GÜLLERİN AĞITI 26. BÖLÜM KİR

 Selamlar

Yeni bölümden herkese merhaba.

Kontrol edemeden atıyorum. Hatalar varsa affola.

Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim

İnstagram: yaren.dilan_

Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)

***

BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR. !!!!!

OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM

31.10.2025

KEYİFLİ OKUMALAR

GÜLLERİN AĞITI 26

GÜLLERİN AĞITI 26. BÖLÜM

"KİR"

Her  gerçek, bir kirin arkasına gizlenir.

BİLİNMEYEN ZAMANDA ESKİR BİR HATIRA

Açık taksi camından tenini okşayan serin meltemi yüzünde dingin bir tebessüm ama yorgun bir bedenle hissediyordu Canan. Uzun süren uçak yolculuklarını sevmiyordu fakat tercih ettikleri onu bu yolculuklara mecbur bırakıyordu.  İç çekerek gözlerini kapayıp burnuna dolan deniz kokusunu için için  nefeslendi. Mersin yine bildiği gibiydi. Taksi,  uzun lüks binaların gölge ettiği sahil yolunda ilerleyip ana caddeden bir sokağa saptığında gözleri yeniden aralandı. Ezbere bildiği sokağa özlemle baktı. Burayı seviyordu.  Burada dayısı ve onun çok sevdiği ailesiyle vakit geçirmeye bayılıyordu. 

Taksi, beyaz duvarlarında yemyeşil sarmaşıkların hayat bulduğu, bahçesinin her köşesinde güller ve ortancaların yetiştiği iki katlı, mütevazi evin önünde durduğunda Canan oyalanmadan ücreti ödeyip taksiden indi. Taksici bagajdan valizini indirip araca yeniden yöneldi ve binip gitti. 

"Canan Hanım hoş geldiniz." kapının önünde duran iki korumaya gülümseyerek baktı ve başını sallayarak selam verdi. Dayısının yıllardır yanından yöresinden ayırmadığı iki adamı tanıyordu. 

"Hoş buldum. Nasılsınız?"

"İyiyiz efendim. Teşekkür ederiz. Buyurun." Canan kendisi için açılan kapıya doğru hareketlendi.

"Haber vermeyin lütfen."  kendisiyle konuşan koruma başını sallayarak gülümsediğinde kapıdan geçti ve evin bahçe girişinde, kapının önünde duraksadı. 

"Yaaaa ama  dünikom mızıkçılık yapıyorsun!" arka bahçeden  yükselen çığlıkla yüzünde güller açtı Canan'ın.  Küçük kız kardeşi yine tüm çirkefliğiyle kendini belli ediyordu. 

"Minel haklı Dünya abla. Sıra bizdeydi!" Pera da tabii ki her zamanki gibi Minel'i destekliyordu. Yüreğindeki titreyişle iç çekti ve önünde durduğu büyük demir kapının üzerindeki elektronik kilide evin şifresini girdi ve kapı sessizce açıldı.  İçeri girerken bahçedeki tatlı atışmalar devam ediyordu. Canan valizini arkasından sürükleyerek bahçenin sağındaki taş yoldan ilerledi ve arka tarafa geçti. 

"Ama ben büyüğüm bir kere," dedi Dünya, k üçük kuzenlerine inat babasının ona yaptığı salıncakta yavaşça sallanırken. Salıncakları o kadar çok seviyordu ki odasında ve odasının balkonunda da sadece onun için yapılmış salıncaklar vardı. Ama şu an derdi sallanmak değil kuzenlerini sinirlendirerek keyiflenmekti. 

"Olmaz ama. Biz de küçüğüz bizim sıramız bizim hakkımız." Dünya'nın kıkırtıları dudaklarının arasından gökyüzüne sıçradı. Canan, onların bu halini izlerken sessiz adımlar atmaya ve onlara yaklaşmaya başladı. 

"Aşk olsun mimikom. Ne olmuş yani  yeniden sallansam da benimde saçlarım uçuşsa." Minel'in kaşları çatıldı, kollarını birbirine kavuşturup sağ ayağını yere vurdu ve Dünya'ya alttan alttan sinirli bakışlar attı. 

"Yaaaa! Ama benim saçlarım ateş gibi daha güzel uçuyorlar."  Canan kız kardeşinin bu savunuşuna dudaklarını ısırarak güldü. Küçük kızı tam tahmin ettiği gibi  dişli bir gelişim gösteriyordu. 

"Benimde kum gibi ama... Yumuşacık, sıcacık, incecik..." Dünya, kendisine bu sefer öfkeyle değil de merakla bakan kuzenine göz kırpıp salıncağın hızını bir tık yükseltti. 

"Kum gibi mi?" Pera kıkırdadı, Dünya dudaklarını ısırıp kıkırtısını yuttu. Ama mavi gözlerini  küçük kuzeninin atlı tatlı bakan kahve harelerinden koparmadı.

"Evet. Denize gittik ya geçen gün oradaki kumlar gibi saçlarım hatırladın mı?" Minel kollarını çözüp bu sefer ellini beline yasladı ve dudaklarını büzdü. Denizi, kumu, denizdeyken eğlendiği anları hatırladı ve başını hızlı hızlı salladı. 

"Hatırladım... Saçların çok güzel dünikom sırf o güzel saçlarının hatırına sıramı sana veriyorum. Sen yeniden sallan bizde sayalım yüze kadar tamam mı? O da güzel saçlarının hatırına."  Minel tatlı tatlı konuşsa da Pera  oflayıp kendini yumuşak çimenlerin üzerine attı ve yüzünü astı. Anlaşılan bugünde bu salıncağın tadını çıkaramayacaktı. 

"Ben de sallanabilir miyim?" Canan'ın neşeli ve canlı sesi bahçede yankılanınca tüm bakışlar ona döndü.

"Ablaaaaaa." Canan kendisine koşan minik kızılını yarı yolda yakalayıp kucağına aldı ve etrafında döndü. Minel gülerek yanaklarına buseler kondururken kızıl saçları oradan oraya uçuyordu. Canan, iyice ağırlaşan kardeşini daha fazla taşıyamadan onu yere bıraktı. Minel ise arkasını dönüp eve doğru koşturdu. 

"Ablam geldi, ablam geldi, yaşasın ablam geldi." 

Canan kardeşinin arkasından gülerek bakarken ona doğru koşar adımlarla gelen kuzenlerine baktı. Pera son adımlarda koşup Canan'a sarıldı. "Hoş geldin abla, çok özledim seni."  Canan her gördüğünde daha da uzayan ve Kerem dayısının  adeta bir kopyası olan Pera'nın sarı saçlarını öpüp sırtını sıvazladı.

"Çok hoş buldum fındık kurdum. Vallahi ben daha çok özledim sizi. Hepiniz burnumda tüttünüz." dedi ve bakışlarını Pera'nın arkasındaki genç kıza çevirdi.

"Dünya'm,"   kollarını göğsünde bağlamış onları güzel gülüşüyle izleyen kuzenini elini uzattı.  Dünya ona uzatılan eli tutup Canan'ın yanına vardı. Yanağına çıkıp okşayan sıcak avuçla kalbi sımsıcak oldu. Üstüne yanağına bırakılan buseyle gülüşü daha da büyüdü. Canan Toral'ın sadece Peri ve Minel özelinde değil de hepsine aynı sevgiyle yaklaşmasını çok seviyordu. Üstelik bir büyüğü ya da küçüğü olmadığı için onun ablalığını kendi üzerinde hissetmekte kendisine ayrı bir güç veriyordu. 

"Ay abla bu bıdıklardan sıyrılınca daha iyi özlem geçiririz. Seni salacaklarını sanmıyorum." Canan, Dünya'nın yanağını acıtmadan sıkıp annesine çok benzeyen  güzel yüze içi giderek baktı. O nasıl annesine beziyorsa, Canan'da Dünya'nın babasına yani Baran dayısına çok benziyordu.

 Çoğu zaman onları tanımayan ve tüm aileyi bir arada görenler Dünya'yı Aden'in  kızı, Canan'ı ise Baran'ın kızı sanıyorlardı. Uzay ve kızlar bu duruma bozulsalar da Dünya ve Canan bu karıştırılmadan fazlasıyla zevk alıyorlardı.  Hatta bazen onları tanımayanlara kendilerini Aden'in ve Baran'ın çevresine ; Aden'in kızıyım, Baran'ın kızıyım diye tanıtıp insanları şoka sokmayı da seviyorlardı. 

"Gece kuşu olalım diyorsun yani." Dünya göz süzüp çapkınca sırıttı ve göz kırparak "yaniiiii" diye uzatarak söylendi. Canan, İzel ve Ferah'ın aralarında olup onlar gibi yetişkinmiş gibi hissetmekten çok keyif alıyordu tabii onu ve diğerlerini çok boğmadıkları zamanlarda. Canan'ın aşırı korumacılığı ve İzel'in aşırı umursamazlığını Ferah neyse ki dengeliyordu. 

"Abla!" Peri heyecanla bağırıp bahçe kapısından koşarak çıktı. 

"Peri koşma!" 

Canan uyarsa da Peri onu  duymazdan geldi lakin Yalın hızlı davranıp koşan kızı tek koluyla kucakladı ve onun  yerine koştu. Bahçeye çıkan herkes onların bu haline gülerlerken Peri ablasının boynuna sıkıca sarılıp özlemini dindirdi. Peri onu zar zor bıraktığında dayılarına, yengelerine ve halasıyla eniştesine sıkıca sarılıp onların iltifatlarını kabul etti. 

Hayat  ise kuzenlerinden fırsat bulup Canan'a sarıldı ve yanağından bir öpücük çalıp ablalarını salmayan Peri ve Minel'e yüzünü ekşitti. "Görmemişin ablası olmuş gibi bir manzara var şu anda," dedi ve başına bir tokat yedi. 

"Ya baba!" Aslan oğluna ters ters baktı. 

"Düzgün konuş kızlarımla." Hayat başını sıvazlayıp küskünce soluklandı. 

"Salak olacağım senin yüzünden baba. Zaten herkes bana 106 diyor senin yüzünden." Aslan'ın kaşları anında derinden çatıldı. Eski travmaları tetiklenmiş olacak ki oğluna abartılı bir endişeyle baktı.

"Sana 106 mı diyorlar?" Hayat dudaklarını büzüp mahzun bir ifadeyle boynunu büküp dudaklarını büzüştürdü. Elini kaldırıp işaret parmağını özellikle Andre ve Yalın'ın üzerinde dolaştırdı. 

"Evet. Döv onları baba. Onlarında kafalarına vur onlarda 106 olsun." ortamdan kıkırtılar yükseldi. 

"Bu dediğin imkansız şekerim. Biz Aden Uyguroğlu Toral'ın kızlarıyız. Canım annem rahmine düştüğümüz gibi hemen IQ'sünü aktarmış."  Peri'nin sözleriyle Canan ve Minel dudaklarını birbirine bastırıp kıkırtılarını tuttular. Onlara bu konu açılınca  devrilen gözlere küçüklüklerinden beri alışkınlardı. 

"Ay canım mavişim neyse ki kız halaya çeker sözünün hakkını sadece yüz benzerliğimizde bitirmemişiz de bana da ucundan koklatmış zekasını." Dünya tatlı tatlı sırıtırken Baran "bende zekiyim kızım," dedi. Dünya ve Uzay birbirine bakıp kıkırdadılar. 

"Hatta annen benden de daha zeki. Bizim ortak çalışmamızsın sonuçta." Simge kocasına bakıp başını sağa sola salladı nefeslenip güldü.

"Bana babamda katkıda bulunmuş tabii." dedi Canan eğlenerek. Onun zeka seviyesi annesinden de yüksekti. Hal böyle olunca tüm ailenin dilindeydi. Hatta bazen küçük kuzenleri onun zekasıyla millete hava atar ekmeğini yerlerdi. 

Canan babasını anınca etrafına bakındı. Annesi, babası ve ailenin büyükleri yoktu. "Annemlerle dedemler nerede sahi?" 

"Biraz hava almak istediler kızım. Dünya çocuklarla sallanırken çıktı onlar." dedi Bejna. Canan dudak büzüp iç geçirdi. 

"Yaaa kıl payı kaçırmışım." Bejna yüzünde tatlı bir tebessümle Canan'ın sırtını sıvazladı.  Bu deli kızı herkes kadar o da özlemişti. Canan'a karşı herkesin  hissettiği farklı bir bağ farklı bir sıcaklık olurdu ancak Bejna için durum daha özeldi.  Emzirmemiş olsa da Canan'ın doğduğunda boğazından geçip giden ilk süt onun sütü olmuştu.

"Haydi içeri girelim. Gelir onlarda bir saate."

Evin salonuna doluştuklarında Canan'ın bir yanına Peri bir yanına Minel  oturmuş, başlarını sıcak göğse yaslamışlardı.  Canan ise bir elini kızıl diğer elini beyaz tutamların arasında gezdiriyor bir yanda da dayılarıyla sohbet ediyordu. Aklına düşenle gözlerini Dağhan'a çevirdi. O da hemen hissetmiş olacak ki Dünya'ya dalıp giden gözlerini ona çevirdi. 

"Merdo amcamlar ne zaman gelecek?" diye sordu. Onları da görmeden dönmek istemiyordu. 

"Önümüzdeki hafta herhalde. Halamın keyfi çok yerindeymiş ondan uzattılar biraz."  Dağhan'ın sözleri ardından gülümsedi ve "ameliyattan sonra hızlı toparladı." diyen Emir dayısına baktı. 

Herkesin dilinden "çok şükür," dökülürken Canan yeniden Dağhan'a baktı. O, Dünya sevdasından herkesten önce Mersin'e gelmişti ama bunu açıkça söyleyemiyordu. 

"Ferah'ta yanlarına gideceğim diyordu." Dağhan gözlerini devirip başını salladı. 

"Ooo çoktan gitmiş sabah aile saadetlerini fotoğraflayıp attılar bana. Yine dışlandık iyi mi?" dedi şakayla. Ablasının ve halasının birbirine olan düşkünlüklerini bilmeyen yoktu. Gazel için Ferah yeğenden öte evlattı. Ablası da hala değil Gazel anne derdi zaten. Dağhan küçükken bu bağı kıskansa da bir süre sonra anlamış ve alışmıştı. 

"Yavrum sana kaç kere gel seni bizden yapalım dedik?" Hayat'ın sulu sulu konuşmasıyla yalandan sırıttı Dağhan. 

"Oğlum benim Uyguroğlu nüfusunu büyütmek gibi değil Yıldırım nüfusunu büyütmek gibi planlarım var."  Dünya'yı öksürük tutarken Peri, Minel ve Pera kıkır kıkır gülüyorlardı. Uzay ters ters Dağhan'a bakarken Baran'ın sert sesi duyuldu. 

"Ne dedin ne dedin?" Uzay bir babasına bir dostuna bakıp boğazını temizledi ve elini sertçe Dağhan'ın ensesini çarptı. 

"Bir şey demedi baba. Canı sıkılıyormuş ondan bahsetti. Boş ver sen." Baran kıstığı gözleriyle karşısında kendisine hem cesurca hem de çekingen bir tavırla bakan Dağhan'ı süzdü ve nefeslenip dikkatini yeniden yeğenlerine çevirdi.

"Mavişim yolculuk nasıldı?" Canan bakışlarını anında büyük dayısına çevirdi. Ona böyle seslenilmesine bayılıyordu. Ki ailedeki neredeyse herkesin gözleri mavi olsa da sadece annesine ve kendisine maviş denirdi. 

"Her zamanki gibi uzun ve yorucuydu." deyip iç çekti ve uzun saçlarını parmağına dolayıp oynayan Minel'in başına yanağını yasladı. Sohbet yolcuktan devam ederken Emir memnuniyetsiz bir suratla ilk göz ağrım diye sevdiği yeğenine baktı.

"Eeee sırık nerede?" dedi. Yüzündeki memnuniyetsiz ifade sesinde de vardı. Allah var o Barış denen artistten hiç haz etmiyordu. 

"Dayı!" Emir omuz silkti. Karısının uyarı niteliğinde bacağını okşayan elini tutup avcunu öptükten sonra yeniden Canan'a döndü. 

"Ne dayı kıçından ayrıldığı var sanki. Göremeyince şaşırdım kızım." Canan kızaran yanaklarıyla dayılarına bakıp soluğunu bıraktı. Gelmeden önce nişanlısıyla yaşadığı tartışmayı anımsadı. Barış, aile zamanı adı altında sürekli toplanılmasından artık sıkılmıştı...

"İki gün sonra gelecek ama önce Bartın'a geçecek ailesini görmeye." Canan'ın açıklamasına baş salladılar ama Doğu "haspam," diye mırıldanmaktan kendini alamadı. 

"Dayı sende mi?"  Doğu sessizliği tercih etti. Emir'in yaşadığı o huzursuzluğu kendisi de hissediyordu. Barış yetenekli, zeki, yakışıklı bir çocuktu. Allah var ailesi de iyi insanlardı ama bir şey olmuyordu o çocukta ve o bir şeye bir isim veremiyorlardı. Ama onlar için CAnan mutluysa her şey kabuldü. Barış bunun maddiyatla ilgili olduğnu savunsa da Canan bunu her seferinde reddediyordu. Ailesi asla maddi farklılıkları sorun eden insanlar olmamışlardı.

Kapı çaldığında sesler sustu. Canan hızlıca oturduğu koltuktan kalktı. Koşar adımlarla kapıya  gitti. Kardeşleri peşinden geliyordu. Kapıyı açtığında ilk karşılaştığı babası ve annesi oldu ama ikisinin hemen arkasında duran dedesini görünce başka kimseyi görmedi gözleri. 

"Dedem!" diye özlemle seslenip anne ve babasının arasından geçip Yağız dedesinin boynuna sarıldı. Yaşına rağmen dinçliğinden, gücünden kuvvetinden bir şey kaybetmemiş olan Yağız Uyguroğlu boynuna sarılan torununa sımsıkı sarılıp hâlâ bebek kokan saçlarına öpücükler kondurdu.

"Hoş geldin dedem. Gönlümü şenlendirdin." Canan özlediği sıcaklıkta mayışıp hep kocaman gördüğü göğse sindi. Üzerindeki özlem dolu bakışların farkındaydı ama önceliği dedesiydi. 

"Hoş buldum. Çok özledim sizi." konuştukça başına bırakılan buselerle içi sevgiyle doldu.

"Sizi mi? Bence sadece dedeni özlemişsin kızım." babasının yalandan attığı dargın bakışlara kocaman gülümsedi. 

"Kıskanma damat kıskanma." Canan, dedesinin kollarından sıyrılıp yanağından kocaman öptü ve babasına ilerledi. Onun kolları arasına girip birazda orada huzur bulduktan sonra anneannesi, babaannesi ve Sefa dedesiyle de sarılıp onların içeri girmesine öncelik tanıdı. Sona bıraktığı annesinin yanına usul adımlarla ilerledi.

"Mavişim," Aden kızına iç çekerek bakıp onu göğsüne çekti. Kızını sıkıca sarıp yanaklarını öptü.

"Hoş geldin bebeğim." Canan annesinin sıcaklığına sokulup kollarını beline sardı. Aden hemen yanlarında onları izleyen iki kızını da yamacına çekip kucakladı. Omuzlarına savrulan beyaz ve sarı tutamların arasında parlayan kızıl saçlarla gülümsemesi daha da büyüdü ve onları birkaç adım ileride aşkla izleyen kocasına baktı. O an ikisinin de aklından geçip giden şey Bartın'daki evlerinin bir köşesinde yıllardır varlıklarını sürdüren üç tane ikisi sarışın biri kızıl olan pelüş civcivlerdi.

Canan, "çok hoş buldum mavişim annecim." derken beline sarılan kollarla ve koluna bırakılan öpücüklerle arsızlaştı. 

"Özlediniz dimi beni?" Aden ve Yusuf sessizce gülerken Minel heyecanla atıldı. 

"Çok özledim Cananikom hem de en çok ben özledim." Peri, yağ ablasına yağ çeken kardeşine gözlerini devirip ablasına baktı. 

"Yalancı. Hiçte özlemedi abla seni. Odana kuruldu resmen. Ablam gelmesin deyip durdu." Minel çatık kaşlarıyla hemen yanındaki ablasına bakıp ayağını yere vurdu. 

"Yaaaa abla! Hiçte bile." Peri, kardeşini kızdırmanın verdiği zevkle gülümseyip "hı hııı tabii," dedi.  Canan kardeşlerinin atışmalarına gülüp başını sağa sola salladı. Özlendiğini de biliyordu çok sevildiğini de. 

"Hanımlar, içeri geçelim haydi." Minel babasına koştu. 

"Babikom çok özlemedim mi ben ablamı sen söyle?" Yusuf küçük kızının başını okşayıp göz kırptı. Kızlarının büyüdüğünü kabullenmekte zorluk çekerken Minel bu tatlılığıyla durumu daha da zorlaştırıyordu.

"Özledin tabii. Mimikomuz çok özledi seni ablası," dedi Yusuf. 

"Biliyorum. Ben de sizi çok özledim." 

"Toral ailesi aramıza katılır mısınız artık!"  Dünya'nın cıvıl cıvıl bağıran sesiyle salona geçtiler. Canan bu sefer anneannesi ve babaannesinin arasına oturup onlarla sohbet etti.  Akşam yemeğiydi, kahve faslıydı derken gün bitti. Herkes odalarına çekilirken gençler bahçede oturmaya devam ediyorlardı. Simge bahçeye açılan cam kapının önünde durup çocuklara seslendi.

"Yan ev hazır çocuklar. Geçebilirsiniz." 

"Teşekkürler anneciğim," deyip annesine öpücük yolladı Dünya.

"E o zaman bizde geçelim." diyerek ayaklandı Uzay. Diğerleri de onu bekliyormuş gibi ayaklanınca Canan'ın kaşları çatıldı. 

"Evet, geçelim. Yavrucuklar da uyudu zaten." diyerek yanına gelip Minel'i kucaklayan Dağhan'a bakıp gözlerini diğerlerinin üzerinde dolandırdı. 

"Siz hayırdır?" gençler birbirilerine baktılar. 

"Hayırdır abla inşallah." diyerek Canan'ın yanında gidip onu kaldırdı ve kolunu omzuna sardı Hayat. 

"Ne böyle senkronize hareketler?" bu sefer Yalın öne çıktı.

"Hava soğudu. Evde oturalım diye. Çocuklarda uyuyor." Canan'ın gözleri kısıldı. Karşısındaki çocukları çok iyi tanıyordu ve bu hallerinde bir şeyler olduğunu hemen anlaması normaldi.

"Geçelim bakalım."

Evin arka bahçesinin köşesinde onlar için yapılan tek katlı küçük eve ilerlediler. Dağhan Minel'i, Uzay Pera'yı birlikte kaldıkları odaya yatırıp salona geri döndüler. Peri ve Dünya salona dahil mutfağa geçip kahve hazırlarken Canan telefonu çaldığından içeri girmedi. Aramayı cevaplayıp bahçede dolanmaya başladı.

"Aramazsın sanıyordum." derken sesi kırgındı Canan'ın. 

"Merak ettim. Vardın mı?" dudağın kenarına dişlerini geçirip nefeslendi. 

"Evet. Çocuklarla oturacağız şimdi. Sen ne yaptın?" karşıdan işittiği iç çekme sesiyle kötü hissetti kendini.

"Hiç toparlanıyorum." parmaklarını uzun sarı saçlarından geçirip salıncağa ilerleyip oturdu.  Nişanlısının sesindeki soğukluk yüreğini titretti. 

"Barış... Bu nereye kadar sürecek Allah aşkına." dedi. Aralarında anlam veremediği bir gerilim ve soğukluk vardı bir süredir. Gözleri parmağındaki tek taşına ve alyansına takıldı. Nişanlanana kadar her şey mükemmelken yüzükler takıldıktan sonra işler değişmiş gibiydi. Ansızın tartışmalar çıkıyor, birden yükseliyorlardı. Canan kabul etmek istemese de kırılıp  gönül alanda kendisi oluyordu.

"Süren bir şey yok Canan. Ben bunaldım... Her şey üst üste geldi. Bana biraz izin ver." dudaklarını ısırdı Canan. Sürekli bu cümleyi duyar olmuştu. Usul adımlarla bahçenin az  ilerisindeki salıncağa gidip oturdu.

"İzin vermek mi? Ben. Tamam... Tamam Barış." deyip pes etti. Pes etmese işin uzayacağını biliyordu. 

"Bak bunu yapıyorsun işte. Konuyu böylece kapatıp tüm yükü bana bırakıyorsun. Bencilce davranıyorsun Canan." bir de bu vardı. Suçlu hep kendisiydi. Sıkan, boğan bir kadınmış gibi hissediyordu kendisini. 

"Bencilce mi? Ben mi?" 

"Evet. Sen... Varsa yoksa sen. Hep sen. Okulda da sen işte de. Kendi evimin, ailemin  içinde dahi sen Canan!" Canan nefes alamadı bir an gözünden süzülen bir damla yaşını hızlıca silip titreyen dudaklarını ısırdı.

" Bundan şikayetçi değilim ama ben daraldım. Yoruldum. Kariyerim bir yanda. Ailem bir yanda. Sen, sizinkiler... Boğuldum anla beni." Canan yaşaran gözlerini, boğazına dizilen nefeslerini, kalbine ufaktan ufağa düşen soğukluğu görmezden geldi. 

"Tamam. Sen nefes al. Ailenle vakit geçir. Bunları yüz yüze konuşuruz." bu sefer Barış uzun bir nefes çekti.

"Belki uzatırım Bartın'ı." ama diyemedi. Gözlerini kapayıp usulca nefeslendi ve "peki," diyebildi sadece. 

"Tamam..." dedi telefonun diğer ucundan Barış. Sonra da "Canan?" diye mırıldandı. 

"Hımm?" Barış derin bir nefes alıp verdi ve "seni seviyorum güzellik."  dedi.  Canan'ın gözleri aralandı. Titreyen dudaklarını birbirine bastırıp başını ağır ağır salladı. 

"Ben de seni seviyorum sevgilim..."

Kapanan telefonla birlikte Canan başını yere eğip gözyaşlarının yere damlamasına müsaade etti. Uzun süredir yuttuğu gözyaşlarını daha fazla tutacak hali kalmamıştı ancak biliyordu ki birazdan adını seslenip ona bakmaya geleceklerdi. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp yanaklarını sildi. Başını bu sefer karanlık gökyüzüne kaldırıp nefeslendi. Nefes aldıkça göğsüne yayılan soğukluk canını sıktı. Parmakları yüzüklerine gitti. Bunları takarken hissettiği mutluluk sanki şimdi çok uzaktaydı.

"Kızım?" Canan  irkildi. Yanaklarını sıvazlayıp omzunun arkasına baktı. Baran dayısıydı.

"Dayıcım." elleri cebinde, usul adımlarla yanına yaklaşan adamı izledi.

Salıncağın bağlı olduğu ağaca yaslanıp ellerini cebinden çıkarıp göğsünde bağladı  Baran. Ona bakan kızarmış mavi hareler canını sıktı. Ay ışığında parlayan ten belli ki gözyaşlarından ıslanmıştı.

"İyi misin mavişim?" diye sordu Baran ama cevabı biliyor gibiydi.

"İyiyim. Sen nasılsın dayıcım?" dedi ancak dayısının telefon görüşmesini duyduğunun farkındaydı.

"Cık iyi değilim." Canan aldığı cevapla gözlerini kaçırıp bakışlarını yere dikti. Ayak ucuyla kendini ittirip salınmaya başladı.

"Canan... Barış ile problemler mi yaşıyorsun?" yanak içlerini ısırdı Canan. Yutkundu ama sesinin çatallı ve titrek çıkasına mani olamadı. Derdini anlatmayı sevmezdi.

"Sorun yok dayı. Halledemeyeceğimiz bir şey değil." Baran anlayışla başını salladı. Eskiden olsa düşünmeden konuşur kendi doğrularını dile getirip karşısındaki insanın ne hissettiğini sonradan düşünürdü ancak baba olmak özellikle de kız babası olmak onu değiştirmişti. Hele ki ailesinde bu kadar çok kız çocuğu varken konuşurken iki kere değil on iki kere düşünür  olmuştu. Lakin belli ki bu sefer eskisi gibi olmasa da benzer bir tavır takınması gerekecekti. göğsünü şişirerek nefeslendi ve boğazını temizledi.

"Elbette değildir. Her sorun bir şekilde halledilir. Fakat o sorunlar halledilirken sen, kendinden haddinden fazla ödün verirsen günün sonunda üzülen sadece sen olursun güzel kızım." Canan yutkunmakta zorlandı. Dudaklarını birbirine bastırıp derinden bir iç çekip dolu dolu olan gözlerini yerden kaldırıp ona şefkatle bakan dayısına çevirdi. Barış ile olan tüm anıları zihninden geçip gitmeye başlayınca göğsü sıkıştı.

"Dayı gerçekten sorun yok."  dese de kendi dediğine artık o da inanmıyordu. Baran usulca başını sallayıp yaslandığı yerden sıyrıldı. Canan'ın yüzünü avuçlarının arasına alıp alnından öptü.

"Sen öyle diyorsan öyledir tabii." deyip geri çekildi ancak içini yiyip bitiren endişeyi de gözleriyle belli etti. Yeğeninin sarı saçlarına buseler kondurup başparmaklarının ucuyla yüzündeki çilleri sevdi ve göz göze gelebilmek adına biraz daha eğildi durduğu yerde. Kendi gençliğini, yaşanmışlıklarını anımsadı kısacık bir an. Esefle soluklanıp buruk bir tebessüm kondurdu dudaklarına.

"Aşk her zaman gerçek yüzüyle görünmez insana Canan. Gerçeği bir kirin ardında saklar ve seni asıl gerçeğe hazırlar. O gerçekle karşılaştığında hissettiğinin aşk değil de sadece zerresi olduğunu anlarsın. Sonra gerçek olan karşına ansızın çıkar ve sen nerede ne durumda olursan ol onun asıl olan olduğunu her şeyinle hisseder ve anlarsın." Canan'ın yüreğine ansızın bir karanlık çöreklendi. O karanlık damarlarından dolanıp tüm bedenini sardı ve gözlerine birer damla yaş olarak izini bıraktı.  Dayısının kulağını delip geçen kelimeleri birer mühür olup kazındı zihnine.

"Demem o ki güzel kızım. Parmağına bir yüzük taktın diye ömrünü heder etmene gerek yok. Bazı şeyler olmayınca olmaz... Gerçek sandığında her zaman gerçek çıkmaz."

"Dayı..." deyip yutkundu ne diyeceğini bilemedi Canan.

Baran doğruldu. Geçen yıllara rağmen hala bebek gibi koktuğunu hissettiği saçlara bir kez daha buse kondurup uzun tutamları okşadı ve yeğenini içine düşürdüğü girdabın farkında olarak geri çekildi. Canan'ı bildiğinden onun gözünü açmayı, yüreklendirmeyi kendinde bir görevmiş gibi hissetti o an.

"Aşk aceleye gelmez mavişim. Ansızın gelir ama aceleye gelmez..." dedi ve gitti Baran.

Canan kararan zihniyle, üşüyen kalbi ve buğulanan gözleriyle geride kaldı.  Sonra bir rüzgar esti. Uzun sarı tutamları uçuşturdu ve eğip geçtiği yerleri yakıp gitti. Canan oturduğu salıncaktan kalktı. Ellerini göğsüne bağlayıp küçük adımlarla onu bekleyen kardeşlerinin yanına gitti.

CANAN AHSEN TORAL

26 EKİM 06: 40 / İSTANBUL

Sonra bir rüzgar esti açık pencerenin ardından. Beyaz tül perde odaya doğru havalanıp duruldu. Sabahın ayazı olduğu gibi odaya dolmuştu ama yine de açıktı. Perde rüzgar estikçe havalanmaya devam etti.  Tenim buz gibiydi ama içim cayır  cayırdı. Omuzlarımdan belime inen bir ter, yüreğime oturan bir yumru vardı geceden beri. Şafak'a dair öğrendiğim her detay beni ele geçirmiş durumdaydı ve hissettiğim şey hüzün ve öfkeden ibaretti.

Çocuk haliyle maruz kaldığı, mecbur bırakıldığı her şeye öfkeliydim. Onun bu denli karanlıkta kötülükle baş başa kalmasına neden olan şey anne ve babasıydı ve bu öfkemi daha da kamçılıyordu. Hüznüm ise tamamen o küçük çocuğaydı. Şafak bir zamanlar çocuktu. İstenmemiş, istismara uğramış, hayatı elinden alınmış ve geleceği çalınmış bir çocuktu. Anlattıkları madalyonun karanlık kısmından küçük bir parçaydı. Buna emindim. Bu evde kim bilir daha ne karanlık sırlar vardı.

Üstelik empati yaptıkça kafayı yiyecek gibi oluyordum. Ben dokuz yaşında elimde olsa olsa bir voleybol topuyla oradan oraya koşarken Şafak elinde bir silah kardeşlerinin hayatı uğruna annesini ve onun aşığını öldürmüştü. Gözümün önüne sürekli kendi annem ve kardeşlerimle öyle bir anı yaşıyormuş gibi görüntüler gelirken tüylerim diken diken oluyor nefesim tıkanıyordu.

"Allah'ım..." diye mırıldanıp yüzümü avuçlarımın arasına aldım ve birkaç saniye sonra nefesimi oflayarak verip ellerimi yüzümden çektim. Şafak içimi kemiren farelerini benimle bırakmış ve kendi karanlığına çekilmişken ben geceyi güne evirmiştim. Gözüm açıp pencerenden görünen  o kulübeye takıldı. Köpek kulübesinden hallice dediğim o ev belli ki Şafak'ın bu karanlıkta sığındığı hatta rahatça nefeslendiği tek yer olmuş olmalıydı.

Ben için için düşüncelerde boğulurken bir yanım bana kızıyordu. Bas bas bağırıp o adamın elinde Dünya'nın da kanı var diyor ve bana tokatlar atıyordu. Hissettiğim sıkışıklık nefesimi daraltınca göğsümü ovaladım ancak çare etmedi. Yaşadığım bu sıkışıklık anlamsızdı. Ne olursa olsun tek bir doğrum olmalıydı ama yapamıyordum. Bir şeyler eksik ve yanlıştı. Bir şeyler fazla ve doğruydu.

Ben dalıp gitmişken o evin kapısı açıldı ve Şafak göründü. Baştan aşağı siyahtı ve başında yine o şapkalarından biri vardı. Bu sefer diğer ceketlerinin aksine üzerinde deri ceket vardı. Kendimi ansızın iç çekerken buldum. Tamam Şafak öyle çok yakışıklı güzel bir adam değildi. Hatta dürüst olmak gerekirse benim kriterlerime göre çirkindi ama farklı bir karizması tuhaf bir havası vardı ve insanı ona çeken şeyde bu havasıydı... Elindeki telefona bakarak kapıyı çekip yürümeye başlarken ben de koltuktan kalkıp pencerenin önüne geçtim. Bana doğru yaklaşınca duraksadı. Başını kaldırmadan derin bir nefes aldı sonra ansızın başını kaldırıp direkt gözlerimin içine baktı.

"Günaydın." dedim sesim ona ulaşsın diye bağırırken. Telefonunu cebine atıp yanına geldi. Çekik gözleri yüzümde dolanıp kısıldı. Öyle kısılınca tamamen yok olmasa da kara hareleri görünmez bir hale geliyordu.

"Uyumadın mı sen?" omuzlarımı silkip dudak büktüm.

"Uyuyamadım... Nereye bu saatte?" bakışlarını çevrede gezdirip beni geçiştirircesine "işim  var." dedi.

"Ne işin var?" diyerek direttim. Onun bu her şeyi gizli tutma huyundan nefret ediyordum.  Bana baktı. Karaları mavilerimde dolandı. Dolandıkça alnı kırıştı, kaşları çatıldı ve artık benim için bir anlamı olan o yara izi iki kaşının ortasında belirdi. Dün gece dile getirmese de bu izinde çocukluğundan kalma bir iz olduğunu hissediyordum.

Gözlerini, gözlerimden kaçırıp burnundan soluklandı. Ensesini ovalayıp şapkasının ucunu düzeltircesine çekiştirdi ve "kurcalamasan mı her şeyi?" dedi. Avuçlarımı pencerenin pervazına yaslayıp çıplak ayak uçlarımda birazcık yükseldim ve yüzümü yüzüne yanaştırdım. burnuma dolan temiz, odunsu ve ferah kokusu  bir ilkti. Sürekli koşuşturmanın, adrenalin içinde olduğumuzdan ondan yayılan koku rahatsız edici olmasa da bu kadar temiz olmazdı.

Gözlerim hızlıca yüzünde dolandı. Sakalı yerli yerindeydi ama düzeltmişti. Şapkası gizlese de belli ki saçlarını da tıraş etmişti. İçime eskilerden tanıdık olan ama şimdi daha ağır bir his çöreklendi. Lakin o hissi yutup dilimi ısırdım ve asıl meseleye odakladım kendimi.

"Şafak. Benden bir şeyler saklaman bizi bir yere götürmez. Aynı gemide aynı saftaysak bu davaya dair her şeyde dürüst ve şeffaf olmalıyız ki aramızda bir güvensizlik oluşmasın." kaşlarını yeniden çattı ama bu sefer hızla eski halini aldı hatta dudaklarının ucunda bir sırıtış belirdi. Bana bir adım yanaşınca kokusu daha ağır bastı. Kendi yumuşak kokuma onun sert ama bir o kadar ferah olan kokusu karışınca o karışımın kokusu beni mest etti.

"Bana güveniyorsun yani." sesi tenime çarpınca gözlerimi kırpıştırıp gözlerine dik dik baktım. Benim mavilerimde onun, onu karalarında benim yansımam vardı.

"Henüz güvenmiyorum ama güvenmeyi seçiyorum. Umarım sen de aynı şeyi seçersin." o sırıtışı büyüdü. Dudaklarında gerçek bir tebessüm oluşunca bende gülümsedim. Bir süre birbirimizin tebessümüne dalıp gittik ama sadece birkaç saniyeydi.

"Sana güvendiğimi dün gece yeterince belli ettim diye düşünüyorum." duraksadım bir anlığına.

"Bana güveniyor musun?" dedim saf saf. Bu halime güler gibi oldu.

"Evet. Güvenmesem bu evde karım olarak bulunmazdın Canan." bu konuda sanırım haklıydı. Bakışlarımı bir anlığına ellerime indirip yeniden ona baktım.

"Peki... Ben de güvenmeyi seçiyorum. Ama dediğim gibi dürüst ve şeffaf olmazsan tam anlamıyla sana güvenemem Şafak." hak vermiş olacak ki pes edercesine soluklandı. "Cezaevine gidiyorum."

"Ne?" tepkime güldü. Bana biraz daha yanaşınca burunlarımız birbirine çarptı. yutkunuşu gözüme takılsa da gözlerimi gözlerinden çekmedim. Kulağıma eğilince gözlerimi kapadım.

"Sakin ol." dedi ve tenime biraz daha yanaştı. Nefesi saçlarımın arasından boynuma vururken derinden bir nefes aldı ve öyle kaldı birkaç saniye. Bunu yaparken sanki kendisine, iradesine sahip olmamış gibi bir mırıltı çıktı dudaklarının arasından ama ne dedi tam anlamadım. Onun da kokusu ve varlığı etrafımı iyiden iyiye sarınca adını fısıldadım.

Nefesini tenime bırakıp geri  çekildi ancak aramızdaki mesafe kısacıktı. Gözleri gözlerimi yeniden bulduğunda kalbimin atışı göğsümü deli gibi dövüyordu. Olmamalıydı, böyle olmamalıydı.  Dilimi kuvvetli bir güçle ısırıp kanatırken ağırca yutkundum. Kalbimin titreyişleri canımı sıkmaya başlamıştı ve onunla olan bu anlarda aklımda sadece tek bir ses yankılanıyordu.

Aşk aceleye gelmez mavişim. Ansızın gelir ama aceleye gelmez...

Ben kendi içimdeki savaşıma devam ederken Şafak kendini toparlamış olacak ki boğazını temizleyip aramıza biraz mesafe kattı.


"Behraz Yarkın ile görüşeceğim. Kazakistan'da bulamadığımız dosyalarla ilgili." bunu derken sesi kısıktı. Silkelenip kendime geldim. Alnımı kaşındıran kaküllerimi parmak uçlarımla iteleyip ona baktım.

"Bu dosyalar neden bu kadar önemli?"

"Kurtuluş bileti de ondan...  Onu ait olduğu o yerden alabilmek yürek ister. Behraz bunu yaptıysa..." dedi düşünceli bir tavırla. Aklında neden ve nasıl sorularının cirit attığı belliydi.

"Dosyayı ondan isteyen kişiden mutlaka bir karşılık alacak değil mi?" başını ağır ağır salladı.

"Aynen öyle. Ailesini ya da bu düzeni yok etmekten ziyade başka bir şey için kullanacağına eminim. Yani onu biraz olsun tanıdıysam o dosyaları elinde kendi lehine tutuyor."  sesine sinen yabancı ve soğuk tını Behraz ile iyi ilişkileri olmadığını belli ediyordu.

"Peki bunu kimsenin bilmemesi ne kadar mantıklı. Yani bu kadar önemli bir dosya çalınıyor ve bunu o aile müsveddelerinden hiçbiri bilmiyor mu cidden?" bana bakıp başını sağa sola eğip dudağını büktü. Gözleri iyiden iyiye kısıldı ve bir anlığına dalıp gitti. Ne düşündü aklında neyi tarttı anlamadım lakin bedenine sinen gücü anbean fark ettim.

"Şafak?" dediğimde gözleri beni buldu. Karaları parlıyordu. Alaylı ama kendine güvenen bir tebessüm yerleşti dudaklarına.

"Bu aile müsveddeleri ve onların bağlantıları için veliaht olmak hele ki lider ailenin veliahttı olmak sandığından daha güçlü daha ciddi bir makam Canan. Geleceklerine yön verecek kişiyi hem korumak, hem yanlarına çekmek hem de gebertmek isterler." gözlerimi devirmeden edemedim. Kendileri çalıp kendileri oynuyorlardı bir nevi. Fakat güçlü oldukları bağlı bulundukları devletle toplumların önemli bir parçası olduklarını da görmezden gelemeyecektim.

"İmparatorluklar asırlar öncesinde kalmamış mıydı?" dalga geçişime güldü. İç çekip omuzlarını dikleştirdi ve sır verircesine fısıldadı.

"Haklısın eminim ki babamız olacak it biliyordur. Bakma karısının arkasına saklanan pısırık  gibi göründüğüne. Fazlasıyla tehlikeli ve sinsi bir adamdır." oflayarak nefeslenip alnımı kaşıdım. Konuyu babasına getirmesi canımı sıktı.  Aklıma dün gece işittiğim o iğrenç cümleler düşünce ürperdim.

"Onu dün gece anladım zaten." sesimin bozuk çıkmasına engel olamadığım gibi endişemi de yansıttım.

"Canan..." dedi katı bir sesle.

"Hımmm."

Gözlerini özenle yüzümde dolaştırıp duraksadı. Bir gözlerime bir yüzüme bakıp nefesini tutup sağ elini aramızda yükseltti ve yine aynı hareketi yaptı. Tenime hiç değmeden gözümün altındaki kalp şeklindeki çili okşar gibi yaptı. Yutkununca bakışları boğazıma inip oradan dudaklarıma kaydı. Sonra aniden boğazını temizleyip ellerini deri ceketinin cebine attı.

"Ben etrafta yokken bu evde tetikte ol. Siktiğimin puştu bazı şeylere cesaret edemez ama sen yine de..." başımı sağa sola sallayıp bir adım geriledim. Onunla babasının benim kadınlığım üzerinden kurduğu o iğrenç kelimelerin üstüne konuşmayacaktım.

"Yeter. Bu konuda konuşmak istemiyorum." ters ters bakıp "sen yine de tetikte ol. Hatta en iyi ben sana en kısa zamanda silah kullanmasını da öğreteyim," gözlerim iri iri açıldı.

"Yok artık Şafak." ben aksice yükselince  yine o sırıtışı belirdi yüzünde. Sonra bana hiç alışık olmadığım bir muziplikle baktı.

"Kocaya karşı çıkma. Allah çarpar!" aval aval baktım ona. Söz konusu meseleden rahatsızlığımı anlamış olacak ki böyle davranıyordu. Ya da ben böyle düşünmek istiyordum.

"Ben şimdi bir çarpacağım sana göreceksin kocayı." güldü ama gülmekten çok nefesini gürültüyle bırakmak gibiydi çıkan ses.

"Eyvallah..." dedi ve etrafına bakınıp silkelendi. Yüzüne ciddiyet maskesini takınınca onu bu ani değişimleri başımı döndürdü.

"Alp burada kalacak. Tam olarak bu pencerenin önünde... Uyumak istersen uyu. Odadan çıkacağın zaman haber ver ona. Telefonum açık. Çok acil bir şey yoksa arama açmam. Tamam mı?" gözlerimi devirerek baktım ona. Benim ve devrik bakışlarımın aksine onun bakışlarında bana takılmanın verdiği keyif vardı. Ve ben o bakışları gördükçe nereden nereye diye geçirmeden edemiyordum.

"Biliyor musun tam olarak gıcığın tekisin!" burnunun ucunu kaşıyıp başını salladı ve alaycı bir tavır takındı. "Ehh, üzüm üzüme bakarak kararırmış derler."

Bakışlarımda ve mimiklerimde beklediğinin aksine  bir değişim olmayınca genzini temizleyip omuzlarını silkti. Pencerenin kenarına yeniden yanaşıp bu sefer ciddi bir şekilde "dikkatli ol Canan ve yokluğumda yaramazlık yapıp durduk yere canından olma!" dedi. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

"Tamam." dediğimde kara gözleri bir süre yüzümde dolandıktan sonra cebinden bir anahtar çıkartıp bana verdi. "Evin anahtarı. Ne olur ne olmaz. Sende de olsun. Kaçmak istersin, nefes alıp uzaklaşmak istersin... Lazım olur işte," dedi ve bana sırtını dönüp gitti. Elimdeki anahtara şaşıramadan peşinden gözden kaybolana kadar baktım. Onun boşluğunu Alp doldurunca geri çekilip pencereyi kapadım ve yatağa ilerledim. Gözlerim avucumu dolduran anahtarda gezindi. Bana kendi evinin anahtarını vermişti...

Derinden bir iç çekip anahtarı komodinin çekmecesine koydum. Saat daha çok erkendi. Kendimi yatağa bırakıp üzerime yorganı çektim. Aklım Şafak'ta, gözüm kapadığım çekmecedeyken yüzümde var olan tebessümü fark etmemle dondum. Alt tarafı bir anahtar değildi. Beğenmediğim, burun kıvırdım hatta biraz olsun canın yakmak için köpek kulübesi gibi  hakaretler sarf ettiğim bir evin anahtarını bana vermişti. Kendi evinin anahtarını... Yatağın içinde oflayarak döndüm ve doğan günün ışıklarıyla karşılaştım. İçimi kemiren hisleri bir kenara bırakıp bu sefer kendime sövdüm. Bir anahtara bu kadar anlam yüklemek tam da benim salaklığıma yakışırdı zaten!

Uyandığım saat on bire geliyordu. Yataktan doğrulduğum gibi bakışlarım pencereyi buldu. Perdenin diğer tarafında Alp'in silueti belli oluyordu.  Gözlerimi ovuşturup yataktan kalktım. Odanın içerisindeki banyoya geçtim. Kısa bir duşun ardından bornozlumla odaya geri dönüp dolaba yöneldim ancak aklıma pencere gelince omzumun üzerinden dönüp baktım. Alp dışında kimse yoktu. Onunda sadece sırtı görünüyordu lakin içim rahat etmedi. Normalde çok sevdiğim o banyo sonrası bornozla yayılma seansımı erteleyip kıyafetlerimi hızlıca alıp yeniden banyoya geçtim ve hızlıca hazırlandım.  

Odaya döndüğümde komodinin üzerindeki telefonuma uzandım. Şarjı yüzde bir ve bildirimler doluydu. Hepsini silip hızlıca arama geçmişime ve mesajlara göz attım. Annemin aramalarının çokluğunu fark edince içime çöreklenen endişe nefesimi daralttı. Onu aramak için numarasını tuşladığımda telefonum kapandı.

"Ya!" diye söylenip şarjıma bakındım. Makyaj masasının üzerinde fark edince o tarafa yöneldim. Şarjı takıp açılmasını beklerken söylenmekle meşguldüm. Ben telefonla uğraşırken odanın kapısı çaldı.

"Gir!" kapı açılınca elinde tepsiyle Ayşe belirdi. 

"Günaydın efendim. Kahvaltınızı getirdim." elindeki tepsiye bakındım. Meyve salatası, omlet ve birkaç kahvaltılık vardı. 

"Odada değil yemek masasında yiyeceğim Ayşe. Geç sen geliyorum." bir şey diyecek gibi oldu ama başını sallayıp geri çekildi.  Telefonu masaya bırakıp aynadan yansıma baktım. İyi görünüyordum ama saçlarım ıslaktı. Çekmeceyi açıp içinden bir tarak çıkarıp hızlıca taradım ve bileğimdeki lastik tokayla ensemde sıkı bir topuz yapıp kurumaya yüz tutmuş kaküllerimi iki yandan tel tokalarla tutturdum.  Odadan çıkarken aklım telefondaydı ama ben karnımı doyurana kadar zaten şarjı dolardı. 

Uzun koridoru aşıp salona girdiğimde Güzin ve Behzat Yarkın'ı karşılıklı oturmuş yine kahve içerlerken gördüm. Onlara hakim olamadığım duygularımla nefretle bakıp Ayşe'nin başında beklediği masaya ilerledim.

"Günaydın gelin hanım." Behzat Yarkın'ın o pis sesi tüylerimi ürpertti. Dün geceden sonra ne ona ne yanındaki kadına tepkisiz kalabileceğimi zannetmiyordum. 

"Aymıştı. Sizi görene kadar!"

"Beğenmeyen gidebilir. Kapı orada." sandalyeyi çekip otururken alayla sırıttım. 

"Gitmeye hiç niyetim yok Güzin Hanım. Bilakis tamamen yerleşme gayesindeyim." dudaklarına yasladığı fincanıyla bana dik dik baktı. Yavaşça yutkunup yudumunu içti ve fincanını sehpaya geri bıraktı. 

"Boş hayaller Canan. Bu ev asırlardır Yarkın ailesine ait. Ve hep öyle kalacak." gülerek baktım ona. Önümdeki kaseden bir dilim muzu ağzıma atıp yavaş yavaş çiğnedim ve gözlerimi gözlerinden çekmeden "neyse ki ben de bir Yarkın'ım. Üstelik lider ailenin veliahdının karısıyım." hem konuşuyor hem de kahvaltımı ediyordum.

"Önce kocamı, sonra kardeşlerini ve kuzenlerini bu eve getireceğim." çayımdan bir yudum alıp sırıtarak bana nefretle bakan gözlere baktım.  Onları kışkırtmam ne kadar doğruydu bilmiyordum ancak geri durmayacaktım. 

"Vakti geldiğinde de bu evi yakıp yıkacağım ve bu evden geriye bir kül zerresi bile kalmayacak..." dedim. Güzin'in alev alan bakışlarına Behzat'ında bakışları eşlik etti. 

"Zerresi kalmayacak olan sen olacaksın Canan! İnan bana..." hırsla dolan sesi vızıltıdan ibaretti benim için.

"Hı hıı. Yerinizde olsam bu kadar büyük konuşmalar yapmazdım Güzin Hanım." gözleri irileşti ve bana inanamayan gözlerle baktı. Onu gerçek anlamda rahatsız ediyordum ve bunu gizlemiyordu. 

"Büyük konuşmak mı? Onu asıl yapan sensin." dedi küstahça. Gözlerim ikisinin yüzünde dolandı. Benden çekiniyorlardı. Onların yanında asla tehlikeli, güçlü korkulacak birisi değildim lakin benden cidden çekiniyorlardı. Nedeni de belliydi. Bazı savaşlar silahla kalemle olmazdı... 

"Ben hiçbir zaman büyük konuşan biri olmadım Güzin Hanım. Ağzımdan ne çıktıysa her zaman gerçekleşti. Bu evi hayatını çaldığınız o adama yuva yapacağım sonra kendimi yuvamı kurup bu laneti yıkıp yakacağım. Buna emin olabilirsiniz."

"Buna asla izin vermem!" sadece güldüm ve boşalan bardağımı hemen yanımda dikilen Ayşe'ye yenilemesi için uzattıktan sonra "göreceğiz," dedim kendimden oldukça emin çıkan bir sesle. Biz birbirimize dik dik bakmaya devam ederken gür ve tok adım sesleri yankılandı ortamda. 

"Efendim." Paşalı salonun girişinde tüm heybetiyle dikildi. İnce çerçeveli gözlüklerinin ardından sadece Behzat'a bakıyordu. 

"Hoş geldin mi Paşalı?" dedi Behzat Yarkın puslu sesiyle. Paşalı ifadesizliğini sürdürdü. "Gelmedim efendim."

"Ben de pek hoş karşılamayacağım seni Paşalı." diyerek ayaklandı Behzat. Bakışları birden bana döndü. Bakışlarındaki kir aramızda süzüldü. Onun o gözlerine, yüzüne baktıkça zihnime çocuk Şafak geliyordu. Kötülüğe o kadar uzaktım ki bir babanın kendi öz evladına böylesi bir kötülüğü nasıl yapabildiğini algılayamıyordum. 

"Efendim?" Paşalı uyarı niteliğinde seslendi ancak Behzat bakışlarını benden çekmedi o an bana değen gözlerini oymak istedim.  Rahatsız olduğumun farkındaydı ve dün geceye tanık olduğum için beni bu şekilde huzursuz edeceğini belli ediyordu. 

"Afiyet olsun gelin hanım." o küstah ve imalı sesi midemi bulandırdı. Dilim dişlerimin arasında bu sabahın ardından bir kez daha kanadı ve ben bir kez daha kendimi kanımı yutkundum. 

"Size de zehir zıkkım olsun!"

Güldü ve Paşalı ile gözden kayboldu. Onun arkasından bakan gözlerim Güzin'e kaydı. Bana nefretle bakmaya devam ediyordu. Onu aldırmadan hınçla bir şeyler yedim. Ayşe yenilediği bardakla yanıma geldiğinde çay bardağını masaya bırakmadan elinden alıp ayaklandım ve salonu bahçeye açılan kapısından dışarı çıkıp dün akşam oturduğum çardağa ilerledim. Onlarla aynı ortamda çok bile kalmıştım.

Elimdeki bardağı ahşap masaya bıraktım ve derin derin nefeslendim. Oturup bacaklarımı kendime çektim. Lanet ev insanın ruhunu emiyordu. Hoş içindeki insanlar daha beterdi. Karı koca ayrı ayrı insanın başına dertti. Daralan göğsümü ovalayıp başımı geriye yalayıp gözlerimi kapadım ve nefesimi oflayarak bıraktım. Eskiyi özlüyordum ve anneme ihtiyaç duyuyordum. Beni kucağına yatırıp bebek gibi sevmesini, arada kalçama vurup bana kızarken gülüşmek istiyordum. Kızlarla beni sinir ettikleri için tartışıp babamla hep yaptığımız  kol kola sokaklarda sohbet ederek gezmek istiyordum. Ama buradaydım. Dünya'nın katillerinden biri olan bir ailenin evinde o ailenin gelini orak bulunuyordum ve düşündüğümden daha zordu.

Üstelik ben... Dilimi ısırdım. Isırmaktan yara bere içinde kalmasını umursadım ve dilime yayılan kanımı yine yuttum. Şafak'ın gözleri gözlerimin önüne gelince kirpiklerim birbirinden ayrıldı ve mavi gözlerim çardağın eskimiş ahşap tavanıyla karşılaştı. Karman çorman bir hale gelmiş aklımın yanında bir de kalbim ayağıma dolanmak için can atıyordu.

"Canan Hanım?" Alp'in sesi zihnimi dağıttı. Bacaklarımı yere indirip ona baktım. Çatık kaşlarıyla yanıma kadar geldi.

"Abla niye haber vermiyorsun?"

"Unuttum." dedim geçiştirerek.  Bakışlarını sağa sola çevirdi. Etrafta korumalar vardı ancak geldiğim ilk günün ardından biriyle bile göz göze gelmemiştim.

"Şafak'tan haber var mı?"

"Yok. Aramadı henüz. Görüşmesi devam ediyordur."

"Alp." dedim.  Onu bu isimle seslenirken hiç yadırgamıyordum. Sanki onu hep Alp olarak tanımışım gibi bir his vardı. Yiğit asla var olmamıştı sanki. Halbuki Reber amcanın yeni doğmuş oğlunu babamın kucağına verip "savcım adını siz koyun," dediği günü hayal meyal  hatırlıyordum. Üstelik bir zamanlar Peri ile sevgili olmuşlar ve pamuğumu terk etmişti.

Bakışlarını bana çevirince gözlerim alnına takıldı. Peri'yi terk ettiğini öğrendiğimde Brezilya'dan Bartın'a gitmiş elime geçen ilk şeyle alnını karışlamıştım. O zamanlar terk etme nedenini Peri'nin Dünya'dan sonraki girdiği depresyon olduğunu düşünüp kardeşimi o zor döneminde bıraktığını sanmıştım lakin işin aslı canlı kanlı karşımda duruyordu.

"Nasıl oldu? Yani Şafak ile nasıl bu kadar yakınlık kurabildin?" nefes alıp verdi. Bakışları etrafını kontrol etti. Kimse bizden tarafa bakmıyordu.

"Zaman. İnan bana sadece zaman abla...  Beni yanına ilk aldığında her gün beni nasıl öldürecek acaba diye korkudan titrerken ve ondan nefret ederken bir yerden sonra beni hep koruduğunu fark ettim.  Sonra yalnızlığını, kimsesizliğini. En sonunda da karanlığını tamamen gördüm ve anladım," içli bir nefes aldı. Söylediklerinden utanıyor gibi görünüyordu ancak söylemekten de geri duramıyormuş gibiydi.

"Biz sıcak yuvalarımızda mutlulukla yaşarken bazı evlerde bazı çocuklar gerçekten cehennemi yaşıyorlarmış. Bunu anlayınca... Şahit olunca ona karşı tüm gardımı indirdim. Ve..."  sustu. Bakışlarını benden kaçırdı. Cümlenin sonunda ne yuttuysa duruşunu daha sert daha sarılmaz yaptı.

Gözlerim boşluğa düştü. Alp'in dedikleri  sadece Şafak'a dair olan başlıklardı. O başlıkların altındaki metinleri ancak kendim okursam anlayabilecektim lakin yine de  bu başlıklar gerçekleri yok etmiyordu. "Ama yine de..." diye mırıldandığımda cümlemi o tamamladı.  "Evet ellerinde Dünya'nın kanı var."

Alp aramıza biraz mesafe koyup yanımdan ayrılmadı. Ben çardakta oturdum o ayakta dikildi. Her şeyi en başa sarıp sarıp durdum. Ne kaçırdı neyi görmedim düşünüp durdum. Lakin düşünceler o kadar doluydu ki kağıda kaleme dökmeden hiçbir şeye odaklanamayacağımı anlayınca düşünmeye son verdim. Ekim soğuğu kendini iyiden iyiye hissettirince ürperdim. Üstüne aklıma bir de telefonum gelince ayaklandım. Uyuşan bacaklarımı ovuşturup eve doğru yürümeye başladım.

"İkizlerde mi burada yaşamış?" dedim merakla. Şafak'ın eve götürürüm diye tehdit ettiği ev bu ev olmalıydı.

"Evet. Reşit olana kadar burada yaşamışlar." Gözlerim bahçenin arkasına açılan yola takıldı. O yöne gitme isteğim ağır bassa da önüme döndüm ve bahçe kapısına doğru bir adım daha attım. Lakin attığım adımla yükselen şiddetli havlama ve Ayşe'nin bağıran sesi yönümü tamamen o tarafa çevirdi.

"Ne oluyor?" dediğimde Alp bir şey demeden o tarafa koşmaya başladı. Birkaç koruma da o tarafa yönelince ve Ayşe'nin bağırışları artınca ben de hareketlendim. Koşar adımlarla peşlerinden gidip arkaya döndüğümde adımlarım durdu. Şafak'ın evinin önünde yerde  çırpınan bir adam, onun üzerinde salyalarını akıtarak havlayan simsiyah, oldukça heybetli erkek bir Doberman ve onu çekiştirip korkuyla bağıran Ayşe ile karşılaştım.

Alp ve bir koruma hızla onlara ulaştığında ben de hareketlendim yeniden. Alp, köpeği zar zor çekmeye çalışıyordu ancak işe yaramıyordu. Adımlarımı hızlandırıp onlara ulaştığımda köpeğe sakince yanaştım. Beni bir tehdit olarak algılamaması için aramızda mesafe koyarak eğildim ve direkt gözlerine baktım. Hırlaması ve havlaması bu sefer bana yöneldiğinde Alp bedenini aramıza koymaya çalıştı ancak elimi havaya kaldırıp onu durdurdum. Köpeğe göz temasımı anlık kesip boynunda sallanan takmaya baktım. Kral yazıyordu.

Demek ki Şafak'ın; korumalara, sizi akşam yemeği ederim diye tehdit ettiği Kral buydu.

Gözlerim yeniden gözlerine çıktı. "Kral," dedim uysalca. Yüzüme havlayıp dişlerini göstererek hırladı ve bana atılmak için hareket etti lakin Alp onu tasmasından sıkıca tuttuğundan fazla yakınlaşamadı bana. Lakin ben yanaştım. Kokumu duyacağı kadar yanına girdiğimde havlaması ve hırlaması durmasa da azaldı. Beni büyük bir açlıkla koklamaya başlayınca elimi onun ağzından uzak tutacak şekilde kaldırıp ensesine attım ve okşar gibi yapıp sıkıca tuttum.

"Kral. Aferin oğlum. Aferin sana!"  Kral yavaş yavaş sakinleşirken Alp'in ve yanındaki koruma şaşkınca köpeğe bakıyordu.

"Bakmayın öyle. Benim işim bu!" dedim büyük bir özgüvenle. Kral iyiden iyiye sakinleşince sıkı tutuşumu gevşetip başını okşamaya başladım. Güzel, bakımlı ve güçlü bir hayvandı. Lakin ağızlığı eksikti. Ben onu severek iyiden iyiye sakinleştirirken arkamda varlığını unuttum genç adamın korkulu sesi araya girdi.

"Korktum Ayşe korktum. Abim gelsin, abim gelsin." abi kelimesiyle başımı arkama çevirdiğimde hâlâ yerde yatmaya devam eden adamın korkuyla bize baktığını fark ettim.

"Ne abisi?" dediğimde genç adamın bakışları beni buldu. Saçı sakalı birbirine karışmış gibiydi. Üzerinde pijama vardı ve gri üstünde yer yer yemek lekeleri vardı. İki büklüm yattığı yerden kalkmayacakmış gibiydi. Yüzüne doğru siper ettiği ellerine gözüm düşünce uzamış ve içi kirle dolmuş tırnaklarını fark ettim. Çatık kaşlarım yeniden yüzüne çıktı. Teni solgun, kirliydi. Gözleri kan çanağı göz altları mosmordu.

Olsa olsa yirmi dört yaşlarındaydı ve sağlıklı görünmüyordu. Ne fizikken ne de ruhsal olarak hiç sağlıklı görünmüyordu bu adam.

"Abim gelsin abim gelsin! Kral kötü, kötü o kötü!" Ayşe onun yanında diz çöküp sakinleşmesi için bir şeyler fısıldasa da genç adam hiç oralı değildi.  Aklıma doluşanlar yüreğimi ağzıma getirirken hızlanmaya başlayan nabzım boğazımda attı. Bakışlarım Alp'e dönünce soracağım soruyu gözlerimden anlamış olacak ki boğazını temizledi.

Uysallaşsa da havlamaya devam eden Kral'ı iyice arkasına aldı. Yerde can çekişirmiş gibi nefes alıp veren ve elleriyle kendini sarıp korumaya çalışan genç adamı gösterdi. "Tanıştırayım efendim. Yarkın ailesinin küçük oğlu Behçet Yarkın..."

Behçet Yarkın...

Yarkın ailesinin son ferdi.

Yarkın ailesinin en küçüğü.

Yarkın ailesinin son oğlu.

"Behçet Yarkın... O gecenin dördüncü faili.

Dünya'nın katillerinden biri...

Nefesim boğazıma dizildi. Yutkunamayışlarıma bir yenisi daha eklenirken dolan gözlerimin ardından bana korkuyla bakan genç adama baktım.  Gözlerimiz birbirine çarptığında sanki bir şimşek çatı ve gök gürledi. Üzerimize yağan yağmur beni o gecenin sabahına ellerimin arasında can çekişen Dünya'nın yanına götürürken gözyaşlarım yağmur damlalarına karışıp yo oldu. Avuçlarımda hissettiğim atışlar ve sızılar gözümün önüne Dünya'nın güzelim yüzünü getirse de dünya aleminde gördüğüm tek şey ise akıl sağlığı yerinde olmayan hasta bir insandı. 

Her gerçek bir kirin ardına gizlenir ve ortaya çıkacağı günü beklerdi. Yarkın ailesinin kiri ise Behçet Yarkın'dı. 

* * *

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER