GÜLLERİN AĞITI 11. DÜŞMAN HATTI
Selamlar,
Yeni bölümden herkese merhaba.
Umarım iyisinizdir
SÖZÜM OLDUĞU İÇİN 11. BÖLÜM SİZLERLE ANCAK YENİ BÖLÜM WATTPAD DÜZELENE KADAR GELMEYEBİLİR.
Wattpad'in erişime kapatılması tam bir rezillik. Tez vakitte bu durum sonlanır umarım. VPN den değil pcden girerek bölüm paylaşıyorum ben. VPN kullanan arkadaşlara küçük bir uyarı. VPN sürekli açık kalmasın, VPN açıkken her türlü hesabınıza şifre ile giriş yapmayın size sundukları her şeyi onaylamayın.
Twitter erişim yasağının kaldırması için sizleri desteğe bekliyorum.
Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim arkadaşlar.
İnstagram: yaren.dilan_
Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)
Tez vakitte hallolur umarım.
Bu hikaye günümüz tarihinden çok ileri bir tarihte geçmektedir. !!!
GÜLLERİN AĞITI, ADEN HİKAYESİNİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR. ANCAK BAĞIMSIZDA OKUNABİLİR. AMA FAZLA KARAKTER İÇEREN BİR HİKAYE OLDUĞU İÇİN ADEN'E GÖZ ATIP BURAYA GELEBİLİRSİNİZ.
Düzeltme yapmadan atıyorummm. Hatalar varsa affola....
GÜLLERİN AĞITI SOY AĞACI
BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM
16.07.2024
KEYİFLİ OKUMALAR
GÜLLERİN AĞITI 11. BÖLÜM
"DÜŞMAN HATTI "
Görünen, görünmeyenden daha tehlikelidir.
CANAN AHSEN TORAL
6 EKİM 22:42 / Bulgaristan
Boynu bükülmüş, yaşlı bir çınar ağacının tam orta yerinde ellerim ve ayaklarım kör halatlarla bağlıydı sanki. Her yanım tenimi sıyırıp, bağlandığım ağacın kanlı gövdesine saplanmış hançerlerle doluydu. O hançerleri bana fırlatansa Şafak Yarkın'dan başkası değildi. Elinde sakladığı hançerleri atmaktan bir an olsun çekinmeden beni öldürmek istercesine fırlatıyordu. Bedenimde bıraktığı çizikler ise bir kılavuzmuşçasına onu bana tanıtıyordu.
Acımasızın tekiydi. Oklar ona döndüğünde yüzüne yeni bir maske takıp yoluna devam etmesini çok iyi biliyordu.
Korkusuzdu. Kaybedeceği ya da uğruna öleceği kimse yoktu.
Güvenilmezdi. Dilinden dökülen her şey yalandan ibaretti.
Kötüydü... Çünkü o Şafak'tı. Çünkü o bir Yarkın'dı...
Artık bu insanlarla nasıl bir bağı var diye düşünmeme gerek yoktu. Yine tüm inkârlarımla kabul etmemeye çalıştığım gerçek tokat gibi çarpışmıştı yüzüme. Şafak onlardandı. Şafak onların içinde var olandı.
Kötünün yeri kötünün yanıydı. Bu hiç şaşmıyordu. Onlar kötüydü, Şafak kötüydü... Birbirilerini kollamaları elbette en makul olanıydı.
"Toral!" deyişleri durmadan devam ederken boş ama dolu dolu olan bakışlarım hâlâ onun üzerindeydi. Benden tepki alamadıkça daha da sinirleniyordu sanki. Nasıl bir haldeydim bilmiyordum. Yüzüm, bakışlarım, bedenim ne haldeydi bilmiyordum ama onda bir şeyleri tetiklediğimde aşikardı. Göstermelikte olsa ona olan güvenimin yıkılmasından endişe ediyordu. Dilimi ısırdım. Gözlerimi ağırca kırpıştırıp ondan kaçırdım.
Güvenin gerçekten göstermelik mi Canan?
"Konuşacağız seninle kendine gel!" bana doğru attığı adımın önünü İlknura ve Ferah aynı anda kesti. Ferah benim önüme geçerken İlknura onun önündeydi.
"Ah. Ben yanlış bir şey dedi?" dedi sakin bir tınıyla. Sesinde alay yoktu ama çok ciddi olduğu da söylenemezdi.
"İlknura!" diye tüm öfkesiyle bağırdı Şafak. O bağırış beni ve İlknura'yı zerre etkilemezken etrafımızı saran adamlar bağırdığı için Şafak'a silahlarını doğrulttu.
"Ah şu öfken..." dedikten sonra adamlarına baktı İlknura. Etrafımızı saran izbandut gibi adamlar kadının bir bakışıyla silahlarını indirip hazır ola geçince gözlerim istemsizce İlknura'ya kaydı. Ayağındaki uzun çizmeleri sayesinde benimle aynı boyda duruyordu. Çıplak ayakla bir altmış olması muhtemeldi. İnce, minyon bir kadındı ve bu adamların üzerindeki hakimiyeti bu haldeyken bile beni etkilemeyi başarmıştı. Yalandan bir itaat değildi bu. Adamlar kadına gerçekten saygı duyuyor ve çekiniyor gibilerdi.
"İlknura! Çocukları sal, köpeklerini alıp kaybol seninle sonra görüşeceğim ben!" dedi tane tane, baskın bir sesle dişlerinin arasından Şafak. Lakin karşısındaki kadının onu pek taktığı söylenemezdi.
"Üzgünüm. Sözünü dinlediğim kişi sen değilsin," dedikten sonra bakışları bana kaydı İlknura'nın. Yerlere sürünen kürkünü çekiştirip kollarını bedenine sardıktan sonra beni baştan aşağı süzdü.
"Canan Ahsen Toral sensin demek... Son zamanlarda senin adını pek sık duydu ben. Merak etmiyor değildi hani... Sandığımdan daha güzel umduğumdan daha cılız çıktı sen!" ağzımı bıçak açmadı. Kısacık bir an gözlerimi yüzünde gezdirip omuzlarımı silkerek nefeslendim. Kafamın içinde sakin kal diye bas bas bağıran sesi dinledim ve Ferah'ın omzuna elimi yasladım. Tüm bu anlarda ise Şafak bakışları hep üzerimdeydi. Kara gözleri bedenimi sıkı sıkıya prangalıyormuş gibi hissettirmeye devam ediyordu.
"Çocukları çözelim," dedim şu anlık bir tehlikenin olmadığına emin olarak.
"Ah çok pardon. sizin bu kardeşler tam bir baş belasıydı. Böyle baş ettik biz." dedi İlknura gülerek. Ferah ona ters bakışlar atıp bana döndü ve başını sallayarak iri gözlerini hemen yanımdaki adama çevirdi.
"Cem." dedi Ferah sadece. hızlı adımlarla dizlerinin üzerinde durmuş yorgun ve şaşkın bakışlarla olaylara bir anlam veremeyen çocukların arkasına geçip nereden bulduğunu anlamadığım çakıyla Kurt ve Eylem dışında hepsinin bağlı ellerini çözdü.
"Bu ikisi?" dedi tükürür gibi. Sanki gördüğü ilk anda ne mal olduklarını anlamış gibiydi. Bir şey demedim. Kurt ve Eylem söylenirken Dağhan ve Uzay'ın oldukça öfkeli bir halde yanımıza geldiklerini gördüm.
"Durun orada!" diye bağırdı Ferah. Hiç duracak gibi değillerdi. Bunu Ferah'ta fark edince birkaç adım öne çıkıp "durun dedim!" diye bir kez daha bağırdı.
"Herkes bir dursun!" dedi bu sefer. Bakışları herkeste dolandıktan sonra bana ve Şafak'a baktı.
"Ne mal olduğunuzu bir de bana anlat sen kimsin necisin bir öğrenelim değil mi?" dedi lakin Şafak ona bakmadı bile. Dakikalar önceki halinden sıyrılıp ifadesizliğini yeniden kuşanmışa benziyordu.
Ferah'a "Seninle konuşacak bir şeyim yok benim." dedikten sonra "Toral! Sadece ikimiz," dedi.
Ona bakmadan arkamı döndüm. Çocukları gözlerimle hızlıca kontrol ettim. İyi görünüyorlardı. Buna güvenerek Ferah'a yaklaşıp "içeri geçin Ferah. Bırakalım konuşsun bakalım ne anlatacak?" dediğimde kızgın bakışlarıyla yüzüme baktı ama üstelemedi.
"İçeri geçelim haydi." deyip hareketlendiğinde çocuklar istemeden onu takip ederken Cem, Kurt'un ve Eylem'in de iplerini çözüp Ferah'ın peşinden temkinli hareketlerle ilerledi.
Kurt ve Eylem ayaklanıp bize bakarken İlknura kendi adamlarını geri çekip eve doğru ilerledi. Etrafımızda kimse kalmazken Şafak birkaç metre önümüzdeki ikiliye kısa bir bakış atıp bana döndü ve başıyla göl kenarını gösterdi. Lakin onun gösterdiği yere değil daha ilerisine yürüdüm. Gölün hemen kıyısındaki ağacın önünde büyük ve uzun kütüğe oturup ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım.
Onun kim olduğunu kendime defalarca hatırlatıp durdum. Sakinliğimi de korumam gerekiyordu. Ama daha fazla kendimi ne kadar tutabilirdim emin değildim. Üstelik nedenini adlandıramadığım bir şekilde göğsüm ağrıyordu. Nefes alıp verdim. O sessiz ama güçlü adımlarıyla yanıma gelip oturdu. Kokusu yine dört yanımı sarınca nefesimi tuttum.
Rüzgar esti. Arkamızdaki ağaçtan sararmaya yüz tutmuş bir yaprak kucağıma düştü. Gölün ince dalgası ayaklarımıza vurdu ama konuşmadı. Başımı soluma doğru çevirip gözlerimi kapatıp nefeslendim ve tekrar önüme döndüm.
"Asıl yapmam gereken şey çocukları alıp buradan def olmak ama..." deyip sustum. Birbirine yaslı avuçlarım terlemeye başlayınca parmaklarımı birbirine geçirdim.
"Onlardansın." dedim hissiz bir sesle.
"Değilim desem inanacak mısın?" dilimi dudaklarıma dokundurup nefes aldım. Ciğerlerime batan hava canımı yakınca dudaklarıma dilim yerine dişlerimi dokundurdum. Hissettiğim bu fiziksel acının ötesinde kalbimi ve ruhumu dürtüp duran kırıklık daha kötü hissettiriyordu.
"İnanmayacağım elbette. Neden inanayım ki sana?" bakışlarını üzerimde hissedince başımı ona çevirdim.
"Aferin. Öyle her denilene herkese inanma!" bakışı, duruşu ve sesi fazlasıyla ciddiydi lakin dalga geçtiğini düşünmemem imkansızdı.
"Sen manyak mısın be adam dalgamı geçiyorsun benimle?" diyerek yüksek bir tepki verdim. Ellerim ona vurmak için karıncalanırken birbirine bağlı ellerimi çözmedim. Uzun tırnaklarım tenime batıyor, avuç içlerim daha da terliyorken dik bakışlarımı Şafak'ın yüzünden bir an olsun ayırmadım.
"Geçmiyorum Toral. Sadece demek istediğim şu." dedikten sonra soluklandı. Dudaklarını birbirine bastırıp yara izini kaşıdı ve ellerini göğsünde bağlayıp bakışlarını göle çevirdi.
"Çıktığımız bu yolda kimseye güvenmeyeceksin. Kimseye inanmayacaksın. Bir kere değil bin kere düşüneceksin. Ayrıca," deyip yeniden bana baktı. Gözlerindeki derinlik bedenimi ezip geçerek ruhuma ulaşmak istiyormuş gibiydi.
"İnsanlar yalan söyler, kitaplar yalan söyler, tanrılar yalanlar söyler. Ama hisler... Hisler yalan söylemez. Hislerin inanma ona diyorsa inanma bana Toral!" çatık kaşlarımla ona baktım. Dudaklarım arasından şaşkın bir gülüş firar etti.
"Bana edebiyat yapma Şafak. Beni bu şekilde manipüle edemezsin buna izin vermeyeceğim." yanında kalkıp iki adım öne yürüdüm ve ani bir manevrayla arkama dönüp parmağımı sallayarak konuştum. "Kim olduğunu söyleyeceksin bana! Onlarla ilişkin ne her şeyi anlatacaksın anladın mı beni?"
"Şafak Yarkın'ım Toral. Sanan en başından beri bir Yarkın olduğumu söyledim." tavrı samimiydi ve bu insanı daha da çıldırtıyordu.
"Yani! Yarkın'sın tamam ne anlamalıyım bundan Allah'ın belası bir orospu çocuğu olduğunu mu?"
Dilimden dökülmesine hakim olamadığım o küfür Şafak'ın karanlık olan gözleri daha da karardı. Kasılan çenesi ettiğim küfrün onu öfkelendirdiği aşikardı. Kara gözlerindeki bakış git gide ağırlaşınca, bedenimde hâlâ izlerinin sızısını hissettiğim hançerlerin bu sefer ona saplandığını anladım.
Boğazını temizledi. Bakışlarını düşürdü. Ellerini başındaki şapkanın iki yanına bastırıp başını aşağı yukarı salladı. Başını eğdiği yerden kaldırmadan bakışlarını bana çevirdi. Ettiğim küfrü sindiremediği aşikardı lakin sakin görünüyordu.
"Seninle ilk karşılaşmamızda illegal bir aileyiz demiştim sana hatırlıyorsun değil mi?" tepki vermedim. Gözleri yüzümde birkaç saniye dolandıktan sonra "işte o aile senin, kuzenlerinin, kardeşlerinin aklının alamayacağı kadar pisliğin, karanlığın içinde." dedi. Ne çıkarım yapmam gerekiyordu bu söylediklerinden? Onlardan olduğu için hak vermemi mi bekliyordu?
"O kadın sana kuzen dedi Şafak. Aradığın adamın bir Kuznetsov olduğunu ve senin kan kardeşin olduğunu söyledi! Saçmalamayı bırak ve bana bunların cevabını ver bana!" karanlık bakışları üzerimde dolanıp durdu. Omuzlarını titreten bir nefesle soluklanıp dudaklarını araladı.
"İlknura ile teyze çocuklarıyız. Şamil Kuznetsov ise evet benim kan kardeşim. Hayatımı kurtardığı çoktur sağ olsun." dedi. Sakin duruşu beni çıldırtırken söylediği her söz çıldırışımı tırnaklıyordu.
"Şafak sen benimle kafa mı buluyorsun?"
"Hayır. Cevap veriyorum." netti. Şu bu yoktu. Şafak konuşmaya başladığımız andan beri çok netti. Oturduğu yerden nefesini gürültüyle bırakıp ayaklandı ve iki adımda tam karşımda durdu. Başımı çok hafif geriye atıp yüzüne baktım.
"Şimdilik şunu bil Canan... Ben ve benim yanımdaki herkes sizin tarafınızda yer alacak!" dedi kendinden emin tok bir sesle. Dudağımın son köşesi alayla kıvrılınca bakışları oraya kaydı. Dudaklarımda oyalanan gözlerini oymak yerine elimin tersiyle çenesini ittirdim. Bakışlarını kaçırmadan gözlerini gözlerime çıkarttı.
"Neden?" dedim konuya geri dönerek.
"Çünkü artık sadece sizin savaşınız değil Toral. Bizde bu savaştayız artık. Aynı cephede, aynı ittifaktayız." benim öfkem kadar onunda nefreti vardı. O nefret öylesine elle tutulur cinsten yoğundu ki bir an ne düşüneceğimi şaşırdım. Neden onlarla bir savaşın içindeydi ki? Çıkarı neydi ya da derdi neydi öğrenmeliydim.
"Neden?" dedim bir kez daha.
"Çünkü düşmanımız aynı!"
İnce bir uğultu Şafak'ın sesiyle kulaklarımdan içeri girip kafamın içini tamamıyla ele geçirdi. Zihnimin çeperlerine çarpa çarpa tozu dumana kattı. Söyledikleriyle söylemediklerinin ağırlığı birbirine çarptıkça zonklamaya başlayan başımın ağrısı gözlerimi karartırken bir adım geri attım.
"Sen..." dedim yarım yamalak. Bir elimi alnıma yaslayıp hızlı soluklar alıp verdim.
"Ailen?" bakışlarını kaçırdı. Parmakları burnunu sıkıştırıp sakallarına karıştı.
"Sonra Toral. Halletmem gerekenleri halledeyim sana nedenini, nasılını anlatacağım." medet uman sesiyle bakışlarımı ondan çekip yere baktım.
"Sana inanmıyorum Şafak. Ama geri adım atmayacağım..." dedim ve onunla iletişimimi kopartıp arkamı döndüm. Birkaç adım attıktan sonra durup ona baktım.
"İllegal aileymiş... Kötüymüş, oymuş buymuş. Boş işler bunlar... Mafyalığınız batsın!"
"Mafya mı?" deyip kısa bir gülüş sundu bana.
"Benim ailemi ve onları mafya diyerek basite indirgemeyi de bir sen yapardın Toral. Onları bilmem ama biz mafya değiliz. Örgüt, çete, teşkilat ya da bir toplulukta değiliz. Sadece... Sadece bir aileyiz."
"Ailesiniz... Siz?" dediğimde alt dudağını ağzının içine yuvarlayıp ellerini beline yasladı ve gözlerini kaçırmadan gözlerime baktı.
Ona bir kez daha arkamı döndüm. Adımlarım direkt eve ilerlerken İlknura denilen kadını ve çevresini saran adamları göz ucuyla gördüm. Kurt ve Eylem'de oradaydı. Onları görmezden gelip eve girdim. Girdiğim anda tüm bakışlar beni bulurken kimseye bakmadan Dağhan'a ilerledim.
"Ablanı mı aradın?" dedim içimdeki tüm öfkeyi ondan çıkarmak istercesine sert bir sesle. Benden daha öfkeli benden daha nefret doluydu ve bunu tüm bedeniyle belli ediyordu.
"Evet. Senden daha fazla katkı sağlar diye düşündüm." küçük bir kıymık daha battı kalbimin orta yerine ama ah etmedim. Sesimi çıkarmadım. Bana olan güveninin zedelendiği belliydi. Başımı sallayıp geri adım atarken Ferah'ın sesinin işittim.
"Dağ!"
"Ne Dağ'ı abla? Günlerdir tıkılıp kaldık bu kıç kadar evde ne bir adım atabiliyoruz ne bir şey yapıyoruz o orospu çocuğu hepimizi tıktı buraya bizi oyaladı." gözleri yeniden bana kaydı ve "yalan mı?" dedi.
"Doğru. Doğru söylüyorsun..." dedim sakince. İki adım atıp Dağhan'ın arkasındaki koltuğa bıraktım kendimi. Ellerimi yüzüme kapatıp alnımı ovaladım. Düşünecek ne hal ne takatim vardı. Bugün restoranda olanlar, buraya geldiğimizde yaşananlar. Öncesi, şimdisi, sonrası. Düşündükçe daha da çok sindi omuzlarıma o yorgunluk.
"Buradan gitmeliyiz. Bir an önce geri dönmeliyiz ve..." dedi Hayat ama yakasına yapışan elleri hesaba katmadığı belliydi.
"Ne gitmesi lan ne dönmesi?" Uzay'ın çıkışına hiçbirimiz şaşırmazken Ferah ile göz göze geldim. Bakışlarındaki sertlik bir an olsun eriyip gitmezken kızgın tavrını hiç ötelemeden bakışlarını benden kaçırdı ve bir kavgaya tutuşmuş olan çocukların yanına iki adımda varıp aralarına girdi.
"Yiyin birbirinizi. Aferin size," diyerek önce Uzay'ı sonra Dağhan'ı ittirerek uzaklaştırdı ve ellerini beline yaslayıp "herkes bir durulsun! Konuşmamız gerekiyor," dedi.
Çocuklar birbirlerine bakarken Ferah oflayarak pencereye ilerledi ve dışarıya bir göz attı. Ardından bize bakıp "evde dinleme cihazı var mı?" diye sordu.
"Yok!" sesin geldiği tarafa başımı çevirdiğimde ikizleri gördüm. Ekin ve Ekim yana durmuş bize bakıyorlardı. Bir de onlar vardı tabii. Yanmaya başlayan gözlerimi üzerlerinden çekmeden yüzlerini inceledim. Ekin dirayetli görünüyordu lakin Ekim için aynı şeyleri söylemek zordu. Allak bullak olmuş bir hali vardı.
"Ulan siktir git. Gözüm görmesin sizi!" Uzay'ın bağırtısı Ekim ve Ekin'in yüzüne hayal kırıklığı olarak yansırken gözlerimi kırpıştırarak onlardan kaçırdım.
"Uzay gerçekten bilmiyorduk. Ekim'in üzerine yemin ederim ki bilmiyorduk..."
"Siktirmeyin belanızı lan. Neyi bilmiyordunuz oğlum? O kadının kuzeniniz olduğunu mu yoksa abinizin benim kardeşimin katilleriyle kan kardeş olduğunu mu? Hangi boku bilmiyordunuz!" Uzay onlara doğru hamle yaptığında Dağhan onu durdurdu.
"Hiçbirini. Sana yemin ederim Uzay. Abim bizi doğduğumuz ilk andan beri aileden, ailenin işlerinden hep uzak tuttu. Her zaman... Yemin ederim bilmiyorduk eğer bilseydik bunu senden saklamazdık." dedi Ekin. Onun söyledikleri yetersiz gelmiş olacak ki Ekim'de konuşmaya başladı.
"Uzay... İnanmamakta haklısın. Kendimi senin yerine koyunca... Hak vermemek imkansız ama şunu bil... Tıpkı Dünya gibi... Bizde kurban edilenleriz."
İnsanı bazen sözler durdururdu. Uzay'ı durduranda Ekim'in sözleri oldu. Çatık kaşları, anlamsız bakışları ikizlerin üzerinde dolanırken Dağhan ve diğerleri de aynı bakışlarla onlara bakıyordu.
"Yas tutalım mı size?" diyerek sesini çıkarttı Andre. Durmadı, devam etti. "Ne anlatıyorsunuz oğlum siz?"
Ekim bu karşılıkla sustu ve bir adım geri attı. Ekin kardeşinin önüne geçip hepimizin üzerinde gözlerini gezdirdi ve Uzay'da duraksadı. Kısacık bir an bakıştıktan sonra Ekin gözlerini bana çevirdi ve "dinleme cihazı yok. Eve yerleşir yerleşmez kontrol etmiştim." dedikten sonra Ekim'in elini sıkıca tutup koridorda gözden kayboldular.
Ben onların arkasından bakarken Uzay ve diğerleri söylenmeye devam ediyordu.
"Canan?" Ferah'a baktım. Dışarıyı izlediği pencerenin önünde yanındaki adamla - adı Cem'di ve büyük ihtimalle korumasıydı- dikiliyordu.
"Şafak denilen o adam ne söyledi?" derin bir nefes alıp verdim. Hâlâ yüzümde yaslı duran ellerimi kucağıma yaslayıp omuz silktim.
"Bizim tarafımızdaymış çünkü düşmanımız aynıymış!"
"Onun düşmanını sikeyim ben!" Dağhan küfürlerini peş peşe sıralarken ona Uzay'da eşlik ediyordu.
"Düşmandan kastı ne kuzeni mi yoksa kan kardeşi mi?" Hayat'ın sorusu makuldü ama cevabı bende yoktu.
"Belli onların içinde de bir şeyler dönüyor." bakışlarımız Andre'yi buldu.
"Onlar?"
"Onlar işte. Şu üç aile ve Yarkın ailesi. Aralarında nasıl bir bağ nasıl bir ilişki var öğrenmek lazım."
"Andre sağır mısın sen kardeşim? O tuhaf kadın adama kuzen dedi. Yetmedi, kan kardeşin Kuznetsov selam söyledi dedi. Daha nasıl bir bağları olsun?" diye çıkıştı Uzay ama Andre dudak büküp başını sağa sola salladı.
"O kadının buraya geleceğini biliyordu. Geldiğinde bazı şeylerin ortaya çıkacağını da biliyordu. Bilerek yaptı." tepkilerimiz aynı oldu. Hepimizin kaşları alnımıza doğru kavislendi.
"Tövbe bismillah! Haşa ama Andre'nin içine Peri kaçmış olabilir mi?" diye şaşkın şaşkın mırıldandı Hayat.
"Peri'nin boşluğunu dolduruyorum işte." dedi ve bakışlarını Ferah ile bana çevirdi. "Düşman aynıysa bu yaptığı makul. Bizim yanımızda safını güçlendirmek için herkesi yanına çekiyor olabilir!" bakışlarımız birbirimizde dolandı.
"O adamında ne mal olduğu belli." dedi Uzay günler önce yaptığımız konuşmaya atıfta bulunarak.
"Öyle ama bu durum onlardan olduğunu göstermez." Uzay'ın mavi gözleri ok misali Andre'ye saplandı. Andre kararlı bakışlarla Uzay'a bakıp konuşmaya devam etti.
"Ulan daha neyi gösterecek delirtme adamı!"
"İkizler... Duydunuz ne dediğini. Söz konusu abileri olunca afallıyorlar, korkuyorlar. Şafak onları sürekli eve gitmekle tehdit ediyor. Üstelik Şafak'ta ne kadar sert davranırsa davransın kardeşlerine nedense hep bir mahcuplukla bakıyor," dedi Andre.
"Yani Andre?" dedim yarım yamalak çıkan sesimle. Omuzlarını silkti. Uzun saçlarını gelişi güzel toplayıp bana bakara konuştu.
"Mantık yürütüyorum sadece. Eğer dedikleri gibi onlarda kurbansa... Şafak Yarkın da bir şeylerin intikamını almak için aynı düşmana karşı yanımızda yer alacak demek ki." iyi de ikizlerin o ailelerden tıpkı bizim gibi yeni haberi oluyordu. Gerçi onlarda o ailenin bir parçası olmasına rağmen hiçbir şey bilmemeleri fazla tuhaftı.
Ensemi terleten, alnımı huylandıran saçlarımı toplar gibi yapıp tenimi havalandırdım. Andre'nin söylediklerini aklımdan tekrar ederken yıllar öncesine gittim. Babamı ve dayımı tehdit eden o ses zihnimde bir kez daha canlandığında tehdit cümlelerinin arasına yeni bir cümle daha sızdı. Ellerim saçlarımdan süzülüp kucağıma düştüğünde birer birer çınlamaya başladı o cümleler.
Düşman hattındayız. O yüzden her şey karşılıklı olacak!
Kulaklarım uğuldamaya başlarken Brezilya'dan Türkiye'ye uçtuğumuz gece uçakta anlaşma yaparken söyledikleri kulağımda çınladı.
Kardeşlerimi bir kez daha kaybetmeyeceğim Toral. Bir söz verdim o sözü tutacağım. Savaşsa savaş, düşmansa düşman umurumda değil. Onları engellemek zorundayız!
Söylediği diğer her şeyin arasında kendini belli eden cümleler kafamın içinde bas bas bağırdı.
Arkamda olursan seni korurum.
Yanımda durursan sana saygı duyarım.
Ama karşımda olursan acımam. Harcarım seni...
Günler önce verandanın merdivenlerinde oturduğumuzda söylediği sözler ise kendini hatırlatan son sözler oldu.
Uğruna öleceğim kimse yok.
Onlar için yaşamayı göze aldım...
Olabilir miydi? Gerçekten düşmanımız ortak olabilir miydi?
"Mantıklı bir bakış açısı Andre ama bir ihtimal," dedi Ferah. Bakışları yeniden pencereye kayıp dışarıyı kontrol ettikten sonra bize döndü. "Geliyorlar."
Saniyeler sonra evin kapısı açıldı. Eve ilk Şafak girdi. Onun peşinden İlknura ve Eylem girerken Kurt ve Alp en arkadaydı. Şafak bize bir bakış atıp İlknura'ya döndü ve başıyla koridoru işaret etti. İkisi birlikte odalara açılan koridorda gözden kaybolurken Kurt her zaman oturduğu koltuğa yayılarak oturup gözlerini Ferah'a ve korumasına dikti.
"Siz?" dedi kaba bir sesle.
"Benim kim olduğum seni ilgilendirmez Kurt Molnar. Ya da Kurt Ardian Molnar'ı mı kullanıyordun?" Kurt'un gevşek suratı aniden kaskatı kesildi. Biz yine ve yine birbirimize bakışlar atarken Uzay'ında kaşlarının derinden çatık bir halde Kurt'a kitlendiğini fark ettim. Kurt'un ikinci bir adı olduğunu o da bilmiyordu demek ki.
"Kimsin sen?" gerginliğin kol gezdiği sesi baruttan halliceydi. Saniyeler önce yayılarak oturduğu koltukta oturmuyordu artık. Ayağa kalkar kalkmaz Ferah'a adımlar attı ama Cem direkt Ferah'ın önüne geçerek Kurt'u karşısına aldı.
"Kadın sana ilgilendirmez dedi birader. Geri bas, uzatma!"
Kurt başını omzuna doğru yatırıp kendisinden bir hayli uzun olan Cem'e uzun bir süre bakıp başını salladı. Geri çekildiğinde gözleri Uzay'a çarptı. Aralarında kısa bir bakışma yaşandı ve Kurt gözlerini kaçıran taraf oldu.
Kalktığı koltuğa yeniden oturduğunda bakışları bu sefer beni buldu. Gözleri yüzümde dolanıp aşağılara doğru kaymaya başladığında dudağının sol kenarı kıvrıldı ancak devamını göremedim çünkü önüm kapandı. Başımı kaldırıp baktığımda Şafak'ın tüm heybetiyle önümde dikildiğini gördüm. Boyu çok uzun değildi ama bedeni fazla iriydi. Çok fazla... Gerçekten Kabasakal'dı ve yakıştırmayı fazlasıyla hak ediyordu.
"Uzay. Konuşalım seninle," dediğinde bakışlarımı kaçırdım.
"Konuşalım, konuşalım tabii. Bende ne palavra sıkacaksın çok merak ediyorum." dedikten sonra güçlü adımlarla evden çıktı Uzay. Şafak'ta peşinden gidecekken ondan önce davranan Dağhan, Uzay'ın peşinden evden çıktı. Şafak'ın bakışları beni bulduğunda gözlerimi yumdum ve onu cevapsız bıraktım.
Saniyeler sonra evin kapısı sertçe çarptığında gözlerim yeniden aralandı. Salonda artık İlknura ve ikizlerde vardı. Uzun dakikalar boyunca hiç kimseden ses çıkmadı. Gözlerim Ferah ve çocukların arasında gidip gelirken ara ara göz hizama Eylem giriyordu. Bakışları İlknura'nın üzerindeydi. Gözlerindeki nefret ve kin elle tutulur cinstendi ama baktığı kadının pekte umurunda değil gibiydi.
İlknura ortalarına oturduğu ikizlerin yanında bacak bacak üstüne atarak onlara bir şeyler anlatıyor cevap alamadıkça dudaklarını büzüp farklı bir konuya geçiş yapıyordu ama Ekin ve Ekim'in suratı sirke satıyordu.
"Alp git bak şunlara!" Eylem'in ani çıkışıyla tüm bakışlara onlara döndü.
Alp mutfak tezgahına yaslanmış ne ara hazırladığını fark etmediğim sandviçini yiyordu. Ağzındaki lokmayı çiğnerken Eylem'e bir bakış attı ve yeniden elindeki ekmeğe odaklandı. "Abim gelme dedi. O yüzden çok merak ediyorsan gidip sen bakabilirsin." dediğinde Eylem o kadar hızlı ve ani bir hamleyle arkasına döndü ki bir an boynunu kırdığını hayal ettim.
"Sen bana karşı mı çıkıyorsun?"
"Sen benim neyimsin ki sana karşı çıkayım ya da lafını dinleyeyim Eylem?" derken ki hali o kadar... O kadar kudurtucuydu ki o an Eylem'in yerinde olmadığım için kendimi şanslı hissettim.
"Ah canım kuzenim. Sonunda yanına yaraşır bir adam almış. Bir E'den kurtulduk darısı diğer E'nin başına." dediğinde kastettiği ilk E'nin Eren olduğu su götürmez bir gerçekti. Diğer E ise kesinlikle Eylem'di.
Eylem iki taraftan yedi lafların ardından oturduğu sandalyeden kalktı. Kapıya doğru yürüdüğü sırada Alp ağzındaki lokmayı yuttu ve "konuşmaya dahil olmamızı isteseydi evin içinde konuşurdu Eylem. Otur oturduğun yerde," dedi.
Eylem sinirle dudaklarını ısırıp Alp'e bir bakış attı ve yeri döven ayaklarıyla koridora yürüdü. O koridorda bugün karadelik misali herkesi içine çekiyordu. Onun arkasından bakan gözlerimi önüme çevirdiğimde Ferah ile göz göze geldim. Sorgulayan bakışları üzerimde kol gezerken ondan kaçmak istedim. Ferah her zaman konuşmadan anlayan ve anlatanımdı. Birbirimizi görmemiz için bakmamız yeterdi.
Öfke ve kızgınlığın ötesinde endişe ve belirsizlik vardı güzel gözlerinde. Burada bulunmaktan fazlasıyla rahatsızdı ve bizimde burada olmamız onu daha da rahatsız ediyordu. Bildiği, örenmek istediği, bize söyleyeceği şeylerin fazlasıyla önemli olduğunu ritmik bir tempoda yere burduğu topuğundan anlıyordum.
"Tabi bunca zaman sizin bilmemeniz kötü ama böylesi sizin için en iyisiydi." İlknura'nın sesi daldığım düşünceler denizinden beni kurtardığında tüm dikkatimi onların olduğu tarafa çevirdim. Gözlerim yan yana oturan üçlüyü süzünce fark ettiğim şeyle kaşlarım çatıldı. Birbirlerine benziyorlardı. Esmere yakın buğday tenleri, uzun ama düzgün burunları, kalın kaşları ve geniş alınlarıyla birbirilerine gerçekten çok benziyorlardı. Bu benzerliğe Şafak'ta katılıyordu ama aralarındaki tek fark İlknura'nın baskın olan çekik gözleriydi. Şafak'ın, teyze çocuklarıyız demesini hatırladığımda gözümün önüne gelen bir haber karesiyle irkildim.
Eski hatıralarımda Yarkın ailesinin yer almasına sebep babamdı. Yıllar önce, on yedinci yaşımın sonlarında patlak veren bir olay ülke gündemini epey meşgul etmiş babamda mesleğinin getirisi olarak olayı ve olayın içindeki aileyi fazlasıyla yakından incelemişti. O dönemden kalan bilgilerim tek tüktü ama bazı şeyleri hızlıca düşününce yapbozun eksik ve yanlış parçaları zihnimde belirdi.
Şafak Yarkın, Yarkın ailesinin başı olan Behzat Yarkın'ın oğluydu. Behzat'ın müebbet hapis yatan bir oğlu daha vardı ama adını bilsem de şimdi aklımda değildi. Bildiğim tek şey yıllar yıllar önce Yarkın ailesinin yolsuzlukları, kirli işleri patlak verildiğinde adını tam hatırlayamadığım oğlunun tüm suçları üstlenerek hapse girdiğiydi. Babamın o günlerde söylediği söz hâlâ aklımdaydı ama. Hapse giren o çocuk için ailenin günah keçisi demişti. Tüm haber kanalları, değerini kaybetse de basılmaya devam eden birkaç gazetede paylaşılan aile fotoğrafı parça parça gözümün önünde süzülüp bir bütün oluşturduğunda ensemde beliren bir damla ter omurgamın üzerinden süzüldü.
Behzat Yarkın'ın karısı... O dönem ülkenin büyük bir bölümü işlenen suçları, infazları, yenen hakları, adaletsizliği konuşurken bir kısmı ise Behzat Yarkın'ın karısının güzelliğini konuşmuştu. Onunda adını tam hatırlayamasam da güzelliği hâlâ aklımdaydı. Bembeyaz bir teni, sarıya çalan kumral saçları ve insanı içine çeken yemyeşil iri gözleri vardı. Tamam, bu bir durumu açıklamazdı ancak bazı şeylerin farklı ve tuhaf olduğu aşikardı.
İkizler, ne haber karesindeki Behzat Yarkın'a benziyorlardı ne de Behzat'ın karısına. Üstelik soyadları farklıydı. Gözlerimi kırpıştırarak onlardan çekip kucağımdaki ellerime sabitledim. Belki zamanı değildi ama kendimi durdurmadım ve yeniden düşündüm. Gördüğüm, duyduğum her detayı tek tek üzerinden geçerek defalarca düşündüm.
Fark ettiğim gerçeklik boğazıma bir yumru oturturken o yumruyu geçemedim. Bu sabah arabada tartışırken Şafak'ın annesinin öldüğünü düşünmüştüm. Bakışlarım yeniden karşımdaki üçlüye kaydı. Ekim ve Ekin'e baktım. Onlar Yarkın değildi. Şafak'ın aksine o ailenin bir parçası değillerdi.
Onlara bakarken kapı açıldı. Gözlerimi ikizlerden zar zor kurtarıp kapıya baktım. Dağhan ve Uzay konuşarak içeriye girdiklerinde benim tüm dikkatim Şafak'ın üzerindeydi. Onu bile isteye baştan aşağı süzüp inceledim. Babasını çok az andırsa da tamamıyla benzemiyordu. Hafif çekik gözleri İlknura'yla kuzen olduklarını kanıtlarken benim zihnimde başka şeylerinde kanıtlanmasına yardım etti.
Dakikalar önce ona küfrettiğimdeki tavrı, günler günler önce mutfak kısmındaki masada Kurt'a piç iması yapıldığındaki hali... Aklıma düşen daha nice anlar aslında bazı gerçeklerin her zaman yaşamın orta yerinde durduğunu kanıtlıyordu.
Şafak, Behzat Yarkın'ın oğluydu ama annesi Behzat Yarkın'ın karısı olan o sarışın kadın değildi. İlknura hem onun hem ikizlerin kuzeniydi. Bu da demek oluyordu ki Şafak ve ikizlerin annesi bir babaları farklıydı...
Sabah düşündüklerim gerçek olabilir miydi? Anneleri ölmüştü ve Şafak... Yarkın ailesinin gayrimeşru çocuğuydu.
"Bence artık buradaki herkes maskesini düşürüp gerçeklerden bahsedebilir. Öyle değil mi Şafak abi?" Uzay'ın kinayeli, baskın ve itiraz istemeyen sesi evin içini doldurdu. Ona dönüp bakmak istedim ama gözlerimi Şafak'tan çekemiyordum. O da bunu fark etmiş bana bakarken bakışlarındaki o karanlık derinleşti. Önce kaşları çatıldı. Sonra o kaşları düzeldi ve alnına doğru küçük kavisler çizerek dalgalandı.
Kapının kolundaki eli orada durmaya devam ederken yutkundu. Gözlerim boğazına kaydığında adem elmasının hareketlenişini izledim. Kapıyı kapadı. Elini kendine çekti ve başındaki şapkasını çıkarıp uzamış saçlarını kalın parmaklarıyla karıştırdı. Gözleri elindeki şapkasındayken Uzay'a cevap verdi.
"Gerçekler ortada çocuk. Karar sizin..." dedikten sonra bakışlarını kardeşlerine çevirdi.
"Sıra sizde." dediğinde İlknura hiç beklemeden ayaklandı ve dışarı çıktı. İkizlerde istemeye istemeye ayaklanıp dışarı çıktıkların Şafak'ın bakışları önce bana ardından Kurt'a kaydı. Bakışları kararıp sertleşirken "Alp. Kurt ve Eylem'le markete gidin. Erzak bitmiş." dedi ve evden çıktı.
Alp, Eylem'e seslenip Kurt'a başıyla dışarıyı işaret etti. Kurt hiç ses çıkarmadan bakışlarını bizde dolandırdıktan sonra suratında yamuk bir sırıtışla evden çıktı. Onun çıkışıyla an denklemde Eylem salona giriş yaptı. Alp'e bir bakış atıp başını salladığında "markete gideceğiz." deyip eliyle kapıyı gösterdi Alp.
Eylem oflayarak evden çıktığında Alp peşinden birkaç saniye baktıktan sonra yaslandığı tezgahtan sıyrılıp yanımıza kadar geldi. "Ne konuşacaksanız hızlıca konuşun!" dedi ve o da evden çıktı. Mesela erzak falan değildi. Şafak bizim yalnız kalmamızı sağlamıştı.
"Ne konuştunuz?" dedik Ferah ile aynı anda. Dağhan ve Uzay bakışıp başlarını salladılar.
"Hiç!" diyen Uzay'dı.
"Uzay!" Uzay'ın bakışları Ferah'a kaydı. Eli ensesine gidince başını Dağhan'a çevirdi.
"İlknura ve Şamil Kuznetsov'un kim olduğunu açıkladı." dedi Dağhan.
"Bunu bizde biliyoruz!" Dağhan yumrunu göstererek Andre'ye bakınca Hayat ikilinin arasına sızıp Dağhan'ın yumruğunu tuttu.
"Şafak'ın sözünü mü dinleyeceksiniz?" dedi Andre üstlerine giderek.
"Birbirimizden bir şeyler saklamak işimize yaramaz. Aramızda özel diye bir şeyde olamaz. O yüzden ne konuştuğunuzu söyleyin!" Hayat bazen böyleydi. Ailesinin şımarık oğlu vasfını bir kenara bırakarak çözümcü ve mantıklı taraf olabiliyordu. O zamanlarda tavrına nüfus eden ciddiyet bana her zaman Aslan dayımı hatırlatıyordu.
"Hayat haklı. Dökülün," dedi Ferah. Dağhan ve Uzay derin bir nefes alıp birbirilerine yeniden baktılar ve Dağhan sahne senin der gibi elini sallayıp bir köşeye geçip oturdu.
"Yarkın ailesinde bir iç çatışma varmış. Ama ne olduğunu söylemedi. Bu çatışmada da Şafak ve ikizler fazlasıyla zarar görmüş. Özellikle ikizler... Bizi engellemek istemesinin sebebi de ikizleri gerçekten korumakmış. Yarkın ailesiyle söz konusu olan aileler arasında geçmiş zamanlarda ticari ilişkiler olmuş. Ama bu ilişkiler sonucunda Kuznetsov ailesi Yarkın ailesine ihanet etmiş ve böylelikle Yarkın ailesinin tüm foyası ortaya çıkmış. Cezayı da Şafak'ın abisi Behraz'a kesmişler. Adam müebbet yemiş... Ve bizi durduramayacağını fark edince hem kardeşlerini korumak hem de kendi intikamını almak için yanımızda olmaya karar vermiş." Uzay'ın söyledikleri susmak bilmeyen düşüncelerimin içine sızdığında artık çoğu şey mantık çerçevesinde yerine oturuyordu.
"Makul bir hikaye!" dedi Ferah düşünceli bir halde. "Ama çoğu şey havada!" diyerek ablasını destekledi Dağhan.
"Peki İlknura ve kan kardeşi olan adam?" Uzay dudak büktü. Bilmez gözleri üzerimizde dolanıp Ferah'ta duraksadı.
"İlknura kuzeni. Başka bir şey demedi bununla ilgili. Kan kardeşi olayına da çok değinmedi. Sadece soyadına takılmamıza gerek olmadığını söyledi. O da bizim tarafımızda olacakmış."
"Nasıl bu kadar emin?" diye sordu Ferah şüpheyle.
"Bilmiyorum Ferah abla. Bildiğim tek şey ne bok dönüyorsa dönsün, ne olursa olsun pes etmeyeceğim." dedi Uzay. Ona baktım. Sarı saçları ve sakalları uzamıştı. Her zaman kaslı bir bedeni vardı ama şimdi o da Dağhan gibi erimiş görünüyordu. Gözleri yitik, teni solgundu.
"Canan?" bakışlarım Ferah'a kaydı.
"İyi misin?" dediğinde yutkundum. İçine gömüldüğüm koltukta dikleşip silkelendim.
"İyiyim. İyiyim..." kıstığı gözleriyle bana birkaç saniye baktıktan sonra başını sallayıp Uzay ve diğerlerine baktı.
"Evet. O zaman bu için bizim tarafımızdaki durumlarını konuşabiliriz sanırım?" dedi. Oturduğu koltukta bacak bacak üstüne attı ve dirseğini koltuğun kolçağına elini ise çenesine yasladı. Bakışları hepimizin üzerinde dolandı.
"Burada olduğuna göre Dağhan sana her şeyi anlatmış olmalı. Asıl sen anlat neler oluyor?" dedi Hayat. Uzun bir zamandan sonra ilk defa bu kadar ciddiydi.
"Öncelikle," dedikten sonra bakışları bana kaydı Ferah'ın. "Baban biliyor."
"Ne?" diye bağırıp oturduğum yerde doğruldum. Ferah verdiğim tepkiye küçümseyici bir bakış atıp yeniden konuştu.
"Yusuf Ali ve Barlas'ta öğrendi."
"Ne!" güldü. Dalgalı saçlarını uzun, beyaz ojeli parmaklarıyla savurup Hayat'a bakıp "ve İzel hamile!" dedi.
"İki kere ne!" Hayat'ın tepkisi saniyeler önceki tüm ciddiyetini yitirmesine neden olurken ben hâlâ Ferah'a bakıyordum.
"Hamile işte. Beş aylık üstelik. Kızı olacak..." tepki veren tek kişi Hayat'tı.
"Allah!" diye bağırdı Hayat. Sağına soluna bakıp "Allah Allah!" diye bağırıp ceplerini yokladı. Etrafına bakındıktan sonra koşar adımlarla koridordaki odaya koşturdu. Saniyeler sonra elinde telefonla yanımıza yeniden geldi.
"Açmıyorlar," diye dudak büküp bize baktı ama hiçbirimizden ses çıkmadı.
"Sonra ararsın Hayat. Acele etme!" diyerek uyardı onu Ferah.
"Ama... Neyse, iyi ama ablam değil mi? Sorun yok." dedi Hayat endişeyle.
"Turp gibi maşallah ablan!" dikenli sesi o an için Hayat'ın umurunda değildi.
"Oh... İyi, güzel sen böyle öfkeyle ve nefretle konuştuysan kesin iyidir ablam." Ferah, Hayat'a ters ters bakıp gözlerini devirdi. Derin bir nefes alıp verdikten sonra "of of..." diyerek nefeslenip boğazını temizledi. Uzun kirpiklerinin altından parlayan gözleriyle bize saniyelerce bakıp yeniden boğazını temizledi.
"Ferah!" dediğimde elini kaldırıp beni susturdu.
"Lafımı bölmeden dinleyin zamanımız zaten kısıtlı. Abuk sabuk sorularınızı çekemem!" dedi ve Dağhan'ın onu aramasının ardından yaşananları anlattı. Ferah ile olan tartışması, sonrasında dedemlere gidip babamla konuşması. Dedemin dahil olması. Ertesi gün Yusuf Ali ve Barlas'ın öğrenmesi. Şile'ye gitmeleri... Hepsini anlattı ve sonra bakışlarını Uzay'a da sabitleyip "hepimiz senin yanındayız Uzay. Yusuf Ali, Barlas, ben... Diğerleri... Hepimiz senin yanında senin önünde bu savaşta savaşacağız... Tabii annelerimiz öğrendiğinde ne olur orasını kestiremiyorum." dedikten sonra alnını kaşıyıp oturuşunu değiştirdi.
"Baran amca henüz bilmiyor. Döndükten sonra onunla da konuşacağız ve..."
"Ve?" diye merakla atıldı Uzay.
"Belli ki akışına göre plansız programsız," derken imalı bakışları bendeydi. "hareket ediyorsunuz. Böyle olmaz. Kontak halinde olup adam akıllı bir planla ilerleyeceğiz. Biz orada siz burada devam edeceğiz. Ben zaten bu işin Yarkın ailesi kısmıyla ilgilenmeye başlayacağım." dedikten sonra dudakları sol yanağına kaydı. Sinsi bir gülüşle elini öne uzatıp ojeli tırnaklarını inceledi.
"Tırnaklarımda hazır tam kaşımalık olmuşken..." diye mırıldandı.
"Nasıl yani?" dediğimde gözlerini bana çevirdi. Bana baktıkça gülen dudakları düz bir hal aldı. Bakışları karardı. Saatlerdir içinde tuttuğu öfkesi ve geçici nefreti kendini belli etti. Dudağının sol köşesini dişleriyle çekiştirince küfredeceğini anladım. Engel olmak için sakın diye bağıracaktım ki benden hızlı davrandı.
"Kızım senin başın bitten kıçın sikten ne zaman kurtulacak?"
"Ferah!" diye bağırışım onda etki etmedi ama hemen arkasında duran Cem'in öksürüşünü ve Andre ile Hayat'ın gülüşlerini bastırdı.
"Ne Ferah?" diye öfkeyle yükseldi.
"Götelek geri zekalı seni. IQ 140 ama beyin amcık bir kere 140 neye yarar... Senin o hayvanlarla oynaşmaktan sulanan beynini sikeyim ben Canan."
"Kızım sussana. Ne alaka şimdi küfür ediyorsun?" ben tepki verince gözlerini ateş bürüdü.
"Ulan geri zekalı İzel'e gidene kadar bana gelseydin ya mal!" dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kaçırdım ama cevabımı da eksik etmedim.
"Ya gelseydim de tüm aileye ulusa seslenir gibi seslense miydin?" bu sefer küfürleri sessizdi ama duyulmayacak gibi değildi. Küfürlerin ardından "lan amip beyinli ne fark etti şimdi? Herkes biliyor zaten," dedi.
"Ay ne bileyim ben!"
"Yeter. Birlik olup kafamızı sikin diye çağırmadım seni buraya abla!" ferah zaten iri olan gözlerini pörtleterek kardeşine baktı.
"Dağhan düzgün konuş ne biçim laflar bunlar!" hepimiz eksiksiz hepimiz büyüttüğümüz gözlerle Ferah'a baktık. Kendi dediklerini duymayıp Dağhan'ın küfür etmesine kurulması da ona özeldi.
"Üzüm üzüme baka baka kararmış derler bilir misin abla?" Ferah gözlerini devirip boynunu sağa sola yatırarak kütletti. Ellerini birbirine kenetledikten sonra kucağına yasladı ve bakışlarını bana çevirdi.
"Tamam. Peki." dedikten sonra oturduğu koltuktan kalktı. Ellerini arkasında birleştirip küçük alanda ileri geri yürüdükten sonra hepimiz göreceği bir yerde durdu.
"Ben döndükten burada olanları onlara anlatacağım. Sonrasında sizinle iletişime geçip ortak bir şekilde hareket edeceğiz. Döndüğümde ilk iş Yusuf amca herkesi toplayacak. Sanırım Baran amcanın öğrenmesi ya da öğrenmemesi için bir oylama yapılır." dedikten sonra gözleri bana kaydı.
"Şu zamana kadar doğru düzgün bir plan yapılmadığına göre planı bizim kurmamızda bir sorun olmaz sanırım?"
"Sizden kastın?" dedim. Güldü. Başıyla arkasında duran Cem'i işaret etti ve "Yusuf Toral ve havarileri diyelim. Ah, Uyguroğlu erkeklerini de unutmamak lazım" dedi.
"Babam?" Ferah gözlerini Dağhan'a çevirdi. Sakin bir gülümsemeyle başını salladı. "Babam olmadan olmaz."
"Peki... Yani nasıl bir plandan bahsediyoruz peki?" dedi Andre.
"Bende şu anda bilmiyorum. Yusuf amca beni buraya yollarken sadece gözlem yapmamı istedi." dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kaçırdı. Yere eğdiği başını birkaç saniye sonra kaldırıp Uzay'a yanaştı.
"Durmamışlar Uzay. Ne Yusuf amca ne Baran amca. İkisi de durmamış... Ama biliyorsunuz artık bu dünyada ne hukuk kaldı ne adalet. Her şey para, her şey sus payı." gerçeğin darbesi ağır oluyordu. Üstelik bu gerçek kendi kurbanının dilinden döküldüğünde daha acıtıcı oluyordu. Annesine hayran olan bir kadındı Ferah. Annesinin giydiği avukatlık cübbesinden, onun dik başlı, güçlü duruşundan çok etkilenerek hukuku seçmişti. O yolda babamla ve Baran dayımla görüştükçe avukatlığın yerini savcılı tutkusu almış ve babam en büyük idollerinden birisi olmuştu. Şimdi çiçeği burnunda savcıydı ve bir savcı olarak hukukun ve adaletin yok olduğunu söylüyordu.
"O zaman bende kendi adaletimi yaratırım!" Dağhan elini Uzay'ın omzuna yaslayıp sıkarak desteğini belli etti. Andre ve Hayat'ta Uzay'ın yanında yer alınca Ferah'ın bakışları bana döndü. Benim göstere göstere yapmaya çalıştığımı o da bir şekilde yapmaya çalışmıştı ama benim aldığın karşılıktan farklı bir şeyle karşılaşmadı. Uzay kararlıydı. Dağhan'da diğerleri de. Vazgeçmeyeceklerdi. Birinden biri vazgeçse belki domino taşı misali yıkılıp gideceklerdi ama eskiye nazaran ne kadar uzak görünseler de hâlâ sımsıkı birbirilerine bağlıydılar.
"Kendi adaletin?" dedi Ferah bir an sonra bakışlarını benden kaçırıp Uzay'a yeniden bakarken.
Uzay başını salladı. Sıkılı çenesini sağa sola oynatıp "dişe dişse, dişe diş. Kana kansa, kana kan!" dedi. Ellerini aniden kaldırıp kafasına vurmaya başladı. "Susmuyor! Siktiğimin kafası susmuyor! Anladın mı? Dünya'nın acısı dinmeden de susacak gibi değil. O yüzden ben bu yoldan dönmem. Ölümse ölüm bana artık hiçbir şey fark etmiyor!"
Uzay nefes nefese sustuğunda Ferah öne atıldı ve onu kollarının arasına aldı. Sarılışına karşılık bulduğunda Dağhan'da bir kolunu ablasına diğer kolunu Uzay'a sardı. Andre ve Hayat'ta onlara eşlik ettiğinde yüzümde dingin bir tebessüm peyda oldu.
"O yolda seninle olacağız Uzay. O yüzden buradayım. Ama akıllı ve kurnaz olmak zorundayız. Onlar bir ise biz bin olmak zorundayız. Darbe aldığımızda yıkılmamak zorundayız ve en önemlisi yaşamak zorundayız Uzay. Birbirimiz için, ailemiz için!" dedikten sonra Uzay'ın yüzünü avuçları arasına aldı Ferah.
"Ben anladım seni, sende beni anlıyor musun?" Uzay başını sallayıp geri çekildi. Mavi gözleri etrafını saranlarda dolandıktan sonra bana döndü. Mavilerimiz çakıştığında yüzünde hüzünlü bir gülüş belirdi.
"Haklıymışsın. Bırakmamışlar," başımı salladım. Ne babam ne dayım asla bırakmazlardı.
"Bırakmazlar... Hele baban... Asla bırakmaz Uzay asla." sesime yansıyan inancım ona güç verdi. Başını ağır ağır sallayıp dudaklarını ıslattı. Aklındaki sorular sese dönüşmese bile gözlerinden okunduğundan Ferah onu cevapladı.
"Bizleri korumak adına bu kadar sessiz ve yavaş davranmışlar aslında." dedi Ferah. Meraklı bakışlarımızı üzerinde hissedince omuzlarını silkip kalktığı koltuğa geri oturdu.
"Dünya'nın cenazesinden sonra etrafımızda bizim fark etmediğimiz adamlar sokulmuş. Hepimiz uzun bir süre korumalarımız olduğu halde takip edilmişiz. Bizim üzerimizden tehditler almışlar. Ki Yusuf amcayla Baran amcanın aldığı en büyük tehdit Dünya ölmeden hemen önceki gece hastanede yaşanmış." oturduğum koltuğun kumaşlı diken misali tenime battı. Rahatsızca kıpırdanıp bakışlarımı Ferah'a diktim.
"O gece kimin tehdit ettiği malumunuz. Ama," gözleri daldı, bir şeyleri düşünüp tarttı. "O işte aklımı kurcalayan bir şeyler ama neyse."
"Ne gibi?" diye sordu Dağhan.
"Şimdilik bende kalsın. Bir netliğe kavuşmadan kafamızı karıştırmayalım Dağ." Dağhan dudak büküp başını salladı. Ferah'ın bakışları üzerime kaydınca bende ona baktım. Aklını kurcalayan şey her ne ise bakışlarındaki şüphe beni de içine çekti.
Biz birbirimize bakmaya devam ederken evin kapısı açıldı ve içeriye ikizler girdi. İkisinin de yüzleri bembeyaz, gözleriyse kıpkırmızıydı. Bize hiç bakmadan kaldıkları odaya gidecekken Şafak ve İlknura içeri girdi ve Şafak "burada kalın," dedi.
İkizler koridorun başında durup birbirilerine baktıktan sonra arkalarını döndüler ve mutfak masasına ilerleyip oturdular.
"Konuşmanız bittiyse buyurun asıl meseleyi konuşalım!" dedi Şafak.
"Eksik değil miyiz?"
"Hayır. Olmamız gerektiği kadarız!" Şafak'ın sözlerinin ardından ilk hareketlenen Dağhan oldu. Peşinden diğerleri ilerlerken Ferah ile aynı anda ayaklandık.
Masadaki boş olan iki sandalyeden birisine oturduğumda karşıma Şafak oturdu. Sağ tarafımda Ferah oturuyorken Sağ tarımda İlknura vardı. Cem her zamanki gibi Ferah'ın arkasında dağ gibi dikilmeye devam ediyordu.
"Uzay ve Dağhan size bahsetmiştir konuştuklarımızı." diyerek giriş yaptı Şafak. Üzerinden bir daha geçmek istemediği belliydi.
"Anlattılar ama ucu açık çok şey var." dedi Ferah.
"Sizi ilgilendiren kısımları bilmeniz yeterli." Şafak'ın karşılığı Ferah'ın dudaklarında alaycı bir gülüşe neden oldu.
"Orasına ben karar veririm!" dedi. Şafak'ın bakışları beni buldu. Başımı omzuma doğru yatırıp ona meydan okurcasına baktım. Benden ne bekliyor ya da ne istiyordu umurumda değildi. Artık sadece sorular ve cevaplar vardı ve onun cevapları şu anda önem verdiğim tek şeydi.
"Kızışmasın ortalık. Adam akıllı kimse gelmeden konuşalım," dedi Andre.
"Doğru. Tartışmaktan daha önemli konularımız var." Şafak hemen yanında oturan Ekin'e baktı. Birbirilerine bakarken hissettikleri öfkenin yerini sakinlik almıştı sanki. Ekin daha da durulmuş, Şafak ise kıyılarını kardeşine açmış gibiydi.
"Peki. O zaman bu sabah yaşananlardan başlayalım." dedi Ferah. Sazı eline almıştı ve çalmak için fazlasıyla hevesli görünüyordu. Meraklı bakışları üzerimizde dolandı. Cebimde birden sabah çocukların verdiği telefonun varlığını hissettim. Bana kayıt yapmam için vermişlerdi ama hiç öyle bir şeye yeltenmemiştim.
"Magnus işimize yarayacak bir şey söylemedi ama..." deyip sinsice güldü.
"Ama?" dedi Uzay ve Dağhan aynı anda.
"Gözünü oydum."
"Ne?" bu tepki İlknura ve Ekim'den geldi. Ekim'in tepkisi mide bulantısını andırırken İlknura'nın gerçekten şaşkınlıkla harmanlanmıştı.
"Öyle olması gerekti." derken bakışları bana kaydı. Kara gözlerindeki hınzırlık içimi gıdıkladı. O yer cücesinin gözünü oymaktan asla pişman değildi. Adamın o halleri aklıma gelince gülmemek için kendimi tuttum.
"Sana saldırmasını istedin," dedi Dağhan. Şafak'ın bende oyalanan bakışları ona kayınca bende kendimi toparlayıp masadakilere baktım ama Ferah'ın delip geçen bakışları tenime baktı. Başımı salladığımda ağzının içinde homurdandı. Deli kız fırsatını bulduğu her an küfrediyordu.
"Aynen öyle. Bana işe yarayacak hiçbir bilgi vermedi. Bende işimize yaramasını sağladım. Magnus gibi adamlar fazla egolu fazla narsist olurlar. O gözün hesabını sormak isteyecek." fazla rahat ve keyifli görünüyordu. Aklında hangi tilkiler dönüyordu bilmiyordum lakin karşı tarafı kışkırtacağını tahmin ediyordum.
"Böylelikle o adam üç aileyi kışkırtıp üzerimize salacak." diyerek abisinin cümlesini tamamladı Ekin.
"Aynen öyle çocuk." dedi Şafak. Eli bir an Ekin'in saçlarına uzansa da geri çekilip elini indirdi.
"Peki saldırdıklarında ne olacak?" Şafak gözlerini devirip Ferah'a baktı.
"Karşılık vereceğiz." dedi. Cevabı netti.
"O nasıl olacak?" diyerek bende işin içine karıştım. kara gözleri memnuniyetle bana döndü.
"Bazı karşılıklar silahsız olur Toral ve inan bana daha kuvvetlidirler."
"Ne gibi?"
"Sırlar..." demekle yetindi.
"Ben bir halt anlamadım." diyerek duygularımıza tercüman oldu Hayat.
Şafak derin bir nefes alıp verdikten sonra birbirine kenetlediği ellerini masaya dayadı. Kasılan omuzları heybetine heybet katarken bakışları hepimizde dolandı.
"Abim Behraz... Kulağı delik, eli uzundur. Bunca yıla çok fazla sır sığdırdı. Ve bu sırlar sadece bizim ailemizin sırları değil. Müebbet yemesinin sebebi bedenlerinden ayırdığı kafalar değil bu sırlar," dediğinde bakışları varla yok arasında duyduklarından sonra yerinde rahatsızca kıpırdanan İlknura'ya kaydı.
"Yani isteseydiniz abin hapis yatmazdı." etrafımızda yankılanan ses en az Şafak'ın sesi kadar baskın ve otoriterdi. Herkesin bakışları Cem'e kaydı ama ben Ferah'a baktım. O hiç istifini bozmadan Şafak'a bakıyordu.
"Evet. Abim bildiği sırların bedelini müebbetle ödüyor..."
"Ne tuhaf aileler var Allah'ım. Uyguroğlu olduğum için sana şükürler olsun, amin!" Hayat'a hiç bakmadan gözlerimi devirirken Uzay ters bakışlar atarak "Hayat hiç sırası değil kuzen!" dedi. Hayat, Uzay'ın sözlerinin ardından dudaklarına fermuar çekti.
"Bu ailelerle bu kadar yakın olmanız... Gerçekten sadece iş ile mi açıklıyorsun bunu?" Ferah'ın sorusu Şafak'ı hazırlıksız yakaladı. Belki masada oturanlar bunu fark etti mi bilmem ama ben dudağının köşesini saliselik bir farkla da olsa ısırışını fark ettim.
"Temiz bir aile olmadığımızı en başından söylüyorum. Sakladığım bir şey değil. Ama bu o ailelerle bizi bir tutmanıza göz yumacağım anlamına gelmiyor. Zamanında ticaret yapıldı ve bitti. O kadar!"
Şafak'ın son sözlerinin ardından bir süre kimseden ses çıkmadı. Yaşanan bakışmaların ardından Ferah boğazını temizledi. Göğsünde bağladığı kollarını çözüp dirseğini sandalyenin arkasına yasladı ve duygusuz bakışlarını Şafak'a dikti.
"İspatla!" dedi meydan okuyan sesiyle.
Şafak aynı bakışlarla Ferah'a karşılık verdi. Masaya yaslı kollarını kendine çekip parmaklarını masanın kenarına yasladı. "Ne ispatı?"
"Gerçekten bizim yanımızda bizim safımızda yer alacağını ispatla!" Şafak dudaklarını birbirine bastırdı. kaşları anısızın çatılıp kaş arasındaki o çizgiyi yine gözler önüne serdi.
"Anladım sen zor algılıyorsun yardımcı olayım ben sana," dedi Ferah tatlı tatlı gülümseyerek ama gülümsenin altındaki acımasız ve sinsi tarafını görüyordum.
"İstanbul'a döner dönmez yapacağım ilk şey bizzat bakanlık tarafından unutulması için arşivin tozlu raflarına saklanan Yarkın Ailesi dosyasına talip olmak olacak. Her şeyinizi ama her şeyinizi!" dedi Ferah üstüne basa basa.
"Didik didik edip bulacağım. Sizi kayıran, rüşvetle, tehditlerle susturduğunuz herkesi açığa çıkaracağım ve aksine fırsat vermeden hepinizin yargılanmasını sağlayacağım."
"Şimdi kendini ispatla! Bana kaşımam gerekeni söyleyerek bize kendini ispatla." dedi Ferah katı ve tehditkar tavrıyla. Kendinden emin duruşunun ona kattığı güç ve asillik her yere izini bırakıyordu. Ondaki bakışlarımı Şafak'a çevirdiğimde dudaklarını birbirine bastırıp soğuk bakışlarını bir an olsun Ferah'tan kaçırmadı.
"Güzin Yarkın..." dedi bir an olsun bile düşünmeden.
"O kim?"
"Annem..." annem derken hissettiği nefret etrafına buzdan dağlar ördü. Boğazını temizleyip "Behraz için her şeyi yapar tabii babamın onu öldürmeyeceğinden ve malına el koyulmayacağından emin olursa," dedi hiç teklemeden.
"Önüme anneni mi atıyorsun gerçekten?" Ferah'ın sorusuna yarım ağız güldü Şafak.
Güzin Yarkın onun annesi değildi.
"Sanırım kendimi ispatladım." birbirimizde dolanan bakışlarımız kararlaştırmışız gibi Ferah'ın üzerinde duraksadı.
Ferah ise bakışlarını bir an olsun Şafak'tan çekmedi. Ona baktı, onu gördü. Aklının kıyılarında bir şeyleri tartıp biçti. İç çekip başını sallayarak "ispatladın." dedi.
Dilime kadar gelenleri yutup dilimi dişlerimin arasında ezdim. İfadesizlik sinen bakışlarımı Şafak'a çevirdiğimde onun çoktan bana baktığını gördüm. Mavilerim kontrolümün dışında karalarına dalıp gittiğinde yutkunuşum ani oldu. Gözleri dudaklarımdan boynuma kayıp yeniden gözlerime çıktığında tarif edemediğim o bakışlarında annesiyle ilgili gerçeğin farkında olduğumu bildiğini anladım.
***
Ev tamamen olmasa da sessizliğe gömüldüğünde herkes köşesine çekildi. Şafak ve Alp yemek masasında oturmaya devam ederken Kurt hâlâ ortalıkta görünmüyordu. Eylem ve İlknura, Ekim'in kaldığı odada ona eşlik ederken Ekin, Kurt'tan boşalan koltukta uzanıyordu. Bizimkiler yine odaya çekilmişlerdi. Cem ise saatlerdir olduğu gibi Ferah'ın oturduğu tekli koltuğun arkasında el pençe bir şekilde ayakta dikiliyordu. Ondaki bakışlarım Ferah'a kaydığında onunda bana baktığını anladım. Başıyla dışarıyı işaret ettiğinde onu onaylayıp koltuktan kalktım.
"Sen kal Cem," bakışlarım Ferah'ın yanında beliren Cem'e kaydı. Adam saatlerdir kımıldamadan ayakta dikildiği halde hiç yorulmuşa benzemiyordu.
"Mesafemi koruyacağım efendim." dedi itiraza yer bırakmayarak. Ferah'ta üstelemedi.
Peş peşe evden çıkıp göl kenarına doğru yürüdük. Cem birkaç metre uzağımızda dururken biz gölün tam kenarında yan yana durduk. Ferah karanlık gökyüzünü parlaklığıyla saran yıldızlara iç geçirerek baktıktan sonra bana yandan bir bakış atıp sakince soluklandı.
"Peri iyi. Barlas fazlasıyla ilgileniyor." başımı salladım. Gecenin ayazı içimi titretince kollarımı bedenime sardım.
"Güzel," demekle yetindim.
"Onları buradan göndermek akıllıca ama bir işe yaramaz biliyorsun değil mi?" dudaklarımı ıslatıp ısırdım. Başımı yere eğip ıslak toprağı ayakkabımın ucuyla eşeledim.
"En azından güvendeler." alaycı bir gülüş belirdi dudaklarında. Başını sağa sola sallayıp nefesini gürültüyle bıraktı. Uzun, siyah saçlarını sol omzunda toplayıp derin buklelerine parmaklarını doladı.
"Evet. Diğerlerini de bir şekilde güvene almamız lazım." üstüne basa basa söylediği sözlere yine başımı salladım. Kelimeleri toparlayıp bir cevap veremediğimden iç çektim. Yan bakışları bir kez daha beni bulunca "Ferah," dedim. Ne demek istediğimi ne hissettiğimi ses tonumdan anladı.
"Seni dövmek istiyorum Canan. Sövmek istiyorum, kızıyorum, güceniyorum ama sonra sende aynısını yapardın Ferah derken buluyorum kendimi." bedenini tamamen bana çevirip kollarını göğsünde bağladı.
"Uzay ve Dağhan zor bir ihtimal ama Andre'yle Hayat'ı yanımda götüreceğim." dedi kesin bir sesle. Sesindeki o kesinlik duruşunda da vardı. Ben de bunu istediğimden onu destekledim.
"Evet... Doğrusu bu. Bu onların intikamı ama burada değil arka planda olmalılar." dedim. Uzay bu yola Dünya'nın öldüğü gece yanında olanlarla çıkmak istemişti. Öyle de yapmıştı ama karşımızdakiler sandığımızdan daha fazlaydı.
"Sence Şafak..." dedim ama Ferah'ın kısılan bakışları beni susturdu.
"O adam bu dünya üzerinde güveneceğimiz son insan bile olamaz Canan." bakışlarımı kaçırmamak için direndim.
"Biliyorum. Sadece demek istediğim... Sence neden? Neden onlarla düşman? Tek sebep abisi olamaz gibime geliyor." dediğimde oflayarak nefeslendi.
"Bir tahminim yok. Olmasına da gerek yok. Bize yamuk yapmasın kendi derdi de ne boksa kendi ilgilensin yeter." ağır ağır başımı salladım. Saatlerce fark ettiğim gerçeği şimdilik kendime saklayıp içime gömdüm. Aklıma gelen başka bir şeyle durduğum yerde kıpırdandım.
"Babam gerçekten arkamızda mı olacak?" diye sordum içime kaçan sesimle.
"Babanın ne zaman dediğini yapmadığını gördün Canan?" hiçbir zaman... Babam sözüne sadık bir adamdı. Sonucu ne olursa olsun dürüstlüğünden asla ödün vermezdi ama bu durum fazla karışık ve ağırdı.
"Merak etme. Koskoca Yusuf Toral o. Halleder bir şekilde," dedi Ferah benim aksime gayet rahat bir tavırla.
"Kızdı mı bana?"
"Kızdı. Haksızda değil. Hiçbiri haksız değil Canan. Ne kadar sert olurlarsa olsunlar, türlü türlü pislikleri görüp geçirmiş olsalar da anne ve babalarımız bizlere toz pembeden tertemiz hayatlar yarattılar. Bizi kötüden, pisten, korkunç olan her şeyden uzak tuttular. Bazen onlara bizi bu kadar temiz büyüttükleri için kızıyorum. O kadar bilmiyoruz ki kötü ne? Karanlık nasıl bir şey... hiçbir fikrimiz yok ve bu hiçlikle buradayız." haklıydı. Çoğu kez bocalamamın sebeplerinden birisi de bu durumdu.
"Ben de hep bunun gelgitini yaşıyorum içimde. Güçlü durmaya renk vermemeye çalışıyorum ama yalananlar, şahit olduklarımız hepimiz için çok ağır." bana şüpheyle baktı. Gözleri bir şey kaçırmak istemediğinden yüzümden sıyrılmıyordu.
"Bu sabah yaşanan olay dışında bir şey yaşandı mı?" Şafak'ın restoranda Magnus denilen o cüce adamın gözünü oymasından bahsediyordu. Bir an boş bulunup Eren'den bahsedecektim ama durdum. Bize bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemediğinden bilmediği kanaatine vardım.
"Hayır yok." dediğimde birkaç saniye gözlerime baktı. Emin olmuş olacak ki başını sallayarak kafasını çevirip etrafa bakındı. Düşünceliydi. Dağhan gibi gözleri sürekli bir yerlere dalıyor sonra aniden sıyrılıyordu.
"Canan," dedi bir an sonra farklı bir tonda. Bu ses tonunu beni gerçekten uyarmak isterken kullanırdı.
"Ne oldu?" bakışlarını çok kısa bir süreliğine gökyüzüne çıkartıp yeniden bana baktı. Dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra birbirine bastırdı ve bana şefkatle korkunun harmanlandığı gözlerle baktı.
"Kalbini sustur Canan." anlam veremedim.
"Ne?"
"Kalbini sustur! Sadece mantığınla hareket etmek zorundasın.. Aksi takdirde kendi felaketini sadece kendine değil tüm aileye yaşatacaksın!" kaşlarım istemsizce derinden çatıldı. Terleyen avuç içlerimi kollarıma bastırıp kıstığım gözlerimle Ferah'a baktım.
"O ne demek şimdi hiçbir halt anlamadım."
"Ben diyeceğimi dedim. Dediğimi nereye çekersin nasıl yorumlarsın karışmam... ama," susup bana bir adım yaklaştı. Gözlerimde dolanan gözleri bir anlığına arkama kaydıktan sonra gürültüyle nefeslenip bakışlarını yeniden bana çevirdi.
"O içine sıçtığımın kalbin yüzünden benim kardeşim, kardeş saydıklarım zarar görürse bunun bedelini sana ödetirim Canan." dedi. Sözleri ağırdı ama doğruydu da. Bedenime sardığım ellerimi iki yanıma bırakıp başımı eğdim.
"Anlamadım ama korkma. O hatayı bir daha yapmayacağım." dedim kendimden emin bir duruşla ama çok sürmeden o duruşumu da yıktı geçti.
"Hı hı. Peri'nin bedeninde o yüzden o muhteşem yara var değil mi?"
Tuhaf bir ağırlık çöreklendi göğsümün orta yerine. Damağım kurudu, koca bir yumru boğazımı dövüp soluğumdan yuvarlanıp ciğerlerime taş gibi oturdu. Avuçlarımda Dünya'nın buza dönmüş bedeninin soğuğuyla, Peri'nin ateşlerde yanan bedenin sıcağı birbirine karıştı. Burnumun direği sızlayınca ağlamama için tuttum kendimi. Bakışlarımı Ferah'tan kaçırdım. Kuyruğunu sıkıştıran dilim boğazıma kaçarak ortadan kaybolurken Ferah susmadan konuşmaya devam etti.
"Şunu anla artık Canan. Herkese, her şeye yetişemezsin. O kadar mükemmel değilsin. O kadar güçlü değilsin. Keşke olsan keşke olsak ama gerçek bu. Sağına döndüğünde solunda kalana ne olduğunu bilemezsin. Bilemeyiz. Bulunduğumuz bu yer, olduğumuz bu durum içinde hayvanlarınla sonsuza dek mutlu mesut yaşadığın masallar diyarı değil. O yüzden sen mantıklı kararlar verip doğru adımlar atmak zorundasın. Madem bu işe kalkışıp bu hikayenin başrolü olmaya heveslendin o zaman hakkını ver." aramızda açılan mesafeler metrelere dönünce durdu ve omzunun üzerinden bana baktı.
"Şimdi düşünüyorum da belki de en doğrusunu İzel yapıyordur..."
Son sözünü söyleyip yeniden arkasını döndü. Cem'in yanına gittiğini gördüğümde bakışlarım kaydı. Cem'in yanında Şafak'ı fark ettiğimde gerildim. Ferah durduğunda bedeni Şafak'ın önündeydi. Bir şey dedi mi duyamadım ama Şafak'ın başı bana döndü ve birkaç saniye göz göze geldikten sonra başını yeniden Ferah'a çevirdi.
Bir dakika kadar sonra Ferah yanında Cem ile birlikte eve döndü. Gözlerim dönüp dolaşıp Şafak'a kaydığında elleri cebinde bir şekilde bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Ona sırtımı dönüp yürümeye başladım. Gecenin karanlığında hızlı adımlarla gölün kenarını arşınlayıp dün akşam oturup konuştuğumuz ağaç kütüğüne oturdum.
Sakin adımlarla yanıma gelip oturdu. Cebindeki ellerini çıkarıp göğsünde bağladı. Gecenin sessizliğinde böceklerin, kıyıya vuran küçük dalgaların ve onun nefes sesi duyuluyordu.
"Anlaşılmayan bir durum mu var Toral?" dedi.
"Yok. Gayet iyi anlattın kendini. Açık kapı bırakmadın," dedim. Nefesini yanağımda hissedince bakışlarının üzerimde olduğunu anladım. Ona bakmadım. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırıp bedenimi hafifçe öne eğdim. Üşüyordum.
"İlknura iyidir. Sağlamdır. Onunla iletişim kurabilirsin," susması için elimi havaya kaldırdım. Gerilen dudaklarımı birbirine bastırıp başımı ona çevirdim.
"Bir arkadaşa ihtiyacım yok. Başkasının aklına da..."
"Akıl vermek gibi bir niyetim yok. Fazlasıyla zeki bir kadınsın," alaylı bir sırıtış dudaklarıma kondu.
"Bunun farkında olman ne hoş!" dedim üstten bir tavırla. Sırıtacak gibi olup dudaklarını hemen birbirine bastırıp nefeslendi. Bu tavrı sinirlerimi bozunca ona ters bakışlar attım.
"Biraz alıksın ama!"
"Ne?" güldü. Boğazını temizleyip omzunu silktikten sonra "alıksın işte, tam anlamıyla alık bir insansın."
Sol elimle kendimi gösterip " ben?" dediğimde dudakları sol yanağına doğru kavislendi.
"Evet, sen." kaşlarım hayretle büzüşüp çatıldı.
"Yani Şafak hem zeki kadınsın deyip üstüne alık bir insansın demek... Bu nasıl bir çelişki?" bakışları dudağıma düştü. Saniyeler boyu orada oyalandıktan sonra iç çekercesine nefeslenip önüne döndü. Başındaki şapka gecenin karanlığında onun yüzünü görmemi iyice zorlaştırınca başımı ona doğru yaklaştırdım.
"Ne?" dediğimde dudaklarını bilmem dercesine büktü.
"Hiç," dedi geçiştirmek istercesine ama izin vermedim.
"Şafak?" deyip kolunu dürtünce göğsünü şişirip tuttuğu nefesini dudaklarının arasından bıraktı. Başını yeniden bana çevirdiğinde sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçti ama bu çok kısa bir an devam etti. Bakışları yeniden önüne döndüğünde bende biraz geri çekildim. Ellerimi kütüğe yaslayıp bacaklarımı öne uzattım.
"Bazen ismimi farklı bir tonda telaffuz ediyorsun." kelimeler dilinden zorla düşüyordu. Kerpetenle çekmek gibiydi.
"Eee?" diye diretince gölde olan bakışları bana döndü. Yüzünde dingin huzurlu bir ifade vardı. Gecenin sakinliği gölün parıltısı ona iyi gelmiş gibiydi.
"Eee-si o kadar Toral." dediğinde gülümsememi engellemedim. Dudaklarım hissizce iki yana kıvrıldı. Gözlerim yüzünde dolanıp gökyüzüne tırmandı.
"İki ismim var ama sen bana inatla Toral diyorsun. Sahi," bakışlarım yeniden ona indi. Gözlerimi gözlerine kenetlenip, "sen neden bana ismimle hitap etmiyorsun?" dedim.
Omuzlarını silkti. Kucağında olan ellerini benim gibi bacaklarının iki yanında kütüğü yaslayış omuzlarını dikleştirdi. Bakışlarını gölün karanlık sularına dikip esrarengiz bir tınıyla "iki isminde fazla anlam yüklü Toral... Sana kattığı anlamlarını ve aile değerlerini kirletmek istemiyorum..."
Tüylerim diken diken oldu. Sebebi söylediklerimi yoksa gecenin sert esmeye başlayan ayazımı emin olamadım. İsimlerime yüklediği anlam yük olacakmış gibi dudaklarından hiç dökülmezken kulağımda Toral deyişleri yankılandı.
"İlk karşılaştığımız gece de biliyor muydun anlamlarını?" dudak büküp bilmem dercesine bedenini salladı.
"Bilmem. Sana hiç adınla seslenmek gelmedi içimden. Hem malum o gece aklın pek yerinde değil gibiydi, ismini seslensem de duymazdın," kastettiği şey Gabriel ile yaşadığımız yakınlıktı. Bunu neden bu kadar ağzına dolayıp sürekli yüzüme vurması canımı sıkıyordu.
"Her neyse!" kütükten hızla kalkıp ona ters bir bakış attıktan sonra arkamı döndüm ve yürümeye başladım.
"Toral?" arkamdan seslendi lakin dönüp bakmadım.
Yeterince gergin, sinirli ve doluydum. Onunla durup daha da gerilmeme gerek yoktu. Büyük adımlarla eve geri döndüm. Sessizliği aynıydı. Ferah ikili koltuğa yayılmış otururken Cem hemen çaprazındaki tekli koltukta dik bir şekilde oturuyordu.
Ferah'ın yanına oturup bacaklarımı kalçamın altına topladım ve başımı omzuna yasladım. Saniyeler sonra yanağını başımın üstüne yasladığını hissedince rahat bir nefes aldım. Çok uzadığından gözlerime sataşan kaküllerimi üfleyerek görüş hizamdan temizleyip Cem'e baktım. Uzun boylu, kaslı, temiz yüzlü bir adamdı. Beyaz teni bir bebek kadar pürüzsüzdü. Koyu kumral saçları kısacıktı. Gözleri ne gökyüzü kadar açık bir mavi ne de denizler kadar koyu maviydi. Griye kaçan mavilerinde beyaz noktalar vardı sanki. Üzerindeki takım elbise, kulağından sarkan kulaklık gerçekten bir koruma olduğunu hissettiriyordu.
"Polis mi?" diye fısıldayarak konuştum ama Cem'in de duyduğuna emindim.
"Bilmem herhalde." dedi umursamayan bir tavırla ama onu birazcık tanıyorsam Cem'e dair her şeyi biliyordu. Cem'i alıcı gözüyle süzüp salak bir sırıtışla ona göz kırptım. Bendeki bakışları anında yere düştüğünde kıkırdadım.
"Yakışıklı adammış." dediğimde yanağını başıma vurdu.
"Merak etme kız radarıma almadım."
"Canan!" başını çekip bana kötü kötü bakınca oflayıp başımı omzundan kaldırdı.
"Ay demedim bir şey tamam. Yemedik korumanı," dedim.
"Bak hâlâ konuşuyor," Cem boğazını temizleyip oturduğu koltuktan kalktı. Bakışlarını bize hiç değdirmeden mutfağa ilerlediğinde ona bakmayı sonlandırıp Ferah'a döndüm. Onun bakışlarının da Cem'de olacağını sanırken o direkt bana bakıyordu.
"Ne? Takılıyorum sadece?"
"Takılma Canan. Şu an hiç o havada değilim. " hiçbir zaman o havada olmazdı zaten. Öpülmekten, terliyse sarılmaktan, el şakalarından, takılmalardan asla hoşnut olmazdı.
"Tamam dedim uzatma. " dedim. Ondan uzaklaşıp koltuğun diğer ucuna geçtim. Yan uzanıp başımı kolçağa yasladım. Cem elinde su şişesiyle yanımıza geri döndüğünde Ferah'ın bakışları ona kaydı. Cem fark ettiği bakışlardan sonra su şişesini Ferah'a uzattı.
"Sağ ol." deyip şişeyi aldı ve kafasına dilerek tüm suyu bitirdi. Cem mutfağa doğru anlık bir bakış attı ama gidip kendisine yeniden su almak yerine koltuğa geri oturdu.
"İzel nasıl?" suyundan içip bana baktı. Gözlerini devirip dudaklarını kıpırdatmadan homurdandı.
"İyi. Kocasıyla barıştı, hamile olduğunu aileye açıkladı. Herkes yanında merak etme." dedi.
"Barıştı derken?" dedim şaşkın şaşkın. İzel ve Yusuf Ali'nin küstüğü duyulmuş bir şey değildi.
"Kavga etmiş bu mallar. Sonra Yusuf Ali bizim salağı terk etmiş." inanmayan gözlerle ona bakınca bacağıma tekme attı.
"Yeme beni. Yusuf Ali asla terk etmez."
"Bilmiyorum. Sen arar sorarsın canın kuzenine. Ben büyük salağın eve dönmesini sağladım neyse ki."
"Ya kızım sen hakaret etmeden küfretmeden rahat duramıyor musun?" dişlerini göstererek sırıttı. Omuzlarını silkip elindeki su şişesini yan tarafındaki sehpaya bıraktı.
"Yok aşkım. Bizde böyle," derken benim gözüm Cem'deydi. Ferah'ın sehpaya bıraktığı suyu alıp kafasına diktiğinde dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsedim ve Ferah'a göz kırptım.
"Başım gözüm üstüne..." dedim. İç çekip çenesini kaşıdı. Elini daha demin bıraktığı suyu almak için uzattığında karşılaştığı boşluğa başını çevirip baktığında Cem'i ve elindeki boş şişeyi fark etti.
Gözleri bir Cem'in bir de elindeki boş şişenin üzerinde gezindi. "Sen benim suyumu mu içtin?"
"Teorik olarak siz benim suyumu içtiniz efendim." gülmemek için kendimi zorlasam da genzimden kaçan hırıltıyla Ferah'ın bakışları bana döndü. Dudaklarımı ısırıp başımı farklı bir yana çevirdim.
"Git bana su getir Cem."
"Ben sizin ayakçınız değil korumanızım savcım. Suyunuzu kendiniz alabilirsiniz." Ferah renk vermese de şaşırdığını biliyordum.
"Sen bana karşı mı çıkıyorsun?" onlar atışmaya devam ederken gülüşümü tutamayıp kıkırdadım ve oturduğum yerden kalkıp mutfağa ilerledim. Dolaptan üç şişe su alıp yanlarına geri dönüm. Elimdeki şişeleri kucaklarına fırlatıp yerime geri oturdum ve soğuk suyu enseme yaslayıp biraz beklettim.
Ferah hâlâ Cem'e laf yetiştirmeye devam ederken gülerek Cem'e baktım ve "hadi yine iyisin daha o güzel küfürlerine layık değilsin." dedim.
"Kapa çeneni Canan." dudaklarıma fermuar çekip ensemdeki şişeyi çektim. Birkaç yudum aldıktan sonra şişeyi koltuğunun kenarına bırakıp Ferah'a yanaştım ve başımı kucağına yasladım. Uzun parmakları anından sarı saçlarıma karışırken diğer elini kendime çekip üzerini öptüm ve sıkıca tutup gözlerimi kapadım.
***
Güneş doğmak üzereyken Ferah ve Cem geri dönmek için hazırlardı. Ferah, Andre ve Hayat'ı yanında götürmek için çok dil dökse de ikisi de gerçi çevirmişti. Burada kalmaya devam edeceklerdi. Ferah üstelemeden geri adım atmıştı.
"Dikkat edin," dedim. Gözümden uyku akarken ayakta zor duruyordum.
Ferah, Dağhan'dan kopmadan bana bakıp başını salladı. "Sizde dikkat edin. Her şeyden haberdar edin bizi. Konuştuğumuz gibi hep kontakta olacağız." başımı salladım.
"Merak etme abla." dedi Dağhan kolları arasındaki ablasının başını öpmeden hemen önce.
"Alp ve Kajen size eşlik edecek," dedi Şafak. Kajen'i başıyla işaret ederek. Gözlerim anında işaret ettiği yere kaydığında İlknura'nın adamlarından biri olduğunu fark ettim. Bu adamda izbandut gibiydi.
"Gerek yoktu." dedi Cem kaba bir tavırla.
"Var." diye bastırarak konuştu Şafak. İkisi arasında dün geceden beri üstünlük kurma çabası varmış gibi hissediyordum.
"Kimin nereden çıkacağı belli olmaz. Size eşlik etmemizde fayda var. Hatta Kajen bizi takip ederken sizin arabanızı ben kullanayım. İkinizde uykusuzsunuz." dedi Alp. Ferah tatlı tatlı gülümseyip minnetle baktı Alp'e. Tabii Ferah'ı tanıyan herkes bu bakışların, şimdi siktim belanı bakışları olduğunu bilirdi.
"Teşekkür ederiz. Çok makbule geçer," diyerek konuyu kapattı Ferah. Dağhan'ın kolları arasından sıyrılıp yanıma yaklaştı ve beni sarmak için kollarını iki yana açtı. Kollarının arasına girip sıkıca sarıldım ona.
"Evi merak etme. Biz orayı hallederiz." dedi fısıldayarak. Buna hiç şüphem yoktu. Ferah'ın bu işe dahil olmasını asla istemezdim ama verdiği güveni ve rahatlığı da inkar edemezdim. Bizim aksimize daha mantıklı, zeki ve kurnazdı.
"Teşekkür ederim..." dedim sadece. Geri çekildiğimizde birbirimize birkaç saniye baktıktan sonra "İzel'e herhangi bir dargınlığım olmadığını söyle olur mu?" dediğimde başını salladı.
"Merak etme. Zaten ona dargın olduğunu düşünmüyordur." gözlerimi devirip burnumdan soludum. Doğru diyordu demesine ama İzel dışarıya kendisini ne kadar rahat yansıtsa da içten içe kendini yediğini bir ben bilirdim.
"Sen yine de söyle." gözlerini devirince ona dil çıkarıp "def ol Ferah!" dedim.
"Sen de." dedikten sonra Dağhan'a yeniden yanaşıp yüzünü avuçlayıp kendisine çekti. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra yanağını öpüp bıraktı.
"Haydi selametle." dedi ve arabaya yerleşti.
Kajen kendi arabasına ilerken Alp'te Ferah'ın ve Cem'in olduğu arabaya yerleştiğinde yerimde huzursuzca kıpırdandım. Anlık bir kararla hızlı adımlar atarak arabaya ilerledim ve Ferah'ın tarafındaki kapıyı açtım.
"Sana bir şey söylemem lazım." diye fısıldadığımda başını sallayıp gülümseyerek kollarını bana açtı. Yüzümü arabanın ön tarafındakiler görmesin diye diğer tarafa çevirip Ferah'ın kulağına eğildim. Titrek bir nefes alıp terli avuçlarımı sırtına yasladım.
"Güzin Yarkın, Şafak ve ikizlerin öz annesi değil." dedim ve geri çekilip yüzüne baktım. İri gözleri kısılmış, kaşları çatılmıştı.
"Canan sen..." başımı salladım.
"Kimseden duymadım sadece bazı parçaları birleştirince karşıma çıkan sonuç bu." başını hızlı hızlı salladı.
"Tamam..." dedi ama bakışlarından bunu ona söylememi beklemediği açıktı. "Söylediğin için teşekkür ederim. Ben araştıracağım..." başımı sallayıp ona sıkıca sarıldım ve omzunu öptüm.
"Aklımı kullanacağım merak etme." dediğimde kendi omzumda dudaklarını hissettim.
"Her şeyde sana güvenirim Canan. Her koşulda ama seni çok iyi tanıdığımı unutma olur mu?" geri çekilip başımı sallayarak ona baktım ve bir kez daha "merak etme. Oralar sana emanet. İzel'i de yalnız bırakma olur mu o şimdi için için korkudan ölüyordur." dedim. Birkaç saniye bana baktıktan sonra dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. İzel'e karşı benim aksime daha sert ve tahammülsüzdü ancak birbirimize duyduğumuz sevginin boyutu farklı değildi.
"Anlaştık o zaman," dediğinde "anlaştık," dedim.
Alp'in ve Kajen'in kullandığı arabalar gözden kaybolduktan sonra peş peşe eve geri döndük. Çocuklar direkt odaya uyumaya geçerken bende mesken tuttuğum koltuğa gidip uzandım. Yüzümü koltuğun sırtına dönüp gözlerimi kapadığımda evdeki adım sesleriyle birlikte tüm gürültülerde sustu.
"Kurt ava mı çıktı?" uykuyla uyanıklık arasında gidip gelen zihnim zaman algısını tamamen yitirmişti. Aralayamadığım gözlerime kirpiklerimin arasından gün ışığı doluyordu.
"Magnus'un üstüne saldım. O herif rahat durmayacak İlknura. Oyduğum gözünün hesabını sormak isteyecek elbet." dedi Şafak.
"İlla ki. Gerçi ne derler cürmü kadar mı yakar mı tam hatırlayamadım." Şafak'tan gülermiş gibi bir ses çıktı.
"Her ne sikimse. O bir hamle yapmadan Kurt icabına bakar." Kurt icabına bakardı demek. Kurt'un altından da çok şeyler çıkacak gibiydi.
"Şamil'de halledebilirdi." dedi İlknura. Alıp verdiği soluklar sıkıntısını belli ediyordu.
"Gerek yok. Durduk yere riske etmeyelim şimdi onu. Boris'le arası iyi mi?" Şafak'ın söylediği isim zihnimi kurcaladı ama tanıdık gelmedi.
"Boris'le arayı yapmayı kim becerebildi ki bu zaman kadar. Orospu çocuğu keyfine adam harcıyor. Mazoşist psikopat!" İlknura'nın tükürürcesine konuşması uykumu iyice açtı lakin gözlerimi aralamadım. Bir süre sustular ama suskunluğu bozan İlknura oldu.
"Şafak... Sen iyi düşündün mü?" dediğinde Şafak'tan bir karşılık alamadı ve yeniden konuştu. "Peki... Umarım ne biz ne onlar zararlı çıkmaz."
"Ne size ne onlara bir şey olmasına izin vermem!" büyük laflardı bunlar ama Şafak söylerken bir an olsun teklememişti. Öylesine kesin çıkıyordu ki sesi kafasının içindeki tüm tilkilerin kuyruklarını birbirine bağlamış rahatlığındaydı sanki.
"Boris'ten bahsediyoruz Şafak. Kurt, Magnus'u halledemediyse peşimize çoktan düşmüş demektir. " İlknura temkinli ve negatifti. Şafak'ın karşısına hep kötü senaryoyla çıkıyordu.
"Şamil'den ses seda yoksa sorunda yok." dedi Şafak.
"Tamam..." pes edişi sesine yansıdı İlknura'nın. "Ben uyuyacağım biraz. Sonra konuşuruz..." dedikten sonra adım sesleri işittim. Adım sesleri uzandığım koltuğun yanında durduğunda kaşlarım çatıldı. Yüzümde gezinen gözleri göremesem de hissettim.
"Şafak," dedi İlknura kesik bir nefesle. Saniyeler içinde sesine sinen hüzün nedendi anlam veremedim.
"Geç kalmadık mı?" sorduğu soru kendi içinde çok anlamlar gizliyordu lakin bunun onlar için anlamı ne çözemedim.
Neye geç kalmışlardı?
Neden geç kalmışlardı?
"Zaman tükenen bir şey değil İlknura." dedi Şafak. Bu söylediğine onunda inancı yoktu. Bu sesinden belliydi. Bir şeyleri tüketmişlerdi. Zamanı kaybetmişlerdi ama Şafak bunu belli ki görmek istemiyordu.
"Şafak, annem yaşasaydı inan bana sizi bırakmazdı..." Şafak'ın aldığı o nefesin sesi kulaklarıma çalındı. Bırakışı ise daha sessizdi. İlknura bir şey söylesin diye bekledi ama cevap vermedi. Sonra İlknura koridorda kayboldu Şafak ise mutfak sandalyesini yavaşça çekip oturdu.
"Toral," diye seslendi beklemedim bir anda. "Uyumadığının farkındayım." ses etmedim. Bacaklarımın arasında sıkıştırdığım ellerimi birbirine bastırıp bedenimi kastım.
"Zaman..." diye kendi kendine söylendi. Aldığı gürültülü nefesler yetmiyormuş gibi hissettiriyordu. "İnsanı mahveden şey zaman Toral. Keşkelerin en büyük suçlusu zaman..."
Uyudum mu anlanmadım. Uyuduysam da hiçbir şey anlamadım. Gözleri açtığımda hâlâ koltukta aynı şekilde uzanıyordum. Sesler vardı. Çocukların sesini ayırt edebiliyordum ama ne hakkında konuştuklarını anlayamadım. Gözlerimi yavaşça açıp kirpiklerimi kırpıştırdım. Elim ağzıma giderken genişçe esneyip Gövdemi koltuktan kaldırdım ve arkama baktım. Kurt tam karşımdaki koltukta yayılarak oturmuş, başını geriye atmış bir şekilde uyukluyordu. Onun çaprazındaki tekli koltukta ise Eylem vardı. Bacak bacak üstüne atmış, kolları göğsünde yeri izliyordu.
Koltuktan kalkıp mutfağa ilerledim. Çocuklar masaya yerleşmiş bir şeyler atıştırıp sohbet ediyorlardı. Hepsine günaydın deyip buzdolabından su aldım. Küçük şişeyi kafama dikip bitirdikten sonra banyoya geçtim. Bakışlarımı aynadan uzak tutup yüzümü yıkadım. Saçlarımı tepemde gelişi güzel toplayıp çıktım.
Üstümü değiştirmek için odaya geçtiğimde İlknura'yı odadaki koltukta uyurken bulmayı beklemiyordum. Sessiz adımlarla dolabın önündeki çantamı alıp içine baktım ama sonuç hüsrandı. Temiz bir şeyim kalmamıştı. Buraya iki parça kıyafetle gelirsem olacağı buydu. Aynı şeyleri günlerdir döndürerek giymekten sıkılmamda cabasıydı.
Çantanın en altında hırpalanmış olan pembe atkıyı çıkarıp çantayı yere bıraktım. Yatağa uzanıp Peri'nin atkısını elime dolayıp burnuma yaklaştırdım. Beklettiğim kirli kıyafetlerin kokusu sinse de parfüm ve Peri'nin kokusu tamamen kaybolmamıştı. Uzun uzun kokladım. Dünden beri hissettiğim huzursuzluğu, sancıyı giderir gibi sarılıp göğsüme bastırdım ama işe yaramadı.
"Benden bir şeyler giy diyeceğim ama pek senlik şeylerim yok," İlknura'nın birden konuşmasıyla korkup damağımı ittirdim. Elim göğsümde ondan tarafa döndüğümde odaya ilk girdiğimdeki pozisyonunda olduğunu anladım. Üstelik gözleri de kapalıydı.
"Uyandırdım mı?"
"Uyumuyordum." dedi. Gözlerini açıp bana baktı. Gözleri yüzümde dolandıktan sonra dirseklerinin üzerinde yükseldi. Uzun saçları sırma misali sırtından süzülünce gözlerim oraya kaydı.
"Sabah ikizlerin yanına geçtim uyumak için ama gereksizde oradaydı bende buraya yattım. Hoş bu duruma o esmer sırık bayağı sinirlendi ama!" dedim.
"Dağhan mı?" bilmem dercesine dudak büzdü.
"Adını bilmem ama Dağ gibi olduğu bir gerçek." dudaklarım kıvrıldı. Dağhan adının hakkını veriyordu. İlknura toparlanıp rahatça oturdu. Üzerindeki elbise ve ağır olduğu her halinden belli olan kürkü onu hiç etkilemiyormuş gibiydi.
"Havalar o kürk için yeterince soğuk değil sanki," diye sataştım. İnsani zevkler için hayvanların canlarına susayanlara karşı tepkim netti. Caniydiler... İlknura ellerini kürkünün üzerinde gezdirdi.
"Bu kürkün amacı beni soğuklardan korumak değil insanlardan korumak." dediğinde kaşlarım çatıldı.
"Anlamadım." güldü. Kürkünün yakalarını çekiştirip yanağını omzuna sürttü.
"Bir gün sana giydirirsem anlarsın." dikenlerim hemen ortaya çıktı. Ters bakışlar atarak ona karşılık verdim.
"Ay asla. Eziyet ederek öldürülmüş bir hayvanın, derisi soyularak elde edilmiş postu asla giymem!" bana gözlerini devirip burnunun ucunu kaşıdı. Tatlı ama soğuk bir gülüşle başını salladı.
"Ah... Anladım." tavrı alaylıydı. Koltuktan tamamen kalkıp yerdeki çizmelerini aldı. Yatağın etrafından dolanıp odanın kapısına geldiğinde tekrar bana baktı.
"Bir iki saate şehre ineceğim. İstersen gel kıyafet alırsın." bir şey demedim o da bir şey dememi beklemeden odadan çıktı. Oflayıp yatakta ters döndüm. Gözüme yan yana duran sırt çantaları iliştiğinde yataktan kalkıp çantaları kurcaladım. Andre'nin çantasından siyah dümdüz bir tişört bulunca üstüme geçirdim.
"Eh, idare eder." dedikten sonra Peri'nin atkısını katlayıp komodinin üzerine bıraktım ve odadan çıktım. Mutfağa geri döndüğümde Alp ve Şafak'ta artık buradaydı. Onlara hiç bakmadan dolaptan hazır sandviçlerden aldım. Uyuduğum koltukta unuttuğum telefonumu alıp dışarı çıktım. Verandanın her zaman oturduğum merdivenine oturup sandviçin paketini açıp küçük bir parça ısırdım.
Kucağımdaki telefonumu açıp Ferah'ı aradım. İstanbul'a ineli bir saat kadar olmuştu. Direkt evine geçtiği için henüz kimseyle konuşmamıştı ama akşam konuşacaktı.
"Sence neden annesiyle ilgili yalan söylüyor?" diye sorunca gözlerim tarafımda dolandı. Pencereler ve kapı kapalıydı. Kimselerde görünmüyordu.
"Bilmiyorum ki. Güzin Yarkın hatırladığım kadarıyla sarışın bir kadın. Tamam olabilir belki diyorum ama ikizler, Şafak ve İlknura'yı yan yana gördükçe Güzin Yarkın'ın annesi olmadığına emin oluyorum." dedim kendimi açıklayarak.
"Biz bu meseleyi daha detaylı konuşalım seninle. Ama benim önce uyumam lazım." esnemekten konuşamadığından bu haline güldüm.
" Akşamki konuşmaya bizde dahil olacak mıyız?"
"Ben önden bir konuşayım da ona göre artık. " dedi. Başımı aşağı yukarı sallayıp sandviçimden bir ısırık daha aldım.
"Tamam. Uyu hadi sen." dediğim gibi telefon yüzüme kapandı.
"İnsan bir öptüm görüşürüz der be öküz kızım."
Sandviçim bitti ama bir süre daha dışarda oturmaya devam edip yüzümü sıyırıp geçen rüzgara kapıldım. Esen rüzgar zihnimi iyice açıyordu. Birkaç dakika daha oturduktan sonra içeri döndüm.
Şafak, Kurt ve Alp ayakta dikilmiş masada oturanlara bir şeyler söylerken yanlarına vardım.
"Ne oluyor?" dediğimde bakışlar bana döndü. Alp bakışlarını kaçırıp önüne dönerken Kurt bana kısa bir bakış atıp yanımdan geçip evden çıktı.
"Ne oluyor dedim?" sorumu tekrarladığımda Şafak bedenini bana çevirdi.
"Bir şey olduğu yok. Alp ve Kurt ile birlikte dolanacağız."
"Magnus yüzünden mi?" dudaklarını birbirine bastırıp iç çekti. Başını sallayıp bakışlarını benden çekti.
"İlknura burası sizde. Adamların sağlam mı?" dedi.
"Elbette. Ama bende şehre ineceğim..." bakışlarım İlknura'ya kaydı. Masanın başındaki sandalyede bacak bacak üstüne atmış tırnağını törpülüyordu.
"Neden?" İlknura bir şey demedi. Sadece gözlerini hiç kırpmadan Şafak'a baktı.
"Dikkatli ol." Şafak'ın uyarısına İlknura "hı hı," diye mırıldanarak cevap verdi.
"Uslu durun. Çok gecikmeyeceğiz," Şafak'ın dur durak bilmeyen uyarılarına çocuklar göz devirmekle yetindi.
"Ben de geliyorum." Eylem koridordan çıkıp geldi. Üzerine geçirdiği kot ceketiyle Şafak'ın önünden geçip yanıma geldi. Bana göz ucuyla bakıp evden çıkınca derin bir nefes aldım. Anlaşılan bugün hepimiz fazlasıyla gergindik.
"Bende İlknura ile şehre ineceğim." dediğimde Şafak'ın bakışları anında beni buldu.
"O nedenmiş?" dedi kaba saba bir sesle.
"Kıyafetim yok. Hem gitmişken kliniğe de uğrarım." dedim. Aklım o yavru köpekte kalmıştı. Şafak yüzünü sıvazladı. Sabırla soluklanıp ellerini beline yasladı.
"Buradan ayrılmak yok Toral!" sesi resmen bağırıyordu ama dışarıdan biri normal bir tonda konuştuğunu düşünürdü.
"Hadi ya kim diyor bunu?"
"Ben diyorum." dedi sıktığı dişlerinin arasından.
"Tühhh. Seni duyamıyorum," dediğimde yüzü kasıldı. Bana doğru gelecekken İlknura bileğinden tuttu.
"Benim yanımda olacak Şafak. Hem en fazla üç saat sürer." dedi.
Şafak nefes alıp verdi. Bende oyalanan bakışlarını İlknura'ya çevirip baktı. İlknura başını salladığında Şafak hıncını almak istercesine Alp'in ensesini sertçe tutup sertçe önüne doğru fırlattı ve "yürü lan!" diye bağırarak arkasından yürüyüp evden çıktı.
Şafak'ın gidişinden bir saat kadar sonra İlknura ile evden ayrıldık. Ayrılmadan önce çocuklara da istediklerini sorup bir liste yaptım.
Şehre inen yol sessizdi. İlknura birkaç kez konuşmaya çabalasa da bir karşılık vermedim. Dünden beri olanları düşünüp dururken konuşmaya mecalim yoktu ama aslında ona sormam gerekenlerde vardı.
Akıp giden yolu izleyen gözlerim ona döndü. Kürkü üzerindeydi. Geniş çerçeveli siyah güneş gözlüğü gözündeydi. Direksiyonu tek eliyle kavramış diğer elimi camdan dışarı sarkıtmıştı.
"Yaşın kaç senin?" dedim sıradan bir soruyla konuşmaya başlayarak.
"Yirmi dokuz. Sen?" tam da yaşını gösteriyordu. Yüz hatları fazlasıyla belirgin, cildi ise pürüzsüzdü.
"Yirmi yedi."
"Kardeşin var mı?" başını salladı.
"Evet. Bir sürü hem de." kaşlarım çatıldı. Bir sürü derken gerçekten sürüyü kastettiği belliydi.
"Yaaa. Kaç tane?" dedim merakla.
"Bilmem. Sayamadığım kadar çok aslında." kaşlarım daha da çatıldı.
"O nasıl oluyor ya?"
"Vëlla'yı duydun mu?"
Yine karşıma çıkan bu isimle derinden iç çektim. Bu Vëlla'nın ne olduğunu artık tam manasıyla öğrenmem gerekiyordu. İlknura'ya başımı salladığımda güneş gözlüğünü başına doğru sürükledi.
"İşte benim kardeşlerim onlar. Bende onların kardeşiyim." dedi. Arnavutluk'ta karşılaştığım adamları anımsadım. Birbirine hiç benzemeyen ama zora girdiğimiz anda etrafımızda beliren o adamlara Vëlla denildiğini biliyordum.
"Anlamadım."
"Salağa da benzemiyorsun ama, neyse zamanı gelince Şafak anlatır." sesinde alay falan yoktu. Takıldığı ve benim hakkımda böyle düşünmediği de kurduğu cümlenin aksine sesine yansıyordu.
"Şafak'ın gerçekten kuzeni misin?"
"Evet." dedi hiç düşünmeden. Dudaklarım usulca kıvrılıp söylemek istediğim asıl şeyi söyledim.
"Güzin Yarkın... Onu haberlerden hayal meyal hatırlıyorum. Bir Kazak veya Türk olamayacak kadar Ruslara benziyor. Yanlış anlama, sadece benzerliğinizin hiç olmaması dikkatimi çekti," bakışları bir anlığına bana kaydı.
"Kurcalama Canan. Ne nasıl biliniyorsa bırak öyle kalsın. Deşmek sana faydadan çok zarar verir." dedi katı bir tonda. Bana olan tavrı saniyeler içinde değişmişti.
"Ben sadece..." konuşmama müsaade etmeden araya girdi.
"Belli ki zeki kadınsın. Bir şeyleri fark edip parçaları birleştirmişsin ama bırak öyle kalsın tamam mı? Senin iyiliğin için söylüyorum. Bildiğin bırak seninle kalsın. Ne Şafak'a bunu belli et ne de başka birisine söylemek gibi bir gaflete düşme." yüzüne yüzüne artık çok geç demek istesem de sadece başımı sallamakla yetindim.
Dudaklarımı aralayıp neden diye soracakken İlknura'nın ağzından Kazakça olduğunu tahmin ettiğim kelimeler firar etti. Beden dilinden ve tavrından küfrettiği açıktı.
"Ne oldu?" dediğimde başımı çevirip arka camdan dışarı baktım. Çok uzağımızda bize doğru hızla gelen bir araba vardı. Arabanın sadece ön kısmı görünüyordu ve gördüğüm kadarıyla o ön kısım silindir borularla dört sıra olacak şekilde çepeçevre ablukaya alınmıştı.
"Birileri var!" dedi ve gazı kökledi.
Gözümü arkadan ayırmadım. İlknura ne kadar hızlanırsa hızlansın arkamızdaki arabayla aramızdaki mesafe açılmak yerine git gide kapanıyordu.
"Yaklaşıyor!" diye bağırdım. İlknura daha da hızlandığında korkuyla yerime sindim. Hızdan nefret ediyordum.
"Lanet olsun!"
Yan aynadan arabayı kontrol ettiğimde mesafenin tamamen azaldığını fark ettim. Kalbim korkuyla daha da hızlı çarparken önüme baktım. Patika yolun şehre geçiş yağan göbeğinde bir sürü araba yan yana dizilmişti ve o arabalarda tıpkı arkamızdaki araba gibiydi.
İlknura kendi dilinde bir şeyler bağırırken arabanın arkası hafif bir darbe aldı. Bedenlerimiz sallandığında koltuğun kenarlarına daha sıkı tutundum. İlknura'ya durması için bağırdığımda beni duymadı. Gözleri ilerlediğimiz yolda bir kaçış aradı ama yoktu. Tek şeritli bir yoldu ve yolun iki yanı bir arabanın geçemeyeceği kadar sık ağaçlarla doluydu.
Ben durmasını bağırırken arkamızdaki araba aramızdaki mesafeyi sıfıra indirip bizi sertçe çarpıp savrulmamamıza neden oldu. İlknura direksiyon hakimiyetini kaybetmemek için direnirken bir darbe daha aldık.
Araba savrulup driftler atarak durdu. Titreyen ellerimle emniyet kemerine tutunup dışarı baktığımda saniyeler içinde etrafımızı saran bir sürü araba gördüm. Hepsinin markası, modeli ve plakası aynıydı. Plaka kodları Rusya'nındı. Arabaların ön kısmı gerçekten silindir borularla diziliydi. Korkudan atan yüreğim midemi bulandırırken o arabaların kapıları tek tek açıldı ve elinde çeşit çeşit silahlarla bir sürü yüzü maskeli adam indi. Maskeleri de aynıydı. Sadece gözlerini açığa çıkartan siyah, kumaş maskelerin dudak kısmında kırmızı iple çapraz atılan dikişler vardı. Ve o dikişler gülen suratı anımsatıyordu.
"Boryanovlar!" gözlerim İlknura'ya döndü. Bir eli direksiyonda diğer eli bacaklarının arasındaki silahtaydı.
Bakışları bana kaydı. Gözlerinde korkudan ziyade yanında benim olmamdan dolayı bir endişe vardı. Eli silahlı adamlar bize yaklaşmaya başlayınca İlknura kapıları kilitleyip bileğindeki akıllı saatten bir arama yaptı.
"Boris!" dedi sadece. Karşı taraf ne dedi duyamasam da İlknura önce kaşlarını çattı sonra bembeyaz kesilen suratıyla bana baktı.
"Şafak," dedi temkinli sesiyle. Alnında beliren ter damlalarını elinin tersiyle silip yenilmişlikle başını salladı.
"Kaçamayız. Sardılar... Alacaklar Şafak!" karşı tarafı dinledikçe rengi attı.
"Şafak emin misin?" dilini dudaklarının arasında sıkıştırıp başını salladı.
Kulağındaki kulaklığı çıkarıp bana uzattı. Sorgulamadım, uzattığı kulaklığı hızlıca alıp kulağıma yerleştirdim. "Şafak?" dediğimde nefes alışını işittim. Dışarıdaki adamlar daha da yakınlaşırken bir kez daha adını söyledim.
"Seni alacaklar Toral. Zorluk çıkarma git onlarla..." dediğinde yüreğim korkuyla çarptı ve "Şafak," dedim yeniden boğuklaşan sesimle.
"Korkma. Peşinde olacağım Toral en fazla inan bana en fazla yirmi dört saat. Ama olurda gecikirsem ona de ki..." deyip sustu. Zorlukla nefeslenip boğazını temizledi.
"Kime ne diyeceğim Allah aşkına Şafak?" soluklandı. Gerilerden gelen kapı çarpma sesine burada bile titrerken Şafak'ın sesini yeniden duydum.
"Şafak o gece oradaymış de Toral..." aldığım nefesler boğazıma asıldı. Kulaklarım uğuldadı. Duyduğum kelimeler ruhumdaki hançer çiziklerine yenilerini ekerken titreyen dudaklarımı zar zor araladım.
"Hangi..." yutkundum. Kemere tutunan elimi boğazıma yaslarken "hangi gece?" dedim nefes nefese.
Önce sessizlik oldu, araya karışan nefes sesleri ve koşma seslerinin arasında bir türlü sızmadı Şafak'ın o kaba sesi. Dışarıdaki eli silahlı adamlar artık arabanın etrafını sarıp kilitli kapıları zorlarken Rusça bağırışları arabanın içine dolmaya başlamıştı.
Bir kez daha "Şafak..." dediğimde pes edişini verdiği nefesle anladım. İçinde nasıl bir savaş verdi bilinmezdi ama ben o nefes verişinden bana ilk defa yenildiğini anladım.
"Dünya'nın öldüğü gece Toral. O gece bende oradaydım..."
Her gerçek kendi yalanının içine saklanırdı. Kurcalandıkça açık verir, gözlendikçe örtbas edilirdi. Gerçekler bir adım yanında, bir adım gerinde, bir adım önündeydi ama gözlerin bağlıyken görmek, kulakların tıkalıyken duymak, dudakların kapalıyken söylemek imkansızdı.
Her sebep bir sonucun başıydı. Her sonuç ise bir sonun ilk darbesiydi. Sebepte Şafak'tı sonuçta. Şimdi söylediği, öncesinde söylediği her şeyi yerle bir ederken gözlerim açıktı. Kulaklarımda, dudaklarımda.
Elinde kalan son hançeri de hiç acımadan sırtıma saplayışı ruhumu kanatırken gözlerim yaşlarla doluydu. Şafak aynı safta olduğumuzu söylediğinde asıl kast ettiği buydu. O bizim tarafımızda değil biz onun tarafındaydık. Bizi ustaca etrafına dizip etten duvarlar örmüştü. Onun düşman hattı bizdik. Onun düşmanı da bizdik...
Truva atı misali birbirimize karışmış, iyi kim kötü kim algımızı kaybetmişken Şafak içindeki tüm kötülüğü bir kez daha kanıtlamıştı.
Şafak Yarkın o gece oradaydı.
Şafak Yarkın, o gece oradaydı ve Dünya'nın ölümüne şahitti.
Şafak Yarkın o gece oradaydı ve kim bilir belki de asıl katil oydu...
* * *
Holaaaaaaaaaaaa
Nasılsınız bakalım?
Vallahi bölümü yazarken biraz gerildim ama yine iyi ilerledim.
Aslında sonu biraz daha uzun olacaktı ama çok ideal bir noktada bitirdiğimi düşünüyorum :))
Evettt gelelim fasulyenin faydalarına.
Canan'dan ve bizimkilerden sağlam bir tepki görmediğiniz için biraz ama bu nasıl böyle oluyor ya diyebilirsiniz ancak en başından belirttiğim gibi ara ara göze sokarak yazdığım gibi çocuklar aslında manipülasyona açıklar.
Gerçekten neyi nasıl yapacaklarını bilmiyorlar çünkü daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmadılar. Onlar bu hayatın kaymak tabakasında büyümüş çocuklar. Birden bire klasik watty boy olmalarını beklemeyin rica edeceğimmmm.
Zamanla hepsi kendi kişiliğini bulup karakterini oturtacak. Burada bir nevi onların adam oluşlarını izleyeceğiz. Aynı şey diğer karakterler içinde geçerli tabii. Yolumuzu uzun zaten. Relax efenimmm.
Canan sizce nasıl baş edecek bunlarla?
Ferah'ın tavrı ve davranışı biraz kaba ama içlerinden en azından birisinin bu kadar katı olması işlerine yarar bence.
İçerde çok büyük ketenpere dönüyor ama haydi bakalım neler olacak.
Şafak ve kardeşleri hakkında ne düşünüyorsunuz. Sizce anne mevzusu nereye dayanacak?
Canan'ı aldılar. Diğer bölümde Boris Boryanov ile tanışacağız efendim. Şimdiden söyleyeyim bu hikayenin kötü adamı kendileri olur. Yani Şafak yanında halt etmiş öyle diyeyim.
Diğer bölüm alev ateş benden demesi.
Haydi siz bol bol yorum atın bende diğer bölümü yazmaya uçayım.
Diğer bölüm görüşürüz.
Öpüldünüz 😘
Hikayeler hakkında bilgi, alıntı vb. için rakip edin ☺️
İnstagram yaren.dilan_
Yorumlar