GÜLLERİN AĞITI 16. SİS
SELAMLAR
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
***
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR.
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
26.11.2024
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 16. BÖLÜM
"SİS "
Sevgi insanı körleştirir.
BİLİNMEYEN ZAMANDA ESKİ BİR HATIRA
Karanlık yeni çöküyordu şehre. Gri bulutlar yok olurken kendilerinden yadigar bir sis bırakmışlardı yeryüzüne. O sis yavaş yavaş süzülerek şehre düşünce göz gözü görmez olmuştu. Adana hiç olmadığı kadar kasvetli, hiç olmadığı kadar gri ve hiç olmadığı kadar soğuktu.
Kasvetin grisine bulanmış soğuk sadece dışarıda değil küçük çocuğun yaşadığı eve de hakimdi. O küçük çocuk, yemek masasının bir köşesine sinmiş önündeki okul kitabına ve defterine dalıp gitmişti.
"Şafak! Sana odana çık demedim mi?" dalıp gittiği diyarlardan sarsılarak sıçradı çocuk. Başını yavaşça kaldırıp annesine baktı. Dilinde hep mırıldandığı şarkıyla elindeki tabakları masaya bırakıp özenle duruşlarını düzeltişini mahzun gözlerle izledi.
Annesi yine nadir zamanlarda hazırladığı krallara layık sofra kurmuştu ama ona aç mısın diye sormak yine aklına gelmemişti.
"Şafak hadi dedim sana! Embesil misin be çocuk kalk git odana!" Şafak sandalyeden indi. Kitabını, defterini, kalemlerini toplayıp yanındaki sandalyeye bıraktığı çantasına geri koydu. Bir yandan da kaçak gözlerle annesini izlemeye devam etti. Çıkık karnına elini yaslamış usulca okşarken diğer eliyle çatalı kaşığı düzeltiyordu.
"Babam mı gelecek?" diye sordu dayanamadan. Annesi tam tahmin ettiği gibi öfkeyle soluklandı. Ellerini beline yaslayıp hınçla parlayan çekik gözlerini ona dikti.
"Yere batsın baban! Şeytan görsün o itin yüzünü." Şafak başını öne eğdi. Tuttuğu çantasını göğsüne bastırıp annesini dinledi. Şarkı mırıldanırken çok güzel olan sesi bağırırken çirkinleşiyordu.
"Sende baba deyip durma şuna. Babalık yapıyor sanki..." annesinin her sözüyle dudakları büküldü. Babasını savunamamak o an çocuk kalbini kırdı. Babası hep yanlarında olamıyordu ama olunca annesinin aksine onunla ilgileniyor, oyunlar oynuyor, seviyordu.
"Ama babam beni seviyor anne." mırıldanışı kısıktı ama annesi duymuştu.
"Salak çocuk... İki başını okşayıp cebine harçlık koyuyor diye seni seviyor mu sanıyorsun?" aklı karıştı. Yere eğdiği başını kaldırıp annesine baktı.
"Sen beni sevdiğin için mi başımı okşamıyorsun anne?"
Annesinin aralık duran dudakları arasından bir kelime, bir ses işitmeyi bekledi küçük Şafak. Evet desin istedi, seviyorum desin istedi ama annesi sessizliğe göz yumdu. Bakışlarını ondan kaçırıp yeniden masayla ilgilenmeye başladı.
Cevap alamayacağını anlayınca pes etti Şafak. Göğsüne yaslı çantasına daha sıkı sarılıp başı önde odasına çıkmak için yürümeye başladı. Odasını sevmiyordu. Bu evi hiç sevmiyordu. Büyük, boş ve soğuk oluşundan nefret ediyordu.
Salondan girişe çıkan iki basamağı usulca çıktı. Üst kata çıkan dönen merdivenlere gidecekken evin kapısı çaldı. O daha yakındı. Annesi heyecanla paytak adımlarla koşuşturunca dayanamadı. Onun yerine kapıya ilerleyip açtı.
Gelen babası değildi ancak yabancı da değildi. Erdem amcasıydı. Babasının en güvendiği, en sevdiği adamıydı.
"Oğlum," diye candan bir sesle içeri girdi Erdem. Şafak'ın başını okşamak için elini uzattı ancak saçlarının kirli olduğunu görünce elini küçük çocuğun omzuna yasladı.
"Merhaba koçum," Şafak gülümsemek istedi ama dudakları kıvrılmadı. Bakışlarını Erdem'den çekip nefes nefese yanlarına gelen annesine çevirdi.
Heyecanı, gülen yüzü, parlayan gözleri canını sıktı. İçini bulandırdı. Çocuktu ama saf değildi. Annesi, babasına hiç böyle değildi. Kendisine de hiç böyle bakmazdı.
"Hoş geldin..." annesinin sesi sıcaktı. Buz tutan bu evi harlayacak kadar sıcaktı hem de.
"Hoş bulduk," Erdem amcasına baktı yeniden Şafak. onunda annesinden ayrı kalır bir yanı yoktu. Aklı karıştı Şafak'ın. Erdem amcasının ara sıra tek geldiği olurdu ama genelde babasıyla gelir o zamanda eve giremezdi.
"Babam yok mu Erdem amca?" İki yetişkin insan endişeyle birbirlerine baktılar. Çocuktan böyle bir soru alınca ikisi de afallamıştı.
"Şafak. Odana demedim mi ben sana bir kere de laftan anla."
"Aliya," sakin ama ikaz doluydu Erdem'in sesi. Karşısındaki kadının aksine çocuğa daha anlayışlı bir tavırla yaklaştı.
Boyları eşitlensin diye eğilip çocuğu omuzlarından kavrayıp gülümsedi. "Baban bu seferlik yok koçum. İşleri çok yoğun. Ben de gelip bir bakayım size dedim ama babanın haberi yok. Ondan habersiz geldim diye bana kızabilir. O yüzden bu aramızda tamam mı?" Şafak emin olamadı. Annesinden aldığı çekik gözlerini önce yere sonra annesine çevirdi.
"Erdem eksiklerimizi getirdi Şafak. Babana ulaşamayınca ondan rica ettim. Şimdi beni yorma ve daha fazla sinirlendirmeden odana git!" annesinin çatık kaşlarının altında ona bakan gözlerinden gözlerini çekip başını önüne eğdi. Usul adımlarla yanlarından ayrılıp odasına çıkmak için merdivenlere yöneldi. Basamakları teker teker çıktığında uzun koridorun başında duraksadı. Bu koridorda bir sürü oda vardı ama sadece o kalıyordu. Üst kat kullanılmazdı zaten. Annesi de genellikle aşağıdaki odasını kullanır, yukarılara çok çıkmazdı.
Odasına gitmek istemedi Şafak. Karnı açtı, üstü başı pisti ve yalnızdı. Fakat buna alışıktı... Erdem amcası gelmişti ancak babası yoktu. Onu özlüyordu. Onu istiyordu ama... Aması vardı işte. Küçük omuzlarını silkti. Hâlâ sıkı sıkıya göğsüne yasladığı çantasını duvarın dibine bıraktı. Odasına gitmek yerine soğuk ve karanlık koridorda duvarın dibine oturdu. Hem aşağıdaki sesleri duyuyor kendini azıcıkta olsa yalnız hissetmiyordu.
"İlk defa karşılaştık. Umarım babasına söylemez." Erdem amcası babasına söylemesinden neden bu kadar korkuyordu ki?
"Merak etme. Bir halt diyemez. Boş ver hem sen onu şimdi..." dediğini işitti annesinin. Sonra manasını kavrayamadığı tuhaf sesler duydu. Onun ardından da annesinden nadiren duyduğu kıkırtılar yükseldi soğuk evde.
Çöküp kaldığı duvar dibinden uzunca bir vakit kalkmadı. Annesinin kıkırtıları, Erdem amcasının gülüşlerini buruk bir yüzle dinledi. Babası gelse o da aşağıda olur, masada otururdu halbuki.
"Ellerine sağlık," dedi bir süre Erdem amcası. Annesinin neşeli sesiyle "afiyet olsun," deyişine içi gitti. Annesi ona hiç böyle karşılıklar vermezken Erdem amcasıyla neden böyleydi ki?
"Şafak yemiş miydi?" adı geçince dikleşti. Birisinin onu düşünmesi buzlaşmaya başlayan kalbine bir damla sıcak kan akıttı.
"Yemiştir herhalde." annesinin daha deminki neşeli sesi şimdi yoktu. Zaten annesinin bir ona neşesi olmazdı.
"O ne demek Aliya?" Şafak duvar dibinden kalktı, merdivene yürüyüp en üst basamağa oturdu. Dirseklerini dizlerine, yüzünü ellerine yasladı.
"Ay dadısı mıyım ben onun Erdem? Yemiştir herhalde ne bileyim." hep mahzun bakan gözlerini yumdu Şafak. Dadısı vardı ama annesi aylar önce onu da göndermişti. Dadısı gidince bu evde tamamen sessiz bir yalnızlığa mahkum olmuştu.
"Annesinin, dadısı değil Aliya." annesinin ofladığını işitti. Bir şeyler söyledi ama ona kadar ulaşmadı sesi.
"Şafak yerine bizden, doğacak çocuğumuzdan konuşsak..." başını elleri arasından kaldırdı Şafak. Çatılan kaşları, kısılan gözleriyle ne duyduğunu algılamaya çalıştı.
"Aliya..." sandalyelerin çekilirken çıkardığı sesler yükseldi salondan. Sonra peş peşe adım sesleri.
"Bak bu durum..." dedi Erdem amcası konuşmak isteyerek ama annesinin yüksek sesi onun sesini bastırdı.
"Lütfen yine başlama Erdem. Lütfen... Canım zaten burnumda, her an biri Behzat'a haber uçuracak, birisi anlayacak diye diken üzerindeyim. Bari senin yanındayken gönül rahatlığıyla bebeklerimden bahsedeyim."
"Bebekler?" Şafak'ta tıpkı Erdem gibi şaşkındı.
"Hı hı... Doktora gidemiyorum Behzat yüzünden biliyorsun. Manyağın her yerde adamı var... Şans bu ya yeni taşınan bir kız var siteye. Hemşireymiş kadın doğumda. Karnımı görür görmez ikizler dedi." annesinin hevesli ve heyecanlı sesi bir ateş yaktı Şafak'ın çocuk yüreğinde. Oturduğu basamaktan kayıp öndeki basamağa oturdu ama sanki altında soğuk bir mermer değil de dikenler vardı.
"Aliya?" seslenişi endişeliydi. Bu ses tonunu tanırdı Şafak. Babası kızdığında Erdem amcasının sesi hep böyle çıkardı.
"İkizlerimiz olacak Erdem." dedi annesi ama aldığı karşılık sessizlik olunca hınçla soludu.
"Bir şey söylesene Erdem?" dedi annesi çaresizce. O çaresizliği algıladığında daha da üzüldü Şafak. Duyduğu şeyler onun için fazla ağırken ne hissedeceğini de çözemiyordu.
"Ne diyeyim Aliya? Ne diyeyim!" annesine bağırılmasına içerlendi Şafak. Bir basamak daha kayıp ellerini merdivenin metal korkuluklarına yasladı.
Annesinin "neden bağırıyorsun?" deyişini yarım yamalak olsa da duydu.
"Aliya... Sana aldır kurtul dedim olmaz dedin. Tamam dedim bulurum bir yol ama ikiz diyorsun Aliya! İki bebek, bir çocukla nasıl kaçacağız nereye gideceğiz?" kaçmak mı diye düşündü Şafak. Bazen annesine çok kırıldığında ya da sinirlendiğinde evden koşarak çıkmak, bilmediği yerlerde kaybolmak gelirdi içinden. Erdem amcası da böyle bir şeyden mi bahsediyordu merak etti.
"Şafak gelmeyecek! Sadece sen, ben ve bebeklerimiz. O çocuğun lanetini yanımda taşımayacağım Erdem. Hem Şafak'ı götürürsek asıl o zaman Behzat bizi öldürür."
Gözleri doldu ama yaş akmadı Şafak'ın kara gözlerinden. Annesi hep ona lanet derdi. Dışarı çıkınca yanında götürmek istemez, birlikte uyumak istemez, vakit geçirmek istemezdi. Annesi Şafak'ı istemezdi ama bunu duymak bir çığ düşürdü daha demin bir kan damlasıyla erimeye hazır olan yüreğine.
"Çocuğu o ruh hastası, manyağa mı bırakacaksın?" Erdem amcasına kinlendi çığ düşen kalbiyle. Babası manyak değildi. Evet sinirliydi biraz, belki birazda korkutucuydu ama onun babası iyi bir adamdı.
"O çocuk, o ruh hastası manyağın oğlu! Benim değil. Ben sadece seni ve senden olan bebeklerimi istiyorum." titreyen dudaklarını kemirdi Şafak. Merdivenin bir basamağını daha kaydı. Annesi konuşmaya devam ediyordu.
"Erdem... Doğuma bir şey kalmadı bir an önce gitmemiz lazım."
"Nereye gideceğiz bilmiyorum ki. Her yerdeler Aliya. Sadece Avrupa, Asya, Balkanlar'da değil. Her yerdeler. Bir çıkar yol arıyorum ama yok."
Korkak suçlular kaçar; cesur suçlular cezalarıyla yüzleşir, demişti bir keresinde babası. Annesi ve Erdem amcası suçluydu. Suçlu olmakla kalmayıp bir de korkaklardı. Anlıyordu Şafak. Aşağıda bağrışıp duran o iki insan babasına ihanet ediyordu.
"Bizimkilere haber vereyim." dedi annesi kör bir cesaretle.
"Savaş çıksın istiyorsun herhalde?"
"Çıksın. Ben o savaşı çıkarmak için geldim bu ülkeye. O savaş için bir orospu gibi evli bir adamın yatağına sokuldum ama bak. Ne savaş çıktı ne Yarkınlar yıkıldı... Beni bir hiç uğruna topraklarımdan koparıp o lanetle buraya sürgün edip hayatlarına devam ettiler." dudakları büküldü Şafak'ın yeniden. Ellerini kulaklarına bastırıp içli içli nefeslendi.
"Lanet deyip durma şu çocuğa. Onun ne günahı var?" çocuğum ben diye bas bas bağırmak istedi Şafak. Bir yanı annesine bağırmak hatta kendi acısını hissettirmek için vurmak istiyordu ama diğer yanı o kadına hiç kıyamıyordu.
"Bir Yarkın olması onu zaten günahkar yapıyor." başını salladı çocuk Şafak. O bir Yarkın'dı ama babası ona günahkarsın sen demiyordu.
"O çocuk sadece Yarkın değil aynı zamanda bir Shanova. Senin canından, kanından. Lanet dediğin çocuk senin çocuğun Aliya. Sana benziyor, senin gibi bakıyor, senin gibi konuşuyor..." bu benzerliği sevmiyordu Şafak. O hep babası gibi görünmek tıpkı ağabeyi Behraz gibi babasına benzemek istiyordu ama büyüdükçe annesine daha da çok benziyordu. Esmer teni, uzun burnu, çekik kara hareleri, kara saçı, kara kaşı...
"İstemiyorum ya! İstemiyorum. Neden anlamıyorsun beni sen? Ne o çocuğu istedim ne Behzat'ı... Hayatımı mahvettiler Erdem. Beni mahvettiler. O lanet çocukta bu mahvoluşumun bedeli. Dayanamıyorum... Anladın mı? Onu görmeye, bana anne deyip durmasına dayanamıyorum." ellerini kulaklarına daha sert bastırıp gözlerini yumdu. İri bir damla kirpiğinden yanağına damlayıp tenini yaktı.
Annesi onu sevmiyordu.
Annesi onu istemiyordu.
Annesi ona dayanamıyordu...
Mutsuzlukla, yalnızlıkla, soğukla çoktan tanışan yüreği bu sefer sevgisizlikle tanıştı. Çocuk haliyle bir isim veremediği o huzursuz hüznün artık bir adı vardı.
"Sen benim yeni bir hayata dair tek umudumsun sevgilim. Lütfen, lütfen artık kurtar beni..."
Gözyaşları daha hızlı daha büyüktü artık. Ellerini kulaklarına sıkı sıkı kapatıp sağır olmaya çalışsa da annesinin her sözü çoktan kazınmıştı aklına. Canı acıdı, buza çağlayan kalbi sızım sızım sızladı ama bu sızı onu hınçla doldurdu. O hınçla kalktı oturduğu basamaktan çocuk Şafak.
Yeri döverek merdivenlerden inip salona gitti. Annesi ve Erdem amcası ona bakarken titreyen elini kaldırıp ikisini işaret etti ve nelere yol açacağını bilmeden tüm öfkesiyle "sizi babama söyleyeceğim!" diye ağlayarak bağırdı.
Annesinin yüzünde gördüğü o korkuyu ömrü boyunca unutmayacaktı Şafak. O korkunun getireceği izleri bir ömür taşıyacağından habersiz "babama ihanet ediyorsunuz! Babama söyleyeceğim..." bağırışlarına devam etti.
"Şafak," diyecek gibi oldu Erdem ama taş kesilmiş gibiydi. Adım atacak gücü bile bulamamıştı o an bedeninde. Ama Aliya onun aksine burnunda olan karnına aldanmadan koşar adımlarla Şafak'a gitti. Kolunu sıkıca tutup çocuğu çekiştirmeye başladı.
"Sen bizi mi dinledin?" annesinin bağrışı değil canan yanı yüzünü buruşturdu Şafak'ın. Kolunu tutan el o kadar sıkıydı ki kırılmış gibi zonkluyordu.
"Lanet çocuk... Allah'ın cezası ben sana odana gideceksin dedim! Odana gidecektin!" Aliya oğlunu sarsmaya, bağırmaya devam etti ama hıncını alamadı. Şafak'ı savurarak Erdem'in oluğu tarafa döndü ve hiç acımadan oğlunu adamın ayaklarının önüne fırlattı.
"Alsana ne günahı var dediğin çocuk! Öldürtecek bizi..."
Şafak düştüğü yerden kalkmak istedi ama kolu çok acıyordu. Ellerini yere yasladı, dizlerini kendine çekti ama kalkamadı. O kalkamayınca Erdem eğildi. Şafak'ı omuzlarından sertçe tutup karanlığa bürünmüş gerçek yüzünü bu sefer gizlemeden karşısındaki kara gözlere baktı.
"Seni öldürürüm çocuk! Eğer söylersen seni, babanı, abini... Hepsini öldürürüm. Ha! Ben sizi öldüremedim mi o zaman baban beni, anneni, daha doğmamış kardeşlerini ve seni öldürür!"
Şafak'ın titreyen bedeni, çığ düşmüş yüreği korkuyla kasıldı. O kimse ölsün istemiyordu. Başını usulca annesine çevirdi. Kendisine hâlâ aynı korku ve öfkeyle bakıyordu. Omuzlarını tutan ellerden kurtulup ayağa kalktı. Hayatını mahvedecek olan iki insanın ortasında bir ona baktı bir diğerine. Gözünden süzülen yaşlarını elinin tersiyle silip başını sağa sola salladı. Babası ona hep dürüst olmayı, cesur olmayı, kararlarının arkasında durmayı öğütlemişken korkup saklanmayacaktı.
"Sizi," dedi içli içli soluklanırken. "Sizi, babama söyleyeceğim..."
Sonra ne olduğunu anlayacak zamanı bulamadan annesinin tokadını yüzünde hissetti. Sadece o tokatla yetinmedi. Peş peşe yediği tokatlar onu yere sererken annesini üzerinde hissetti. Bedeni yere çarpıyor, yüzüne, boynuna, gövdesine durmadan annesinin soğuk elleri çarpıyordu.
"Aliya! Aliya dur öldüreceksin çocuğu dur!" Erdem daha demin dediklerini unutmuşçasına Şafak'ı kurtarmaya çabalarken Aliya'nın öfkeden ve korkudan dönen gözü o an hiçbir şeyi görmüyordu. O dövmeye, Erdem onu çekiştirmeye devam etti.
"Söylemeyeceksin! Duydun mı beni söylemeyeceksin hiçbir şey." nefes nefese durdu Aliya. Karnına saplanan sancıları yeni yeni fark edince iki büklüm oldu. Onu belinden kavrayan ellere tutunup yerdeki eserine bakmadan kalktı. İki adımda hemen önlerindeki masaya tutunup soluklandı ama bir yandan da "söylemeyeceksin," demeye devam ediyordu.
"Sus artık tamam söylemeyecek." bu sefer öfkeyle soluklanan Erdem'di. Yasağın cazibesine kapılırken kendisini burada bu halde bulmayı hiç ummamıştı ama hayattı bunun adı. İnsanı bir uçtan diğer uca savururken canını okumadan bırakmıyordu.
"Söylemeyecek. Değil mi Şafak?"
Şafak iki büklüm yattığı parkenin üzerinde yan döndü. Ağlamaktan nefesi kesilir gibiydi ama dirayetini henüz kaybetmemişti. Ellerini yere yaslayıp başını hafifçe kaldırıp onlara baktı. Ağırca yutkundu ama tükürüğü boğazını yakıp geçti.
"Söyle..." boğazını acıtan bir öksürük böldü konuşmasını ama inattı çocuk.
"Söyleyeceğim..." dedi yine. Ne ölmeyi ne öldürülmeyi ne de öldürmeyi düşünemedi. O an sadece babasına layık bir erkek çocuğu olmayı istiyordu.
"Sizi babama söyleyeceğim."
Annesinin çıldırışını doğrulmaya çalıştığı yerden izledi. Ellerini yasladığı masanın beyaz örtüsünü hırsla çekip her şeyi yere sererken gözü dönmüş bir halde yeniden saldırmaya kalkışını lakin Erdem'in engelleyişini bir sis perdesinin arkasından izledi. Annesinin hıncını alamayıp eline geçirdiği kristal bardağı ona savuruşunu göremedi. Alnında parçalanıp kaşlarının ortasına batan camların acısını yüzünde süzülmeye başlayan kanından sonra fark edebildi. O kan damları yüzünden kalbine damladı. Lakin bu sefer o damlalar buzlaşan yüreğini eritmeye yetmedi. Aksine yüreğine düşen çığı daha da büyüttü besledi kendi kanı.
Annesinin çıldırışını, Erdem amcasının onu engelleme çabasını kanlı kirpiklerinin arasından izledi. Sahiden sis inmiş gözünün önüne. Acıyan bedenini savrulduğu yerden kaldırdı. Annesine bir daha bakmadan arkasını döndü. Merdivene yürüdü, usulca çıktı basamakları. Duvar dibinde boynu bükük onu bekleyen çantasını aldı, göğsüne yasladı. Odasına girip kapısını yavaşça kapayıp kilitledi.
Üstüne başına bakmadan, durulmayan kanını umursamadan aylardır nevresimi değişmeyen yatağına girip yorganını başına kadar çekti ama çantası hala göğsüne yaslıydı. Canının acısını yeni yeni hissederken kapısına vurulmaya başlayan yumruklarla sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Annesi kapının diğer tarafında "söylemeyeceksin," dedikçe daha da sıkı sarılıyordu çantasına.
Söyleyecekti, babasına her şeyi söyleyecekti.
Her şeyi söyleyecekti. Annesinin onu dövdüğünü de söyleyecekti. Onu kanattığını, canını yaktığını da söyleyecekti. Ama ilk söyleyeceği annesinin onu neden sevmediği olacaktı. Hıçkırıkları daha da büyüdü. Alnından akan kanı ıslak dudaklarına karışıp boğazına süzüldü. Kendi kanını tuzlu gözyaşlarıyla yutarken nefretin ilk tohumlarının ruhuna sızdığından bir haberdi...
***
CANAN AHSEN TORAL
10 EKİM 17:45 / Bulgaristan
Gökyüzü artık erken kararıyordu. Gün yerini akşam vaktine bırakıp köşesine çekilirken güneşin son huzmeleri sızabildiği her delikten sızıp içinde tıkılıp kalınmış bu dağ evini dolduruyordu. Sırtımda ince bir hırka, elimde içmeyi unuttuğum kahveyle pencerenin önündeydim. Kalçamı hemen arkamdaki koltuğun sırtına yaslamış öylece pencerenin ötesini izliyordum. Arkamda gürültüler yoğundu ama benim için uğultudan ibaretti. Gözümde, kulağımda pencerenin diğer tarafındaki adamdaydı.
Şafak uzun saatlerdir elinde bir baltayla odun kesiyordu. O kadar çok kesmişti ki, kestiklerinden koca bir yığın oluşmuştu. Balta tutan ellerinden ara sıra kan süzüldüğünü de görebiliyordum. Canı sıkkındı. Aklı karışıktı ve barut fıçısından halliceydi. Biliyordum çünkü ben de onun gibiydim.
Üç gün önce yaşadığımız yüzleşmenin ardından ikimizde sessizliğe sığınmıştık. Ben suçlayan, tiksinen, öfkeli bakışlarımı ondan kaçırmazken o bana asla bakmıyordu. Diğerleriyle de muhatap değildi. Sadece Alp ile konuşuyor onunla muhatap oluyordu.
"Sıkılmadın mı?" sıçradım. Başımı soluma çevirip Dağhan'a baktım. Elleri siyah eşofmanın cebinde bana dik dik bakıyordu. Gözlerim onda dolandı. Üzerindeki asker yeşili tişörtte yer yer kahve lekeleri vardı. Akademiden kalma kıyafetlerinden bir tanesiydi... Alışveriş yapmamız lazımdı. Yanımızda çok az kıyafet vardı ve sürekli yıkayıp giyinmekten gına gelmişti.
"Alışveriş şart," dediğimde ciddi olup olmadığımı bakışlarıyla sorguladı.
"Meselemizin yeni kıyafetler ya da yiyecek olduğunu sanmıyorum." iki adımda dibimde bitti ve yanıma yaslandı. Ben başımı yeniden pencereye çevirsem de onun koyu hareleri benim üzerimdeydi.
"Ne olduğunu anlatmadın. Hiçbir şey söylemiyorsun... O da, sende bir tuhafsınız ve biz siktiğimin bu dağa evine sıkışıp kaldık sanki!" buz gibi olan porselen kupayı diğer avcuma yasladım ve çekinik hareketlerle soluklandım.
"Haklısın ama inan..." nefeslerim titremeye başladı. Yaşaran gözlerimi yere düşürüp yaşlarımı akıtmamaya çalıştım. "Kafamı toparlamam lazım Dağ. Bazı şeyleri sindirmem, kabullenmem ve yeniden güç toplamam lazım." dedim. Dağhan'ın sıkıldığını ve sabırsızlığını belli eden nefesleri saçlarıma çarptı. Gölgesi üzerime düştü.
"Burası bir meditasyon kampı değil! Bizde inzivaya çekilmedik. Bir an önce kendine gel çünkü düşman senin keyfini beklemez..." gözlerini gözlerimden çekti. Sağ eli cebinde durmaya devam ederken sol elini çıkarıp burnunun ucunu kaşıdı ve yeniden bana baktı.
"Madem burada bizimlesin, gerçekten bizimle ol!" nefesinin gürültüyle bırakıp sol elini yeniden cebine yerleştirdi.
"Herkesin, karşılığını alacağı için laf söylemeye çekindiği ama yine de çok güvendiği yıkılmayan o Canan ol bir an önce. Yoksa işimiz yaş gibi görünüyor..." dedi ve geldiği gibi gitti.
Arkasından baktım. Yemek masasında oturan çocukların yanına gidip sert ve gürültülü hareketlerle sandalyeyi çekip oturdu ve Uzay'a bir şey dedi. Uzay'ın bakışları beni bulunca göz göze geldik. Dağhan'ın, Andre'nin ve Hayat'ın bakışları beni buldu.
Önüme döndüm. Pencerenin diğer tarafında odun kesmeye devam eden Şafak'a son kez baktım ve ayaklandım. Sakince çocukların olduğu masaya ilerleyip elime yapışıp kalan kupa bardağı masaya bıraktım.
"Özür dilerim." dedim sadece. Bakışlarımı hepsinin yüzünde gezdirdim. Boris ile olanları ve öğrendiklerimi bilmeleri onlarında hakkıydı. "Ev küçücük, her yerden biri fırlıyor. Baş başa kalamadık hiç," dediğimde Uzay ve Dağhan senkronize bir şekilde başlarını salladılar.
"Akşam yürüyüşe çıkarız." dedi Andre. Bakışlarımı ona çevirdim. Omuzlarını aşan uzun saçlarını gelişi güzel toplamıştı. Gözüme çarpan beyazlarıyla içim acıdı. Elimi başını uzatıp saçlarını okşadım. Gülümsedi, başını okşayan elimi tutup avcuma bir buse kondurdu.
"Artist ya!" diye homurdanan Hayat'a döndüm bu sefer. Beğenmeyen bakışları Andre'de dolanıyordu. Ailemizin sevgi arsızı her zaman Hayat olmuştu. Kıskanmazdı ama kıskanıyormuş gibi davranmaktan çok zevk alırdı.
"Senin hareketlerini çalmış değil mi?" dediğimde çapkınca sırıttı. Andre'nin tuttuğu elimi kendisine çekip üzerini öptü ve göz kırptı. Bu çocuk iflah olmazdı.
"İstediği kadar araklasın asla ben olamaz güzel kadın!" başımı sağa sola sallayarak güldüm. Hayat Uyguroğlu gerçekten Aslan Uğuroğlu'nun oğluydu...
"He gülüm he," dedi Andre ama aksanı sebebiyle o kadar komik bir tonda söyledi ki hepimiz sırıttık. Hayat çenemi tutup yüzümü yüzüne çevirdi. İri mavileriyle yüzüme bakıp nefeslendi.
"Bir şey olmuş. Canını fena sıkan ve bize nasıl anlatacağını bilemediğin bir şey." bakışlarım Dağhan'ın hemen arkasında oturan ikiliye kaydı. Hayat'ın tespitine göz devirip başlarını sağa sola salladılar. Hayat bakışımın kaydığını fark edince dönüp arkasına baktı ama Dağhan ve Uzay kafalarını aynı anda farklı yönlere çevirdiler.
"Döverim sizi," Hayat'ın tehdidi havada asılı kaldı ama Andre'den bir kıkırtı yükseldi.
"Denesene Hayat, çok istiyorum bir dene lütfen," dedi Andre eğlenen bir tonda. O öyle deyince Uzay ve Dağhan'ın başı yeniden Hayat'a döndü ve bakışlarına yerleştirdikleri asıl tehditle Hayat'a baktılar. Hayat ise ağırca yutkunup yüzünü bize çevirdi.
"Vahşi miyim lan ben? Ne deneyeceğim. Allah Allah..." diye diye söylenip oturduğu sandalyeden kalkıp bana sırıtarak baktı ve "ablacığım yıkanacaktım ben. Bir duşa gireyim izninizle." başını arkasına bir kez daha çevirip "vahşi olmadığımı belirtmiştim değil mi? Avuçlarınız kaşınmamıştır inşallah. Teşekkürler, iyi günler, hoşça kalın!" Hayat koşar adımlarla yanımızdan uzaklaşırken hepimiz arkasından sırıtarak baktık.
"Neyse ki aramızda birisi eskisi gibi kalmayı başarmış..." Dağhan'ın kısık sesini işitince yüzümde can bulmak için uğraşan sırıtış aniden silinip gitti. Dudaklarımı birbirine bastırıp çocuklara baktım. "Odadayım ben." dedikten sonra sakin adımlarla onlarla ortak kullandığımız odaya girdim. Hayat'ta buradaydı. Sırt çantasına tıkıştırdığı kıyafetlerinin arasında bir savaş veriyor gibiydi.
"Hayat?" alnında biriken terleriyle bana baktı.
"Hepsi leş gibi kokuyor. Yıkıyoruz da ama anlamadım niye böyle!"
"Çantana tıkmak yerine bizim gibi dolaba ya da hava alacağı bir yerlere koysan sorun olmaz Hayat."
"Olmaz... Çalarlar," ona boş boş baktım. Bu kardeşlerin kıyafet hırsızlığı sorunu her evde aynıydı kesinlikle.
"Bakma öyle. Sen onları bilmiyorsun. Onlar hep kıskanmıştır benim kıyafetlerimi. Hem bu cicileri sadece ablamla paylaşınca içim acımıyor benim." dedi dudaklarını büzerek.
"O neden?" diye sordum şaşkınca. Bunu ilk defa duyuyordum.
"E hep ona aldırırım da ondan." dedi serseri gibi sırıtarak. Sonra aklına bir şeyler gelmiş olacak ki o gülüşüyle bana baktı ve göz kırptı. "Abla senin zevkin çok güzel, abla beni sen giydir, abla sence bu marka mı şu marka mı diye diye kandırıp parasını da ona ödettiriyordum." gülmemi engelleyemedim. Burnumun ucunu kaşıyıp ellerimi kot pantolonumun arka ceplerine yerleştirdim ve omuzlarımı silktim.
"Hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum ama sen Uyguroğlu Ailesi'ne ait şirketlerin en yüksek hisseli varisisin Hayat. Yani demek istediğim en zenginimiz sensin." gözlerine sinen ego parıltılarını hiç yadırgamadım. Dayılarımdan hepimize sirayet etmiş gibiydi bu ego.
"Ya orası ayrı canım. Müteahhit... Pardon mühendis oldum boru mu?" aptal aptal güldü. "Ben böyle daha çok mutlu oluyorum. Ablam aldı bana bunları deyip daha da kıymet veriyorum. Ablamda salak değil ya anlıyor beni, amacımı..." gülen sesine birden sinen özlemle ben de buruklaştım.
"Özledin mi?" başını salladı. Ben de özlemiştim.
"Bakma biz hep dalaşır, zıtlaşır kavga ederiz ama bizimde sevgi dilimiz bu." birbirimize bakıp gülümsedik ama "siz bizim aksimize biraz fazla mıç mıçsınız gerçi..." dediğinde gözlerimi büyüttüm ve derince yutkundu.
"Yani sevgi gösterme şekliniz sarılma, öpme falan ama leş... Yok leş değil de fazla yani. Fazla fazla! Hem sen fazla anaçsın hem de Peri ve Minel, kim abla kim küçük bildiğinden kavga ettiğinizi de görmedik ya..." lafı çevirme gayretine güldüm. Kızlarla öyle bir ilişkimiz olduğu doğruydu. Bizde sevgiye dair şeyler hep biraz fazlaydı zaten.
Ellerimi ceplerimden çıkarıp yanına vardım ve yanağından bir makas aldım. "Aklanıp paklandıktan sonra ablanı ara. O da özlemiştir seni. Hem hamile! Eminim seninle konuşmak, sana kızını anlatmak istiyordur." gülüşü değişti. Şefkatle parladı, merhametle büyüdü ve sevgiyle tamamlandı. Hayat Bey anlaşılan daha yeğeni doğmadan tam bir dayı olacaktı.
"Şimdi yanında olsam beni göğsüne yatırıp saçlarımı okşayarak anlatırdı... Yusuf Ali de köşede oturur hasedinden çatlardı," sırıttım. Anlattığı yabancısı olduğumuz bir görüntü değildi.
"Sonra sen Yusuf Ali'ye laf atardın İzel de senin saçını çekip, kocama laf etme derdi." başını salladı. Burnunu çekip gözlerini kırpıştırdı ve saçlarını karıştırdı. "Aynen öyle olurdu." dedi. Hayat, onlarla uğraşmaya bayılırdı. Güzel anlarını önce baltalar, sonra üzülür ve en sonunda kendisini affettirmek için kırk takla atardı.
Odadaki küçük dolaba ilerledim ve içinden çocuklardan hangisine ait olduğunu bilmediğim bir tişört çıkardım. Bedenleri hemen hemen aynı durduğundan olacağına emindim. Elimdekileri ona verip yatağa uzandım.
"Git yıkan haydi," dediğimde başını salladı. Çantasından iç çamaşırı alıp bana havadan öpücükler atarak odadan çıktı.
Aldığım nefesleri gürültüyle bırakıp tavanı izleyen gözlerimi kapadım. Ağrımak için yer arayan başımı yatağa iyice bastırıp parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip çekiştirdim. Zorlanıyordum. Belli etmemeyi çabalasam da kendimi aksine ikna etmeye çalışsam da gerçek açıkça ortadaydı. Mesele dirayet ya da güçte değildi. Mesele hissettiğim yabancılık ve bilinmezlikti. Herkes herkesle dost ve aynı herkes aynı herkesle düşmandı.
Yan döndüm. Bacaklarımı kendime çekip ellerimi arasına sıkıştırdım. Boris ile konuştuklarımızı, Şafak ile yaşadığımız o yüzleşmeyi anımsadım. Anımsadıkça Şafak'a söylediğim sözün ağırlığı bir kez daha sarstı beni. Mesele tamda buydu işte. O gözümün önünde birini öldürüp beni tehdit ederken bundan zerre etkilenip pişmanlık duymazken ben ona dediğim iki lafla kendimi bok gibi hissediyordum.
Çünkü aynı değilsiniz Canan!
İç sesimin isyanına kulaklarımı tıkamak istedim. Evet aynı değildik. Aynı değerlere, aynı hassasiyete de sahip değildik ama ben de o lafları edecek birisi değildim. Ofladım, gözlerimi ağırca aralayıp hafifçe sırtüstü dönüp yeniden tavana baktım ve alnımı ovaladım.
Zonklamaya başlayan başımı duvardan duvara vurma isteğim derinlerden depreşmeye fırsat kollarken düşünmekten vazgeçmedim. Babamın dedikleri, Ferah ile konuştuklarım zihnimin kazanında birbirine karışıp bir bulamaç haline gelirken doğruyu yanlışı ayırt edebilecek gücü kendimde bulamadım.
Sırtımı tamamen yatağa bırakıp bacaklarımı kırıp ayaklarımı da yatağa yasladım. Ellerim saçlarımı şakaklarımdan çekiştirirken migren küçük tohumlarını çoktan serpmişti. Oflayamaya devam ederek yataktan kalkıp pencerenin oradaki koltuğun üzerindeki çantamdan ağrı kesici aldım. Suyla içmek için odadan çıkıp mutfağa gittiğimde çocuklar salon kısmındaydı. İkizler ve İlknura yanlarındaydı ama kimse kimseyle konuşmuyordu.
Buzdolabından bir şişe su alıp içeriyi görecek şekilde tezgâha yaslanıp ilacı içtim. Soğuk su iyi gelince suyu içmeye devam ettim ama birden yükselen çığlık ve küfürlerle elim ayağım titredi. Şişedeki su yüzüme, yere, ellerime dökülürken çocuklar banyoya koşturdu. Andre herkesten önce banyoya girince o da çığlık attı.
"Ne oluyor?" diye koşturup yanlarına gittiğimde Uzay eliyle gözlerimi kapayıp "bakma abla!" dedi. Banyonun kapısına herkes yığılırken İlknura'nın kahkahasını, Ekin'in de küfür edip Ekim'e bakmamasını söylediğini işittim.
"Ne oluyor dedim?" dedim sesimi yükselterek. Herkesin sesi bir an birbirine karıştıktan sonra sessizlik oldu.
"Fare var. Kocamandı." Hayat'ın açıklamasıyla rahat bir nefes alıp verdim.
"Bundan mı korktun lan erkek?" diye azarladı Hayat'ı Dağhan.
"Nereden çıktı anlamadım ki. Birden üstüme atladı manyak. Götüm düştü lan korkudan!"
"Ulan Hayat... Al şu havluyu. Her yerin meydanda," Uzay'ın uyarısının ardından hışırtılar duyuldu ama ara ara kıkırtılarda yükseliyordu. Uzay elini çektiğinde gözlerimi kırpıştırarak etrafa baktım. Hayat belinde bir havluyla duşa kabinin önündeydi. Andre hemen yanında etrafa bakınırken Dağhan ters ters Hayat'a bakıyordu.
"Ya siz ne doluştunuz banyoya? Özel alanımı işgal ediyorsunuz şu an." Hayat'a bende dahil herkes göz devirirken gereken cevabı Dağhan verdi.
"Ulan salak kıçına kazık sokmuşlar gibi bağırmasaydın sen de!"
"O kadar bağırdım mı ya?" ıslak ensesini kaşıyıp bize alttan alttan baktı. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü durdurdum. Hayat bize mahcup bakışlar atarken mavi irisleri birden büyüdü ve "aha orada!" diye bağırıp duşa kabine yeniden girdi ve cam kapıları kapadı. Çocuklar Hayat'ın bağırışıyla korkup kaçışan fareyi yakalamak için aynı anda hamle yapsalar da sonuç hüsrandı. Küçük fare, kapısı açık olan çamaşır ve kurutma makinesinin bulunduğu kısma kaçmıştı.
"Ulan o ne kadar büyüktü!" Uzay'ın hayret dolu sesiyle gözlerimi bir kez daha devirdim. Büyük değildi. Yani en azından benim gördüğüm büyük farelerin yanında bu bir hiçti.
"Demiştim size. Elim daha küçük anasını avradını..." diye sitem etti Hayat.
"Küçük olan sadece elin değil sanki..."dedi İlknura. Hayat'ın yüzü anında düşerken Ekin ve Ekim de dahil çocuklar hayvan gibi güldü. Yan gözlerle İlknura'ya bakınca omuzlarını silkip göz kırptı.
"Ne demek küçük! Sensin küçük, büyük benim..." Hayat'ın sesini "hop, hişt, şştt, hey, lan!" gibi abuk sabuk uyarı nidaları çıkaran Dağhan, Uzay ve Ekin'in sesi bastırdı. Andre ise Hayat'ın ağzını kapayıp çözmeye çalıştığı havlusunu tutuyordu.
"Ay yeter!" diye bağırdım sonunda. Hepsi sustu.
"Çıkın şuradan! Hayat sen de giyin üstünü," deyip arkamı dönüp koridora çıktım. Ekin kolunu Ekim'in omzuna atıp içeri geçerken İlknura'da sırıtmaya devam ederek peşlerinden gitti.
Çocuklar yanıma gelip arkalarından kapıyı kapattıklarında Hayat'ın içeriden bağırtıları geldi. Birbirimize bakıp kısıkça gülerken Andre tuttuğu kapı kulpunu bırakmadı. Bir dakika kadar sonra Hayat diğer taraftan kapıya asıldığında açamadı. Açamayınca küfürler savurup bağırdı. O da yetmedi tehdide başladığında Andre gülerek kulpu tutmayı bırakınca kapı aniden açıldı ve Hayat geriye savruldu. Gülüşmeler devam ederken Hayat söylene söylene banyodan çıkıp bize ters ters baktı. Sonra iki eliyle malum yerini gösterdi.
"Benim oğlum gayet büyük bir kere tamam mı?" dedi elinden şekeri alınmış çocuklar gibi. Gülüşümü gizlemeye çalışsam da engel olamadım ama uyarı niteliğindeki "Hayat!" deyişim ciddiydi.
"Ama abla bana resmen hakaret etti. Bana, bana Jr. Aslan Uyguroğlu'na!" boynunu büktü. Ellerini önüne kapayıp kederle soluklandı. "Küçük mü?"
"Yani ben görme şerefine eriştiğim için bir yorum yapabilirim sanırım," dedi Andre. Banyoya ilk giren o olmuştu.
"Canım kuzenim. En sevdiğim kuzenim, gün güzeli halamın biricik oğlu. Konuş konuşta duysunlar aslanımın heybetini!" Hayat'a boş boş baktık. Heyecan ve hevesle Andre'nin diyeceği şeyi bekleyen haline de gülmeden edemedik.
"Yani kadın pekte haksız sayılmaz gibi..." Hayat'ın sarsılmaz egosu sarsıldı. Bakışları kırıldı. Gülüşü söndü. Elini kaldırıp parmağını Andre'nin yüzüne salladı.
"Andre Alp Lemaire! Senin, benim töreme göre ölüm hakkın gelmiştir oğlum. Kolla o götünü!" Dağhan ve Uzay birden anırarak gülmeye başlarken Andre pıtı pıtı adımlarla yanıma gelip arkama geçti ve ellerini omzuma koydu.
"Beni kollarsın değil mi abla?" Andre'nin fısıltısıyla başımı sağa sola sallayıp alnımı ovaladım. Andre'nin ellerini pışpışlayıp omuzlarımdan ittirdim ve banyoya girip kapıyı hafif aralık kalacak şekilde kapadım.
Çocukların gülerek atışması devam ederken yüzüme bir gülümseme sindi. Uzun zamandır ilk defa böylesine güleç ve rahatlamış gibi duruyorlardı. Kulağım onlarda bir şekilde fareyi son gördüğüm yere makinelerin olduğu kısma ilerledim. Kısık sesle ıslık çalmaya başlayıp makinelerin etrafına bakındım. Dizlerimin üzerine çöküp altına baktım ama görünür de yoktu.
"Ulan harbi küçük mü ya... Dağ, Uzay siz gördünüz mü?" Hayat sitemlerine ve sorularına devam ederken Uzay sabır çekti. Dağhan ise her zaman ki asabi sesiyle "Hayat, seni bir döverim fındık kadarıyla yetinmek zorunda kalırsın, edepsiz!" dedi.
"Oğlum dalga geçmeyin ya bu önemli bir konu. Hele ki benim için çok daha önemli bir konu..." Hayat'ın serzenişleri o kadar komikti ki salak çocuk cidden oturup ağlayacak gibiydi.
"Niye porno yıldızı mısın sen?" dedi Andre. Erkeklerin bu bel altı konuşmaları ve şakalaşmaları gerçekten komik ve arsızdı.
"Tövbe estağfurullah!" Uzay'ın tepkisine sırıtırken dizlerimin üzerinde sürüne sürüne fareyi aramaya devam ediyordum.
"Neredesin ki sen acaba? Benim bu davarlar korkuttu seni tabii. Yavrucuğum neler gördün de psikolojin bozulup kaçıştırdın oradan oraya," diye mırıldanırken Hayat'ın hayret dolu sesini duydum. "Abla sen fareyle mi konuşuyorsun?" dedi hayatında ilk defa şahit oluyormuş gibi.
"Salak. Canan abla için fazla normal bir durum bu. " Dağhan'ın uzun bir aradan sonra ismimin yanına abla sıfatını eklemesi gözlerimi doldurdu. O kadar eskisi gibiydik ki şu an ağzından öylece abla çıkması çok doğaldı.
"Doğru. Ablamın insandan çok hayvanlarla haşır neşir olduğunu unutmuşum." dedi Hayat.
"Lan siz Brezilya'daki evinde piton beslediğini biliyor muydunuz?" Uzay'ın heyecanlı sesiyle başımı kaldırıp kapıya baktım. Doğru ya beni bir kızım vardı. Olup biten onca şeyin sonucu olarak onu unutmak vicdanımı sızlattı.
"Hadi lan oradan diyeceğimde söz konusu CAT olunca inanırım." dedi Dağhan. CAT Ferah'ın bana ismimin kısaltmasından dolayı taktığı isimdi. Salak kız bazen de kedicik derdi bana.
"Kocaman sapsarı bir şeydi. Ablamda iyi eğitmiş ama. Onun yamacından ayrılmıyor, sözünü dinliyordu. Birkaç kere tek denk geldim manyak sürekli tıslayıp durdu. Bir keresinde de saldıracaktı yemin ederim. Mideye indirecekti şerefsiz!" gülüşleri birbirine karıştı ama en net Andre'nin gülüşünü ayırt edebildim.
"Bak bu sefer hadi lan oradan!" dedi Dağhan gülerek.
"Yalan borcum mu var oğlum? Sen bize eğitimde köpek balıklarıyla savaştım derken biz sana inanmıştık ama!" Andre ve Hayat'ın gülüşleri büyüdü. Sonra Hayat "vallahi ben inanmamıştım kanka. Kusura bakma Dünya'yı etkilemek için götünden attığın çok belliydi," deyince duraksadım. Sadece ben değil onlarda duraksadı.
"Dünya'm kıçıyla gülmüştü... Sonra ben Dünya'ma göz kırptığını görünce saldırıp yastıkla boğmaya çalışınca bana da küsmüştü..." dudaklarımda can bulan buruk tebessüm eminim onlarında dudaklarında can bulmuştu.
"Sonra birbirinize zarar veriyorsunuz diye azarlamıştı sizi... Ertesi sabah biriniz kocaman, canlı beyaz gül demetiyle birinizde kağıttan güllerle kendinizi affettirmiştiniz." dedi Andre.
Anılar ağır ama güzeldi. Dünya ve ona dair her anı her hatıra bir gülüş kırıntısıyla zihnimizde canlanıp duruyordu. Eskiler güzel deyip duruyorduk ama güzel olan eskideki bizdi. Dünya'nın ölmediği, hepimizin bir arada olmak için can attığı zamanlardı. Sesleri hâlâ çıkmıyordu. Dizlerimin üzerinde oturup ellerimi bacaklarıma yasladım ve onlara seslendim.
"Çocuklar bana biriniz kapaklı bir kap bulup getirir misiniz?"
Ses etmediler ama uzaklaşan birinin adım seslerini kolaylıkla işittim. "Yakaladın mı?" diye soran Uzay'dı.
"Henüz değil." etrafa bakınmaya devam ettim. Dikkatimi lavabo tezgahı çekince o yöne yöneldim. Dolabın kapaklarını açmadan yere eğilip altına baktığımda bana bakan bir çift gözle denk düştüm. Oradaydı. Ama sanki sıkışmıştı.
Biraz geriye kaydım ve tamamen yere eğildim. Elimi çok yavaş hareketlerle dolabın altına ilerletiyor bir yanda da ona teşekkür ediyordum. Çocukların yüzünde uzun zaman sonra gerçek bir gülüşe, tasasız bir muhabbete neden olmuştu. O yüzden gözümde bir fareden çok fazlasıydı.
"Gel bakalım," elimi iyice yanaştırdığımda ciyakladı. Bu ses canının yandığını gösteriyordu. Ya kuyruğunu ya da ayağını sıkıştırmıştı. Dolabın altı karanlık olduğundan göremiyordum. Elimi yaklaştırdıkça sesi daha da arttı. O sırada içeriye birileri girdi.
"Abla bu olur mu?" başımı çevirip bakmadan "yanıma bırak And," dedim.
Dolabın altına iyice yanaşıp kısık seste bir ıslık çalmaya başladım. Ben elimi yaklaştırdıkça fare kaçmaya çalışıyordu ama çabaları boşunaydı. "Biriniz ışık tutar mısınız? Bu lamba aydınlatmıyor dolabın altını." dediğimde yanıma Dağhan geldi. Telefonun fenerini açıp dolabın altına tuttuğunda her şey daha da netti. Bunca karmaşayı çıkaran küçük bir fındık faresiydi.
"Korkma bebeğim, korkma!" dediğimde arkamda gülüşmeler yükseldi.
"Abla Türkçe anlamıyor galiba." Hayat'a bakmadan gözlerimi devirdim. Espri yapma meziyeti ne yazık ki gerçekten 106 idi.
"Dimi lan 106! Kesin Bulgarca biliyordur fare," dedi Uzay dalga geçerek.
"106 değil. 116 benim IQ'um ayıp artık!"
"Çok fark ediyor sanki." diyen ise Andre idi. Geçmişten gelen bu 106 muhabbeti Aslan dayımdan oğluna yadigar kalmıştı resmen.
"Ediyor tabii. Hem o testler sırasında uykuya kalmasaydım daha yüksek çıkardı. Kıskanç köpekler!" tanıdık gelen bu hikaye beni güldürdü. Kerem dayımın ara ara ilk günkü gibi kahkahalarla anlattığı Aslan dayımın anısının aynısını yıllar sonra Hayat'la biz yaşıyorduk.
Baba oğul fazla zekilerdi ama ikisinin de IQ testleri 106 kalmıştı. Sessizce oflayıp gözlerimi birkaç saniyeliğine kapadım. Dudaklarım yine gülmemek için birbirine sıkı sıkıya kapalıydı. Aslan dayım birebir kendi minyatürünü yaratmıştı resmen.
"Bir sessiz olun, korkuyor!" sustular. Farenin çırpınışları daha da artarken elimi tamamen dolabın altına soktum. Isırmak için yeltendiğinde geri kaçmadım. Henüz küçük olduğundan dişleri da zarar verecek kadar güçlü değildi. Isırsa da sorun değildi. Herhangi bir duruma karşı bir veteriner olarak aşılarım tamdı.
"Gel bakalım küçük," usulca titreyen küçük bedenini avuçladım. Bu onu ilk başta korkutup daha da hırçınlaştırsa da bırakmadım. Çırpındı. Ciyakladı. Kaçmaya çalıştı ama sonra duruldu. Elime, elimin sıcaklığına alıştı. Isırma dürtüsü tamamen yok olduğundaysa başını okşadığım parmağıma kendisi sürtünmeye başladı. On dakika süren bu savaşta galip gelen bendim. Dağhan'ın tuttuğu ışık sayesinde neresinin sıkıştığını gördüm. Sol ayağı dolabın duvarla yapışık kısmındaki çıkıntıya sıkışmıştı.
Diğer elimi de uzattım. Önce çıkıntıyı parmak uçlarımla yoklayıp nasıl bir şey olduğuna baktıktan sonra farenin ayağını tutup çok nazik hareketlerle kurtardım. Hiç acele etmeden fareyi dolabın altından çıkardım ve çocuklarında görebilmesi için biraz havaya kaldırıp "çok büyük dediğiniz fare!" dedim. hepsi avcumda tuttuğum fareyi yüzlerini ekşiterek bakarken ben öpmemek için kendimi zor tutuyordum.
Hayat elini açarak uzatıp gözlerini kıstı. "Elim daha büyükmüş lan. Hehehe!" Uzay, Hayat'ın ensesine vurup "hay sana da büyüklüğüne de ya!" diye kızdı.
Nefesimi gürültüyle bırakıp ellerimi kucağıma yasladım. Önümdeki kapağı kapalı saklama kutusuna bakıp "Andre kapağı açar mısın?" dedim.
Andre yanıma çömelip kutunun kapağını açmaya çalıştı. Bakışları bir yandan ellerimin arasındaki faredeydi. Gözleri bana tırmandı. "Tatlıymış aslında," dediğinde gülümsedim.
"Öyle tabii. Fındık faresi bu. Baksana avcumun arasında kayboluyor." dediğimde gülümseyip başını salladı. Bir cesaret parmağını uzatıp benim gibi başını sevmek istedi ama onu yabancı olarak algılayan fare ısırmak için hamle yapınca Andre sıçrayıp geri kaçtı.
"Yok tatlı değilmiş!" kıkırdadım. Çocuklarda Andre'ye gülerken Andre kapağı açıp önüme uzattı. Onun yapacağından emin olamadığımdan Dağhan'a dönüp "Kapağı ben bırakır bırakmaz üstüne kapat tamam mı?" dedim.
Konuşmak yerine Andre'nin elindeki kapağı alıp karşıma geçti. Ortada duran kaba ellerimi yavaşça sokup Dağhan'a baktım ve "şimdi!" deyip ellerimi çektim ama Dağhan kapağı tam oturtamadığından fare bulduğu ilk boşluktan sıçrayıp yine kaçtı. Hayat ve Andre fareden kaçarken Uzay' da sağa sola kaydı. Dağhan ile aynı anda banyo kapısından çıkmak üzere olan fareye hamle yaptığımızda birisi bizden önce davrandı.
Küçük farenin üzerine aniden basan kalın tabanlı ve çamurlu botla gözlerim iri iri açıldı. Başımı ağır ağır yukarıya kaldırdığımda Şafak'ın çatık kaşlarının altındaki karalarıyla göz göze geldim.
"Ne bu tantana!" Şafak'ın sesi tarifi zor olan bir tondaydı. Kızgın ve öfke kusuyordu ama rahatsız eden asıl şeyi tarif edemedim. Dağhan geriye çekilip ayağa kalktı ve çocukların yanına gitti. Hepsi aniden sessizleşmişti ki bu umduğum bir şey değildi. Gözleri yeniden fareye değdi. Korkuyla kuyruğunu sallıyor, dakikalar öncesindeki gibi acıyla ciyaklıyordu.
"Ayağını çek!" dediğimde baskısını daha da arttırdı. Hınçla ona baktım ve "çek şu ayağını!" diye bağırıp bacağını iteklemeye çalıştım ama hiç etki etmedi sadece kaşlarının ortasındaki iz daha belirgin oldu.
"Şafak çeksene ayağını!" dedim ama yok asla çekmiyordu.
"Fareyi ne yapacaksın?" dedi.
"Ne demek ne yapacağım? Dışarıya bırakacağım!"
"Kapının önüne... Arkandaki kabı da yuva mı yapacaksın?" dediğinde dilimi dudaklarımda gezdirip bakışlarımı kaçırdım. "Hıh!" diye küçümseyen bir nida çıktı dudaklarının arasından.
"O da tüm sülalesini eve toplayacak... Biliyor musun Toral senin aksine ben hayvanlardan nefret ederim. Özellikle farelerden... Eh, yenecek bir hayvanda olmadığına göre..." deyip gözlerini gözlerimden çekmeden kaba kuvvetiyle, dakikalarca sıkıştığı yerden kurtarmak için ter akıttığım fareyi ezdi.
"Ha siktir!" dedi Dağhan.
"Lan!" dedi Uzay ve Andre.
Tepki veremedim. Geri çekilip ezdiği fareye bakıp botunun altını beyaz fayansa sürttü. O bana baksa da ben başımı kaldırıp ona bakmadım. Arkamı dönüp kabı ve hâlâ Dağhan'ın elinde olan kapağı alıp fareye ilerledim ve kapak yardımıyla ölü bedenini kaba koyup kapağı da kapattım.
Bilerek yapmıştı. Ezip geçtiği fare değildi. Benim değer yargılarım, önceliklerim, kutsalımdı. Fareyi değil beni ezip geçiyordu. Bu oyunda söz sahibi benim sen değilsin diyordu. Dile dökmesine gerek yoktu. Bak, ben seni de ezerim ona göre diyordu. Günlerdir sergilediği tavırlarda bunu açık açık bağırıyordu.
Normalde Şafak'a saldırmam, ağlayıp zırlamam lazımdı ama sakindim. Gözyaşımda yoktu, diyecek bir sitemimde. Ölen farede değildi halbuki. Fareyle birlikte dakikalardır yaşadığımız güzel anlarda yok olmuş gibi hissettiriyordu ve bu canımı daha da çok yaktı. Ama ağlamadım. Sesimde çıkmadı. Elimdeki kabı sıkı sıkı tutup gözlerimi Şafak'a değdirmeden banyodan çıkarken arkamdan çocuklan sesleri yükseldi.
Hayat; "Canan abla tahmini ne zaman hepimizi örgütleyip, bir yerlere zincirlenerek FARELERE ADALET! eylemi yapar?" derken Uzay "Hayat bir sus oğlum ya! Bir sus kurban olayım!" diyordu...
Saat gecenin köründe bir yerlerdeydi. Evin ilerisinde göl kenarının önüne devrilmiş ağaç kütüğünün üzerinde oturuyordum saatlerdir. Elim güç almak için sürekli boynumda, adını aldığım büyük anneannemden yadigar kolyede dolanıyordu.
Düşünceler silsilesine çöken sis görüşümü kapatmıştı. Sadece önümdeki gölü değil gözümün önünde dolanan hiçbir şeyi görüp ayırt edemiyordum. Pişmanlık değildi hissettiğim. Uzay'a verdiğim söz bakiydi. Söz vermemiş olsam da ne onu ne diğerlerini içine bodoslama düştüğümüz bu dünyada yalnız bırakmazdım zaten. Burası gerçek kötülerin görünmez perdelerin arkasında at koşturduğu bir dünyaydı. Bizim; hep birbirimiz için olan metaforumuz, onlar için sadece kendim ve çıkarlarım içindi. Boklu değneğin ucu onların iyiliğine dokunuyorsa o boka bulanmaktan çekinmiyorlardı. Mesele bokta değildi. Mesele kandı. Mesele para, mesele güçtü. Mesele sadece kendi dünyalarında değil tüm dünyanın zirvesinde zafer bayrağını sallama yarışıydı.
Kendi içlerinde bir hiyerarşileri vardı ancak hepsinin gözü birbirilerinin koltuklarındaydı. Kirli çıkarlara dayanan bu düzen aslında çok zayıf dinamitlere sahipti. Parayı alan susuyor ya da öldürüyordu, parayı alan konuşuyor veya yaşatıyordu.
Hepsinin derdi aynıydı. Önce bizi sonra birbirilerini yemekti...
Sis çoğaldı, gecenin karanlığında ayın ışığını örtbas edip gölün üzerinde süzülerek bana yanaştı ve etrafımı sardı. Önce zihnim sonra duyularım bulanıklaştı. Sisin içinde görünmez olan bedenim pelte kıvamındaydı sanki. Sis geçmedi. Ellerimi dizlerime yaslayıp gözlerimi yumdum. Beni içine hapseden sis değil de karanlıktı sanki. Hunharca bir hızla kullanılmış ve bertaraf edilmiş gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Yaşanılanlar, yaşadıklarım, yaşayacaklarımın gölgesiydi sanki bu sis. Boğuk bir basınçla yeryüzünde mahsur kalmışta çıkış yolu ararcasına her yöne dağılıyordu ama bir çıkış yolunun olmadığını, sabahında doğan güneşle yok olacağını o da bilmiyor gibiydi.
"Çok düşünmek zararlı değil mi?" sisin arkasında beliren cılız ışığın arkasındaki gölgelerle ve birden işittiğim sesle irkildim. Elim yüreğimde başımı sola çevirdiğimde sisin içinden bana yaklaşan çocukları fark ettim.
"Korkuttunuz beni," dedim. Yanıma geldiler. Uzay ve Dağhan karşımda ellerinde fenerle dururken Andre sağıma, Hayat soluma oturdu.
"Kabul et vampir olmamızı tercih ederdin? Edward falan.... Edward'dı değil mi?" gülümsedim. Eski filmlere olan aşkımı elbette yedi sülalem biliyordu.
"Hayat olmandan son derece memnunum." dediğimde çapkınca sırıttı.
"Şafak gitti," Uzay'a baktım. Fenerin ışık seviyesini düşürmüştü.
"Yanında Eylem'de vardı," dedi Dağhan. Başımı ağırca sallayıp dizlerime yaslı ellerimi hırkanın ceplerine sokuşturdum.
"Bir şey dediler mi?" başlarını hayır dercesine sallayıp birbirilerine baktılar.
"Ne oldu?" dediğimde Dağhan omuzlarını silkti. "Tuhaftı biraz. Telefon geldi sonra da Eylem'le gitti. Alp'e burada kalmasını söyledi." cehenneme kadar yolları vardı ama pek yabancılık çekeceklerini sanmıyordum.
"Diğerleri evde," dedi Uzay ama demek istediği haydi konuş artıktı. Yüzümü sıvazladım. Nereden nasıl başlayacağımı kestiremedim. Ama anlatmaktan önce yapmam gereken başka bir konuşma vardı.
"Olanları, öğrendiklerimi anlatacağım ama öncesinde daha önemli bir konu var!" bakışları birbirini buldu önce. Uzay ve Dağhan zaten ciddilerdi lakin Hayat'ta o ciddiyet maskesini taktı. Andre her zamanki gibi sessizce konuşmamı bekliyordu.
"Burada biz bizeyiz. Sadece biz! Birbirimizden başka kimseye güvenemeyiz, inanamayız!" dedim. Bir an sözlerimin nereye varacağını anlayamadılar ama ne dediğim belliydi.
"Demem o ki burada ne yaşanırsa, ne duyulursa önce birbirimize anlatacağız. Önce biz bileceğiz. Sonra eğer gerekirse diğerlerine söyleyeceğiz. Buna herkes dahil. Önce biz sonra onlar tamam mı?" birbirilerine baktılar. Yüzlerinde emin olamayan, şüpheli bir ifade vardı.
"Tamam da neden?" dedi Uzay.
"Cephede olan biziz çünkü. Birbirimize açık, şeffaf ve dürüst olmalı en önemlisi sadece birbirimize güvenmeliyiz. Koordinasyonumuzu asla bozmamalıyız."
"Orası öyle de sen bir neler döndüğünü anlatsana!" Dağhan'a bakıp yutkundum. Gerilmişlerdi.
"Anlatacağım ama önce hem bu söylediklerim için hem de birazdan söyleyeceklerimin ardından sakin kalıp bizi tehlikeye atmayacağınıza söz verin."
"Abla anlat artık!" diye yükseldi Uzay. Sabırsız ve sinirliydi.
"Söz mü dedim?" yine birbirlerine baktılar. Uzay ve Dağhan'ın bakışması daha uzun sürerken Andre elini ortaya uzattı ve ilk sözü o verdi. Sonra Hayat uzattı elini. O da söz verdi. Karşımdaki ikiliye baktım. Önce Dağhan sonra Uzay uzattılar ellerini. Bende iki elimi uzatıp birini alttan birini üstten ellerine yasladım.
"Söz," dedim. Beni tekrarlayıp ellerini geri çektiler.
"Anlat haydi." dedi Andre sakin bir tonla.
Üşüyen ellerimi birbirine sürtüp oturduğum kütükten kalktım. Hepsini göreceğim şekilde ilerleyip durdum ve gözlerimi cılız ışıktan görebildiğim kadar yüzlerinde gezdirdim. Babamla konuştuğum o kısa konuşmayı es geçerek anlatmaya başladım.
"Aile düzenini biliyorsunuz zaten. Tekrar tekrar konuşmaya gerek yok. Bilmediğimiz asıl şey üç değil dört aile oldukları ve liderlerinin de Yarkın ailesi olması!"
Yüzlerinin aldığı şekli görmem için ışığa ihtiyacım yoktu. Şaşkınlık, algıma, daha büyük bir şaşkınlık ve öfke. Ah bir de kandırılmışlık hissini fazlasıyla hissettiklerine emindim. Yarkın ailesinin bu ailelerle ilişkileri sandığımız üzere kirli pazarlıklardan ibaret değildi. Yarkınlar da o ailelerin bir parçası hatta en büyük parçasıydı.
Dağhan "nasıl ya?" deyince anlatmaya başladım.
"Boris'in evinde büyük tablo vardı. O tabloda dört yaşlı adam, dört genç adam ve dört erkek çocuğu vardı. Nesilden nesle gibi bir şeydi duruşları. O an zaten bir şeyleri fark ettim ama sonrasında Boris ile konuşunca her şey daha da anlam kazandı."
"O zaman..." dedi Uzay. Kelimeler boğazına dizildi sanki. Elini alnına yaslayıp ovaladı. Gözlerini göremesem de yaşlarla parladığına emindim.
"Evet," dedim titreyen sesimle. "Üç değil... Dört kişiydiler."
Aramızdan bir sis bulutu geçti. Sisin ardında kalan yüzlerimiz soğuktan kesilirken uzay yalpaladı ama arkasında Dağhan vardı. Hayat yerinden hızla kalkıp volta atmaya başladı. Andre ise dalıp gitmişti. Yanlarına yaklaştım. Uzay'ın karşısında durup ellerini tuttum.
"Katillerin adlarını öğrendim." mavilerinden geçen o titreyiş canımı yaktı. Acısını alıp kendi canıma katmak istedim ama ne yaparsam yapayım, ne yaparsa yapsın o acı bakiydi.
"Söyle abla... Bana o itlerin kim olduğunu söyle!" başımı salladım. Uzay'daki bakışlarımı diğerlerine çevirip onlara da baktım. Hepsi dudaklarımın arasından çıkacakları bekliyorlardı.
"Boris'in dediğine göre o yaz hepsi tatil için Mersin'e gelmişler. Yarkın ailesi İstanbul dışında Mersin ve Adana'da yaşayan bir aileymiş... O gece dört kişi yatla açılmışlar... Sonra demir atmışlar. Çok içmişler sanırım sadece alkolde değil..." kendi sesim kulağımı tırmalıyordu. Onlardan bahsetmek midemi altüst edecek kadar pis hissettiriyordu.
"Erjon'u zaten biliyoruz... Diğerleri İgor Kuznetsov, Dimitri Boryanov ve o zaman on altılı yaşlarda olan Behçet Yarkın..." sıkı sıkı tuttuğum eller kayıp gitti. Uzay karşımda yıkıldı yıkılacakken Dağhan onu omuzlarından sardı. Andre sağına hayat soluna geçip sırtından destek verdiler.
"Dik dur lan!" dedi Dağhan karmaşık bir ruh haliyle. Onunda hali kötüydü ama adının hakkını veriyordu. Uzay'ın arkasında Dağ gibi duruyordu. Titreyen dudaklarıma dişlerimi geçirip alt dudağımı ağzımın içine yuvarladım. Bir gecede büyümüşlerdi. Bir gecede her şey çok değişmişti...
"Emin miyiz?" dedi Hayat ondan çok nadiren duyduğum o sert, karanlık sesiyle.
"Eminim... Bir şey daha var," işte bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Bu söyleyeceğim onları daha da öfkelendirecek hatta gözlerini döndürecekti ama bilmeleri haklarıydı. Bilmeli, ona göre davranmalı ona göre siper almalıydılar.
"Şafak... O gece oradaymış..." başımı yere eğdim. Hissettiğim suçluluk sakladığım yerlerden sızıp yine etrafımı sardı. Düzeni bozmak, hep olanı değiştirmek iyiyi değil kötüyü ve faciaları beraberinde getirmişti. Ellerimle yüzümü örtüp omuzlarımı dikleştirdim. Ağırca yutkunup tenimi kaşındıran uzamış kaküllerimi kulaklarımın arkasına sıkıştırdım.
"Nasılını bilmiyorum. Kardeşini ve diğerlerini oradan götüren o ama." bazı şeyleri sindirmek hiç kolay olmuyordu. Şafak tarafından ihanete uğramamıştık ama yine de bunca zaman onunla yan yana olduğu8muz gerçeği bir tokat misali vuruyordu yüzümüze. O kendini şimdiye dek iyi kamufle etmişti.
"Yolunu yordamını siktiğimin puştu!" Dağhan öfkeyle bağırdı. Yetmedi hemen yanımızdaki devrilmiş kütüğü tekmeledi. Uzay kendini taşıyamayıp yere çökerken Hayat ve Andre endişeli gözlerle olan biteni izledi. Dağhan küfür etmeye devam etti. Yetmedi söylenmeye başladı.
"Ulan adam yanımızda, burnumuzun dibinde bizimle taşak geçmiş! Ben de saf saf bu itler neden saldırmıyorlar bize diyorum. Tasmalarını bu tutuyormuş," bu dediğine başımı salladım. Doğruya doğruydu. Şafak argo tabirle Yarkın ailesinin piçiydi ama eli güçlüydü. Belli ki aile içinde de güçlüydü.
"Öyle!" dedim.
"Bahsettiğim tablonun arkasında Rusça yazılar vardı. Boris bana onun aile bağı yemini olduğunu ve ne yazdığını söyledi." merakla bana baktılar. Uzay kendini yere bırakıp kendine çektiği dizlerine ellerini yasladı ve bana bakıp "ne yazıyormuş?" dedi. Boris'in dudaklarından çıktığı an aklıma kazıyarak yazdığım o satırları söylemeye başladım.
"Biz dört aileyiz." es verdim. Saçlarımı sağ omzumda toplayıp fenerin azıcık ışığında gördüğüm yüzlere bakarak devam ettim konuşmaya.
"Fedaimiz Kuznetsov... Kasamız Molnar... Sırdaşımız Boryanov... Liderimiz Yarkın'dır... Birbirimiz için yaşar birbirimiz için ölürüz."
"Göreceğiz birbirileri için ölürler mi birbirilerini mi öldürürler göreceğiz!" Uzay'ın buzdan daha soğuk, bıçaktan daha keskin sesi kar olup üstümüze yağdı. Çöküp kaldığı yerden sarsılarak kalkıp önümde dikildi.
"Boris denilen şu it işimize yarar mı?"
"Bilmiyorum. İnan bana bilmiyorum Uzay. Bildiğim, anladığım şey bu alemde kimin işine ne kadar yararsan o kadar varlık gösterebilirsin. O adam biz ona bir şey vermeden bize bir şey vermez..." dedim ama Boris'in yaptığı teklifi dile getirmedim. Söz verilmişti ama bu söze onları korumak için sustuklarım dahil değildi.
"Ne dedin de sana bu bilgileri verdi o zaman?" Dağhan'ın kıvrak zekası boşluğu anında yakaladı. Başımı ona çevirdim.
"Adamlar bizi almadan önce İlknura, Şafak'ı aradı. Şafak o konuşmada bana o gece orada olduğunu söyledi ve eğer yirmi dört saat içerisinde gelmezse bunu Boris'e söylememi istedi. Nedenini bilmiyorum."
"Yirmi dört saati beklemedin," dedi Andre. Başımı sallayıp yumruk yaptığım ellerimi arkama sakladım.
"Başka?" Dağhan' da en az Peri kadar sinir bozucu bir zekaya sahipti. Ona ters ters bakıp "Şamil denilen şu kan kardeş... Düşman hattında, Boris'in yanındaydı. Onun adamı olarak... Ben de Boris'e, Şamil ve Şafak hakkında bildiğim gerçeği söyledim."
"Ve bingo!" diyen Hayat'a baktım. "O zaman Şamil ikili oynuyor, sen de onu patlattın!" başımı salladım. Boris ya iyi bir oyuncuydu ya da gerçekten böyle bir şey beklemiyordu.
"Boris'e oynuyordu büyük ihtimalle. İlknura ile fazlasıyla yakın duruyorlardı." dediğimde bakıştılar. Dağhan tekmelediği kütüğe oturup nefeslendi. Bileği dışarı bakacak şekilde sol elini bacağına yasladı. Sağ eli ise çenesindeydi. Uzamış sakalını sıvazlıyordu.
"Ama yine de bir şeyler uyuşmuyor..." diye kendi kendine mırıldandı Dağhan. Bakışlarımı ondan çekip Uzay'a baktım.
"Bırakın şimdi Boris'i falan... Ne yapacağız onu konuşmamız lazım. Silahlı saldırıdan sonra tıkılıp kaldık cidden bu eve. Elimizde de hiçbir şey yok. Harekete geçmeliyiz." dememle hepsi canlandı. Gözlerine oturtan o intikam dürtüsü gecenin sisini yarıp geçti.
"Kesinlikle!" dedi Hayat. Andre ona bakıp başını salladı ve bilinmez bir halde bana baktı. "Ne yapacağız?" cevap vermek için dudaklarımı araladım ancak Uzay benden önce davrandı.
"Yapacağımız şey belli nereden başlayacağız asıl önemli olan bu."
"Kurt illaki işimize yarayacak. Cesur'u yoklamak lazım. Alp..." duraksadım. Ona Alp demeyi hiç yadırgamamıştık. Sanki hep Alp'ti de Yiğit hiç olmamış gibi hissettiriyordu.
"Alp ile de bir oturup konuşmak lazım. İlk nereden nasıl başlayacağız ona göre harekete geçeriz." başlarını salladılar. Hayat ve Andre tarafından endişem yoktu ama Uzay ve Dağhan fazlasıyla sivri ve keskinlerdi. Onlara sakin kalma konusunda güvenemiyordum.
"Bence bu öğrendiklerinizi hiç öğrenmemiş gibi yapmanız daha sağlıklı." dördü de aynı anda gözlerini devirdi. Dağhan oturduğu yerden kalkıp yanımıza geldi ve dirseğini Uzay'ın omuzuna yaslayıp "ne fark eder ki. Şafak bir şekilde anlar. Anlamasa da bunu öngörerek bize yaklaşır," dedi. Haklıydı.
"O zaman sakin kalacağız. Her ne olursa olsun sakinliğimizi koruyacağız tamam mı?" başlarını salladılar.
"Ama yine de İstanbul'la birlikte hareket etmeliyiz," dedi Uzay.
"Ferah ile konuştum. Bu olanları biliyor. O anlatacaktı babama. Ama bir dönüş yapmadı." Dağhan'ın kaşları çatıldı. Bakışları yere düştü. İlk fırsatta ablasını arayacağına emindim.
"O zaman bir havayı koklayalım. Ben Kurt'la konuşurum. Abla Alp, yani Yiğit sende..." ofladı. Yüzünü sıvazlayıp nefeslendi. "Bir de dediğin gibi Cesur'u aramak lazım. Şimdiye kadar çoktan bir şey bulmalı, sesi çıkmalıydı." Uzay'ın gücünü bulan sesiyle kendime geldim. Düşünceler denizinde boğulmak yerine ben de harekete geçmeliydim.
"Tamam... Dönelim eve. Dikkatli olun, hep yaptığımız gibi birbirimizi kollayarak ilerleyeceğiz." Hayat uzanıp yanağımdan makas aldı. "Orası zaten öyle kraliçem sen endişelenme..."
Konuşacak bir şey kalmayınca eve doğru yol aldık.
Evin ışıkları yanmıyordu ama Alp verandanın söndü sönecek ışığının altında merdivenlerinde oturmuş telefonla konuşuyordu. Bir an sonra bizi fark etti. Bakışları sırayla hepimizde gezdirdikten sonra telefonu kapayıp ayaklandı. Yanına vardığımızda başıyla selam verip omzunun üzerinden eve baktı.
"Konuşmanız bitmiş," dedi. Ona bakışlarımızdaki değişimleri görmüş olacak ki kaşları çatıldı.
"Ne oldu?" diye sordu.
"Evdekiler ne durumda?" dediğimde omuzlarını silkti. Ellerini montunun cebine sıkıştırdı. "En son herkes bir yere dağılmıştı. Ben ne olur ne olmaz dışarıda dolandım biraz," çocuklar durdukları yer de kıpırdandılar.
"Yanımıza mı geldin?" diyen Uzay oldu. Yiğit umursamaz bir tavırla bize baktı.
" Hayır! Beni ilgilendiren bir konuşma olsaydı gelirdim ama."
"Oğlum sen neden bu kadar itici oldun gözümde şu an anlamadım?" dedi Dağhan sıkılı dişlerinin arasından.
Yeni bir şey değildi bu durum aslında. Çocuklar Peri'den dolayı Yiğit'e pek sıcak davranmazlardı. Peri'yi kıskanır, onu paylaşmak istemezlerdi ama Yiğit, Peri'yi terk ettiğinde kendi dertlerini, acılarını kenara koyup birbirlerinden habersiz Bartın'a hesap sormaya gelmişlerdi. Lakin Yiğit'e ulaşamamışlardı. Gerçi ben onlar yerine gerekeni yapmış, giymeye kıyamadığım kırmızı topuklu ayakkabımı kaptığım gibi Yiğit'in alnını karışlamıştım. Sorun Peri'yi terk etmesi değildi. Bizim için asıl sorun Peri berbat bir haldeyken sebebi her ne olursa olsun ona nedenini belirtmeden yüzüstü bırakmasıydı...
"Bilmem." dedi Alp uyarı dolu bakışlarıyla. Başıyla evi işaret etmeyi atlamadı. İkizler ve Kurt muammaydı ama İlknura gerçekten Şafak'ın yanındayken Alp'i şu an patlatmak salaklık olurdu.
"Siz geçin haydi eve, ben biraz daha dolanacağım. Ev basıyor beni bugün..." dediğimde Alp'e başımla göl kenarını işaret ettim. Herkeste bu işaretimi gördü. Çocuklar aynı anda eve doğru yürüyünce Alp köşeye çekilip onlara yol verdi.
Arkamı dönüp göle doğru yürüdüm. Alp'in peşimden geldiğini bildiğimden arkama hiç bakmadan gölün kenarında durdum. Kollarım kendiliğinden göğsümün altında toplanırken yanımda duran Alp'e yandan bir bakış attım. Dudağı kıvrıldı. İki yanında salınan ellerini siyah kotunun ceplerine sokup gözlerini gölden çekmeden konuşmaya başladı.
"Üç yıl önceydi. Babam, İsa dayım, ve babanla Baran dayının... Bir de o zamanlar henüz kim olduğunu bilmediğim Şafak'la yapılan bir konuşmaya şahit oldum. Dünya'nın adını duyunca merakımdan dönüp gidemedim de... Sonra fark edildim tabii. Sonra da bir şeyler oldu. Benim sana şu anda anlatamayacağım şeyler... Ama sonucunda buradayım. Şafak kim olduğumu biliyor çünkü bizzat o istedi beni. Bir şeylerin karşılığı ben oldum." günlerdir o kadar şey duyuyor, o kadar yeni bilgiler ediniyordum ki başım dönüyordu.
"Ne saçmalıyorsun sen?" dediğimde omuzlarını silkti. Başını bana çevirip gülümsedi.
"Ben, bizim tarafın güvencesiyim Canan abla. Şafak Yarkın, ondan alınan ve alınmakla tehdit edilen bir şeylere karşılık olarak beni yanında istedi... Bakma öyle," gülerek söyledikleri sinirimi daha da bozdu. Fazla rahattı.
"Kendi isteğimle buradayım. Yoksa başta babamla dayım asla müsaade etmezdi. Etmediler de ben kendi kendime soktum başımı bu belaya," dedi. Yüzümü sıvazladım. Aldığım nefesleri oflayarak bırakıp başımı sis alçaldığı için pürüzsüz görünen gökyüzüne kaldırdım.
"İşler git gide tuhaflaşıyor..." başını salladı. Gülümsemesi hâlâ yüzündeydi ama sesi buruklaştı.
"Öyle... Ben sadece Şafak'ın piyonluğunu yapıyorum. Ama..." deyip duraksadı.
"Ama?" iki adım atıp önüne geçtim.
"Asıl mesele benim değil senin bu olaylara nasıl dahil olduğun." dedi.
"O ne demek şimdi?" cebine soktuğu ellerini çıkarıp parmaklarını birbirine geçirdi ve kütletti. Bakışları bir bana bir yere düşünce hoşlanmayacağım şeyler söyleyeceğini anladım.
"Yiğit?" dediğimde nefesini dudakları arasından bıraktı ve gözlerini gözlerime dikti.
"Sen plana dahil değildin."
"Ne?" anlayamadım. Başım sağa kaydı. Alnım kaşınırken bu kaşıntıya tahammül edemedim.
"Hiçbir zamanda olmamıştın... Yusuf amca Peri'yi bir süre sonra tıpkı senin yaptığın gibi geri çekecekti zaten. Böylelikle zayıf bir yönde kalmayacaktı ama önce Uzay bozdu planı sonra da Şafak."
"Yiğit! Kafam zaten allak bullak dosdoğru anlat şunu!" başını ağır hareketler sallayıp refleksle etrafına bakınıp bana yeniden döndü.
"Şafak, benimle Yusuf amcayı manipüle edemeyeceğini çok sürmeden anladı ve bilerek seni seçti. Bile isteye, göz göre göre geldi sana. Ona Yusuf amcayı durduracak, adımlarını yavaşlatacak bir koz lazımdı... O da seni seçti." yer sallandı, arkamdaki göl taşıp her yanı sardı da beni içine hapsetti sanki.
"Anlayacağın Canan abla, Şafak zaten en başından bu işin içinde. O değil sen bu oyuna sonradan Şafak tarafından yem olarak dahil edildin..."
Alçalan sis yeniden yükseldi. Gök, sise aldanmadan damlalarını dökmeye başladığında tenime düşen her damla kararan zihnimi uyandırdı. Şafak'ın evime gelişi, onu oyalamama ayak uydurması. Burada olanlar. Kimseden ses çıkmaması... Boris'in beni öylece bırakabilmesi.
Ellerimi yüzüme kapadım. Babamın o gün telefonda söyledikleri bir ruha bürünüp avuçlarımda can buldu. Kalbim sıkışır midem bulanırken ellerime baktım. Avuçlarımda can bulan babamın sözleri sanki ete kemiğe bürünüp kalbimi ellerinin arasına alıp sıkıştırdı. Söyledikleri kulağımda çınladı.
Şafak Yarkın güvenip, inanabileceğin birisi değil Canan...
Ama onunla kal...
"Asıl mesele bu da değil ama!" Yiğit'in endişeli sesi beni sarstı. Aldığım nefesler dikenlerini etime batırıp canımı kanatsa da dik duruşumu korumaya çalıştım. Ellerimi birbirine kenetleyip karnıma yasladım.
"Ne?" dedim merakla. Alp kasıldı. Boynunu sağa sola yatırıp kütletti ardından da etrafa göz attı. Sadece ikimizin olduğuna emin olunca konuşmaya başladı.
"Haber geldi. Ondan böyle fırladılar." kaşınan alnımı ovalayıp çatık kaşlarımın altında kararan bakışlarımı Alp'in suratına zincirledim.
"Neyin haberi?" burnundan soludu. Parmaklarını yeniden çıtlatıp bana yanaştı.
"İki gün sonra Rusya'da aile toplantısı olacakmış. Herkes orada olacaktır muhakkak... Böyle toplantılar hep oluyor ama genelde duyurulmazdı. Sadece yılda bir kere duyurulan bir toplantı olur. Sıra hangi ülkedeyse orada önce parti yapılır sonra yeni kararların alındığı bir toplantı yapılır. Bu ani karar verilen bir toplantı. " dudaklarını birbirine bastırıp yeniden burnundan soluklandı. Endişeli, sıkıntılı ve sabırsızdı.
"Yarkın ailesinin veliahttı Behraz hapiste şişlenmiş. Durumu ağır deniyor... Behçet pek ruhani olarak sağlıklı değil... Tahminimce o yüzden toplantı olacak. Hiçbir aile veliahttı olmadan yaşayamaz. O yüzden Behzat Yarkın'ın masaya bir veliaht sunmak zorunda." dudaklarım aralandı. Kaşlarım alnıma doğru hareketlenirken Alp beklemedi, dudakları arasından aramıza sızan her kelime beni dumura uğrattı.
"Behzat'ın mecburen masaya sunacağı son veliahttı Şafak Yarkın olacak." işte bu beklemediğim bir şeydi. Bu ailelerin çok fazla gayrimeşru çocuğu olduğu aşikardı. Kurt, Şamil ve Şafak'ta o çocuklardan biriydi. Resim portresinde bile yer verilmeyen birisine veliahtlık mı verilecekti?
"Yani ne demek bu?" dedim şaşkınlığımı gizleyemeden.
"Üç gün sonra yapılacak o toplantıda eğer tahmin ettiğim gibi bir durum yaşanırsa bundan bu aile birliğinin en güçlü kişisi hiç istemeseler de Şafak Yarkın olacak." dedi. Kaşlarını kaldırdı. Ayağının ucuyla yerde birikmiş sarı yaprakları itekleyip bana yanaştı. "Bu da şu demek Canan abla..." gözleri parlarken yüzünde kurnaz bir gülüş var oldu.
"Sadece Yarkınlar değil, tüm aileler her biri Şafak'a itaat edecek çünkü kural bunu gerektiriyor..." gülüşü daha da büyüdü. Başını yüzüme daha da çok yaklaştırıp dudaklarını kulağıma yanaştırdı ve sır verircesine fısıldadı.
"Eğer onun yanında ondan yana olup kalbine ve aklına hükmedebilirsen işte o zaman ona istediğin her şeyi yaptırabilirsin. O şerefsizleri hiç uğraşmadan tek bir lafınla önümüze atar!" geri çekildiğinde gözleri yüzüme değdi. Allak bullak olan halimi görünce gülüşü sırıtışa döndü.
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" dedim şüpheyle.
"Bu üç yılda onunla ilişkimiz sandığımızın aksinde ilerledi... Çok şeye tanık oldum, bir çok sefer hayatımı kurtardı... Bir çok kez hayatını kurtardım. Senin anlayacağın onunda zayıf yönleri var... Sevgi insanı körleştirir abla," bana göz kırpıp arkasını döndü yeniden "sevgi insanı körleştirir..." dedikten sonra yavaş adımlarla yanımdan uzaklaştı.
Onun gidişini izlerken günler günler önce Şafak'la evin verandasının merdivenlerinde yaptığımız konuşmayı anımsadım. O zamanlar bana uğruna öleceği kimsenin olmadığını söylemişti. Ne kardeşleri, ne annesi ne babası... Uğruna öleceği kimse yoktu.
Ellerim yeniden hırkamın cebine sığındı. Alp tamamen gözden kaybolduğunda eve sırtımı dönüp göle baktım. Siyah, pürüzsüz bir çarşaf misali gökyüzünün altında tüm karanlığıyla parlıyordu. Yutkunuşum aniydi ama Alp'in dedikleri, Şafak'la yaşadıklarım, Boris'in dedikleri... Babam, Ferah, çocuklar... Her şey birbirine karıştı. Kafamın içinde bastıramadığım bir curcuna da hepsinin sesi birbirini bastırırken tüm sesleri annemin fısıldayan sesi bastırmayı başardı.
O ses bana yine aynı şeyleri söylüyordu.
Kötüyü iyi, nefreti sevgi yıkardı...
* * *
Yorumlar