenesinde dolanan parmaklarını, sol bacağına bileğini yasladığı sağ bacağının dizine yaslayıp nefes alıp verdi. Nerede olduğumu bir an unutsam onun bu oyunculuk performansına şapka çıkarırdım.
"Boris o yanık aklıyla abimi hapishanede, beni de burada öldürtmeye çalıştı ama her şeyi elini yüzüne bulaştırdı. Zavallı, bir Yarkın'a bulaşmaması gerektiğini bilmeyecek kadar zavallı!" Şafak'ın ortaya attığı pimi çekilmiş bomba tüm masayı birbirine katacak kadar tehlikeliydi.
"Şafak sen ne dediğinin farkında mısın?" dedi Behzat Yarkın.
"Farkındayım baba. Tüm delilleri Paşalı'ya teslim ettim." dediğinde şaşkınlıktan düştü düşecek olan çeneme yumruğumu yasladım. Gözlerim herkeste dolanıp Şafak'ta durunca bana baktı ve göz kırptı. Lanet herif çok büyük bir oyun döndürüyordu ve bunu yaparken asla şüpheye yer bırakmamış gibiydi.
"Paşalı!" diye bağırdı Behzat Yarkın. Gözünü bürüyen ateşe ilk defa şahit oldum. Sanırım Şafak değil ama hapisteki oğlu fazlasıyla kıymetliydi. Aynı şekilde Güzin Yarkın'da öldürücü bakışlarını Boris'in üzerine dikmişti.
Cevher Paşalı, elindeki tableti Behzat Yarkın'ın önüne bırakıp geri çekildi. Göz göze geldiğimizde bana baş selamı verip bakışlarını masaya çevirdi. Masadakilerin telefonlarına yeni bir bildirim daha düştüğünde hepsi telefonlarına baktılar. Behzat Yarkın tableti bırakıp telefonunu eline aldı ve bir ses kaydı açıp masaya geri bıraktı.
Kararan bakışlarını masadaki her bireyde tek tek dolaştırdı. Tok ve gür sesi tüm mabette yankılanacak kadar güçlü bir şekilde etrafımıza yayıldı. "Benim oğlum sizlerin hatalarını üstlenip bu aile birliğinin uğruna tüm suçlamaları kendi üzerine alıp hapis yatarken, benim soyadım sizler açığa çıkmayın diye kirlenmeyi göze alıp tüm işlerim tüm itibarım zedelenmişken siz benim oğullarımın canına mı susadınız!"
"Behzat..." dedi Nikolai ancak Cevher Paşalı telefonlarına her ne gönderdiyse hepsinin başı önlerine düşmüştü.
"Senin oğlun benim oğullarımı öldürme planları kurmuş Nikolai! Senin oğlun benim bir oğlumun canına kastederken diğer oğluma iftira atmaya yeltendi!"
Behzat Yarkın yumruğunu masaya vurup ayağa kalkınca Nikolai ve Anastasya'da ayaklandı. Boris başını şiddetli bir şekilde sallayıp yine anlamadığım dilde bağırırken ona acıyan yanımı susturmak için kendime direnç gösterdim.
Şafak nasıl yaptı bilmiyordum anca oyunu kendi lehine çevirmeyi başarmıştı. Mabede girmeden önce bana gösterdiği artistliğin sebebi de büyük ihtimalle Boris'e köşeye sıkışmış izlenimi vermekti. Yüreğimin çarpıntısı git gide artarken Nikolai konuşmaya, oğlu için af dilemeye devam ediyordu ancak aile kuralı basitti.
İhanetin bedeli ölümdü.
"Kes sesini Nikolai!"
Güzin Yarkın'ın bağırışı sadece Nikolai'yı değil masadaki tüm sesleri susturdu. Biz Şafak'la sessizce olan biteni izlemeye devam ediyorduk. Boris ise avlanmış bir hayvan misali çırpınmaya devam ediyordu.
"Bu masada sizlerin uğruna bizden çok kan aktı! Ama ne ben ne kocam ne de evlatlarım asla ihanet etmezken siz ve çocuklarınız bu cüreti kendinizde hak görmüşsünüz!" Güzin Yarkın sandığımdan daha güçlü ve tehlikeli bir kadındı. Bunu sesi de, duruşu da bas bas bağırıyordu.
"Boris sağlıklı bir akla sahip değil. Biliyorsunuz Dimitri'den sonra..." Nikolai Boryanov hâlâ açıklama yapmaya çalışıyordu. Anastasya ise durumu kabullenmiş gibi görünüyordu. Öfkeli ve hayal kırıklıklarıyla dolu bakışları Boris'in üzerindeydi.
"Aile içi savaşınızı bu masaya taşımayacaktınız Nikolai! Seni bu olaylar olmadan önce oğullarını dizginle diye defalarca kez uyardım. Her seferinde uyardım. Küçük oğlun büyük oğlunu öldürmeye kalktı, onu asitle yakıp bu hale getirdi ama sen! Dimitri'yi cezalandırmak yerine onu ailenin yeni veliahttı ilan ettin. Hepinizde onayladınız!" sanki Behzat Yarkın değil de Şafak bağırıyordu karşımda. Ses benzerliklerine bir kez daha şaşıp kalırken gözlerim kısa bir an Şafak'a kaydı. Masanın karışmasından son derece memnun görünüyordu.
"Behzat, Dimitri'nin veliaht olması en uygunuydu." dedi Agron Molnar. Başımı bu sefer ona çevirdim. Sandalyesinde fazlasıyla rahat görünüyordu. Kendi ekmeğinin peşinde olduğu o kadar belliydi ki. İnsanı sinir etmekten başka bir işe yaramıyordu.
"Tabii. Yoksa oy çoğunluğunu nasıl elde edecektiniz değil mi Agron?" Güzin Yarkın kocasından geri durmuyordu.
"Bu masa yumuşakların, hassasların yeri değil Güzin. Bunu bir çok kez gördük... Dimitri gibi, benim oğlum gibi kaya gibi sert, acımasız ve güçlü adamların yeri... Bak lider ailesiniz ama önce büyük oğlun Behçet öldü. Şimdi Behraz'ı öldürmeye çalışmışlar. Küçük oğlun zaten," deyip eliyle deli işareti yapıp gür bir kahkaha attı Agron Molnar.
"Kala kala kocanın gayrimeşru oğluna kaldınız. Ama bak benim kızım bile bu masada!"
Behçet Yarkın adını ilk defa duyuyordum. Güzin ve Behzat Yarkın'ın yüzlerinde ilk defa bir dalgalanma vardı. Demek ki bir evlat kaybetmişlerdi. Bizden çok kan aktı derken belki de bunu kast etmişlerdi. Gözlerimi Güzin Yarkın'ın üzerinden çekmedim. Bir evladım yoktu, öyle bir acı da yaşamamıştım ama yaşayan iki kadına yakından tanık olmuştum. Evlat acısı tarif edilemeyecek kadar berbat bir durumdu. Dünya öldüğünde Simge yengemin o hali asla hafızamdan silinmiyordu. Bana kızı için yalvarışları, göğsümü döven, yüzüme çarpan elleri. Sonra dövdüğü göğsümde kızına ağlayışı zihnimin en karanlık köşesinde kendini muhafaza etmeye devam ediyordu. İzel'in kucağımda ağlaya ağlaya bayılmaları, kucağına alıp kokularını soluyamadan toprağa emanet ettiği canları için ettiği feryatlar bugün bile kalbimi sızlatmaya yetiyordu. Bunu sorgulamak bana düşmezdi lakin karşımdaki kadın o kadar duygusuz ve katı duruyordu ki kaybettiği evladı için gözyaşı döküp dökmediğinden dahi şüpheliydim.
"Sert ve güçlü mü?" Oleg'in birden yükselen sesi ve attığı kahkaha bakışların ona kaymasına neden oldu.
"En son hatırladığım gelin hanımın kuzeninin senin oğlanı hadım ettiğiydi." Oleg bir kahkaha daha atıp nefeslendi ve Agron'a alay dolu bakışlarıyla baktı. "Ha Agron? Senin oğlan, oğlan mı hâlâ?"
Oleg Kuznetsov, kışkırtma konusunda iyiydi. Bu kadar oğlancı bir aile yapısında Erjon'un düştüğü durum elbette alay konusu olacak ve elbette Agron'un kanına dokunacaktı ki bana dönen bakışlarda bunu kanıtlıyordu. Ki Ageon Molnar öfkeyle ağzını açmaya hazırlanıyordu ki araya Behzat Yarkın girdi.
"Yeter!" diye bağırdı. Elini yeniden masaya vurup bakışlarını Nikolai ve Agron'da dolaştırdı. "Sizin çocuklarınızın aile birliğimize verdikleri zararlar yetti! Bunca zaman demek ki iyi niyetim suiistimal edilmiş. Anlıyorum ki siz eski düzeni özlemişsiniz!"
"Behzat!" Behzat Yarkın elini kaldırarak Sergey Kuznetsov'u durdurdu. Dudaklarını birbirine bastırıp masaya yasladığı ellerini geri çekip çenesini sıvazladı ve duygusuz bakışlarını Boris'e çevirdi.
"Boris Boryanov'un oğlum Behraz Yarkın'ı öldürmek amacıyla yaptığı görüşmelerin belgeleri elinizde," deyip Cevher Paşalı'ya baktı ve saniyeler sonra Rusça konuşan iki adamın sesi mabette yayıldı. Seslerden birisi kesinlikle Boris'in sesiydi. Ses kaydı devam ettikçe Boris'in itiraz nidaları havalarda uçuşuyor, Nikolai onu zor tutuyordu. Eğer davetteyken Cevher Paşalı ile tanıştığımızda bize söylediklerine tanık olmasaydım Behraz Yarkın'ı öldürmeye çalışanın gerçekten Boris olduğuna inanırdım. Derin ama titrek bir nefes alıp konuşmak için hareketlendim fakat sözcükler boğazıma dizildi.
"Boris önümüzde büyük bir tehlike arz ediyor Toral. Eğer şimdi işleri bulandırırsan Dünya'nın katillerine ulaşamayız." kulağıma fısıldayan Şafak'la içim titredi. Ne yapacağımı nasıl anlamıştı ki? Başımı döndürmeden bakışlarımı ona çevirdim. Yüzü çok yakınımdaydı. Sıcak nefesi tüm yüzümü yalıyordu. Bakışlarındaki ikaz en az sesindeki kadar keskindi.
"Bunu hak ettiğini bil yeter." başımı sallayıp önüme döndüm ve sessizliğe sığındım.
"Paşalı?"
"Şafak Bey'in ilettiği kanıtlar incelendi efendim. Alınan raporlarda sizlere iletildi. Herhangi bir oynama, sahtelik, yapay zeka belirtisine ulaşılamadı. Raporda elde edilen verilerin yüzde doksan dokuz gerçek olduğu belirtildi ki Boris Boryanov'un hapishanede ayarladığı adamda itiraf etti. Cezasını vermeniz için İstanbul'daki mabede götürüldü." dedi Cevher Paşalı. Hayret dolu bakışlarımı kimse görmesin diye ellerime indirdim. Salaktım ben. Sahiden salaktım. Bu insanlarla aşık atacağımı düşünecek kadar salaktım hem de.
"Şüpheye yer var mı?" dedi Behzat Yarkın. Karıncalanan parmaklarımı sıkıp sıkıp bıraktım. Ensemde hissettiğim nefesle huylandım ancak Şafak çoktan sırtını sandalyesine yaslamıştı.
"Yok efendim." dedi bu sefer Cevher Paşalı. Ensemdeki nefes tüm nefesimi okşayıp benden uzaklaştı. Gözlerim istemsizce Boris'e kaydı. Çok değil saniyeler sonra huylandı ve elini ensesine attı.
"Şüpheye yer var mı?" Behzat Yarkın bu sefer masaya sordu aynı soruyu.
"Yok efendim." dedi masadakiler. Nikolai ve Anastasya'da dahildi.
Boris başını sağa sola yatırdı. Elleri ensesinde, başında, yüzünde gezindi. O zihnen sağlıklı, aklı başında dam değildi. Rusça konuşmaya devam ediyordu ama ara ara mama deyişini seçebiliyordum. Annesinden medet umuyordu. Annesinin onu kurtarmasını istiyordu lakin annesinin ondan çoktan vazgeçtiği belliydi.
"Şafak," dedim başımı ona çevirir çevirmez. Bakışları zaten üzerimdeydi.
"Çıksak?" fısıldadım ama beni duydu. Bakışları Boris ve babasında dolanıp beni buldu. Yüzüme birkaç saniye bakıp doğruldu ve yüzünü yüzüme eğdi.
"Bazı şeylere alışman lazım. Nerede kimlerle olacağını görmen ve anlaman gerekli. O yüzden hayır. Çıkmıyoruz... Güçlü dur!"
Önüme döndüm. Aldığım nefesler boğazıma dizilirken kucağımda yumruk olan ellerimi daha da çok sıktım. Herkes gibi bende olacakları beklemeye başladım. Kuznetsov ve Molnar ailesi keyifle Boryanov ailesinin hezimetini izliyordu. Güzin Yarkın hâlâ ayakta kocasının yanındaydı. Bakışlarım Cevher Paşalı'ya kaydı. Gözleri Boris'in üzerindeyken yürümeye başlayınca Anastasya Boryanov herkese sırtını dönüp mabedi terk etti. Maria ve Radmila arkasından gülerek bakarken Nikolai karısına, Boris ise annesine sesleniyordu. Ancak batan gemiyi ilk fareler terk ederdi...
Cevher Paşalı, emin adımlarla Boris'in yanına vardı. Onun omuzlarına bastırıp sandalyeye oturtturdu. Ancak Boris güçlüydü. Onun tutuşlarından kurtulmak için çırpınıyor her seferinde yeniden ayaklanıyordu fakat Cevher Paşalı yaşına rağmen güçlü ve dinç kalmayı başarıyordu.
Son seferinde tutmak yerine bir kolonu boynuna sardı ve onu kısıtladı. Boris daha güçlü seslerle çırpınıyordu. Paşalı, boştaki elini cebine atıp tele benzer bir ip çıkardığında ne olacağını anladım. Onu boğacaktı. Boris'in boynunu saran kolunu çekmeden ipi boynuna doladı. İpin uçlarından tutup çekiştirmeye başladığında Nikolai olan biten her şeye arkasını döndü ancak karısı gibi gitmedi.
Cevher Paşalı ipi çekiştirdikçe Boris'in mücadelesi daha da büyüyordu. Attığı çığlıklar, etrafa saçtığı tükürükler, kırmızıdan mora dönen teni ensemizi yalan Azrail'in artık tamamen onunla olduğunu belli ediyordu. Bu görüntüye daha fazla dayanamayıp gözlerimi kapadım ve başımı önüme eğdim. Elimde olsa kulaklarımı da kapatırdım ancak yeterince güçsüz görünüyordum.
Boris'in seslerine hırıltılı nefesleri karıştı. Direnmeye devam ediyordu. Mabette sadece onun sesi yankılanırken o ses birden kesildi ve saniyeler sonra kulağımda bir kurşun sesi çınladı. Yüzüme çarpan ıslaklıkla gözlerimi hızla araladığımda Boris'in kanlar içindeki yüzü Cevher Paşalı'nın elleri arasındaydı.
Gözlerimi, Boris'in kanlı yüzünden çekip Güzin Yarkın'a baktım. Silah hâlâ elindeydi. Benim titreyişlerimin, kulağımdaki çınlamaların aksine o dimdik ayakta duruyordu. Behzat Yarkın ise hiç şaşırmamış bir halde karısına bakıyordu.
"Ders bir Toral... Güzin Yarkın bu masadaki en tehlikeli kişi. Onu sakın karşına almaya kalkışma!" Şafak'ın fısıltısının hemen ardından Güzin Yarkın'ın yüksek sesi dört bir yanımda yankılanınca bakışlarım yeniden onu buldu.
"Bu masadaki herhangi biri bir daha benim çocuklarıma el uzatırsa..." bakışlarını Şafak'a çevirdi ve "Şafak'ta dahil... Gözünün yaşına bakmam! Bu masanın lideri Yarkın Ailesi'dir. Aksini isteyen, hayal eden kendisini akbabalara yem eder haberi ola!" dedi. Silahı masaya fırlatıp sandalyesine geri oturdu ve kan sıçramış kadehini alıp içkisini yudumladı.
Behzat Yarkın ise güçlü adımlarla karısının yanına ilerdi. Mabede ilk geldiğimizde Şafak'ın yaptığı gibi Güzin Yarkın'ın arkasına geçip elini omzuna yasladı ve tehditkar bakışlarını aile bireylerinde gezdirdi.
"Karımı duydunuz, anladınız diye umuyorum. Bu masada bir daha benim aileme karşı bir ihanet söz konusu olursa sadece sorumluyu değil herkesi sallandırırım! Ayağınızı denk alın!"
Nikolai, Paşalı'nın yere fırlattığı Boris'in başında dururken sesi soluğu çıkmıyordu. Kuznetsov fertleri ise itaatkar bir şekilde başlarını salladılar ancak Agron Molnar pek sessiz kalacak gibi durmuyordu ki hiddetle ayaklanıp bağırarak konuşmaya başladı.
"Lider olman bizi tehdit edeceğin anlamına gelmez Behzat. Belki de Boris haklıdır asıl ihanet eden Şafak'tır! Bak... Yanına oturttuğu kadına bak. Kim olduğunu hepimiz biliyoruz. Babalarını durdurduk ama bak çocukları masaya kadar geldiler. Asıl öldürmeniz gereken Boris değil bu orospuydu!"
Ben şahsıma edilen hakareti daha algılayamadan Şafak'ı, Agron'un yanında buldum. Adamı ensesinden tutup yüzünü masaya gömdü. "Bir daha," dedi barut gibi sesiyle. Başını kaldırıp tekrar masaya geçirdi. "Benim karım hakkımda böyle laflar ettiğini duyarsam," adamın başını yeniden kaldırıp bu sefer daha güçlü bir şekilde masaya çarptı. Yüzü tabağa denk gelmiş olacak ki masaya kan sızmaya başlamıştı.
"Seni orospum yapar kucaktan kucağa atarım Agron. Anladın?" Agron'dan ses çıkmadı. Başını Şafak'ın kıskacından kurtarmaya çalışıp bir şeyler bağırdığında ki küfrettiğine emindim. Şafak baskısını daha da arttırdı.
"Anlamadıysan seninle yetinmem karınla kızını da kucaktan kucağa atarım! Şimdi anladın mı?" diye bağırıp Agron'dan bir onay bekledi. İstediğini bir iki kelimeyle aldığında Agron'un başını bırakıp masaya baktı ve hepsine parmak sallayarak tehdit etti.
"Aileme, karıma, karımın ailesine sizden gelecek en ufak bir söz işitir, canlarına zarar verecek en ufak bir hareketi görürsem sizi bu masaya gömerim!" Şafak'ın söyledikleriyle silkelenip kendimi toparladım. Omuzlarımı ve çenemi dikleştirip masadakilere üstten bakışlar attım.
"Anladınız mı?" dedi Şafak aynı hiddetiyle.
Kimseden ses çıkmadı ancak kaçamak bakışlar benim üzerimdeydi. Agron'un ensesinden yeniden tutup öncekilerine nazaran daha sert daha acımasızca yüzünü masaya vurduğunda masadan çıtırtı sesleri yükseldi. Maria ve Anita Molnar korkuyla Agron'a bakıyor ancak Şafak'tan çekindiklerinden hareket edemiyorlardı. Herkes başını salladı. Gözüm yutkunan Sergey Kuznetsov'a kayınca Şafak'tan cidden korktuklarını anladım. Ki Şafak şu anda gerçekten korkutucu görünüyordu.
"Oğullarınızın yediği haltı unutmayacaksınız. Benim sayemde kıçlarını kurtardığınızı unutmayacaksınız. İşinizi yapıp kıçınızın üstüne oturacaksınız! Aksi takdirde uslu durmaz Yarkın ailesinin kuyusunu deşmeye başlarsanız... O oğullarınızı sakladığınız sıçan deliğinde bulur Uyguroğlu ailesinin ve Yusuf Toral'ın önüne tüm delillerle birlikte atarım!"
Agron'u bırakıp geri çekildi ve ceketinin yakalarından tutup silkeledi. O oldukça rahat hareket ederken ben duyduklarımın şaşkınlığıyla onu izliyordum. O gece orada olduğunu kendisinden duymuş, babamı ve dayımı tehdit edişini kendi kulaklarımla duymuştum ancak işlediği suçu itiraf edişine denk gelişim ilkti.
"Sanırım toplantı bitti baba?" dedi bakışlarını babasına çevirdiği sırada. Behzat Yarkın bakışlarını oğlunda dolandırıp başını salladı.
"Bitti oğlum..."
Şafak yanıma yürümeye başladığında sandalyeyi ittirerek ayağa kalktım. Yanıma gelip girmem için kolunu uzattığında gözlerimi karalarından çekmeden koluna girdim. Herkesin bakışlarını üzerimizde hissederken bakışlarımı Behzat ve Güzin Yarkın'a çevirip başımı usulca eğip selam verdim. İkisi de karşılık verdiğinde dudaklarıma yerleşen küçük tebessümle yeniden önüme döndüm ve Şafak'a ayak uydurdum.
Kırmızı halının üzerinde yürüyüp çıkışa ilerlerken adımlarım durdu. Bu yaşıma kadar hakaret işitmemiş benliğim içten içe işittiğim lafın beni kemirmesine engel olmak için çabalasa da ben o lafı yiyip sindirecek biri değildim. Şafak gerekeni yapmıştı ancak içimin soğuduğu yoktu. Ayrıca madem bu masa bugün karışmıştı. Mum dikenin ben olmasında bir sakınca olduğunu sanmıyordum.
"Toral?" kolumu geri çekip Şafak'a yandan bir bakış atıp hızla arkamı dönüp yürüdüm ve yeniden masaya geldim. Tüm bakışlar ani hareketimle beni bulurken benim bakışlarım Agron Molnar'daydı. Şafak hemen yanımda durup koluma dokunduğunda masaya karşı bir şey belli etmemek için kolumu çekmedim.
"Siz bana hangi hakla o hakareti edersiniz?" dedim kızgın sesimle. İki yanımda yumruk olan ellerimi açıp elbisemi tuttum. Neyse ki sandalye bedeni fazlasıyla kamufle ediyordu da kendimden güç almaya çabaladığımı kimse görmüyordu.
"İnsan önce döner bir kendine bakar! Karısına, kız kardeşine bakar," Agron Molnar kanlı yüzünü silerken çatılan kaşlarını üzerime dikti.
"O ne demek?" sesindeki şüphe kırıntılarını anında havada yakaladım. Duruşum daha da dikleşti. Dudağımın sol köşesi kıvrılırken Maria Molnar telaşla ayağa kalkıp "ne saçmalıyor bu! Şafak uyardı bizde anladık. Yeterli," dedi.
"Hayatımdaki en eğlenceli toplantı olarak ilk sıraya yerleşti bugün." diye gülerek homurdandı tüm karmaşanın ortasında Oleg Kuznetsov. Karısının da ondan aşağı kalır yanı yoktu.
"Canan, neyden bahsediyorsun?" dedi Behzat Yarkın. Agron'un üstündeki bakışlarım çok kısa bir an ona kayıp yeniden Agron'a kaydı.
"Uzay... Oğullarınızın öldürdüğü Dünya'nın ikizi." dedim kinle. Bu insanların yüzüne bakarken ikisinin tertemiz isimlerini anmak istemezdim.
"Kardeşinin intikamını istedi... Sizin oğullarınızın katlettiği ikizinin kanının yerde kalmasını sindiremedi... İntikam hakkı mı? Evet hakkı. Hiç kimse tersine iddia edemez. Çünkü işler tam tersi olsaydı... Eğer benim ailem bu masadaki ailelerden birisinin çocuğunu öldürseydi belli ki benim aileme dair tek bir iz bile kalmazdı..." isyanım karşısında hepsi sus pus oldu lakin Behzat Yarkın başını hafifçe sallayıp beni onayladı. Diğerlerine bakmamak için tuttum kendimi. Alt dudağımı ısırıp titrek bir nefes alıp başımı sağa sola salladım ve bakışlarımı yeniden Agron Molnar'a çevirdim.
"Uzay'a yardım edip ailenize dair bilgiler veren kişinin adı Niko'ymuş. Denilene göre bu adam sizi bayağı ayakta uyutmuş. Malınız mülkünüz, paralarınız... Karınız, kız kardeşiniz fazlasıyla bu adamın tekerinde dönüyormuş..."
"Agron..." diye korkuyla kocasının koluna tutundu Maria Molnar ve bir şeyler söyledi. Anita korku dolu bakışlarını bana çevirip başını sağ sola salladığında dişlerimi sıktım. Biliyordu... Ne söyleyeceğimi biliyordu. Bakışlarımı ondan kaçırıp yeniden Agron'a baktım.
"Hatta yine söylenene göre bu masada oturuyor diye kasım kasım kasıldığınız kızınız. Anita, Niko'nun kızıymış."
Merhameti öğreten annem, yanlışı gösteren hep babam olmuştu. Yabancı kimselerin işine karışmamam gerektiğini, haddimi hududumu bilerek büyütülmüştüm. Ancak yeri geldiğinde tırnaklarımı çıkarmam gerektiğini ve acımasız olmam gerektiğini zamanla deneyimlemiştim. Boris'in yüzüme sıçrayan kanı kurumuşken, karşımdaki aile kendi içlerinde bir ihanetle yüzleşirken hissettiğim tek şey Dünya'nın kahkahalarla gülerken yaşadığım mutluluktu. Onlar bizden aldıklarının yanlarına kâr kalacağını sanmaya devam edebilirlerdi lakin ben çoktan bu masaya oturmuştum.
"Aferin Toral." Şafak'a döndüm. Kara gözleri parlarken gülümsüyordu. Yaptığım bu küçük gösteri hoşuna gitmiş olmalıydı. Arkamda yükselen seslere aldırmadan Şafak'ın koluna girdim ve "gidelim mi?" diye sordum.
"Gidelim bakalım..."
Mabetten çıktık. Ağaç kavuğuna çıkan merdivenlerin başına geldiğimizde arkamızdan gelen adım seslerini ikimizde aynı anda fark edince durup arkamıza baktık. Güzin ve Behzat Yarkın aynı bizim gibi kol kola bir şekilde yürüyorlardı.
"Kısa yoldan çıkarsınız sanıyordum?" dedi Şafak merakla. Babası başını salladı. Yanımızda durduklarında babası "seninle konuşmak istediğim şeyler var." deyince bakışlarım Güzin Yarkın'a kaydı.
"Ne oldu?" diye sordu Şafak. Babası soğuk bir tebessümle karısının koluna yaslı elini tutup üzerini öpüp bıraktı.
"Yürürken konuşuruz. Hem gelin kaynana biraz kaynaşsın onlarda," dediğinde Güzin Yarkın'ın bakışları beni buldu. Biz birbirimize bakarken onlar baba oğul önden yürümeye başladılar.
Güzin Yarkın bir şey demeden küçük ama kuvvetli adımlar atmaya başlayınca ona ayak uydurdum. Birkaç metre önümüzde konuşarak yürüyen ikilinin arkasında sessizce ilerledik. Merdivenlerin başına geldiğimizde Güzin Yarkın durdu ve bana baktı.
"Kurt olamayacak kadar kuzu, kuzu olamayacak kadar da kurtsun." dedi. Yeşil gözleri loş ortamda daha da parlarken mavilerimden bir an olsun çekmeden konuşmaya devam etti.
"Yaşananları, yaşamak ve dahil olmak zorunda kaldıklarını düşününce sana hak veriyorum. Mabette dediklerine de hak veriyorum. Lakin," dudaklarını birbirine bastırıp nefeslendi ve sonrasında yüzüne samimiyetten uzak bir tebessüm yerleştirdi.
"Ben seni görüyorum Canan. Maviliklerine baktığımda içini görüyorum. Amacını, niyetini..."
"Neymiş niyetim?" dedim katı bir dille. Çenem kendiliğinden dikleşirken o bana aynı bakışlarıyla bakmaya devam etti.
"Şafak ile evliliğin, Yarkın soyadını alışın hiçbir şey ifade etmiyor Canan. Mabede gelişin, masaya oturuşunun da hiçbir anlamı yok." başımı sol omzuma doğru eğdim. Yüzüne bakıp "neden?" diye sorduğumda bana bir adım yaklaştı.
"Çünkü karşında ben varım. Bu gördüğün her şey, tanıdığın herkes benim. Mabette, masada, aileler de... Hepsinin yegane sahibi benim! Ve ben davanızda haklı olsanız dahi bu savaşı kazanmanıza izin vermeyeceğim. Dedelerimin, babamın, kocamın bin bir çabayla elde ettiği her şeyi bir hiç uğruna yok edilmesine müsaade etmem!"
Kulaklarım uğuldadı. Karşımda bana tüm acımasızlığı ve nefretiyle bakan kadının gözleri mavilerime karışırken Şafak'ın karşıma ilk çıktığında Dünya için hiç deyişi kendini hatırlatıp kulağımı sağır edecek yoğunlukta çınlattı. Dünya onlar için bir hiçti. Ben, ailem, onlara çalışanlar, başkaları, onlardan olmayan hatta onlardan olanlar bile bir hiçti onlar için. Tek dertleri kendileri ve bu saçma sapan yapıydı.
"Artık çok geç," dedim. Karşımdaki kadını bir kaşık suda boğmak isteyişime şaşırmadım. Bu insanlar içimde uyanan canavarı dürtmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Tehdidine asla boyun eğmeyecektim.
"Şafak kocanızın oğlu. Haliyle bir Yarkın... Ve artık veliaht. Kocanızın ve tabii sizin gücünüzü yitirmemeniz için tutunacağınız tek dal. Büyük oğlunuz Behram ölmüş, küçük oğlunuz Behçet sağlıklı değil... Behraz deseniz müebbet yemiş..." sinirle soluklanıp bana yanaştı. Ayaklarımı yere daha sağlam bastım. Geri durmayacaktım.
"Şafak'a kaldınız..." başımı sağa sola sallayıp yüzüne baka baka güldüm.
"Kocanızın başka bir kadından peydahladığı çocuğun eline kaldınız Güzin Hanım. Ve daha demin o çocuk, lider ailenin veliahttı oldu. Eh, bende o veliahttım karısıyım... Haliyle bazı şeyler için artık çok geç," gülüşüm daha da büyüdü. Dudaklarımı büktüm. Onun bakışlarındaki kin ve öfkeye alay kokan bakışlarımla karşılık verdim.
"O yüzden," dedim ve ellerimi arkamda birleştirip başımı öne eğerek kırpıştırdığım kirpiklerimin altından ona baktım.
"Sizin yerinizde olsam bundan böyle ayağımı denk alırdım Güzin Hanım... Zira saltanatınızın yeni sahibi benim!"
Eğdiğim başımı geri çekip doğruldum ve eserime baktım. Bazı savaşlar sadece er meydanında veya masada değil iki kadının arasında da yaşanırdı ve söylediğim son sözlerin o savaşı başlattığını biliyordum. Şafak bana onu karşıma almamamı söylemişti lakin beni karşısına alan oydu. Bunca zaman istediğini yapmış, kendi hanedanında at koşturmuş olabilirdi. Herkese hükmederek kendi saltanatını kurduğu çokça belliydi ancak artık ben vardım! O benim karşımda değil ben onun karşısındaydım.
"Hanımlar?"
Şafak'ın meraklı sesi aramızda dağıldığında ikimizde bir rüyadan uyanır gibi olduk. Bakışlarımız aynı anda merdivene döndüğünde Şafak bir bana bir ona baktı. "Ne oluyor?"
Omuzlarımı silkip gülümsedim ve Güzin Yarkın'ı arkamda bırakıp basamakları çıkmaya başladım. Şafak'ın yanına geldiğimde "hiç, gelin kaynana sohbet ettik biraz..." kaşları alnına doğru kavislendi. Bendeki bakışları Güzin Yarkın'a kaydı.
"Çok doğru bir tercih yapmışsın Şafak. Canan çok hoş bir kadın," dedi ve sakin adımlarla basamakları çıkıp yanımızdan geçti. Önümüzdeki dört basamağı daha çıkıp durduktan sonra omzunun üzerinden bize baktı.
"Sizin adınıza gerçekten çok mutlu oldum. Tabii kendim içinde. Sizi öldürüp ayrı ayrı gömmektense ikinizi aynı çukura gömmek işimi kolaylaştırır öyle değil mi?" dedi ve basamakları çıkmaya kaldığı yerden devam etti.
"Ne dedin kadına?" Şafak yan yan bakıp omuz silktim. Yüzümde dingin bir tebessümle önüme dönüp basamakları çıkmaya başladım ve onun duyacağı şekilde " hiç. Hiçbir şey," dedim...
Önce mabetten sonra davet salonundan çıktık. Alp'in kullandığı arabaya binene kadar Şafak ile tek kelime etmedik. Eylem de ön koltukta sessizce oturuyordu. Yüzümdeki kan izlerini silip dikiz aynasından kontrol ettiğimde rahatladım. Kana dair hiçbir şey yoktu. Yola çıktığımızda nereye gittiğimizi sormadım. Merakta etmiyordum. Aklım çocuklardaydı lakin konuşacak takatim de yoktu.
"Şamil ve Cesur buluşma noktasında bizi bekliyorlar Abi. Kazakistan'dan da haber aldım. Bir sorun yo, yola çıkmışlar." dedi Alp. Sanki zihnimi okumuş gibi merak ettiğim her şeyi söyledi. Ancak kaçlarımın çatılmasına neden olan şey Cesur ismi oldu.
"Cesur?" dediğimde Alp'in bakışları dikiz aynasından Şafak'a kaydı.
"Peri'nin koruması olan adam." diye cevapladı beni Şafak. Başımı ona çevirdim. Karanlık yolda kayıp giden sokak lambalarını izliyordu.
"Tabii ya o da bu için içindeydi değil mi?" sence der gibi bana bakınca bakışlarımı önüme çevirdim.
Devam eden yolda bir daha hiç kimse konuşmadı. Yol aktı, zaman devrildi. Moskova artık gerimizde kalmışken zaman gecenin ilerleyen saatlerinde takılı kalmıştı sanki. Gözlerim kapanıp açılırken son bir bilinçle burnumda varlığını unuttuğum tıkacı çıkardım ve uykuya yenik düştüm.
"Toral, uyan artık!"
Gözlerimi usulca araladığımda yüzüme düşen gölgeyle yüzümü buruşturdum. Şafak üzerime eğilip omzumu sarsarak bana sesleniyordu. "Çekinme ya kopar al kendine monte et kolumu!" diye homurdandım. Sesim uyku mahmurluğundan kısık çıksa da ne dediğimi çok net duydu.
"Ağzın git gide bozuluyor senin Toral," ona ters ters bakıp elimi ağzıma kapadım ve esnedim.
Gün daha doğmamıştı ancak fazlasıyla ışıklı bir yerdeydik. Bakışlarımı dışarıya çevirdiğimde dinlenme tesisi gibi bir yerdeydik. "Geldik mi?"
"Evet. İhtiyaç molası, kalk haydi." deyip geri çekildi ve arabanın kapısını tamamen açtı. Ona aynı ters bakışlarla bakıp arabadan indim. Soğuk anında beni ele geçirirken üzerimdeki kürke titreyerek sarılıp titreyen bedenimle Şafak'a ilerledim.
"Şamil ile Cesur?" diye sorduğumda bana baktı.
"Sen horul horul uyurken aldık onları. İçeride yemek yiyorlar." başıyla az ötemizdeki dükkanı işaret etti ama benim kaşlarım anında çatılınca bana sırıttı ve yürümeye devam etti. Peşinden koşar adım gidip kolundan tuttum. Tüm gerginliği yok olmuş gibiydi.
"Horul horul derken?" sırıtmaya devam etti. Başını sallayıp burnunun ucunu parmaklarının sırtıyla kaşıdı ve "horluyorsun Toral." dedi. Dudaklarım açıldı ama bir şey diyemeden geri kapandı. Bu birkaç kez tekrarlayınca Şafak halime güldü ve bana sırtını dönüp yürümeye yeniden devam etti.
Silkelenip kendimi toparladıktan sonra ayaklarımı yere vura vura peşinden ilerledim ve "hiçte bile. Ben horlamam!" diye söylendim.
"Aynen aynen."
Şafak'ı boğma hayalleriyle peşinden yürüyüp cam kapılı mekanın önünde durdum. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra benim geçmem için kapıyı tuttu. Ağız ucuyla teşekkür edip mekana girdiğimde yüzüme vuran sıcakla rahat bir nefes aldım. Dışarısı çok soğuktu.
Yanıma gelip yürümeye başlayınca ona ayak uydurdum. Geniş mekandaki masaların ortasından yürüyüp sola döndüğümüzde Alp'i gördüm. Yanında tüm suratsızlığıyla Eylem otururken karşılarında iki tane adam yan yana oturuyordu. Ensesinde toplu siyah saçları ve üzerindeki aslan yeleli kürküyle Şamil kendini anında ele veriyordu. Masaya vardığımızda hepsinin başı bize döndü. Alp ayaklanacakken Şafak durdurup geri oturttu. Arkamızdaki boş masayı tek eliyle çekip diğer masaya yasladı ve Şamil'in yanına oturdu. Ben hâlâ ayakta dururken Şafak boğazını temizledi.
Ona, sonra hemen yanında oturan Şamil'e baktım. Önümdeki yemeği sanki bir daha yiyemeyecekmiş gibi yiyordu. Onun yanındaysa Cesur vardı. Bakışlarımı gördüğü gibi bana baş selamı verip önüne döndü. İleride boş duran sandalyeyi sürükleyip Şafak'ın karşısına oturdum ve kollarımı göğsümde bağladım.
"Çocuklardan haber var mı?" dediğimde başını salladı.
"Yoldalar. İki saate burada olurlar." dedi Şafak. Bir kolunu masaya uzatıp diğer kolunu sandalyeye yasladı.
"Biz neredeyiz?" dedim bu sefer.
"Kazakistan sınırına yakın bir yerdeyiz. Onlar geldiğinde uçakla Bulgaristan'a geri döneceğiz..." başımı salladım. Elimi ağzıma kapatıp yeniden esnediğim sırada Şafak çalışanlardan birisini çağırıp bir şeyler söyledi. Şamil, Şafak'a bakıp sırıtınca ona baktım.
Zaten gözlerim sürekli Şamil'e kayıp durunca o da durup bana baktı. "Sana çok sinirliyim ama dua et şu an çok açım!" dedi birden. Bacak bacak üstüne atıp ayağımı sallamaya başladım.
"Allah Allah o neden?"
"Senin yüzünden bok yoluna gidiyordum. Neyse ki benim Nura'm her şeyi anında fark etmişte uyardı bizi." dolu ağzıyla konuştuğundan sesi biraz boğuktu ama kelimeler netti. İlknura sandığımdan daha cingözdü demek ki.
"Biliyordunuz yani?" dedim gözlerim onun ve Şafak'ın arasında gidip gelirken. Şamil başını sallayıp makarnasının son lokmasını ağzına attı.
"Çok güzel..." bakışlarımı Şafak'a çevirip ona işaret parmağımı sallayarak "seninle de ayrıca konuşacağız!" dedim. Bana gözlerini devirdi ama başını sallamaktan da geri kalmadı.
Biz sessiz kaldık ama Şamil hem Cesur hem de Alp ile sohbet etti. Eylem bir hayalet gibi aramızda dururken onun işlevini birden bire kaybetmesini yeni fark ettim. İmada bulunduğu geceden sonra sadece bana karşı değil genel olarak sessiz ve görünmezdi. Belki de Şafak uyarmıştı ya da evliliğimiz ona da sürpriz olduğundan şoktaydı. Ben bunları düşünürken önüme bırakılan tabakla kendime geldim. Genç çocuk Şafak'ın önünde bir tabak bıraktıktan sonra geri gitti.
Önüme bırakılan tabağa baktım. Bir tabakta Rus salatası ve iki dilim ekmek vardı. Şafak önündeyse sade makarna ve bir kase yoğurt vardı. Bakışlarımı görünce "ete dair bir şey yok. Dağ evinde yaptığımızda hiç yemediğin için makarnada söylemedim." dediğinde teşekkür edip ekmeğe uzandım. Yemeden önce kokladığımda Şafak bu halime göz devirdi.
Ekmekten küçük bir parça koparıp ağzıma attım. Bilmediğim yerde bir şey yemekten hiç hoşlanmasam da saatlerdir açtım ve ekmek fazlasıyla temiz görünüyordu ve kokusu da güzeldi. Rus salatasını Şafak'a doğru itekleyip onun önündeki yoğurt kasesini kendi önüme çektim. Bana bir baktı ama ses etmeden Rus salatasını alıp makarnasının üzerine boca etti. Ben de ekmekleri yoğurdun içine küçük küçük ufalayıp yedim.
Yemek faslı bittiğinde herkes suspustu. Alp bir ara kalkıp herkese kahve alıp geri geldi. Bana kahve yerine su almıştı. Huyumu suyumu az çok o da biliyordu. Su şişesini avuçlarımda döndürüp durdum. İki saat geçmek bilmiyordu. Şafak ve Şamil ara ara konuşup susuyorlardı. Sıkıntıyla oflayıp şişeyi masaya bıraktım. Başımı çevirip etrafı inceledim. Kocaman mekanda bizim dışımızda bir iki masa doluydu. Bir masada bir kadın bir adam ve iki çocuk varken diğer masada iki genç adam vardı. Normal görünüyorlardı. Çocukların gözleri ara ara bize kayınca dönüp masaya baktım. Anormal bir durum aradım lakin son derece spor giyinmiş bir kadının yanında kuyumcudan beter bir halde oturan ben, takım elbiseli Alp, onun karşısında kalın, beyaz şişme montuyla Cesur, kürklü Şamil ve üzerinde sadece beyaz gömlek ve kumaş pantolonla oturan Şafak ile harika görünüyor olmalıydık.
Çocuklara gülümseyip bakışlarımı onlardan çektiğimde gözüme tavandan sarkan televizyona takıldı. Sesi kısık televizyonda bir spor kanalı açıktı. Muhabir bir kadın yanındaki sporcuyla konuşuyordu. Yüzümdeki gülümsemenin yok olmasına sebepte o sporcuydu. Barış'tı... Yıllar sonra karşıma Rusya'da nerede olduğunu bilmediğim bir dinlenme tesisinin kafeteryasındaki televizyonda karşıma çıkacağını hiç düşünmemiştim. Onu son gördüğümde NBA'da oynuyordu.
Muhabir kadınla gülüşerek konuşuyor, etrafında dolaşan takım arkadaşlarına sataşıp duruyordu. Aynı görünüyordu. Saçları yine alnına dökülüyor, sakalsız yüzü yine parlıyordu. Mutluydu... En azından öyle görünüyordu. Gözlerini kameraya çevirdiğinde sanki göz göze geldik. Biraz eğilip el salladığında parmağındaki yüzüğü gördüm. O yüzük tüm yaşanmışlıkları, ikimize dair tüm gerçekleri bir kez daha yüzüme vurduğunda canımın yanmasını engelleyemedim. Burnumun direği sızlarken ağlamamak için kendimi tuttum.
Yanındaki kadın bir şeyler daha söyleyip güldükten sonra heyecanla el salladı ve kameranın arkasından başka bir kadın çıkıp yanlarında durduğunda sol gözümden bir damla yaşın akıp gitmesine engel olamadım. İrem'di. Bir zamanlar arkadaşım sandığım, dost bildiğim kadındı. Kucağındaysa Barış'la ona ait olan oğulları vardı. Dört ya da beş yaşında olması lazımdı... Barış bir zamanlar beni saran uzun kollarıyla onlara sarıldı. Önce oğlunun başına sonra da İrem'in kumral saçlarına peş peşe öpücükler kondurup kameraya iki yapıp gösterdi ve elini İrem'in karnına yasladı.
Gözlerimi bu manzaraya daha fazla dayanamadığımdan televizyondan çekip önüme döndüğümde Şafak ile göz göze geldim ve iki gözümden de aynı anda birer damla yaş aktı. Kara gözleri yüzümde süzülen iki damlada dolaştığında karardı ve kaşları çatıldı. Bakışlarımı ondan da kaçırıp sandalyeden kalktım ve hızlı adımlarla mekandan çıktım.
Durduğumda nefes nefese başımı gökyüzüne kaldırdım ve ıslak yanaklarımı sildim. Aldığım nefesler ciğerlerimi yakarken ağlamak için çırpınan gözlerime kızdım. Onlar yüzünden ağlamak istemiyordum. Ona ağlamak istemiyordum. Yıktıkları hayallerime, aldatılışıma, salak yerine konulmama ağlamak istemiyordum ama kendimi durduracak gücüm yoktu.
"Toral?" Şafak'tı.
"Git başımdan," desem de gitmedi. Elleri cebinde karşımda durduğunda yüzümü ondan sakladım.
"Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Herhangi bir alay ye da keyiflenmiş bir tını yoktu. Merakı sahiciydi ama şu an çok terstim.
"Sana ne!" diye soludum. Gözümden akmaya doyamayan yaşlarımı sinirle silip burnumu çektim.
"O televizyondaki lavuk..." omzuna vurarak yanından geçip arabaya yürüdüm ama peşimden geldi. Arabanın kapısına asıldığımda açılmadı. Sağ ayağımı yere elimi de arabanın camına vurdum. Şafak yanıma gelip arabaya yaslandı. Gözlerimi ona çevirdiğimde kara gözleri yüzümde dolandı ve yine kalp şeklindeki çilimin olduğu kısımda takılı kaldı. Bu durum benim ağlama isteğimi daha da arttırınca dudaklarım büzüldü, çenem titredi.
Şafak bir şey söylemedi. Aramızda duran elini kaldırıp yüzüme yaklaştırdı ama dokunmadı. Otel odasında ve konsoloslukta yaptığı hareketi tekrarladı ve o çili okşuyormuş gibi yaptı. O öyle yapınca gözümden bir damla yaş o çilin üzerine yuvarlandı.
"Eski nişanlımdı..." dediğimde nefesi yüzüme vurdu. Çatık kaşlarındaki iz derinleşirken çenesinin kasıldığını görür gibi oldum ancak bulanık görüşüm beni yanıltmışta olabilirdi.
"Hiç fark etmedi biliyor musun?" gözleri yeniden çilime değdi. Titrek nefeslerimi ciğerime hapsedip hâlâ canımı yakan bu detayı yok etmek istedim.
"Senin bile fark ettiğin kalbi o hiçbir zaman fark etmedi..." gözleri yüzümde dolandı ve sessiz kaldı. Elini yeniden kaldırıp bir kez daha okşar gibi yaptığında gözlerimi kapayıp başımı önüme eğdim ve dudaklarımı ısırdım.
"Lavuğun teki yüzünden ağlayacak bir kadına benzemiyordun Toral!" başımı hızla ona çevirdiğimde sırıttı. Bacağına kuvvetlisinden bir tekme savurduğumda o sırıtışı acıyla harmanlandı. Sekerek gerileyip bacağını tuttu ve canın acısıyla "Toral!" diye bağırdı.
"Beter ol. Duygusuz herif. Kabasakal ne olacak!" bağırışlarımla yeniden sırıttı. Bacağını ovalayamaya devam ederken aramızdaki mesafeye güvenip yeniden konuştu.
"Sen de Safinaz'sın! Dalyarak Temel'de o lavuktur kesin! Üç kağıtçı herif ıspanak yiyip yalandan güçlenmeyi adamlıktan sayıyor." ona irileşen gözlerimle baktım. Dudaklarımda aralanırken bu görüntüm hoşuna gitmiş olacak ki sırıtışı büyüdü.
"Haklıyım değil mi dalyarak Temel Reis bu lavuk?" burnumdan soluyup ona doğru ellerim belimde yürüdüm ve "bak hâlâ konuşuyor!" diye bağırdım. O benden sekerek uzaklaşırken ben bir anda durdum ne yaşadığımıza baktım. Şafak ile şakalaşıyor, atışıyorduk ve o benden kaçıyordu. İmzaları attığımızdan beri onda farklı bir rahatlama ve hafiflik vardı. Üstelik artık ağlamıyordum da.
"Ona değil kendime ağlıyordum! Kendi salaklığıma, aptallığıma!"
Ben durunca Şafak'ta durdu. O arabanın önünde ben arkasındaydım. Bacağını ovalamaya devam ederken bana baktı. Soluklanıp iç çektim ve ağlamamı durduğu için "teşekkür ederim," dediğimde bakışları sekteye uğradı. Sağına baktı, soluna baktı sonra dönüp bana baktı ve kaşlarını kaldırıp eliyle kendini işaret edince güldüm.
"Teşekkür ederim..." dedim bir kez daha. Nefes alıp verdi. Ellerini pantolonun cebine sokup yüzündeki dingin bir gülümsemeyle başını salladı. Ona bakarken Boris'in dedikleri zihnimde canlanınca gözlerim yeniden irileşti.
"Yine ne oldu?" dedi usanmış bir tavırla. Hızlıca yanına varıp yüzüne baktım. İri iri açılmış mavilerimi kısıp onu süzdüm ve fısıldayarak konuştum.
"Boris doğruyu mu söylüyordu?"
"Ne doğrusu?" dedi beni taklit ederek. Oflayıp elimin tersiyle göğsüne vurdum. Bakışlarımı birisi var mı diye etrafta gezdirip yeniden ona çevirdim.
"Şafak sen devlete mi çalışıyorsun?" yine beni taklit etti. Etrafa bakınıp yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve fısıltıyla konuştu.
"Cık. belki. İşime nasıl geliyorsa..." dediğinde kaşlarımı çattım.
"Az biraz ciddi olsana sen!" nefesini gürültüyle bıraktı.
"Toral! Düşmanımızın aynı olduğunu ve aynı safta savaştığımızı artık kabullen ve başka hiçbir şeyi irdeleme." oflayıp gözlerimi devirdim ve geriye adımlayıp kollarımı göğsümde bağladım. Ona yan yana bakıp "çok sıkıcısın!" dedim.
"Teveccühün!" gözlerimi devirip dil çıkardığımda bana kızarak baktı ama umursamadım. Ben ona yan bakışlarla bakmaya o da bana dik dik bakmaya devam ederken uzaklardan bir ses geldi. İkimizin de bakışları aynı anda yola dönerken Şafak önüme geçti ve kolunu yine emniyet kemeriymiş gibi bedenimin önüne uzattı. Yola doğru yürürken araba sesine karışan müzik sesiyle tekrar birbirimize baktık. Sesler yaklaştıkça çatılan kaşlarım düzeldi. Çalan müziğe yabancı değildim.
"Çocuklar," dediğimde şafak bana baktı.
"Nereden anladın?" dedi bana tuhaf tuhaf bakarak.
Ciddi olup olmadığına baktım. Eğer ciddiyse gerçekten yazıklar olsundu. Türk olup Türkiye'de yaşayıp Kazım Koyuncu'yu tanımaması büyük ayıptı. Özellikle de yedi sülalesi Artvinli olan bana büyük ayıptı.
"Şarkıyı duyuyor musun?"
"Evet ama çocuklarla ne alaka anlamadım." sesler daha da yaklaşıyordu.
"E sana yuh! Sana çüş Şafak!" dediğimde bana şaşkın şaşkın baktı.
"Ne yaptım kızım şimdi?" dedi bıkmış usanmış bir halde. Ona cık cıklayıp yüzümü buruşturarak baktım.
"Mağarada mı yaşadın sen ben anlamadım ki! Kazım Koyuncu'yu bilmeyende Türk'üm demesin bir zahmet." söylenmelerime dayanamadı. Benden bir iki adım uzaklaşıp başını gökyüzüne kaldırdı ve "ya sabır ya selamet!" dedi.
Arabalar göründüğünde arkamızdan da adım sesleri yükseldi. Alp "abi geliyorlar!" diye bağırarak yanımıza geldiğinde tesisin otoparkına hurdadan hallice minibüs girdi ve yanlamasına driftler atarak zar zor durdu. Lakin arabadan Kazım Koyuncu'nun sesi yükselmeye devam ediyordu.
"Bu çalan ne?" Şamil'e de ters ters bakınca Şafak'ın arkasına sakladı ve beni şikayet etti. Onlara gözlerimi devirip minibüse doğru yürümeye başladım. Onlarda sanki benim hareket etmemi bekliyormuş gibi arkamdan geldiler. Minibüse yaklaştığımızda kapıları açıldı. Arka kapıdan Kurt ve İlknura indi. Sarsak adımlarla minibüsten uzaklaşıp kendilerini yere bıraktıklarında ne olduğunu anlayamadım.
Şafak ve Şamil koşarak onlara gittiklerinde ben de minibüse koşturdum ama ben varana kadar arka kapıdan Andre ve Hayat indi. Onlarda ayakta duramayıp yere kapaklandıklarında korkarak hızlandım. Ben gidene kadar ön yolcu kapısından Uzay şoför kapısından da Dağhan indi. Uzay dizlerinin üzerine çömelip ellerini yere yaslayıp öksürürken Dağhan sarsak adımlarla arabanın önünden dolaşıp Uzay'ın yanına yürümek istedi ama kendi ayağına takılıp yere kapaklandı.
Nefes nefese yanlarına vardığımda yüzüstü yerde yatan Dağhan'ı çevirip Uzay'a ve diğerlerine baktım ama kendilerinde değil gibilerdi. Hayat durmadan, ella ella metsz ella entu kağe viyella diyordu. Andre ise önce gülüyor birkaç saniye havayı tokatlayıp Fransızca bir küfür savurup yeniden gülüyordu.
Uzay'a yanaşıp yüzünü avuçladım. Sol kaşıyla dudağı kanıyordu. Burnu da yamuktu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Uzay'ın yıllardır herkese hava bastığı düzgün ve mükemmel burnu artık yoktu. "Uzay ne oldu size?" dedim tüm bu olanlara inanamayan sesimle.
Uzay sesimi çok sonradan duyup bana baktı ve sırıttı. "Ablağğğ, ablam, canım ablam be," dedi ve hıçkırıp gülmeye başladı.
"Lan ne oldu oğlum size!" Şafak'ın yükselen sesiyle onlardan tarafa baktım. Yerde yatan Kurt'un yakalarından tutmuş adamı sallıyordu ama hepsinin kafası bir dünyaydı.
"Bizi," dedi İlknura birden bağırarak. Sonra susup onu kucağına çeken Şamil'e yanaştı ve yanağından bir makas alıp Kazakça bir şeyler söyledi. Şamil'in yüzünde çapkın bir sırıtış belirince gülecek gibi oldum.
"Ne oldu size! Ulan siktirmeyin belanızı ne bu haliniz! İkizler nerede?" Şafak bir kez daha bağırdı.
"Alacaklardı bizi." dedi Kurt sarhoş edasıyla ancak o cümlesini tamamlayamadan Dağhan'ın sesi her yeri inletti.
"La bizi kim alabilüğ! Kim alabilüğ, şanşi yok." şaşkın bakışlarımız bu sefer ona döndüğünde bir elimi ağzıma kapattım ve olanları şaşkınlıkla izledim.
Dağhan bir elini havaya kaldırmış gökyüzüne parmak sallayıp tekme savuruyor ve durmadan" La bizi kim alabilüğ! Şansi yok!" diye bağırmaya devam ediyordu. Hayat takılmış plak gibi durmadan ella ella şarkısının nakaratını söylemeye devam ediyor, Andre havayı tokatlamaya devam ederek küfürler savuruyordu. İkizler yoktu. İlknura, Şamil'e kur yapıp soyunmaya çalışırken Kurt uluyor, Uzay ise hıçkırarak gülüyordu...
Yorumlar