GÜLLERİN AĞITI 8. MASKELER GERÇEĞİ GİZLER

                                                                


                                                                     Selamlar,

Yeni bölümden herkese merhaba.

Umarım iyisinizdir.

Anneler gününüzü ve annelerinizin gününü kutlarım. 

Dinlemek isterseniz bu bölümün şarkısı:

Oscar and the Wolf - Killer You 

Bu hikaye günümüz tarihinden çok ileri bir tarihte geçmektedir. !!!

GÜLLERİN AĞITI, ADEN HİKAYESİNİN DEVAMI NİTELİĞİNDEDİR. ANCAK BAĞIMSIZDA OKUNABİLİR. AMA FAZLA KARAKTER İÇEREN BİR HİKAYE OLDUĞU İÇİN ADEN'E GÖZ ATIP BURAYA GELEBİLİRSİNİZ.

GÜLLERİN AĞITI SOY AĞACI

Oy ve Yorumlarınızı bekliyorum

Oy ve Yorumlarınızı bekliyorum.... Doluşalım lüttfennnn :))

BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR.

12.05.2024

KEYİFLİ OKUMALAR


GÜLLERİN AĞITI 8

GÜLLERİN AĞITI 8. BÖLÜM

"MASKELER GERÇEĞİ GİZLER "

Kötüyü, iyi

nefreti, sevgi

yıkar.

30 EYLÜL 09:42 / Bulgaristan

Kötülük kendini gösterirdi. Gölgesini kesen perde, üstünü örten halı bir yerde yok olup gerçeği gün yüzüne çıkartıyordu. Bir hırsızın elinde, bir katilin gözünde,  bir sapığın olmayan kalbindeydi kötülük. Saf, berrak ve şeffaftı. Görmek isteyen görüyor, duymak isteyen duyuyor, bilmek isteyen biliyordu.  Kötülük kaçmıyor, saklanmıyordu. 

 Lakin itinayla kaçtığım kötülük burnumun dibinde olduğu halde üç maymunu oynamayı tercih etmiştim. Şimdi o maymun; elinde  kana buladığı bıçağı, gözünde acımasızlığı, dilinde gerçeğiyle ben bir canavarım diye bas bas bağırarak  karşımda duruyordu.

Şafak kötüydü. Bunu hissettirmiş, söylemiş ve sonunda tüm çıplaklığıyla göstermişti. O, kötüydü. Üstelik bunu hiçbir zaman saklamamıştı. Ben görmeyi reddetmiştim.  Bedenimde kol gezen titrek ürperti, ruhumda volta atan elektrik, kalbimde anlam veremediğim bir sızı bu kötülüğü kabul etmek istemiyordu. 

"Anladın değil mi Toral? İhanet sadece ölüm getirir bunu aklının bir köşesine yaz!" dedi ve yüzüme salladığı bıçağı kendinden beklenilmeyecek bir sakinlikle yanına indirdi. Hissettiğim şey, aramızda bir korku dağı inşa etmek istiyor olmasıydı. Ondan korkmamı, ondan kaçmamı, ondan uzak durmamı istiyordu.    

Kara gözlerini mavi gözlerimden çekmeden aramızdaki bir adımlık mesafeyi sıfıra indirdi. Soluğuma karışan soluğu göğsümü sıkıştırdı. Sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçerken tuttuğum nefesim ciğerlerime saplandı. Kokusu etrafımı sarıp beni ablukaya alınca nefesimi tuttum.  Kara gözleri mavilerime derinden bakarken kalbimin atışları  boğazımda sıkışıp kaldı.  Bakışı tarif edemediğim bir yük taşıyordu. Sanki her bakışında içimi görüyor, aklımı okuyor gibiydi. Uzun kirpiklerinin altında parlayan zift gibi kara olan gözleri bana beni biliyormuş, beni tanıyormuş, beni okuyormuş gibi hissettiriyordu. Sanki konuşsa beni bana anlatacakmış gibiydi.  Tuhaftı ve o tuhaflık, onun karşısında korkudan titrememek için can attığım halde göğsümde ilmek ilmek kendi duvarlarını örüyordu. 

Gözlerimi kaçırdım, ondan bir adım kaçtım ve o anda zaten tüm sesler birbirine karıştı. Arkamdan gelen koşuşturma sesleri ve araya karışan "abla," bağırışları beni kendime getirdi.

Bedenimi etten duvarların arkasında bulmam saniyeler sürmedi. Dağhan hiç korkmadan, çekinmeden Şafak'ı göğsünden hiddetle ittirip elindeki silahı doğrulttu. Uzay, Andre ve Hayat dik tuttukları başlarıyla benim önümde Dağhan'ın arkasında dururlarken Alp yanımızda belirdi  ve kendi silahını Dağhan'a uzattı. Sadece Alp'te değil Eylem denilen kadında silah doğrultmuştu. 

Kalbim, Dağhan ve diğerleri için korkuyla çarptı. Alp muammaydı ama o kadının gözünü kırpmadan  silahı ateşleyeceğinin farkındaydım.  Etrafa bakındım. Kurt film izliyormuş gibi olanı biteni seyrederken Ekim ve Ekin bir iki adım gerimizde öylece duruyorlardı. Önüme dönüp Şafak'a baktım. Ya ben deliriyordum ya da Şafak gerçekten kendisine doğrultulan silaha memnuniyetle  bakıyordu.

"Sen kime bıçak sallıyorsun lan?" Dağhan'ın üstten çıkışı sert, yüksek sesi karanlıktı. Susmadı, kelimeler dilinden teker teker yeniden firar etti.

"Sen kimsin de bizi tehdit ediyorsun?" 

Şafak, Dağhan'ın sözlerine bir tepki vermezken onda olan bakışlarımı fark etmiş olacak ki gözlerini bana çevirdi. Dudağının köşesi kıvrılır gibi oldu ama gerçekten gördüğüme emin değildim. Bakışlarını yeniden Dağhan'a çevirdi ve  bıçağı yere fırlatıp ellerini pantolonun ceplerine yerleştirip kendinden emin, güçlü adımlarla Dağhan'a yaklaştı. 

Alp'e ve adı Eylem olan kadına bakıp başını bir kez aşağı doğru eğdi. Eylem sorgulamadan silahını indirirken Alp tereddüt etti. Şafak ona silahı indirmesi için eliyle yeniden bir hareket yaptığında bize gözdağı veren bakışlar atarak silahını indirince engel olamadığım bir dürtüyle  Alp'e hayal kırıklığıyla baktım. Dağhan'a ve haliyle bize o silahı doğrulttuğunda eli titrememişti bile. Evet, o bizim tanıdığımız Yiğit değil Şafak'ın adamı olan Alp'ti ama kendini böylesine ona adaması korkutucuydu.  

Gözlerimi yere indirip derin bir solukla yanan  ciğerlerimi hızlı hızlı aldığım nefeslerle ferahlattım. Şafak yeniden Dağhan'a baktı "cesursun, gözü karasın bakalım ne kadar yüreklisin?" dedi ve Dağhan'ın silah tutan elini bileğinden kavrayıp namluyu tam kalbine yerleştirip "sıkacaksan şimdi sık çocuk!"

Yüreğim titredi. Ellerimin içi terden sırılsıklam oldu. Çocukların arkasından çıkmak istediğimde Andre engellemeye çalıştı ama onu bakışlarımla durdurdum. Onu geçtiğimde karşımda Uzay'ı buldum. 

"Çekil Uzay," Uzay çabalamadı. Başını indirip bir adım gerilediğinde hızlı adımlarla öne ilerledim ve ikisinin önünde durdum. 

Dağhan'a kısa bir bakış atıp Şafak'a döndüm ve Dağhan'ın bileğini tutan elini bırakması için ittirdim lakin bir işe yaramadı. Tutuşu sıkıydı. Dağhan'ın da geri çekilmek gibi bir niyeti yoktu. Şafak'ın elinin üzerindeki elimi Dağhan'ın koluna sürükledim ve hafifçe sıktım. 

"Elini kana bulamayacaksın Dağhan. Duydun mu beni? Buna izin vermem. Lütfen indir şunu..." bakışlarımız çatıştı. Ben gözlerimi kırpmadan ona bakarken onun gözleri doldu. Titreyen çenesini kasıp burnundan soludu. 

"Lütfen Dağ!" dedim bir kez daha. 

Dağhan durdu. Sadece durdu. Ne kolunu indirdi ne silahı indirdi. Öylece durup gözlerini gözlerimden çekmeden bana baktı. Yutkunmak istedi ama yutkunamadı. Demek istediği şeyler varmışta boğazına dizilmiş gibiydi. Adem elması aşağı doğur hareketlendi ama devamı gelmedi. Dağhan dudağının arasından firar emek isteyen kelimelerini yutup bakışlarını Şafak'a çevirdi.

"Ya başladığın işi bitirip beni öldür ya da abla sözü dinle çocuk!"  dedi Şafak. Dakikalar sonraysa Dağhan'ın bileğini bıraktı. Bize sırtını dönüp dakikalar önce  acımadan öldürdüğü kurbanına ilerlerdi.

"Dağhan," ateş saçan bakışlarını bana çevirdi.  Elindeki silahı beline yerleştirip önümden geçip gitti. Arkasından bakarken gözüm diğerlerine kaydı. Uzay az önce yaşadıklarımız yaşamın normal akışında olan bir şeymiş gibi oldukça rahat görünürken   Hayat ve Andre yaşadıkları olayların farkına yeni varıyor gibilerdi. 

"Oha lan! Lan oha ne yaşıyoruz biz şu an?" Hayat'ın ani tepkileri gerçekti. Ellerini başına yaslayıp ağzını iki metre açtı. Şaşkın bakışları arkama kaydığında yüzünü ekşitti ve öğürüp arkasına döndü. 

"Andre içeri geçin!" deyişimle Andre başını sallayıp Hayat'ı ensesinden ittire ittire eve doğru yürüttü. Bakışlarım  Uzay'a kaydığında onun zaten bana baktığını gördüm. Ona bir adım atmak için hareketlendiğim sırada Şafak'ın bariton sesi kulaklarımı çınlattı. 

"Yok edin şu iti! Kimlere ötmüş kime ne bilgi vermiş tüm detaylarıyla bilmek istiyorum Eylem!" 

Kaşlarım inceden inceye kırışıp çatıldı. Şafak'ın adamı Şafak'ı mı satmıştı? Kurt'un hareketlenip Şafak'ın yanına gidişini fark edince arkama döndüm. Kurt, Şafak'ın kulağına bir şeyler söylerken kara gözler döndü dolaştı mavilerimi buldu. Kurt'un konuşması bitene kadar gözlerini benden çekmedi.

"Uzay," Ekin'in hemen yanımdan gelen sesiyle irkilir gibi olup başımı sağa sola salladım. Başımı onlara çevirdiğimde Ekin ve Ekim'i dibimde Uzay'ın yanında buldum. Ekin sıkıntılı nefesler alıp abisine göz attıktan sonra bana ve Uzay'a baktı. 

  "Abim tüm kontrolü eline almak istiyor. Bunu da  yapacağını açık açık belli etti," dedikten sonra gözleri arkama takıldı. Görmesem bile Eren denilen adamın cesedine baktığına emindim. 

"Korkuyor gibi mi görünüyoruz?" dedi uzay aksi bir sesle. Ekin'in bir adım gerisinde duran Ekim buruk bir tebessümle Uzay'a baktı ve başını çaresizce sağa sola salladı. 

"Öyle görünüyorsunuz. Daha deminki haliniz  fazla tanıdıktı," diyerek karşılık verdi Ekim. İlk karşılaştığımda gördüğüm o güçlü kadından eser yoktu şu aralar. Şafak tıpkı bizim gibi kendi kardeşlerinin de ayarlarını bozmuştu. 

"Ekim haklı. Ki zaten korkmalısınız, korkmalıyız. Şafak Yarkın'dan bahsediyoruz sonuçta," Ekin'in sözleriyle içim gıcıklandı.  Kendi kardeşleri dahi ondan bu kadar korkarken benim korkmam çok absürt olmazdı. 

"O ne demek?" şüpheyle ve bir ipucu yakalarım dürtüsüyle sorduğum soru ikizlerin yüzlerinde derin çatlaklar yarattı. Birbirilerine bakıp gözlerini birkaç kez kırptıktan sonra Ekim yere Ekin ise gözlerime baktı. Koyu harelerindeki kırıklıklar dile getirmese de kendisini belli ediyordu.

"Şafak Yarkın'ın sakinliğine, pasif agresifliğine inanma demek. O ne ölmekten ne öldürmekten korkar. Onun eli de ruhu kirli. Soy adının hakkını veriyor anlayacağın," dedikten sonra arkama  bir bakış attı.

Ekin'in yüzüne dalıp giden gözlerimi önce gökyüzüne sonra toprağa çevirdim. Aklımı meşgul eden düşünce baloncukları birbirine bulaşıp kocaman bir balon haline geldiğinde yerdeki bakışlarım arkama döndü ve Şafak'ın kara gözleriyle denk düştü. Titrek bakışlarımı fark etti.  Peş peşe kırptığım kirpiklerimin arasından sızan korku tohumlarımı onun karalarına bir ok misali sapladığımda gözleri kısılıp küçüldü. Bakışlarını bakışlarımdan kaçırdığında istediğimi almanın hoşnutluğuyla başımı yeniden önüme eğdim. Ondan korktuğumun artık farkındaydı.

Kardeşlerini götürmek istediğinde yaptığı hareket, dakikalar önce gözlerimin önünde işlediği cinayet, Ekin'in söyledikleri.  Her şey fazla açık her şey fazlasıyla yalındı.   Şafak Yarkın gerçek bir suçlu, acımasız bir katil ve tüm varlığıyla kötü bir insandı.

Korkmalıydım. Korkmalı, çekinmeli ve bunu Şafak'a sürekli belli etmeliydim. Ondan çekindiğimi sanmalı ve korktuğuma inanmalıydı. Beni kontrol altında tutacağına inanmalıydı ama bu korkuma rağmen ona kafa tutacağımı da bilmeliydi.  Kendisine bir korku imparatorluğu kurmak istiyor olabilirdi ancak bilmediği şey her imparatorluk kurulduğu gibi yıkılırdı.

"O zaman ona istediğini verelim," dedim çocuklara tekrar dönerken. 

"Nasıl?" diye sordu Ekin. 

"Bırakalım ondan korktuğumuzu bilsin. Kendi imparatorluğunda kendi krallığında yaşasın bakalım," Ekin çatık kaşlarıyla Uzay'a baktığında Uzay  dudak büküp sırıtarak başını sağa sola salladı ve Ekin'in omzuna birkaç kez vurup bize sırtını dönüp dağ evine ilerledi. 

"Abim aklının hayalinin alamayacağı kadar kötü birisi Canan. Karanlık, ruhu zifiri. Onunla baş etmek hiç olmayan düşmanınla baş etmek gibi. Kazanmak imkansız," Ekin'in umutsuz ve kabullenmiş sesi canımı sıktı.  Onlar için her şey abilerinin karşılarına çıktığı ana kadardı. Bu kadar korkarlarken Uzay'ın yanında durmaları anlamsızdı.  

"Sizi bilmem ama benim kitabımda imkansız diye bir şey yok Ekin. Abinizden bu kadar korkuyor olmanız beni hayal kırıklığına uğrattı açıkçası. Sizi ilk gördüğümde ne kadar  cesurlar demiştim ama sonuç fiyasko!" dedim kendime hakim olamadan. Her daim anlayışlı olan yanım sıra bu iki kardeşe geldiğinde nedense yok oluyordu. Halbuki bakışlarında, duruşlarında nasıl yerle yeksan olduklarını iki günde göstermişlerdi. Onlarında bir hikayesi vardı ve görünen o ki o hikâyenin de kötü tarafı Şafak Yarkın'dan başkası değildi. 

Birbirilerine kısacık bir an bakıp başlarını önlerine eğdiler. Ekim'in çenesi titremeye yüz tutuca Ekin kardeşini omuzlarından sarıp bana sırtını çevirdi. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra Uzay'ın peşinden yürümeye başladılar. Onlar eve girdikten sonra gözlerimi kapatıp dik tutmaktan titreyen omuzlarımı silkip derin bir nefes aldım ve arkama dönüp Şafak'a doğru güçlü adımlar atarak yürüdüm. 

Alp  ve Eylem, Eren'in cesedini arabaya taşırken Kurt'ta benim gelişimi görünce Şafak'ın yanından uzaklaştı. Adımlarım Şafak'ın karşısında durdu. Başımı biraz geriye atıp yüzüne baktım. Sakalları daha da gürleşmiş, kaşları arasındaki o ince çizgi daha da derinleşmiş, gözleri karanlığa gömülmüştü.  

Ben nasıl izlediysem onu, o da öyle beni izledi.  Karanlık bakışları saçlarımda dolandıktan sonra yüzümde duraksadı. Yanaklarımda, dudaklarımda gözlerimde dolanan gözleri kısıldıkça kısılıp bakışları puslu bir hale döndü. Yüzümde bir noktaya takılıp kaldığında göğsü aldığı nefeslerle yükselip yavaşça indi. 

"Neyin şovuydu bu?" derken buldum kendimi. Aklımda ölçüp biçtiğim kelimeler bambaşkayken dilimden dökülenler bambaşkaydı. 

"Şov? Ben şov ne bilmem Toral. Ölmesi gereken öldü, olması gereken oldu. Akıllı kadınsındır sen alman gereken mesajı eminim almışsındır, " dilimle dudağımı ıslatıp tuttuğum soluğumu gürültüyle bıraktım. 

"Neyi tehdidi bu Şafak aynı gemideyiz sanıyordum?" sinirlenişimin yansıması olan kelimelerim ona bir etki etmiyor gibiydi. Ne dediğimi umursuyordu ne karşısındaki duruşumu. Şafak kalıpları olan bir adam olduğunu açıkça belli ediyordu. Onun için yanlış yanlıştı, ihanet ihanetti. Yalan yalandı. Nedeni, acabası, aması yoktu. Olsaydı  Eren denilen adam muhtemelen yine bir dayakla yırtar ve aklı varda kaçıp giderdi lakin onun  son durağı cehennem olmuştu. 

Bana yanaştı. Kalın tabanlı botlarının ucu siyah spor ayakkabılarımın ucuna değdiğinde durup yüzünü yüzüme eğdi. Soluğu yeniden soluğuma karışınca dudaklarımı birbirine bastırıp refleksle nefesimi tuttum. Göz temasımızı bozmadan katı bir ifadeyle yüzüme doğru bir gerçeği fısıldadı.  

"Gemi hainlerle dolu Toral!" yüzünü ağırca geri çekti. Bakışlarını yüzümden çekip sol tarafına döndü. 

O, Alp ve Eylem'in yanına ilerlerken ben duyduğum gerçeğin ağır darbesiyle olduğum yerde kalakaldım.  Doğruydu ve bu doğru midemde belirmeye başlayan kramplara, alnımda biriken terlere neden oldu. 

Bizim hikayemizde Şafak haindi. Kurt haindi, Eylem ve haliyle Alp'te haindi. İkiziler de hain olabilirlerdi. Biz kocaman bir gemide etrafımızı saran hainlerin içindeydik ve bu hainlerin hepsi eli silahlı, kötülüğe bulanmış insanlardı.  Peri ve Yalın'ı bu gemiden indirmiştim. Anlaşılan diğerlerini de indirmem gerekecekti. 

"Leşini bulamasınlar Alp. İşini hallettikten sonra arabayı da hallet," Şafak emirler yağdırmaya devam ederken uğuldayan başımla kaybettiğim yönümü bulup ona, diğerlerine, olan her şeye sırtımı döndüm ve eve yürüdüm. Ahşap merdivenleri ağır ağır çıktığımda kulağıma sesler doluştu.

"Adam gözümüzün önünde bir insanın boğazını kesti. Canan ablayı resmen tehdit etti bu salakta adama silah doğrultuyor! Ulan dua et adam o bıçağı senin götüne sokmadı. Geri zekalı ya artist!" Hayat'ın bağırışları tüm verandada yankılanıyordu. 

"Hayat seni döverim!"  Dağhan'ın aksi, gergin ve öfkeli bağırışı ezbere bildiğimiz repliklerden ibaretti.  Hakkını da yememek lazımdı. Döverim dediyse döverdi.  

"Döv anasını satayım haklıyım. Artistliğin sırası değil. Adamın  kendi kardeşlerine acıması yok bize acır mı geri zekalı öldüreceksin kendini de bizi de." Hayat söylenmelerine devam ederken kırılma sesleri geldi. Ardından Dağhan'ın bağırışı tüm verandada yankılandı. 

"Sikerim lan böyle işi!" 

Oflayıp evin içine girdim. Dağhan mutfak masasını yerle bitmiş etmiş başında dikilip küfürler savururken diğerleri ayakta durmuş öylece ona bakıyorlardı. Gelişimi fark edenler bana bakarken kimseye bakmadan Dağhan'a ilerleyip karşısında durdum.

"Konuşmamız gerekiyor," dediğimde burnundan soludu. Bağırmamak için çenesini sıkı sıkıya sıkarken yanağına avcumu yaslayıp başparmağımla elmacık kemiğinin üzerini okşadım. Başını ağır ağır sallayıp kendini dışarı atınca Uzay'a ve diğerlerine baktım. uzay, Dağhan ile ne konuşacağımı anlamış olacak ki serzeniş dolu nefesleriyle oturma kısmına ilerleyip kendini koltuğa sertçe bıraktı.  Ondaki bakışlarımı Andre ve Hayat'a  çevirdim.

"Sizinle de konuşacağım. Şimdi hep beraber çıkıp dikkat çekmeyelim." dedim ve evden çıktım.

Dağhan bana dönünce  başımla ormanlık alanı işaret ettim. Başını sallayıp bakışlarını Şafak ve Kurt'un olduğu tarafa çevirdi.   Alp ve arabası ortalıkta yoktu. Eylem, Şafak ve Kurt ise yan yana durmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Kurt ve Şafak güya bu olay sayesinde Arnavutluk'ta tanışmışlardı lakin fazla yakın duruyorlardı.  Dağhan yanımda sinirle homurdandı.

"Üçlü koalisyon kurulmuş. bir de Eylem çıktı başımıza! Zaten Kurt denilen ite asla güvenmiyorum. Şafak bile belki ama o Kurt itine asla güvenmiyorum! Sonuçta onların kanını taşıyor. İtin yavrusu da ittir!" sözleri kısık seste olsa da etkisi kulak çınlatacak kadar güçlüydü. 

  "Haydi Dağ," dedim koluna dokunurken. O başını bana çevirirken Şafak'ın da bakışları bizi buldu. Kara gözleri ikimizi bir süre süzdükten sonra tekrar önüne döndü. 

Dağhan ile dağ evinin arkasından yürüdük. uzun yapraklı ağaçların arasında belirli bir mesafe yürüdükten sonra uzaklaştığımıza emin olduktan sonra durdum. Dağhan'da hemen yanımda durduğunda istemsizce etrafımıza bakındım. Kimseler görünmüyor, farklı bir ses duyulmuyordu. 

"Evet, ne konuşacağız?" etrafta dolanan bakışlarımı Dağhan'a çevirdim. Sıkılmış, bunalmış ve hali yorulmuş göründü gözüme. 

Güçlü bir  soluk alıp " içinde bulunduğumuz olaylar hakkında bilmediğin bazı gerçekleri," dedim. Karşısında güçlü bir duruş sergilemek için kendimi  toparladım. 

"Nasıl yani?" dedi algılayamadığı bir şaşkınlıkla. Dudaklarımı ısırıp alınımı kaşıdım. Dilimin ucuna biriken sözcüklerimi toparlayıp anlamlı bir cümle kurmaya çabaladım.

"Ben bu intikam olayını en başından biliyordum Dağ. Uzay sizden önce benimle görüştü ama sizde bana sürpriz oldunuz."  dediğimde beklediğim bir tepki alamadım ondan.  Şaşırmadı, kızmadı, afallamadı. 

"Şaşırmadın?" dediğimde  omuzlarını silkti. Ellerini pantolonun  arka ceplerine sokup olağan bir rahatlıkla yüzüme baktı. 

"Tahmin etmesi zor bir şey değil ki. Biraz düşününce hepimiz ilk sana gelirdik," dedi. Başımı salladım. Isırdığım dudaklarımı dilimle ıslatıp diğer bir gerçeği onunla paylaştım. 

"Ekim ve Ekin, Uzay'ın gösterdiği gibi onun arkadaşları değil. Yani en azından Uzay için öyle, " yine bir tepki vermedi. gözüm ondayken aramızdan esen rüzgar alnına düşen saçlarını sıyırıp geçti. 

"Yine şaşırmadın," başını salladı. İç çekip bakışlarını etrafta  gezdirdi.

"Uzay hislerini belli etmediğini sansa da onu okumak benim için çok kolay. Uzay dostum dediğine güvenir, dostum dediğine sarılır. Bu ikiliye fazla uzak ve temkinli. Tanıdığım Uzay'ı onların yanında göremiyorum, " iç çekme sırası bendeydi. Dağhan'ın bu cevaplarından sonra Uzay'ın Kurt'la yanıma gelişinden bu yana olan olayları bilmesi gerektiği kadarıyla anlattığımda usul usul başını salladı.  

"Tüm bu anlattıklarımın içinde asıl  bilmen gereken şey Şafak ile ilgili. Öğrendikten sonra ikizlerle olan durumu da daha iyi anlayacaksın  zaten ama," dediğimde kaşları derinden çatıldı. 

"Ama... Kendine hakim olman gerekiyor Dağhan. Zor, daha da zor olacak biliyorum ama kendini tutmalısın. Kendin için bizim için ailen için...." kasılan çenesi yüz hatlarını daha da belirgin ederken gözlerine bir sis perdesi indi. 

"Ne halt dönüyor söyle artık," dediğinde elini tutup avuçlarımın arasında sakladım. 

"Söyleyeceğim ama bana söz ver Dağ. Kendine hakim olacak kimseye hiçbir şey yapmayacaksın tamam mı? Daha demin olanları gördük. Size bir şey olmasını istemiyorum  o yüzden duracaksın. Elini kana bulamayacaksın, kimseye zarar vermeyeceksin. Söz mü?" kendilerine zarar vermelerini, temiz hayatlarını karartmalarını istemiyordum. Bun elimden geldiğince engellemek için çırpınsam da aslında içten içe çektiğim küreklerin boşa gideceğinin de farkındaydım. 

"Canan abla delirtme da! Söyle," dedi. Bağırmamak için kendisini zor tutuyordu. 

"Sakinleş önce. Bak öfke, nefret bizim hiçbir işimize yaramayacak Dağhan. Anlıyorsun beni değil mi?" sinirle soluklandı. Ellerini beline yaslayıp dudaklarını ısırarak başını salladı. 

"Tamam... Tamam söyle artık ne iş o Şafak iti ve kardeşleri?"  ellerimi birbirine sürtüp birbirine kenetledim.  Dilimle dudaklarımı ıslatıp kaçamak bir bakışlar yüzüne baktım. 

"Dünya'nın cinayetinin araştırılmaması için dayımla babam tehdit edildi.  Tehdit eden de  babamla dayımın elini kolunu bağlayan da Şafak Yarkın... " duraksayıp bakışlarımı ondan kaçırdım ve yarım kalan cümlemi tamamladım. 

"Ve çok büyük ihtimalle cinayeti örtbas  eden kişi de Şafak."

Yerde olan bakışlarımı Dağhan'a çevirdim. Beti benzi atmış ve kahve gözleri kararmış bir haldeydi.  Ağırca yutkundu.  Gözlerini yumup başını yere eğdi ve ellerini dizlerine yasladı. Büyük, gürültülü nefesler alıp anlayamadığım şeyler mırıldandı. Sonrasında kısa aralıklarla gülüp birden bire   kendini tokatlamaya başlayınca ne yapacağımı şaşırdım. 

"Dağhan," dedim panikle. Ellerini tutup engellemeye çalıştım ama gücü karşısında başarılı olamadım.  Kendisine vurmaya devam ettikçe benim canım acıyordu.

"Dağhan lütfen dur, yapma!"   kısık bağırışlarımda etki etmedi. Kendini tokatlamaya devam etti. Gücümü ellerimde toplayıp  onun ellerini tutup kendisine vurmasına engel olduğumda saniyeler içinde kan oturmuş gözlerini gözlerime dikti. Benden daha güçlü olduğunu göstermek isteyerek ellerimden kurtulup beni iki kolumdan sertçe tuttu ve sarstı.

"Sen ne dediğinin farkında mısın? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? " tutuşu daha da sertleşince ellerimi göğsüne yaslayıp ittirdim. 

"Kollarımı bırak Dağ!" katı ve sert çıkan sesimle gözleri kollarımı tutan ellerine kaydı. Birkaç saniye tutuşunda oyalanan bakışlarının ardından ellerini ateşe değmiş gibi aniden geri çekip bana sırtını döndü. Ellerini ensesine vurup etrafında döndü. 

"O, o adam Dünya'nın katillerini mi koruyor?" dizginleyemediği öfkesi kıvılcım misali her tarafa yayılıyordu. 

"Dağ, lütfen sakinleşir misin?" 

"Ne sakini ya? Sen bana ne dediğinin farkında mısın o it..." kelimeler boğazına dizilir gibi oldu. Üst dudağını dişleriyle ezip burnundan soludu. Ellerini yüzüne yüzüne vurdu. Kendinden yediği darbeler tüm yüzünü ve boynunu kıpkırmızı yaparken canı yanmıyormuş gibi kendisine zarar vermeye devam ediyordu. 

"Yeter vurma kendine!"  bağırışlarım sararmaya yüz tutmuş ağaçların arasına karıştı. Dağhan beni duymadı. Kendini tokatlamaya devam edince yeniden engel olmaya çalıştım. Bu sefer engel olmadı. Durdu, kan oturmuş gözleriyle yüzüme öylece bakıp öfkesini kustu. 

"Ne hissettiğini biliyorum Dağhan. Ne yapmak istediğini, canının acısını, yaşadığın  öfkeyi, kırıklığı. Hepsini biliyorum. Anlıyorum  ama sakin kalmak zorundasın, bildiğini belli etmemek zorundasın!" dedim. Bir an keşke söylemeseydim diye içimden geçirsem de bilmesi, bilmeleri onlar için daha sağlıklı ve güvenliydi. 

"Katili mi?" dedi biçare kokan sesiyle. Küflenmiş nefreti, barut kokan sesinin bastırıyordu. 

"Bilmiyorum. Sanmam! Bildiğim tek şey babamı ve dayımı tehdit edip olayı kapattırması. Söz konusu olan üç aile ile nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ama öğreneceğim. Her şeyi öğreneceğiz Dağ. Sadece zaman ve sabır gerekli," umutsuz, acı ve öfke dolu bakışlarını  görmemek için başımı yere eğdim. Aldığım soluklar değip geçtiği  yerleri cayır cayır yakarken göğsümde baş gösteren sızı bu kez Dağhan içindi. 

 "İlişkileri var," kendi kendine mırıldanıp cansızca güldü. 

"Elbette ilişkileri var. Kurt'la da önceden tanışıyorlar kesin! O iki piç Dünya'yı öldürenleri biliyor!" ağır ağır başımı salladım. Her ne kadar Kurt ile tanışmıyorlarmış gibi davransalar da birbirilerini tanıyorlardı. Ve evet, Şafak Yarkın kesinlikle Dünya'nın katillerini birebir tanıyordu. Amacı ailesi ya da kardeşleri değildi. Amacı zamanında koruduğu gibi yine o katilleri korumaktı. 

"İşte tam da bu yüzden bunları sana anlattım. Bu yüzden  sakin kalmanı istiyorum Dağ.  Öfke bize hiçbir şey kazandırmayacak. Bilakis bu şekilde kaybeder ve..." devamını getiremedim. Dudaklarımı  kemirerek nefeslenip dikleştirdiğim çenemle yüzüne baktım. 

"Sadece sakin kalıp delice bir şey yapmayacağına söz ver. Lütfen Dağ. Ben sana bir şey olursa annene, babana, can dostum olan ablana hesap veremem... Lütfen başımı önüme eğdirme, onlarında bana sırt çevirmelerini kaldıramam," dedim vicdanına oynayarak. Yüzünü sertçe sıvazlayıp başını gökyüzüne kaldırdı. Aldığı nefesleri oflayarak bırakıp yüzünü yüzüme çevirdi.  

"Tamam... Tamam ama sakın beni Peri ve Yalın gibi aforoz edebileceğini düşünme. Ayrıca Hayat ve Andre'de dönmeli.  Uzay asla vazgeçmeyecek ben de öyle. Ama en azından onlar... Onlar bu işe daha fazla bulaşmasın,"    başımı sallamakla yetindim. Niyetim gerçekten hepsini bir şekilde saf dışı bırakıp bu işi bir şekilde kendim çözmekti ama Dağhan ve Uzay buna asla izin vermezdi. 

Ellerini sıkıca tutup Şafak ile olan karşılaşmamdan bu yana olan biteni anlattığımda bu sefer daha sakindi ama öfkesi bir yanardağ gibi gümbürdüyordu. Patlaması yakındı ama olabildiğince ertelemek hepimizi için en sağlıklı olanı olacaktı.

"Dün nasılsan öyle davranmaya devam et. Bildiğini belli etme Dağ," bana salağa bakar gibi bakınca dizine acıtmamaya dikkat ederek tekme attım. Sahiden salaklık bendeydi. Karşımdakinin zamanında mezun olmuş olsaydı rütbeli bir asker olacağını unutmamalıydım. 

"Döverim seni çocuk!" dediğimde öfkeyle bakan gözlerini devirip bana arkasını döndü ve geldiğimiz yolda ilerlemeye başladı. Arkasından bir kaç saniye baktıktan  sonra peşine düştüm. Geldiğimiz yolu aynı sessizlikle geri döndüğümüzde dışarıda kimse görünmüyordu. Evin önünden dolanıp verandanın merdivenlerine yürüdüğümüzde gök gürledi. Açık hava bir anda griye boyandığında içim sıkıldı. Sanki gökyüzü de bizim  karanlığımıza eşlik etmek istiyordu.

"Gelecek günlerin habercisi gibi," dediğini duydum Dağhan'ın. Onunda gözleri griye boyanmaya başlayan mavi gökyüzündeydi. 

"Ayak uydururuz," dedim. Omzunun üstünden bana bakıp başını ağır aksak alladı ve verandaya çıktı.  

Evin içine girdiğimizde ölüm sessizliği vardı.  İkizler yan yana bir koltukta otururken Kurt gözleri kapalı uzanıyordu. Bizimkilerden ve Şafak'la  sevgilisinden bir iz yoktu.  Dağhan sert adımlarla gürültü çıkartarak herkese rahatsızlık verip evin odaların açılan koridora ilerledi ve büyük ihtimalle dün gece kaldığı odaya girip kapıyı da sertçe kapadı. Kurt homurdanarak gözlerini  araladığında ondaki bakışlarımı kaçırıp Dağhan'ın  peşinden ilerledim. 

Odanın kapısını çalıp içeri girdiğimde bulmak istediğim herkes karşımdaydı. Hayat ve Andre yatağın karşısındaki kanepede otururken Uzay yatakta uzanmış elleri başının altında tavanı izliyor Dağhan ise kitlenmiş bir şekilde Uzay'a bakıyordu. 

"Şafak ve o kız evde mi?" dedim ortaya. 

"Yok. Kurt geldi sadece. O gelince bizde buraya geçtik. Onlar nerede Allah bilir," dedi Hayat. Başımı sallayarak yatağa yanaşıp Uzay'ın ayak ucuna oturdum. 

"Dağhan ile konuştum," dediğimde beklediğim bir tepki olmasa da ıslık çalması beklediğim bir tepki değildi. 

"Uzay da bizimle konuştu. Biliyoruz her şeyi," dedi Andre olağan bir sakinlikle. Gözlerim istemsizce yan yana oturan ikiliyi süzdü.  Kaşlarım hayretle havalandı. Beklediğim bir tepkiyle karşılaşmadığından bakışlarım Dağhan'a döndü. Çocukların bu kadar soğuk kanlı olmalarını açıkçası hiç beklemiyordum.

"Her şeyi mi?" diye sordum. Başlarını senkronize bir şekilde sallayıp aynı anda derince soluklandılar. 

"Aslında ben hiç şaşırmadım," dedi Hayat. 

"O neden?"  dediğimde dudaklarını büküp mavi gözlerini kıstı. Bakışları hepimizde dolandıktan sonra dudağında yarım bir gülüşle iç geçirdi.

"Çok sevdiğim Rus yazar Dostoyevski'nin bir kitabında şöyle bir söz geçer; bugünlerde maske takıp dolaşanların sayısı o kadar çoğaldı ki maskenin altında kim olduğunu anlamak çok zor," dedi fazla kaçırdığını düşündüğüm bir  ciddiyetle. 

"O ne demek şimdi?" Andre anlamadığını mimikleriyle de belli diyordu. 

"Yazar  demek istiyor ki herkesin herkesten sakladığı bir yüzü, herkesin herkese gösterdiği bir maskesi vardır. Ve bunlar o kadar çok ki ayırt etmek çok zor. Kurt ve  Şafak  ilginç bir adamlar.  Kurt tamamen kara kutu. Şafak mesela kardeşlerine şefkatle bakarken birden başına silah dayayabiliyor, kardeşlerini bu boktan durumdan çıkarmaya çalışırken kalmaya karar veriyor, bizim intikam işine bulaşmak istemezken gözümüzün önünde adam öldürüyor. O adamın bin bir çeşit maskesi var çünkü altında sakladığı yüzünü kimseye göstermek istemiyor. istediği şey bize yardım ediyormuş gibi görünüp hepimiz kontrol altında tutmak belki de ortadan kaldırmak!" 

"Ulan biz buna 106 derken ayıp etmişiz!" dedi birden Uzay ondan beklemediğim eğlenceli bir tınıyla. Hayat  tatmin olan egosuyla sırıtırken  Dağhan'ın "maskeymiş! O maskeleri dürüp götüne sokacağım ben onun!" demesiyle sinirlerim bozuldu.

"Yap kardeşim, yap ben arkandayım!"  Dağhan, Hayat'a göz devirdi. Ayakta durmaktan yorulmuş olacak ki yatağın diğer tarafına geçip oturdu. 

"Madem artık her şeyi biliyoruz. Ne yapacağımızı da konuşabiliriz!" dediğinde Uzay ile göz göze geldik. Doğrulup bağdaş kurarak oturdu ve herkese hızlıca göz attıktan sonra bakışlarını benim üzerime kilitledi. 

"Canan Ahsen Toral size muhteşem planını anlatsın o zaman," dediğinde ona ters bakışlar atıp  gözlerimi ellerime indirdim. Alnımı kaşındıran kaküllerimin arasına parmaklarımı sokup uzayan tırnaklarımla huylanan derimi kaşıdım. 

"Abla?" Andre'nin seslenişiyle göğsümü şişirecek kadar nefeslenip sakince iç çekip hepsine teker teker gözlerimi değdirdim. 

"Bir plan yok aslında," derken başımla kapalı kapıyı gösterdim. Hepsinin bakışları kapıya kaydı. 

"Benim kulağım orada. Kimsenin geldiği yok," dedi Dağhan kendinden emin bir sesle. Önüme dönüp dudaklarımı dilimle ıslatıp güçlü bir solukla omuzlarımı dikleştirdim ve daha öncesinde Uzay'a da söylediğim cümleleri tekrarladım. 

Bir plan yoktu. Olması gerekeni olduracak  yapılması gerekeni yapacaktık. Önce ailelerden başlayıp tüm pis işlerini ortaya çıkaracak sonra da Dünya'nın katillerini tek tek avlayıp onu öldürdükleri yerde adalete teslim edecektik. 

 "Beğenmedim," dedi Dağhan sinir bozucu bir ifadeyle. Yediremediği öfkesiyle alev alev yanan gözleri benim üzerimdeydi. 

"Neyini beğenmedin?"  dedim ters ters.  Kollarını göğsünde bağlayıp asık suratıyla yer yer nemlenip rutubet tutan tavanla bakıştı. 

"Hangi adaletten bahsediyorsun mesela tam olarak?" gözlerimi  kapatıp ağırca yutkundum. Hukuka, adalete, yargıya  inançları hiç yoktu. Kızabileceğim, hayır yanlış düşünüyorsunuz diyebileceğim bir  sağlam dalımda yoktu. İnsanlık, özgürlük ve eşitçiliğe dayanan adalet kuramını kendi çıkarları uğruna ayakları altında ezerken ve adaletin temsilcileri bu ezilmeye göz yumarken çocukların adalete olan inançsızlıklarını yargılayamazdım.  

"Dağhan," dedim ama konuşmama müsaade etmedi.

"Adalet," dedi dalga geçercesine. İğreti bir gülüşle başını omzuna doğru eğerek konuşmaya aynı tavırla devam etti. " Hukuk, yasa, yasama,  falan hikaye. Bizim yaşadığımız bu evrende senin bildiğin adalet sistemi yok. Olsaydı biz şu an burada olmazdık!" 

Her gerçeğin yüzü farklıydı. Her gerçek aynı hissettirmiyor, aynı darbeyi indirmiyordu. Ben, kendisini hukuka, adalete adamış bir adamın kızıydım. Onun öğretileriyle büyümüş, onun gösterdiği adaleti tanımıştım. Ancak acı olan şuydu ki babamın kendi zamanında dahi çürümemesi için çırpındığı adalet görmeyi istemese de var olduğu ilk andan beri uygulanması gerektiği gibi uygulanmadığı için çürüktü belki de.  

"Haklısın dersem tatmin olacak mısın?" sinirle güldü. Çenesini sıvazlayıp sert ve duygusuz bakışlarıyla yüzüme baktı.

"Mesele haklılık değil ki," dudaklarını ıslatıp biraz doğrularak oturdu. Gözlerini  gözlerime çıkarıp "asıl mesele ne biliyor musun Canan abla?" dedi iğneleyici bir sesle. Bana soğuk bir çehreyle üstten bakışlar atıp dudaklarını araladı.  

"Gerçekler gün gibi ortadayken kendi gerçeğini bize dikte etmen. Bu halin, taktığın bu maske çok zavallıca," dedi.

Bir an yutkunamadım, gözlerimi kırpmadım. İşittiğim kelimeler tokat gibi yüzüme çarptı.  Ruhuma, aklıma, kalbime aldığım darbeyle donup kaldım. Dışa vurmaktan çekindiğim ve içimde tuttuğum gerçeğin hiç ummadığım bir anda yüzüme vurulması dengemi bozdu. Uğuldayan kulaklarıma ellerimi kapatmamak için direndim. Zihnimin kalın duvarlarına tekrar tekrar çarpan kelimeler hiç farkına varamadığım o gerçeği suratımdan çekip aldı. 

Tam da Hayat ve Dağhan'ın dediği gibiydi belki de benim gerçeğim. Savunduğum her şeyi bir maske yapıp yüzüme takmış asıl gerçekleri içimde saklayarak kendi gerçeklerimle dolaşmıştım etrafta. Kimse ayrıt edememiş, kimse fark edememişti belki de bunca zaman. Fark edenlerse kaçıp gitmişlerdi  belki de benden.  

"Anladım," dedim tam da benden beklenilen bir olgunluk ve sakinlikle.

"Güzel. Anlaman gereken bir şey daha var," dedi Dağhan. Bakışlarımı zar zor yüzüne çıkarıp gözlerine baktım. İfadesini, oturuşunu hiç bozmadan beni bir kez daha sarsacak olan o kelimeler dudaklarının arasından süzülerek etrafımı sardı.

"Senin karşında artık çocuk yok. Öyle böyle büyüdük hepimiz. Ablalık taslamana ihtiyacımız yok.  Bize çocuk muamelesi ve bakıcılık yapmaktan vazgeç artık!"  

Ablalık taslamak?  

Doğdukları ilk andan bugüne olan tüm anılarımız sonsuz bir hızla film şeridi gibi aklımın çeperlerinde çarpıp gözlerimin önünde geçtiğinde engel olamadığım bir dürtüyle ağlamak istedim. 

Ablalık taslamak?

Kırgınlık, yaşamayı sevmediğim bir olguydu ama kırıla kırıla paramparça olmuş bana artık işlemiyordu. Dağhan'daki bakışlarımı diğerlerine değdirmeden önüme eğdim. Onlarında sözlerinde olmasa da bakışlarında aynı şeyi göreceğimi biliyordum. 

Ablalık taslamak?

Ben hiçbirini Peri ve Minel'den ayırmazken onlar gerçekten ablalık tasladığımı mı düşünüyorlardı?  

"Haklısın," deyip oturduğum yerden kalktım. Yavaş adımlarla odadan çıkıp ışıksız koridorda birkaç saniye duraksayıp soluklandıktan sonra salona ilerledim. Gözlerimi kimseye değdirmeden mutfağa geçip dolaptan bir şişe su alıp evin dışına çıkıp verandanın merdivenlerine oturdum. 

Dünü, bugünü, yarını düşündüm. Olmasını istediğimiz, olanlar ve olacaklar bir yerde bizim kontrolümüzden çıkıyor karşımıza farklı yollar  çıkarıyordu. Gel gör ki elde olan tek şey keşke ve maskelerdi. Bazı şeyler asla değişmeyecekti lakin değişmesi zorunlu olan çok şey vardı. İçinde kaybolduğum kaç tane maskem vardı, saman altı ettiğim kaç tane gerçeğim vardı farkına varmalıydım. Kendi bulanıklığımda bunca hengamenin içinde sağlam durmak ve  önümü görmek için  doğrularımı bulmalı, kendi  maskelerimi  yeniden yaratmalıydım. 

 Hissettiğim bu kaybolmuşluk hissiyle bir yol alamazdım. Ancak en olmayacak zamandı ve ben kendimde güç bulamıyordum. Yapacağız demek buna inanmak kolaydı lakin gerçek tam olarak şu anda içinde bulunduğum asıl gerçek koca bir  kargaşaydı. Oltanın ucundaki yemdik ve avcı hiç olmadığımız kadar tecrübeli, hiç olamayacağımız kadar acımasızdı. 

Şafak'la mücadele etmenin sonucu güpegündüz ortadayken  belki de bile bile ladesti bizim yaptığımız. Yolu yanlış seçmiştik belki de kim bilir. Eğrisi doğrusu olmadan bir gemiye atlamış ne önümüzdeki buz dağlarını ne arkamızda bıraktığımız kimsesiz limanları görememiştik.

"Düşün Canan düşün kızım bul yolunu düşün!" dedim kendi kendime. 

Su şişesinin kapağını açıp büyük yudumlarla şişeyi bitirdiğim sırada duyduğum araba sesiyle bakışlarımı soluma çevirdim. Evin önüne park eden arabalardan etrafta görünmeyen üçlü peş peşe indi.  Alp, bana hiç bakmadan yanımdan geçip eve girdiğinde arkasından bakmak istesem de tuttum kendimi.  Kendimi toparlayıp gardımı aldım. 

"Toral yolumuzu mu gözler oldun?" bakışlarım Şafak'ı buldu. Eylem'le birlikte yanıma geliyordu. 

"Yok, sen olmayınca etrafa yayılan huzurun tadını çıkarmaya niyetlenmiştim ki geldin yine tüm huzurumu kaçırdın!" gözlerini gözlerimden çekmeden "kalbimi kırdın," deyince Eylem'in bakışları aniden ona döndü. Benimse yüzüm düştü. 

"Bir kalbin olduğunu sanmıyorum Yarkın!" 

Önümde durduklarında Eylem bana baktı. Yakından daha güzel daha alımlı bir kadındı. Gözlerini benden çekmeden merdivenleri çıkıp verandada ilerledi. Şafak peşinden gitmek yerine önümde durmaya devam etti. 

"Konuşmamız lazım," dedi.

"Konuş Yarkın,"  ilgisizliğime kaşlarını çatınca görmekten sıkılmadığım o ince çizgi kaşlarının ortasında yine belirdi.

"Sadece seninle değil. Herkesle..."

"Herkesten kastın evdekilerse onlar içeride geç konuş," dedim bıkkınca. 

"Herkesle dedim!" inat ediyor gibiydi. 

"Ne o bir insanın boğazı nasıl kesilir  gösterdiğin yetmedi bir de anlatacak mısın?"

"Aynen öyle yapacağım şimdi kalk içeri geç konuşacaklarım  var!" dedi baskın bir sesle. Ruhum kafa tutmak istese de aklımı dinlemem daha doğru bir adım olacaktı. Ağırca yutkunup gözlerimi  kaçırdım. Elimdeki pet şişeyi avucumda çıkıştırıp ayağa kalktım ve ona sırtımı dönüp ahşap basamakları çıktım. Eve doğru yürürken kolumdan tutulunca omzumun üstünden ona baktım. Çatılı kaşlarının altında kararmış bakışları bir şeyleri anlamaya çalışır gibi yüzümde dolanıyordu.

"Kolumu bırak," dedim. Sesim kendimden beklemediğim bir şekilde titrek çıkınca kaşları daha da derinden çatıldı. Elini usulca çekip kolumu bıraktı. Önüme yeniden dönüp adeta ondan kaçarcasına eve yürüdüm. Güçlü adımları arkamdan gelirken onu bir avcı kendimi de ondan kaçan bir av gibi hissetmekten alıkoyamadım.   

Eve girdiğimde çocukların olduğu odaya ilerleyip kapıyı çaldım. İçeriden "gel," sesini duyduktan sonra kapıyı aralayıp başımı içeriye uzattım. 

"Şafak'ın bizimle konuşacakları varmış", dediğimde Uzay ve Dağhan kısık sesle küfürler savururken Haya ve Andre ayaklandı. 

"O adamdan bu sabah itibariyle it gibi korksam da bize bir bok yapamaz diyor ve kumarı başlatıyorum arkadaşlar, " dedi Hayat dalgayla karışık ciddi bir tavırla.

"O adam katil, suçlu ve potansiyel bir psikopat bence Hayat. Bu kadar yukarıdan uçma," diyerek anında karşılık verdi Andre.

"Neyse ki birileri benimle aynı fikirde," dediğimde Dağhan'la bakışlarımız kesişti.  Yataktan kalkıp  Andre'nin yanına yürüdü ve omzunu sıvazlayarak, "öyle biri olsaydı mahpus damlarında olurdu kardeşim. Korkmana gerek yok," diyerek lafı bana çarptı.  

"Çok konuşma Dağ. Çıkalım haydi!" diyerek ayaklandı Uzay. 

İçeri geçtiğimizde herkes mutfak kısmındaki masadaydı.  Şafak baş köşeye geçmiş, Eylem hemen sağında yerini almışken Ekin ve Ekim sol tarafına yan yana oturmuştu. Alp, Şafak'ın hemen arkasında el pençe tadında ayakta dikiliyordu.  Kurt ise mutfak tezgahında oturuyordu. Dağhan ilk adımı atıp Eylem'in yanına oturunca Uzay da yanına geçti. Hayat ve Andre de onların karşısına geçtiğinde geriye sadece Şafak'ın karşısındaki boş sandalye kaldı.  İki adımda o sandalyeye geçip Şafak'ın tam karşısına oturdum. 

Bir süre gözlerini üzerimizde gezdirdikten sonra arkasına rahatça yaslanıp ellerini birbirine geçirerek karnına yasladı ve ani bir hareketle ayaklarını üst üste atarak masanın köşesine yasladı. 

"Eren benim uzun zamandır yanımda çalışan birisiydi. Güvenmek istediğim nadir insanlardandı. Sizin bu başımıza açtığınız işlerden sonra ona da bir haltlar olmaya başladı. Sonucunda da ihanet ettiğini öğrendim. Bu işin en başında sizi bulmaya çalışırken yaşadığım bazı olumsuzluklar," derken bakışları bana değdi, "ve Peri'nin vurulduğu saldırı onun eseri." dedi. Boğazını temizleyip burnundan soluklandı ve bakışlarını kardeşlerine çevirdi. 

"Ölmeyi hak etti ve öldü. " sesinde hiçbir duygu belirtisi yoktu.  Ya gerçekten duygusuzdu ya da duygularını çok iyi kamufle ediyordu. Yüzünde mimik oynanmış, gözlerinde  bir ifade belirmemişti bunları söylerken. Tamamen kapalı tamamen kontrollüydü. Üstelik açıklama yapması şaşırtıcıydı. Hiç Şafak'lık bir hareket gibi durmuyordu. 

"Şimdi gelelim asıl meseleye," dedikten sonra kardeşlerindeki olan bakışları Uzay'a döndü. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Ne yapmak istediği aslında açıktı ama Şafak ne  kadar yalın olursa olsun Hayat'ın sözlerinden sonra yüzüne yerleştirdiği maskeyi daha net görüyordum.

"Kardeşinin intikamını istiyorsun?" dedi. Sesindeki sakinlik rahatsız ediciydi. Sanki elinde görünmez bir bıçak vardı ve aniden Uzay'a saplayacaktı. Ya da tüm bunlar sadece benim kuruntumdu. Uzay ise olağan bir tavırla bakışlarını bir an bile Şafak'tan çekmeden başını salladı. 

"Bunun için gözünü kararttın kardeşlerim dahil herkesi peşine taktın," Uzay aynı sakinlikle başını yeniden salladı. Şafak ayaklarını yere indirip karnına yasladığı ellerini masaya yaslayıp Uzay'a doğru eğildi. 

"Biliyor musun kardeşinin katilini ya da katillerini?" Uzay tekrar başını salladı. Biz geriye kalanlar olarak sessizce onları izlerken gözüm ara ara Eylem'e kayıyordu. Sanki burada değilmiş gibi tırnaklarıyla ilgileniyordu. 

"Tanıyor musun peki?" Uzay yine başını sallayınca Şafak'ın dudağının sol köşesinde alaycı bir kıvrılma oldu. Gözlerini kısa bir an bana çevirip yeniden Uzay'a döndü ve  "anlat bakalım kimmiş bunlar bizde tanıyalım."  dedi.  Karşısında sanki ilkokul çocuğu varmış gibi davranması sinir bozucuydu çünkü Şafak kimin kim olduğunu bu masadaki herkesten daha iyi biliyordu ancak belli ki kartlarını açık oynayacaktı. O meraklı gözlerle Uzay'dan bir cevap bekledi. Bizde sessizce Uzay'ın ne diyeceğini bekledik. 

"Bulgaristan'a geldiğimizde Kurt bize bir adam buldu. Adı Niko," dedi Uzay. Sakin, temkinli ve dürüsttü.

"Niko'nun öğrenip öğrenebileceği tüm sırları öğrendik sonra onunla görüştük. Bu sırlarını kullanarak tehdit yoluyla bildiği her şeyi ötmesini sağladık. Dediğine göre eski zamanların büyük mafya ailelerinden biri sonradan üçe bölünmüş. Balkanlarda Molnar Ailesi, Rusya da Boryanov Ailesi , Orta Asya da ise Kuznetsov Ailesi..." Uzay dudaklarını ıslatıp boğazını temizledi ve derin bir nefes alıp çatık kaşlarıyla Şafak'a yeniden baktı.

"Bu üç aileden bildiğimiz sadece Molnarlar'ın tek veliahttı  Erjon Molnar'ın kardeşimin katillerinde biri olduğu. Diğer ikisine dair bildiğim tek şey birinin Boryanov diğerinin Kuznetsov olduğu!" Şafak dudaklarını ilginç bir şey duymuşçasına büküp başını ağır ağır salladı.

"Molnar, Boryanov, Kuznetsov." tüm soy isimleri söyledikten sonra tuhaf bir yüz ifadesiyle güldü. Sanki iğreniyormuş, küçük görmüş gibiydi. Kısılan gözleri masanın eskimiş yüzeyine dalıp gitmiş gibiydi. 

"Kesin mi?" dedi kısa bir süre sonra Şafak. 

"Ne kesin mi?" diyerek karşılık verdi Uzay.

"Kardeşinin katillerinin Erjon Molnar ve diğer ailelerden birileri olduğu?"  Uzay'ın çenesi kasıldı. Beyaz boynu kırmızıya dönerken ellerini masanın üzerinde yumruk yapıp başını Şafak'a doğru eğdi. 

"Ben boşuna deşmedim o iti!" dedi Uzay sıkılı dişlerinin arasından. Sesine sıçrayan kini dipdiriydi. Nefreti hiç soğumamıştı. 

"Bir de o konu var!" Şafak tekrar arkasına yaslandı. Kollarını göğsünde bağlayıp Uzay'a emin bakışlarla bakıp kollarını çözmeden çenesindeki sakalları sıvazladı ve " Narya denilen kız yerine o iti niye kaçırmadın?" diye sordu. 

Cevabı belli bir soruydu.  Narya bizim için bir kalkan, kurşun geçirmez bir yelekti lakin o yelek delinmiş ve Peri'nin kanı dökülmüştü. O saldırıdan ve şehir merkezindeki kıl payı kurtulduğumuz baskından sonra fark ediyordum ki Narya bize kalkan olamayacak kadar kurbandı. 

"O kız geriye kalan iki aile için önemli," dedi Uzay omuzları dik, kendinden emin bir duruşla. Şafak alayla sırıttı.

"Kim diyor bunu?" 

"Peri," Şafak'ın alaylı sırıtışı büyüdü, büyüdü, büyüdü. Başını sağa sola sallayıp bana baktı. 

"Peri?" dediğinde ben de başımı salladım. Peri kolay kolay yanılmazdı. O göremese de etrafı iyi analiz eder burnu iyi koku alırdı. Narya önemli dediyse önemliydi. Öyle olmasa bile Peri bu teziyle bir çocuğu sapkın düşünceli insanlardan kurtulmasını sağlamıştı. 

Şafak sakallarını yeniden sıvazlayıp nefeslendikten sonra "ne dedi tam olarak Peri?" diye sorduğunda araya Dağhan'ın vakur sesi yayıldı.

"Sen hayırdır ya?" hepimizin bakışları aniden Dağhan'a çevrildi. Bedeni fazla gergindi. Bakışlarındaki keskin öfke ve iğrenti fazlasıyla belli oluyordu. Üstelik Şafak'ta  bunun farkındaydı. 

"Ne bu sorgu sual? Kaçırdıysak kaçırdık.  Katil belli ne halt oldukları belli. Polisçilik oynamak istiyorsan oyun parkına git!" dedi Dağhan dur durak bilmeden. 

"Toral senin bu kuzenler fazla asabi sanki," dedi Şafak bana bakarken. Dudaklarında ince bir kıvrılma, gözlerinde zayıf bir öfke vardı.  "Buranın havasından suyundan herhalde," diye kendi kendine mırıldandıktan sonra tüm odağını yeniden Uzay'a verdi ve cevap bekleyen bakışlarıyla ona baktı. 

"Peri bu kanıya nasıl vardı?" diye diretti sorusunda Şafak. 

"Zekidir Peri. Fazla zeki... Düşündü etti, tarttı biçti ve bu sonuca vardı. Ki doğru bir sonuç olduğu peşimize düşen adamlardan da belli." Uzay'ın öylesine verdiği cevabı beğenmemiş olacak ki yüzünü ekşitti Şafak. 

"Adamlar peşimize Narya yüzünden değil senin Erjon Molnar'i hadım etmen yüzünden düştüler. Deşmişsin adamı. Sence Narya umurlarında mıdır?" Şafak'ın hiddetle sarf ettiği sözlerin ardından Uzay ve Dağhan oturdukları yerde kıpırdandılar.

"Sen nereden biliyorsun?" dedi Uzay. 

"Ben değil Kurt biliyor," deyip Kurt'u ortaya attığında tarifi imkansız bir haz yaşadım. Asıl konuşulması , konuşması  gereken Kurt idi ama o bir şekilde kendini sıyırıp duruyor görünmez oluveriyordu.  

"Kurt?" dedi Uzay şaşkın bir merakla. Bakışlarını Kurt'a çevirip kafasını salladığında Kurt umursamaz bir göz devirmeyle "tahmin edilebilir bir şey. Bu ailelerde kadınların pek değeri yoktur. Sen de adamı dediğin gibi deştin," Kurt'un cevabı asla yeterli değildi.  Şafak, Eren ona ihanet ettiği için onu öldürmüştü ama belki de ihanet eden Kurt'tu. O ne olursa olsun bir Molnar'dı ve bu bile ona güvenmem için en sağlam gerekçeydi.

"Karlar da kırmızı yağıyor," dedi Andre kısık bir sesle ama herkes duydu. Kurt'un gözleri avını arayan avcı misali kısılıp Andre'nin üzerine bir ok misali saplandı. Sakallı yüzünde mimik oynamazken göz kenarlarını çevresi kırışmıştı. 

"Efendim?" dedi  bir  an sonrasında Kurt. Andre ise dudağında yarım bir gülüşle oldukça emin bir duruşla Kurt'a dik dik bakıp "karlar diyorum kırmızı yağar," dediğinde Kurt'un kaşları derinden çatıldı ama onun bu kaş çatışı Şafak'ın ki kadar derin ve korkutucu değildi. 

"Meali ne bunun?" dedi agresif bir tonla Kurt. Oturuşu dikleşmiş bakışları daha da keskinleşmişti.  

"106 IQ'su olan biri bile anlar ne demek istediğimi o kadar mı salaksın sen?" Andre'nin alaylı sözleri Hayat'ın kıkırdamasına neden olurken bu kıkırtı Kurt'u daha da hırçınlaştırdı.  

Hayat, "sen şimdi bana hakaret mi ettin iltifat mı anlamadım kuzen ama ne demek istediğini gayet iyi anladım." dedikten sonra onunda bakışları Kurt'a döndü ve dudaklarında sinsi bir kıvrılışla ona  baktı.  

"Yeme bizi diyor bu sefer anladın mı?" dediğinde Kurt gözlerini kapatıp burnundan soludu. Boynunu sağa sola yatırıp esnettikten sonra tezgahtan zıplayarak inip masaya yanaştı. Eylem ve Şafak'ın arasındaki küçük boşluğa girip ellerini masanın üzerine yasladı ve bakışlarını onunla alay eden kuzenlerime dikti. 

"Size hiçbir şey ispatlamak, inandırmak zorunda değilim. Bana inanan inanır, güvenen güvenir. şüphesi olan varsa şimdi söylesin yüzüme. Uzatmadan def olalım!" dediğinde Hayat ve Andre ona üstten bakışlarla baktılar. Kurt öfkeyle soluklanıp yeniden bir şeyler diyecekken araya Uzay girdi.

"Tamam Kurt. Onlar seni  benim kadar iyi ve yakından tanımıyorlar. Hak veririsin ki bir Molnar olman sindirilebilecek bir durum değil," dediğinde Kurt nefesini gürültüyle bırakıp  gözlerini birkaç saniyeliğine kapadı. Bakışlarım onun üzerinden Şafak'a kaydığında dilimi tutamayıp aklımdan geçenleri pat diye söyleyiverdim. 

"Belki de Eren'i değil Kurt'u  öldürmeliydin," dediğimde tüm bakışların hedefi oldum.   

"Ne?" dedim umursamazca.  

"Madem Narya'yı kaçırmak bir işe yaramayacaktı bunu  söyleyebilirdi. Uzay'ı, Erjon Molnar'a zarar vermeden durdurabilirdi. Üstelik peşimize düştüklerini biliyordu ama bizi hiç uyarmadı. Üstelik oldukça rahat. Ne yaşarsam yaşayayım  ne yaşatılırsa yaşatılsın böyle bir aileye aitsem ihanet etmeden önce defalarca kez  düşünürüm ama Kurt onlara karşı bizimle. Söylesene Kurt sahiden sen neden buradasın?" derin ve rahatsız edici bir sessizlik çöktü masanın ortasına. Üzerimdeki bakışlar bir an olsun farklı bir yöne kaymazken ben sadece Şafak'ın bakışlarını hissediyordum lakin Kurt'ta olan bakışlarımı ona kaydırmak için amansız bir isteğim olsa da kendimi tutuyordum. 

"Ben o aileye ait değilim." sıkılı dişlerinin arasından konuştuğundan sesi boğuk çıkıyordu.  Öfkelendiği boynunda beliren damarlarından belliydi. 

"O zaman soyadın neden Molnar?" cevap vermeyince yüzüme küstah ve acımasız bir ifade yerleştirip suratına alayla baktım ve "yanlış anlama ama açıkçası piç yerine konan bir çocuğa babasının soyadını verdiği nerede görülmüş?" dedim. Kurt'un tüm bedeni öfkeden titreyip kızarırken ikizlerden aniden yükselen öksürüklerle dikkatim dağıldı ve gözlerim Şafak'ın gözlerine kaydı.

Gözleri bir karanlığa mahkum olmuşçasına katrana boyanmış gibiydi. Sanki bir dipsiz kuyuydu ve o kuyuda boğuluyordu. Kaşlarının orta yerindeki ince çizgisi derinleşip çukurlaşmıştı. Bakışlarını benden kaçırıp Kurt'a çevirdiğinde çene hattının boydan boya kasılı olduğunu ark ettim. Sarf ettiğim sözler Kurt'tan çok onu öfkelendirmiş gibiydi. 

"Molnar'san Molnar'sın. İtiraz etmez kabul ederler ama ne bok olduğumuzu da tıpkı senin gibi yüzümüze vururlar her fırsatta!"  dedi öfkesini kusa hiddetli sesiyle. 

"Alınmanı gerektirecek bir şey söylemedim ki TDK tanımına göre..." konuşmamı istemediğini belli edercesine elini kaldırdı. 

"Evet o soyadını taşıyorum ama aileden değilim, onlardan hiç değilim. O yüzden bildiğim çok bir şey yok. Benimkisi de tıpkı Peri'ninki gibi bir tahmindi." diyerek kendisini açıkladı. Geri çekilip tezgaha ilerledi ve  yeniden oturdu. 

"Gerçekten böyle boş konular mı konuşacağız?" duyduğum sesle bakışlarımı Eylem'e çevirdim. Dış görünüşüne ve enerjisine kıyasla kaba hatta erkeksi bir sesi vardı. Kalın ve toktu. Ben istemsizce onu yeniden süzmeye başlayınca onunda bakışları bana döndü. 

Gözleri yüzümde dolanıp yavaş yavaş aşağı indiğinde birden kaşları çatıldı. Koyu bakışları gerdanımda oyalanınca parmaklarım Zümrüt anneannemin annesi  Ahsen anneannemin zamanında anneme hediyesi olan ve  annemin de üniversiteyi kazandığımda bana armağan ettiği mavi elmastan kalpli kolyeme gitti. Mavi kalbin etrafı küçük incilerle dizilmişti. İster istemez göz alıyordu lakin bu denli dikkatli ve kaşlarını çatarak bakması huylanmama neden oldu. Kolyenin ucunu parmaklarımın arasında gizleyip elimi yumruk yaptım. Benim için çok değerli  bir hediyeydi. Ahsen anneannem bu kolyeyi anneme hediye ederken takımı olan bilekliği ise Güneş teyzeme armağan etmiş; Güneş teyzemde,  Olimpiyat madalyası kazandığında Dünya'ya hediye etmişti. O bileklik ne yazık ki Dünya'nın saldırıya uğradığı gece ortadan kaybolmuştu. Çok aramıştık ancak bulamamıştık o nedenle geriye kalan bu kolye çok daha kıymetliydi. 

Bakmaya devam edince genzimi temizledim. Sağ kaşım alnıma doğru kavislendi. Gözleri gözlerime çıkınca başımı hayırdır dercesine başımı salladım. Bana gözlerini devirip bakışlarını Şafak'a çevirdi.

"Boş konu derken?" Uzay'ın çıkışıyla Eylem gözlerini yeniden devirip bu sefer Uzay'a baktı. 

"Kimin ne olduğundan bize ne diyorum. Konumuz daha mühim ama ablan insanların ne olduklarıyla daha çok ilgileniyor gibi?" bana sataşmasını açıkçası beklemiyordum. Gözlerimi kırpıştırıp küçük bir sırıtışla ona baktım. Demek istediklerimi bakışlarımla belli ettiğimden ağzımı yormama gerek yoktu.

"Eylem," dedi şafak soğuk ve mesafeli bir sesle. Sabahki yakınlığın yanında bu mesafeli ses tonu ilginçti. Eylem belli ki onun kız arkadaşıydı ama benimle konuşurken dahi sesi bu denli mesafeli çıkmıyordu. Bana soyadımla hitap ettiği halde hem de. Gözlerim ikisinin arasında gidip gelirken yaptığım kıyas kaşlarımın çatılmasını sağladı. 

Neyin kıyasını yapıyordum ki ben?

"Konumuza geri dönelim." dedikten sonra  daha da ciddileşip güçlü bir ifade takındı. Kara bakışlarını hepimizin yüzünde tek tek gezdirip Uzay'a sabitledi. 

"Bu işi ilk öğrendiğimde tek niyetim kardeşlerimi bu belaya bulaşmadan sıyırmaktı ama geç kaldım. Ve şimdi hepimiz, bu masada bulusun bulunmasın hepimizin paçası boka bastı. Bahsini geçirdiğiniz aileler öyle basit, kolay lokma olan ailelerden değiller!" en başından beri bana bu insanların çok kötü ve tehlikeli olduklarından bahsediyordu ama kendisi de tıpkı onlar gibiydi.  

"Sen nereden biliyorsun?" diye sordu Hayat hevesle.  Şafak'ın gözleri bir süre masanın yüzeyinde dolandıktan sonra Hayat'a baktı ve "biliyorum çünkü ben bir Yarkın'ım." dedikten sonra gözleri çok kısa bir an kardeşlerine ardında bana dokundu. O bir Yarkın'dı ama kardeşleri değildi. Bu durumda aklıma iki ihtimal geliyordu. Ya öz kardeş değillerdi ya da babaları bir değildi. 

"Yarkın... Şu meşhur illegal aile Yarkınlar!" diye homurdanarak konuştuktan sonra Şafak'a aşağılayıcı bakışlar atarak "yoksa tanıyor musun onları?" dedi. 

Dağhan'ın sözleri sonrasında sıkkın nefesler alıp verdi Şafak. Yarkın ailesi bir dönem Türkiye'nin gündemini ortaya çıkan kirli ilişkileri, illegal işleriyle fazlasıyla meşgul etmişlerdi. O dönemlerde Brezilya da yaşadığım halde her gün olayları takip ederdim ancak Şafak'a hiç rastlamamıştım. Gündem oldukları o zamanlardan aklımda kalan tek isim tüm yargılamanın sonucunda müebbet cezaya çarptırılan, babamın ise kurban verilen olarak adlandırdığı  Behraz Yarkın'dı. Şafak ile aralarındaki kan bağı ne dereceydi muammaydı. Dalıp gittiğim düşünce denizden Şafak'la göz göze geldiğimde sıyrıldım. Geniş omuzlarını dikleştirip düz bakışlarla Dağhan'a bakıp "tanımıyorum ama biliyorum!" dedi. Sesi , duruşu, bakışı netti. Ancak konunun sapmasından hoşnut olmadığı da fazlasıyla belli oluyordu. 

"Her neyse," diyerek konuştum. Diken üstündeymişim gibi oturduğum sandalyede yayılıp bacak bacak üstüne attım ve kollarımı göğsümde bağladım. "Konuşulması gereken asıl meselemiz Dünya'nın katilleri," Uzay'a bakarak söylediğim sözlerin ardından bakışlarımı Şafak'a çevirdim. 

"Madem artık hepimiz aynı gemideyiz ve madem bu gemide hainlerin olma ihtimali de var," dediğimde herkesin yüzüne hızlıca göz attım lakin dikkatimi kimse çekmedi. "Eren malum," diyerek daha da açıklayıcı olup iç çektim. İfadesiz tuttuğum bakışlarımla Şafak ve Kurt'un arasında mekik dokudum. 

"Bizim amacımız belli. Dünya'nın intikamını istiyoruz.  Peki sen Kurt? Sen ailenden neyin intikamını alacaksın ki bizim tarafımızda olup onlara ihanet ediyorsun?"  dedikten sonra sadece Şafak'a baktım ve "senin asıl kalma nedenin ne? İstesen şimdi alıp götürürsün kardeşlerini  bulursun güzelinden bir kılıf kimse dokunmaz size ama bunu yapmak yerine neden kalmayı seçti Yarkın?"

"Çok mu önemli?" dedi Kurt agresif bir tonda. 

"Arkamızı döndüğün an sırtımızdan vurulmayacağımızın bir garantisi yok değil mi? Üzgünüm Kurt ama açıkçası sana asla güvenmiyorum ve böylesine bir güvensizlikte kardeşlerimin yanında olmanı istemem!" dedim.

Kurt sözlerimin ardından tezgahtan öfkeyle atlayıp hızlı adımlarla dış kapıya yürüdü ancak kapıyı açacağı sırada durup bize baktı. Hepimizin meraklı bakışları ondayken kısık ve kin dolu sesiyle "öldüreceklerdi..." dedi ve kapıyı sertçe çarparak evden çıktı. Aldığım cevap boğazıma bir yumruk indirirken sesindeki samimiyet yüzümü kızarttı. 

Herkesin bir hikâyesi vardı. Herkesin bir laneti, kabusu, kaçışı vardı. Lakin ona yine de güvenmiyordum ve güvenemeyecektim çünkü güvenmememi söyleyen o his asla susmuyordu.   Kurt'un ardından bir süre kimseden ses çıkmazken Hayat her zaman ki gibi alakasız bir şekilde araya kaynadı. 

"Allah'ım beni Uyguroğlu olarak yarattığın için sana şükürler olsun!" 

"Hayat!"  kuzenlerinin tepkisine gözlerini devirmekle yetinip  omuzlarını silkti Hayat. Benimde; yeri miydi, diye bağıran bakışlarımı görünce sandalyesinde kayıp yüzünü önüne eğdi.  Kurt'un peşinden bakan tüm bakışlar yeniden masaya dönünce Şafak'ın üzerinde kitlenmiş bakışlarını fark ettim.  Ellerini göremesem de masanın altında yumruklarını sıktığını anlıyordum. 

"Eee Şafak Yarkın senin asıl sebebin ne söylemeyecek misin?" dedim sessizliğe son vererek. Bakışları beni buldu. Gür kaşlarının ortasındaki çizgi derinleştikçe göz kenarlarında da çizgiler de belirginleşiyordu. Uzayan sakalları keskin yüz hatlarını örtbas ederken gözlerim sus çizgisinin sol hizasındaki yara izine takıldı. İz ve etrafı tüm yüzüne rağmen pürüzsüzdü. İtiraf etmeliydim ki o iz ona fazlasıyla yakışıyordu.

"Bu sorunun cevabını biliyorsun Toral," dudaklarının arasından bir nefeste çıkan sesi itiraz istemez bir haldeydi. Sağ kaşım alnıma doğru hareketlendi. 

"Tek neden bu mu?" dediğimde  yüzüme bakmakla yetindi. 

İfadesizliğinin ve sert bakışlarının arasında gizlediği nice sırrı vardı. Dile getirmese de en azından ben bir tanesini biliyordum. Yanımızda kalmasının sebebi bu tehlikeli yolda kardeşlerini kazanmak değildi. Şafak'ın derdinin kardeşleri olduğuna bana kimse inandıramazdı. Zannımca asıl derdi düşman hattında bulunan bizleri kontrolde tutmaktı ve bu uğurda kardeşlerini dahi harcayabilirdi.  O sadece bizi kontrol etmek istiyordu. Ve en önemlisi ailemizi tehdit eden kişi oydu bu masadaki asıl hain asıl piyon da oydu.  Ama madem yanımızda kardeşlerini kazanmak için kalacaktı kalsındı. Nasıl olsa bir gün yüzündeki tüm maskeleri inecek o da hak ettiğini bulacaktı. 

"Pekala o zaman," deyip omuzlarımı tıpkı onun gibi dikleştirdim. "Bana dediğin gibi bizi her zaman koruyup kollayacaksın ve bende dediğim gibi senin arkanda ya da karşında değil tam yanında olacağım!" dedim tam karşısında otururken. O dudaklarını birbirine batırıp başını salladığında Eylem'in ateş saçan bakışları bana değdi.

"O ne demek şimdi?" hararetli sesine karşılık sadece sırıttım. Gözleri ikimizin arasında dönüp dururken Şafak'ın onu görmezden gelip bakışlarını Uzay'a çevirdi. Bu hareketi sırıtışımı büyütecekken engel oldum kendime.  

"Çocukların peşine düştüğümüzde yanında olmamı istedi. Ben de yanında olacağımı söyledim." anbean kızaran yüzüyle nedenini kavrayamadığım bir haz yaşarken buldum kendimi. Onu alt etme dürtüme engel olamazken neden böylesine bir savaşa girmek istediğime dair de tek bir fikrim yoktu. Sadece dürtüsel olarak devam edişim canımı sıkınca bakışlarımı ondan çekip önüme döndüm. Dudaklarımı birbirine bastırıp Eylem'in hâlâ üzerimde dolanan bakışlarını tıpkı Şafak gibi  görmezden geldim. 

"Peki ne istediğine karar verdin mi? kana kan mı istiyorsun yoksa yargılanmalarını mı?"  dedi Şafak tüm odağını tamamen Uzay'a verdiği sırada. 

Uzay burnunu çekti. Dilini  dudaklarında gezdirip mavi gözlerini Dağhan'da, Andre'de, Hayat'ta ve bende dolandı. Göğsünü şişirecek kadar güçlü bir nefes alıp bu sefer bakışlarını ikizlerde gezdirdi ve son olarak Şafak'a baktı. 

"Ben seni tanımam etmem. Kimsin nesin bilmem. Adını, kardeşlerim dediğin insanlardan düne kadar hiç duymadım mesela. Günler önce Ekin'i, Ekim'i öldürmekle tehdit ettin.  Sana nasıl güveneceğime dair hiçbir fikrim yok ki zaten sabah yaptığın şeyle asla güvenmemem ve sana karşı her daim temkinli olmam gerektiğini çok net anlattın. Üstelik işlediğin cinayette bizi de görgü şahidi yaptın. Yani burada hepimiz potansiyel bir tehlikeyiz senin için..." dedikten sonra kısa bir es verdi ve kendinden ödün vermeyeceğini belli eden bir tavırla  yarım cümlesini tamamladı. 

"Ben güvenmediğim insanla yol almam Şafak Yarkın o yüzden sen en iyisi al kardeşlerini ve kendi yoluna git!" işte bunu demesini beklemiyordum. 

Uzay, Şafak'ı yakınımıza çekmek için ikizlerin arasına tabiri caizse sızmışken şimdi gitmelerini istiyor olamazdı. Benim ve diğerlerinin şaşkın bakışlarının yanı sıra Dağhan öfkeyle bakıyordu anında oturan Uzay'a. Biz ona bakarken ilk tepki ikizlerden geldi. İkisi de aynı anda "Uzay, hayır." dedi. Uzay onlara bakmak yerine Şafak'a bakmaya devam etti. Eğer Ekim ve Ekin'e baksaydı gözlerinden tüm bedenlerine yansıyan hayal kırıklığını görürdü. 

"Artık çok geç çocuk. Sizin adınızın yanına bizimde adımızı da yazdıklarına eminim. O yüzden inan bana artık çok geç!" Şafak'ın sesine sataşan gölgeler gerçek endişesini gizliyordu sanki. Bana geldiğinde ailesinin bu işe bulaşmasını istemediğini çok net bir şekilde anlatmıştı ancak şimdi tam tersi istikamette ilerliyordu. 

"O yüzden bu işte birlikteyiz," dediğinde Uzay'ın başı bana döndü. Göz göze gelince birkaç saniye bakıştık. Uzay, bakışlarımdan cevabını alıp yeniden Şafak'a döndü ve "ben bu üç ailenin yok olmasını istiyorum. Yaptıkları tüm kirli işler sonları olsun her şeylerini kaybetsinler istiyorum. O üç ite gelecek olursak," diyerek ne istediğini söyledi. Ama konuştukça öfke bürüdü Uzay'ı. Titreyen çenesini birkaç saniye sıklıkta sonra burnunu kabaca çekip başını kendi kendine aşağı yukarı usulca salladı.

"Onları avlayana kadar rahat nefes alamasınlar istiyorum. Korkudan it gibi titreyip oradan oraya kaçıp dursunlar istiyorum. Sonra... Sonra hepsini avlayıp kardeşimin asıl evim dediği, çok sevdiği o kumsalda o iskelenin altında... Kana kan Şafak abi! Kana kan!"

Uzay'dan beklemediğim abi kelimesi sadece beni değil masadaki herkesi şaşkına uğrattı. Çocuklar  Uzay'a uzaylıymış gibi bakarken kendimi hızlıca toparlayıp bakışlarımı Şafak'a kenetledim. Yüzü ifadesizdi ancak kaşlarının titreyişinden nasıl bir tepki vermesi gerektiğini bilmediği belliydi. Belki de bir vicdan muhakemesi yaşıyordu.

Başını sallayıp saniyeler önce kaçırdığı bakışlarını yeniden Uzay'a çevirdi. "Biraz zaman ver bana. Ben bu aileleri daha derinlemesine araştırayım. O isimleri bulayım. Sonra ilk adımı atarız," dedi. Uzay bir dakikalık zamanın ardından baçını salladığında Şafak, Eylem'e döndü.

"Şamil'i bul." Eylem memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle başını sallayıp masadan kalktı ve evden çıktı.

"Alp sen de bir havayı kokla durum ne öğren. Kurt'la da konuş bana Niko denilen adamı getir." Alp başını sallayıp hiçbirimize bakmadan hızlı adımlarla evden çıkınca biz bize kaldık. Şafak kara gözlerini aldığı derin nefesin ardından kardeşlerine kaydı.

"Siz ikiniz benim gözümün önünden asla ayrılmayacaksınız. Ben ne dersem o aksi takdirde ne olursa olsun eve döneriz." dedikten sonra daha da tehditkar bir sesle "aile evine!" dedi.

İkizler öfkeli bakışlarını Şafak'a dikip ona nefretle baktılar. Ekin kendini tutsa da Ekim dayanamadı ve "o aile evine siktirip gidebilirsin abi."  dedi.

Abi deyişi o kadar nefret ve doluydu ki  sanki elinde bir bıçak durmadan Şafak'ın sırtına saplıyormuş gibi hissettirdi. Bir insan abisinden neden bu kadar nefret eder bu denli kinlenirdi bir cevap bulamıyordum. Kardeş kıymetliydi. Bir Şafak'ın yerine koydum kendimi. Daha bir saat öncesinde Dağhan'ın sözlerine böylesine kırık hissederken kardeşlerimi hiç  düşünemiyordum.  Peri ve Minel'in bana böyle nefret ve kinle davranmalarını asla kaldıramazdım.

"Benim güzel kardeşim. O ağzından çıkanlara dikkat et. Sonra sonuçları ağır oluyor bilirsin." Şafak bir kez daha tehdit edercesine  konuşup Ekim'i daha da kışkırtınca Ekin, Ekim'i bakışlarıyla durdurup oturduğu yerden kalktı.  Ekim'in elini sıkıca tutup onu da kaldırdıktan sonra ateş saçan bakışlarını abisine çevirdi.

"Sakın abi!" dedi bastıra bastıra. "Sakın bizi bununla tehdit etme." abisine söyleyeceğini söyledikten sonra Uzay'a baktı ve "eyvallah kardeşim." dedi. Gitmelerini istemesinden dolayı alındığı fazlasıyla hissediliyordu.

"Sizi de düşünmek zorundayım Ekin. Zarar görmenizi istemiyorum," Uzay bu gece bizi şaşırtmaya ant içmiş gibi fazlasıyla sıcak ve samimi bir tonda konuştu. 

Ekin ise  iç çekişle gülüp başını salladı. "Seninleyiz Uzay. Sadece sana bir can borcumuz olduğu için değil..." dedikten sonra Ekim'i iyice kendine çekip sıkıca sardı kardeşini.

"Senin koydum kendimi. Senin yaşadıklarını kendim yaşasaydım ne yapardım diye düşündüm. Ekim benim sadece ikizim değil. Canım... Canımdan öte her şeyim. O yüzden ben seni anlarım Uzay. Seni en iyi ben anlarım!" dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasına devam etti Ekin.

"Bana geldiğin ilk andan beri yanında olacağımızı söylemiştik. Öyle de olacak tabii sen yanında bizi gerçekten istiyorsan," Uzay gözlerini kırpıştırıp bakışlarını ellerine indirdi. Birkaç saniye sessizliğin ardından oflayarak sandalyesinden kalkıp masanın etrafında dolandı ve Ekin'in yanına gitti ve ona sarıldı.

"En kötü anlarımda kimse yokken siz vardınız Ekom, sizsiz olmaz!" deyip sırtına peş peşe vurdu. Onların sarılışına Ekim'de dahil olurken benim gözlerim Dağhan'a kaydı. Sabah ormanda bana söylediklerinin tam tersini şu an canlı canlı izlerken gözlerinde bariz bir kıskançlık vardı. 

"Ekom mu? Ben bu çocuğun bunca yıllık  kuzeniyim bana böyle samimi böyle içten seslenmedi lan. Üvey evlatlığım burada da tescillendi. Alttan alttan da laf sokuşturdu bize fark ettiniz mi? " dedikten saniyeler sonra acıyla inleyip Dağhan'a baktı Hayat. 

Oflayıp başımı sağa sola salladım ve sandalyeden kalktım. "Konuşacak bir şey kalmadıysa izninizle." deyip cevap beklemeden yanlarından uzaklaştım. 

Çocukların kaldığı odaya girip kendimi yatağa bıraktım. Bedenim yorgunluktan sızlayınca gerinip yan döndüm. Ellerimi yanağımın altına yaslayıp bacaklarımı karnıma doğru çektikten sonra gözüme vuran güneş ışıklarını aldırış etmeden camın önünde salınan ağaçlarını izlemeye daldım.  Masadaki konuşmaları başından sonuna aklımın süzgecinden geçirip durdum. Elimizde olan tek şey kocaman bir soru işaretiydi aslında. Tuhaf olan şey ise Kurt'a karşı hissettiğim güvensizliği Şafak'a hissetmiyordum.  Hislerime her zaman güvenirdim lakin bu sefer yanılıyor olabilir miydim bilmiyordum. 

Oflayıp ters döndüm. Uzay'ın abi deyişi kulaklarımda çınlayınca gözlerimi istemsizce devirdim. Aslında yaptığı ley belliydi. Şafak'a yakınlaşmak istiyordu ve kardeşleriyle arası böylesine bozukken ona kardeş gibi yaklaşıp aralarında bir güven bağı yaratmak amacındaydı. Tüm bunlar iyiydi hoştu ama Şafak açıkgöz birisiydi.  Biz hamle yaptığımızı sanırken belki de Şafak o hamleleri çok önceden görebiliyordu.

Tekrar sıkıntıyla ofladım. Belkilerin, acabaların arasında boğulurken gözlerim ne zaman kapadı, uykuya ne zaman daldım farkında değildim. Uyandığımda üzerimde bir battaniye başımın altında bir yastık vardı.  Ağrıyan gözlerimi ovalayarak doğruldum.  Yan tarafımda Uzay bana sırtı dönük bir şekilde uyuyordu. Koltukta ise Hayat vardı. Dağhan görünürde yoktu. Pencereden baktım. Gün yeni doğuyordu. Ensemi ovalayarak yataktan kalktım. Ayakkabılar saatlerdir ayağımda olduğundan hissettiğim şişkinlikle yüzümü ekşitip ayakkabıları çıkardım. 

Odadan çıkmadan çantamı alıp banyoya geçip hızlıca duş aldıktan sonra giyinip çıktım. Evde ses çıkmazken salona ilerledim. Kurt ve Ekin karşılıklı koltuklarda uyurken sessiz adımlarla pencereye yanaşıp dışarıya baktım ve Dağhan'ı gördüm. Yağan yağmurun altında altında sadece eşofmanıyla ip atlıyordu.  Onun ip atlaması demek düşünceler denizine bodoslama dalmış demekti.

Onu bir süre daha izledikten sonra mutfağa yöneldim. Kendime bir kahve yapıp tezgaha yaslandım. Küçük bir yudum alıp gözlerimi kapadım ve başımı geriye attım. Gözlerimden başıma sızan ağrı bana migren atağımın yakında olduğunu bağırırken oflayıp kahvemden bir yudum daha aldım.  Alınımı ovalayıp  oflayıp puflarken evin kapısı açıldı. Gözlerimi açıp baktığımda Eylem ve Şafak'ı gördüm. Sessizce bir şeyler konuşup bana doğru yürüdüler.

"Günaydın," dediğimde ikisinin de bakışları beni buldu. Eylem beni duymazdan gelirken Şafak bana göz ucuyla bakıp sadece başını salladı. 

Konuşmaya devam ederek hemen önümdeki masaya yan yana oturdular. Eylem,  Şamil isminden ve Rusya'dan bahsederken Şafak can kulağıyla onu dinliyor ara ara başını sallıyordu lakin bana bakmasa da ara ara gözlerinin bu tarafa kaydığını hissediyordum.  Onları dikizliyormuş gibi hissedince bakışlarımı önüme çevirdim lakin yine kapı açıldı ve bu sefer Dağhan içeri girdi. Bizi fark edince kısa bir bakış atıp banyoya ilerledi. 

Dağhan'ın arkasından bakan gözlerim masaya kaydığında tenime diken batıyormuş gibi hissettim. Eylem, Şafak'a sırnaşıp parmaklarını yüzünde ve dudaklarında okşar gibi dokundurunca yasak bir şey izliyormuş  gibi hissedip bakışlarımı onlardan kaçırıp önüme döndüm.

 Elimdeki kahve kupasını masanın üzerine bırakıp kapıya ilerledim. Yağmur yağdığından askılıktaki hırkayı kimin olduğuna önem vermeden üzerime geçirip şapkasını başıma geçirdim. Ancak burnuma dolan tanıdık kokuyla tenim karıncalandı. Şafak'ın kokusuydu. Adını koyamadığım bir harmana sahipti bu koku. Sanki biraz karamel biraz okyanustu. Kendime engel olamadan sessizce uzun bir nefes alıp kokusunu soluklandım ve evden çıkıp verandanın kenarında durdum. Gözlerimi kapatıp  Şafak'ın tenimi kurcalayan kokusunu bastırmak için yağmurun ve toprağın birbirine karışan kokularını uzun uzun içime çektim. Git gide azalan yağmur yüzüme vurdukça uykudan uyanır gibi oldum.

Gözlerimi kırıştırarak açıp verandadan merdivenlerine ilerleyip oturdum. Bacaklarımı uzatıp avuçlarımı bacaklarıma yasladım. Sol gözümden alnıma oradan başımın yan tarafına dadanan ağrı başımı zonklatıyordu. Şakaklarımı ovalayıp gözlerimi kapadım ama yanınca geri açtım. Migrenim bunca zaman kendini unutturmuşken en olmadık yerde ortaya çıkışı sinirlerimi yerle bir etti. 

Oflayıp gözlerimi ovaladıktan sonra ayaklandım. Kollarımı göğsümde bağlayıp çıplak ayaklarımı süre süre dolanıp gölün kenarına yürüdüm.  Başımın ağrısı git gide artarken ellerimi saçlarımın arasına geçirip köklerinden çekiştirdim. İlaç alıp derin bir uyu çekmem gerekiyordu ama burada gözlerimin kapandığı her an kendimi huzursuz ve güvensiz hissediyordum.  

Başımdaki kapüşonu indirip saçlarımı yağmura teslim ettim.  Saçıma düşen damlalar azda olsa iyi hissettirdiğinde yanmasına göz yumup gözlerimi kapadım. Cayır cayır yanan gözlerimden iki damla yaş düştü yanağımdan. 

Ellerimi enseme yaslayıp boynumu sağa sola yatırıp acıyan canımla inlediğimde kendi sesime başka bir ses eklendi. Başımı çevirip sesin geldiği yere baktım. Duyduğum ses bu sefer daha yüksek sesle yankılandığında anında tetiklendim. Acı çeken bir hayvanın ciyaklama sesiydi bu.  Etrafıma daha dikkatli bakındım. Az ötede olan arabanın hemen yanındaki ağacın altından yükselen sesle o tarafa ilerledim.  İlerledikçe fark ettiğim tüy yumağıyla adımlarım hızlandı.

 Ağacın dibine sinip acıyla bağıran şey simsiyah tüyleri olan yavru köpekti.  Yanına yavaşça yanaşıp ürkütmemeye çalışarak ona baktım. Kaçmasından korksam da hareket edemediğini fark etmem saniyelerimi almadı.

"Kıyamam sana," incitmeden kucağıma aldığımda bağırışları çoğaldı. Gözlerimle hızlıca bedenini incelediğimde ayaklarının ezildiğini  gördüm. 

"Güzelliğim benim  ya nasıl acıyordur canın senin kıyamam ki ben sana," onu kucağımdan indirmeden üzerimdeki  hırkayı çıkarıp küçük bedenine sardım.  

Onu göğsüme yaslayıp eve doğru koşar adımlarla ilerledim. Verandanın ahşap merdivenlerinden çıktığım sırada evin kapısı açıldı ve Şafak dışarı çıktı. Beni fark ettiğinde kaşları çatıldı ve beni baştan aşağı süzüp kucağımda oyalandı.

"O ne?" ona doğru koşar adımlarla ilerlerken cevap vermedim. Yanından geçip eve girdim  ve hızlıca masaya yönelip yavru köpeği usulca masanın üzerine bıraktım.  Eylem bir bana bir köpeğe çatık kaşlarıyla  bakarken arkamdan gelen adım sesleriyle omzumun üstünden baktığımda Şafak'la yeniden göz göze geldim.

"İt mi o?" dedi meraklı bir edayla. Köpeklere it denilmesinden hiç haz etmediğimden sinirle kaşlarımı çatıp "sensin it!" dedim aniden.  Çatık kaşları şaşkınlık kaşlarına doğru çekildi. Bir an gülecek gibi olsa da dudaklarını birbirine bastırıp genzini temizledi.

"Köpeğe it denir Toral. Bilmiyor musun yoksa?" dedi. Sesinin gerilerinde eğlenen alaylı sesi. İt kelimesinin neden dendiğini hangi köpeklere dendiğini elbette biliyordum ancak toplum dilinde it kelimesi çok kötü anlamlarda kullanıldığı için hoşlanmıyordum. 

"Ne kadar komiksin sen ya!" bana aldırış etmeden yanıma geldi. Masaya bıraktığım yavruya göz atıp bakışlarını bana çevirdi.

"Acı çekiyor gibi," dedi. Derin bir nefesle başımı sallayıp yeniden yavru köpeğe yöneldim. 

"Ölmemiş mi ya o?" başım ani bir hızla Eylem'e döndü. Çatık kaşları ve tiksintiyle büktüğü dudaklarıyla yavru köpeğe bakıyordu.

"Ne?" dediğimde bakışları beni buldu ve sanki dünyanın en normal şeyini söylüyormuş gibi "ayağımın altındaymış görmedim ezdim. Küçücük şey zaten ölmüştür diye ağacın oraya tekmeyle savurdum ama ölmemiş!" dedi. Pişkinliğine diyecek laf dahi bulamadım. 

Başımdaki ağrı git gide büyüyüp canımı yakarken işittiğim bu laflar tuzu biberi oldu. 

"Ezdim,  tekmeledim ne demek ? İnsan mısın sen ya!" haddinden fazla yüksek çıkan sesim tüm evde yankılandı. Eylem tepkime şaşırıp bana boş bakışlar atarken ona doğru yönelip onu göğsünden ittirdim. 

"Bu nasıl bir canilik nasıl bir kötülük?" bağırtım daha da yükseldi. Eylem onu ittirmemle afallasa da kendini toparlaması hızlı oldu. Bana sert adımlarla yaklaşıp onu ittirişime karşılık vermek için hareketlendiğinde karnımı saran bir kol beni hızlı bir manevrayla çevirdi.

"Dur orada Eylem!" Şafak'ın bariton ve uyarı dolu sesi kulağımın hemen yanında patladı. Beni saran kolu gevşedi ve sıcak avucu eşofmanımla kısa tişörtümün arasında çıplak kalan karnıma yaslandı. Soğuk tenime değen sıcak ten midemi düğüm düğüm etti. Tüylerim bu temasla diken diken olurken kalbimin atışlarını damağımda hissediyordum sanki. 

"Şafak!" Eylem'in öfke dolu sesi benim sesimden daha baskındı. Yüzüme yapışan nemli saçlarımı çekip başımı Eylem'e çevirdim. Şafak'ın kıskacından kurtulmak istedim ancak sıcak avcunu karnıma saha sert bastırdı ve bedenimi bedenine yasladı. 

"Bana dokunmaya nasıl cüret eder bu kadın? Alt tarafı bir it yavrusu ne kadar büyüttü!" demesiyle öfkem daha da harlandı. Eylem ve Eylem gibi insanların kavrayamadığı şey tam da buydu işte. İt yavrusu dediği şey bir canlıydı ve insanlar gibi bu canlılarında yaşamaya hakkı vardı. Kendi bilmez bir caninin kurbanı olmayı hak etmiyorlardı. Üstelik daha yeni doğmuş bir köpeği ona bir zararı da dokunmamışken böylesine hırpalaması kabul edilebilecek bir şey hiç değildi.  

"Sen ne konuşuyorsun hâlâ YA!" çığırtımla Şafak yüzünü ekşitti. Tutuşundan kurtulmak için debelendiğimde beni yeniden belimden kavradı ve iyice arkasına döndürdü. Onunda sırtı Eylem'e dönüktü şimdi. 

"Sende uslu dur!" dedi uyarı dolu sesiyle. Başımı çevirip yüzüne baktım. Bana çatık kaşlarının altında kızgın gözleriyle bakıyordu.

"Sevgilin bir cani!" dedim sıkılı dişlerimin arasından. 

"Ben de öyleyim..." dediğinde diyeceğim tüm laflar boğazıma dizildi.  Tutuşundan kurtulmak için yeniden çırpınmaya başladığımda adım sesleri yükseldi.

"Ne oluyor ya sabah sabah?" Ekin'in uykulu sesiyle Şafak'ı ittirip onsan sıyrıldım. Önüme döndüğümde Kurt e Ekin'in yan yana durmuş bize baktığını gördüm. Birkaç saniye içerisinde evin geri kalanı da mutfaktaydı. 

"Canan abla ne oluyor?" diye sordu Andre. Hınçla soluklanıp Eylem'e baktım ve "etrafımızda çok fazla cani var. Kendinize dikkat edin!" dedim ve masanın üzerinde can çekişen köpeğe yaklaştım. 

"Köpek mi o?" dedi Hayat merakla. 

"Evet. Şu kadın tarafından ezildiği yetmemiş gibi tekmelenip ölüme terk edilmiş!" dedim öfkeyle. 

"Manyak mısın kızım senin mi canını aldık sanki ne bu drama kraliçeliği?"   hırsla dudaklarımı ısırıp "bak hâlâ konuşuyor!"  diyerek yeniden hareketlendiğimde ancak bu sefer Uzay'ın engeliyle karşılaştım.  

"Tamam yeter. Yeter! Eylem ya odaya geç ya dışarı çık! Sen de çene yetiştireceğine ölüp bittiğin köpekle ilgilen!" Şafak'ın haklı sözlerinin ardından Eylem de olan gözlerimi ondan çekip derin bir nefes alıp masadaki yavrucuğa baktım. 

Eylem yerleri döven adımlarıyla uzaklaşırken Hayat  dışında diğerleri de salondaki koltuklara  yöneldiler.  "Çantanı getireyim mi?" Hayat'a bakmadan başımı salladım. Yanımdan koşar adımlarla uzaklaştı. 

Tüm dikkatimi sonunda yaralı bebeğe verdim. Ellerimi dokundurmadan gözlerimle kontrol ettim. Açlık ve susuzluktan kaynaklı halsizliğin yanı sıra gözlerindeki akıntılardan da  enfeksiyonu olduğu belliydi ancak arka patilerinde çok net bir şekilde deformeler vardı. Küçücük bedeni tüm bunlar yetmezmiş gibi tekmelenip hırpalanmıştı.

"Veterinere götürmem lazım!" dedim. İlk yardım çantamdaki kısıtlı malzemelerle hiçbir şey yapamazdım. 

"Sen halledemiyor musun?" dedi Şafak.  Başımı olumsuzca salladım.   En fazla temizler ve serum bağlayabilirdim. 

"Toral, şehir merkezi neredeyse 2-3 saatlik uzaklıkta daha yakınlarda bir veteriner kliğini olduğunu da sanmıyorum." Sol gözüm sinirden seğirmeye başladı.

"Ne?" demek oldu tepkim. Ellerini pantolonun cebine koyup omuzlarını silkti. 

"Ölecekse  yola çıkmak gereksiz!"  bu adam gerçekten duygusuz caninin tekiydi. 

"Ölmeyecek! Veteriner bul bana ir zahmet," dedim.  Alnını ovaladı. İç çekip kollarını göğsünde bağladı ve ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışırcasına baktı.

"Gerçekten mi Toral peşimizde eli silahlı adamlar varken sen gerçekten bir köpek yavrusu için kendini ve  bizi tehlikeye mi atacaksın?" dediğinde onun gibi kollarımı göğsümde bağladım ve tüm ciddiyetimle "evet!" dedim.

* * *

İki saat sonra şehir merkezinde bir veteriner kliniğindeydik.  Hekimler köpeği hemen alıp müdahale ederken ben de içlerinden İngilizce bilen birisine durumu aktardım. İlk müdahalenin sonunda ameliyat kararı alındı. 

"Toral burada duramayız.  Dönmemiz lazım." Şafak'a başımı sallayıp  konuştuğum hekime surumdan haberdar etmeleri için numaramı bıraktım ancak Şafak kağıdı hekimden alıp cebine koydu.

"Biz ararız." kimseye güvenmeyişinde haklıydı o nedenle bir itirazda bulunmadan başımı salladım.

Arabaya geçip kaldığımız eve doğru yola çıktığımızda aklım hâlâ köpekteydi. Sıkıntıyla oflayıp şakaklarımı ovaladım. Baş ağrım geçmek yerine büyüdükçe büyüyordu.  Ellerimi yüzüme kapatıp başımı arkama yasladığım sırada arabanın içine yine  o şarkı yayıldı. 

Ellerimi yüzümden çekip Şafak'a baktım. Bir eli direksiyonda diğer eli arabanın açık penceresinden dışarıya sarkıyordu. Düşünceli ve düz bakışları yola odaklanmışken dudakları sessizce şarkıya eşlik ediyordu. 

"Bir hikayesi var mı?" dediğimde uyanır gibi olup başını tam çevirmeden bana baktı. 

"Neyin?" 

"Şarkının. Sadece bunu dinliyorsun," bakışlarını önüne çevirip pencereden sarkıttığı elini içeri çekti ve alnını ovaladı.  Ben ondan bir cevap beklerken şarkıyı kapatmak için elini uzattı ama engel oldum. Birbirine çarpan ellerimize  birkaç saniye baktıktan sonra ateşe değmiş gibi geri çektik.

"Kapatman için sormadım. Hep bu şarkı... O yüzden merak ettim." yüzüme baktı. Gözleri gözlerimde, dudaklarımda ve boynumda dolandıktan sonra yeniden yola çevrildi. Üst dudağını dişleriyle ezip dudaklarını birbirine bastırdı. 

"Annemden bir alışkanlık..." dedi durgun sesiyle. Susar susmaz da boğazını temizleyip omuzlarını dikleştirdi. Konuşmak istemediğini hal ve hareketleriyle fazlasıyla belli ediyordu.  Anne derken sesinden çıkan yoğunluk elle tutulacak cinstendi. 

"Şafak," dedim nahif bir tonda. Bakışları bana döndü. Durgun ve yorgun görünen hali canımı sıktı nedensizce. Onu hep kızgın, güçlü ve duygusuz görmeye kısa sürede alışmış olmamdandı belki böyle hissetmem.

"İkizler. Soyadlarınız... Yani ben... gerçekten kardeşlerin mi merak ediyorum?" dedim yarım yamalak bir cümle kurarak.  

"Kardeşlerim." dedi dümdüz bir sesle. Ancak çatılan kaşları ve sıktığı çenesiyle bu konudan hiç haz etmediği belliydi ama bu beni durdurmadı. Konuşmaya devam ettim. 

" Kardeşlerin ama pek öyle davranmıyorsun.  İlk karşılaşmamızda onlar için endişeli hallerini hatırlıyorum bir de şimdi davranışlarına bakıyorum da. Ne bileyim çok acımasızsın. Sevgilerini değil de nefretlerini istiyorsun sadece sanki." sıkıldığını belli edercesine başını umursamazca salladı ve kısa bir anda dikiz aynasından arkaya bir bakış atıp bana döndü.

"Sevgi, hissetmeyi tercih ettiğim bir duygu değil Toral. " aklım ve kalbim merakla doldu. 

"Neden?" diye sorduğumda rahatsızca yerinde kıpırdandı ve kaba bir tonda "seni ilgilendirmez Toral!" dedi.

Aldığım cevapla aralı dudaklarımı birbirine bastırıp istediğimi alamamanın hayal kırıklığıyla başımı salladım ve geri adım attım. Bakışlarımı ondan çekip geçip giden yola çevirdim. Şimdi arabanın içinde sadece Cem Karaca'nın sesi yankılanıyordu. 

Uzun dakikalar böyle geçip giderken başımın ağrısı son ses çalan şarkı yüzünden daha da arttı ama kapatmadım.  Koltukta yan dönüp gözlerimi yumdum ve eve gidene kadar uyumaya çalıştım.  

Dalıp gittiğim uykudan ara ara sıçrayarak uyansam da gözlerimi açamıyordum. İlk uyanışımda hâlâ arabadaydım ve kulağıma Cem Karaca'nın değil Şafak'ın şarkıyı söyleyen sesi geliyordu. İkinci sıçrayışımda kokusundan anladığım kadarıyla Şafak'ın kucağındaydım. Bu farkındalıkla gerilip kıpırdandığımda "şşşt," diye mırıldanmış sonrasında onun sesine diğerlerinin sesi karıştı. Üçüncü sıçrayışımda ise bir yerde yatıyordum. Üzerimde bir örtü kolumda ise bir sızı vardı. 

"Migreni hep tutar mı böyle," diyen ses Ekim'e aitti.

"Ara sıra tutardı eskiden ama böyle kendinden geçmezdi. Şimdi ne derece de pek bir fikrim yok," cevaplayan ise Uzay'dı.

"Seruma ağrı kesici ekledim biraz iyi gelir. Ama uyur bayağı kendimden biliyorum."  yeniden uykuya dalmadan önce duyduğum son ses Ekim'indi. 

Karanlığın köründe gözlerim açıldığında acıyla inledim. Dilim damağım kurumuştu.   Yanan ve sızlayan gözlerimi ovalayıp etrafıma bakındım. Çocukların kaldığı odadaydım. Odada sadece Andre vardı ve o da pencerenin kenarındaki koltukta uyuyordu.

Yatağın ucuna oturup kolumdaki serumu çıkardım. Ayakkabılarımı giyindikten sonra kalktım. Odadan çıkıp içeriye ilerledim. Banyodan tıkırtı sesleri gelse de umursamadım. İçeriye göz attığımda Ekin ve Uzay'ın karşılıklı olarak koltuklarda uyuduğunu gördüm. Dağhan ise yerde yatıyordu.  Salon fazla havasızdı. Göğsümü ovalayarak kapıya ilerledim ve verandanın ışığını yakarak evden çıktım. Kapıyı sessizce kapatıp verandanın kenarına kadar yürüyüp ellerimi ahşap korkuluğa yasladım ve derin derin nefesler alıp verdim. Boynumu esnetip başımı döndürdüğümde göl kenarında birisinin olduğunu fark ettim.  Verandadan yansıyan loş ışık oraya kadar ulaşmasa da gördüğüm bedenin Şafak'a ait olduğunu anlamamı kolaylaştırmıştı. Anlık yaşadığım korku yerini rahatlamaya bırakınca verandanın merdivenlerine bir iki adım atıp duraksadım. Yüzünü tam seçemesem de küçük bir ışık huzmesinden sigara içtiğini anladım. 

O huzme bir an dudaklarında kaldığında kaşlarım çatılsa da Şafak birkaç adım atıp verandadan yansıyan ışığın sınırlarına girdiğinde onu tamamen görebilmenin verdiği rahatlıkla kaşlarım düzeldi.  Göz göze geldiğimizde onunda yüzündeki ifade nedenini anlamasam da yumuşadı. Kaşlarının ortasındaki çizgi belli olmuyordu, göz kenarlarında çizgiler yoktu. Sigarasından bir fırt çekti. Dudaklarının arasından firar eden dumandan sonra gözlerini gözlerimden çekmeden parmakları arasındaki sigaradan derin bir nefes daha çekti.

"Nasıl oldun?" diye sordu. Öylesine sormak için değil de gerçekten ilgileniyor gibiydi. 

"İdare eder ama daha iyi." dedim. Gözlerim hâlâ içtiği sigaradaydı. O illet şeyin kokusundan hiç haz etmiyordum. 

"Zararlı o diye maval okuyacak gibi bakıyorsun," sataşmasına gözlerimi devirerek karşılık verdim. Ona aldırmadan verandanın merdivenlerine ilerleyip oturduğumda sigarayı bitirmeden yere attı ve yanıma gelip oturdu. Birkaç saniye sonra bana baktı. 

"Sabah bir an Eylem'i öldüreceksin sandım," alaylı tavrı sinir bozucuydu.

"Bir an düşünmedim değil," dudakları kıvrılır gibi oldu. Öksürüp boğazını temizledikten sonra biraz kayıp sırtını merdivenlerin korkuluğuna yasladı.

"Hayvan sevgin karşısında düğme iliklenir gerçekten. Yani gözlerinin önünde insan öldürdüm. Bana mısın demedin! Tuhaf kadınsın Toral," histerik bir gülüşle dudaklarımı ıslatıp dişledim. Başımı ona çevirip sırtımı evin duvarına yasladım. Şimdi aynı basamakta birbirimize bakarak oturuyorduk.

"İnsan sevmiyorum ben..." başını önüne eğip ağır ağır salladı. Dudaklarında memnun bir sırıtış belirince kaşlarım çatıldı.

"Anladım. Sevdiğin insanlar ve hayvanlar dışında dünya yansın umurunda olmaz," omuzlarımı silkip başımı duvara yasladım. Gözlerimi kapatıp derin bir solukla ciğerlerimi doldurdum. Aklıma yine o kadın gelince sinirle doldum. Göğsümü şişirip nefesimi yavaşça bıraktıktan sonra gözlerimi araladım.

"Tuhaf... Tuhaf olan şu yaşadığımız. Ne diye yola çıktın neler yaşıyoruz. Sahi gitmeyecek misin gerçekten?" başını sağa sola salladı.

"Bu iş tehlikeli. Dediğinde haklıydın. Şimdi kardeşlerin yetmemiş gibi bir de sevgilin... Uğruna öleceğin biri daha. Senin için zor olacak gibi bu durum ya da süreç her ne haltsa işte," alayla söylediğim sözlerin ardından kıvrık dudakları düzleşti. Başındaki şapkasını düzeltip bana baktı.

"Uğruna öleceğim kimse yok Toral!" gözlerim istemsizce kısıldı. Dudaklarımı birkaç saniye birbirine bastırdıktan sonra "kardeşlerin?" diye sordum.

Başını geriye atıp gözlerini kapattı ve yutkundu. O yutkunuşu boğazında kalır gibi oldu ama aldığı nefesle adem elması aşağı yukarı hareketlendi.

"Onlar," dedi ondan beklemediğim kadar sıcak bir sesle. Başını yasladığı korkuluktan çekmeden gözlerini gözlerime kenetledi.

"Ben onlar uğruna yaşamayı göze aldım Toral ölmeyi değil..." sözleri omuzlarıma istemediğim bir ağırlık bindirdi. Söylediği sözlerinin altında gizlediklerinin izleri gözlerinde belirdi sanki bir an. O anda da aşırı yorgun göründü gözüme.  Dün kardeşleriyle yaşadığı tartışmada Ekin ve Ekim'in düşmanca tavırları Şafak'ı hiç sevmediklerini belli etmişti. 

"Eylem?" diye sordum hissettirdiği ağırlıktan kurtulmak isterken. Şafak yüzünü ekşitip soluklandı. Boynunu esnetip ensesini kaşıdı ve bana alttan bakışlar atarak baktı.

"O benim için bir hiç Toral..." derince soluklanıp aldığım nefesleri sakince bıraktım. Anlam veremediğim bir şekilde rahatladığımda kendimi tokatlamak istedim. Gözlerimi Şafak'tan kaçırıp etrafa bakındım. Karanlık gökyüzünde parlayan yıldızlara dalıp giderken istemsizce dudaklarım aralandı.

"Peki günün birinde uğruna öleceğin birisi olursa?" dilimden süzülen sözcükleri işittiğimde gözlerim iri iri açıldı. Peş peşe kırptıktan sonra yan gözlerle ona baktığımda yüzünde tanıdığım alaylı sırıtışı vardı. Gözlerini gözlerimden hiç çekmeden sigara paketini cebinden çıkarıp içinden bir tane aldı ve yaktı. Çektiği dumanı aramızdaki boşluğa bıraktı. Başını yeniden geriye atıp kara gözlerini kapattı ve derince soluklandıktan sonra içimi titreten kelimeleri dudaklarının arasından firar etti.

"İşte o zaman kaybettim demektir..."

Şafak Yarkın ve kaybetmek birbirine uyan şeyler değildi. Şafak'ın heybetli görünüşü, karanlık bakışları, acımasızlığının yanında kaybetmek ona zıttı. O gireceği her savaşta kolaylıkla zaferle ayrılacakmış gibi duruyordu.

Kardeşleri tarafından sevilmiyordu, Alp diye bildiği, yanından ayırmadığı ve dile getirmese de belli etmese de ona güveniyordu ve belki de bu dünyada onu seven tek  insan gibi görünen Eylem içinse hiç kelimesini kolaylıkla kullanıyordu. 

Şimdi daha iyi anlıyordum ki Şafak Yarkın sevilmeyen, sevilmeyi sevmeyen, yalnız bir adamdı. Maddi olarak ne kadar güçlü olursa olsun manevi yanı zayıftı ve o zayıflığını kötülüğüyle örtbas ediyordu. 

"Kaybetmek pek senlik bir şeye benzemiyor Şafak," dediğimde dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu lakin zerre kadar küçüktü. Kara gözlerine sinen  kara bulutları kırpıştırdığı kirpikleriyle saklamak istese de onu görebiliyordum. 

"Kaybetmek tam da benlik bir şey Toral!" dedi. Tüylerim diken dikendi ve bunun sebebi bu sözleri sarf ederken ki inancıydı. 

"Sen öyle diyorsan..." dedim umursamaz bir tavırla ancak söylediği bu sözler geçmişine yönelik delicesine bir merakı uyandırsa da bu dürtümü içimde tuttum.

"Şafak," dedim kendime engel olamadan.  Gözleri yeniden gözlerimi buldu. Söyleyeceğim şeyin ağırlığı dilimde metalik bir tat bıraktı ancak ger adım atmadım ve "Hiç sevilmedin mi?"  diye sordum.  

Yutkundu. Gözlerine sinen bocalama sahiciydi. Kendini kapatmadı. Bakışlarını kaçırmadı, yanımdan kalkmadı. Bocalayan bakışlarıyla  bana bakmaya devam etti. O bakışlar soğuktan titreyen bedenimi bir ateşe verirken dudaklarını diliyle ıslatıp başını sağa sola salladı ve dudağının kenarında kırık bir tebessüm peydahlandı.

"Sevgi zarardan başka bir şey değil. O şey ölümden başka bir şey getirmez insana. O yüzden sevilmek  ve sevmek gibi bir hatam olmadı!" 

Gözlerimiz sessizliğin içinde birbirilerinin haresinde derinlere dalarken, zihnimin kuytu köşelerinde her zaman yol gösterenim olan annemin; hayatımda aldığım ilk darbenin ardından söylediği ve kulağıma küpe ettiğim o sözler usul usul kendisini hatırlattı. 

"Daima iyi birisi ol kızım.  Sana verdiğimiz, öğrettiğimiz sevgiyle bütünleş... Çünkü kötüyü iyi, nefreti sevgi yıkar." 

Annemin sözleri kulaklarımda çınlamaya devam ederken karanlık gecenin loşluğunda parlayan kara gözlerine bakarken aklıma sataşan düşünceler belimde ince bir ter süzülmesine neden oldu. Soğuk soğuk terleyen avuç içlerimi üzerimdeki eşofmana bastırıp oturduğum basamaktan kalktım ve ondan birkaç adımda uzaklaştım. 

Şafak, güçlü bir adamdı. Kötüydü, acımasızdı, duygusuzdu, utanmazdı. Sayabileceğim tüm olumsuz kelimelerin sahibiydi. Lakin tüm bunların yanında sevgisizdi ve sevgiyle hiç tanışmamış gibiydi. 

O nefretin gücünü biliyordu. Kinin, kötülüğün, ihanetin tadı büyük ihtimalle hâlâ damağındaydı. O bunları bilirken ben sevgiyi biliyordum. Sadakati, iyiliği, adanmışlığı. Düğüm atılan bağın ne denli yüreklendiren bir kavram olduğunu onun aksine biliyordum. Ortak bildiğimiz tek şey ise ihanetti.

Ondan korkuyordum, çekiniyordum, nefret ediyordum lakin onu alt edebileceğim bir yolun ortaya çıkması tüm bu hislerimi arka plana atmama yetiyordu. Şafak, kendi oyununda bizim değil düşmanlarımızın  koruyucusuydu. Olmayı hak ettiği yerde tüm zebanilerin toplandığı cehennemin dibindeydi. Zor bir ihtimaldi ama onu o cehennemden çıkarıp gerçekten yanımızda yer almasını sağlayabilirdim. 

Bunu sevgiyle, sadakatle ve yakıcı gücünü çok iyi bildiğim aşk ile yapabilirdim. Şafak'ı sevgime inandırıp ona aşkı tattırırsam tüm ipleri elime almış olurdum.  Çünkü aşkın ezici gücünü biliyordum. Aşk sadece zehirdi. O zehir bir insanın kalbini sardığında gözler kör, kulaklar sağır, akıl ise devre dışı kalırdı. 

Terli avuçlarımı birbirine sürtüp omzumun üstünden arkama döndüm ve  ona baktım. Gözleri hâlâ üzerimdeydi ve yine sigara içiyordu. Titreyen gözlerimi gözlerinden kaçırıp ona sırtımı döndüm ve birkaç adım daha atıp göl kenarına kadar geldim. Ağrısı geçse de sızıları devam eden başımı gökyüzüne kaldırdım.  Aralı dudaklarımın arasından kederli bire soluk alıp zihnimin içindeki savaşa bir son verdim.

Belki büyük bir kumardı.

Belki hayatımın hatası olacaktı.

Belki benimde canım çok yanacaktı. 

Ama değerdi.

Dünya için.

Bizim için.

Değerdi...

Hem zamanında ne demişti annem;  kötüyü iyi, nefreti sevgi yıkardı.

Onu sevgimle yıkacaktım. 

Onu yıkıp aşkımla yerle bir edecektim.

* * *

Holaaaaaaaaa

Sonunda kavuştuk. 

Bölüm nasıldı?

Bizimkiler bir saman alevi misali yükselip duruluyor ama parlamaları yakındır diyorum ben.

Dağhan'ın tavrı, davranışlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Şafak, Eren'i neden öldürdüğünü açıkladı.. Masa başında yaptıkları konuşmayı nasıl buldunuz?

Şafak hakkındaki düşünceler aynı mı bir şeyler değişti mi?

Eylem ve Canan şimdiden kılıçları kuşandılar bakalım bu ikili daha neler yaşayacaklar.

Kurt sizce ... ?

Gelelim sona. 

Canan ve Şafak hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Canan'ın son kısımdaki haline ne diyorsunuz bizim kız sanki bile bile lades diyecek ama haydi hayırlısı. 

Oy ve yorumlarınızı mutlaka bekliyorum elinizi korkak alıştırmayın

Diğer bölüm görüşürüz.

Öpüldünüz  

😘😘


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL