GÜLLERİN AĞITI 20. DÜNYA UĞRUNA

Selamlar,

Yeni bölümden herkese merhaba.

Uzayan aradan, gelen geç bölümden dolayı üzgünüm ve sizlerden özür diliyorum.

Bulduğum her boş anımda inanın bölümü yazıyorum. Gerek teefon gerek tablet gerekse bilgisayardan nerede olduğuma bakmadan yazmaya çalşıyorum. Arayı kısa tutmaya çalışsam da elimde olmadan yoğun çalışma tempomdan dolayı çok uzun aralar oluyor. Bu problemi çözmek için elimden geleni yapacağım.

Bir kez daha bu uzun gecikme için özür diliyorum.

Wattpad ve Hikayelerle ilgili gelişmeler için İnstagram ve twitterdan takipleşelim

İnstagram: yaren.dilan_

Tvitter: yarenikom (instagram bio da link var)

***

BÖLÜMLER YAZILDIKÇA GELECEKTİR. !!!!!

OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUMMMM

25.02.2025

KEYİFLİ OKUMALAR

GÜLLERİN AĞITI 20. BÖLÜM

"DÜNYA UĞRUNA"

Yanlış, doğruyu beslerdi.

15 EKİM 12:00 / İstanbul

Cinayet şube hareketliydi. Şube amiri odasında volta atarken gözü sürekli kapıdaydı. Dört gözle en güvendiği adam olan Ömer'i ve beraberinde gelecek olanları bekliyordu. Hala inanamıyordu. Behzat Yarkın ve Güzin Yarkın buraya getirilecekti. Eli ensesine gitti. Kaba etini ovalayarak pencereye ilerledi. Fıldır fıldır dönen gözleri dışarıyı izlerken ana kapıdan giriş yapan arabalara gözü kaydı. Gelmişlerdi...

Masasına koşturdu. Kilitli çekmeceden çıkardığı eski telefonun rehberine girdi ve kayıtlı olan üç numaradan birini aradı. Telefon çaldı çaldı çaldı sonunda açıldı. "Sayın başsavcım. Geldiler," dedi.

"Kuşlarım senden daha hızlı Halil." Yusuf Toral'ın sesinde ufaktan alay tınıları vardı ama Halil o an bunu fark edebilecek halde değildi. Korkak bir adam da değildi ama Yarkın soyadı çoğu meslektaşının ve nice hakimin, savcının sonu olmuştu.

"Gözünüzü dört açın. O ikisinin yaptığı her hareket, ettiği her laf noktasından virgülüne masamda olacak. Ayrıca tetikte olun her ihtimale karşı. Ferah savcıya karşı en ufak olumsuzlukta müdahale etmekten geri durmayın." Halil hızlı hızlı başını sallayarak dinliyordu Yusuf Toral'ı.

"Emredersiniz başsavcım. "

Halil kapanan telefona birkaç saniye baktıktan sonra silkelendi. Yeniden çekmeceye koyup kilidini çevirdi ve koltuğuna yerleşti. Birbirine kenetlediği ellerini masasına yaslayıp gözlerini kapsına dikti. Birazdan kapısı çalacak ve ona geldiklerine dair haber verilecekti.

Nitekim öyle oldu. Üniformalı bir polis memuru haberi verdiğinde gömleğinin yakalarını çekiştirip masadan kalktı. Yılların getirisiyle silahını beline yerleştirip odasından çıktı. Geniş koridorda ilerleyip şubenin ana kısmına geçtiğinde herkesin orada olduğunu gördü. Gözleri herkesin üzerinde dolandıktan Ömer başkomisere ilerledi.

Güzin Yarkın ve Behzat Yarkın' a gözlerini değdirmeden durumu sordu. Ömer'den aldığı bilgilerin ışığında Güzin Yarkın'ı nezarethaneye Behzat Yarkın'ı ise bekleme odasına aldırdı. itirazlara aldırmadan Ömer'e talimatları verip yeniden odasına döndü.

Masasına yerleştiğinde gözü sürekli saate kaydı. Masasındaki, duvarındaki, bileğindeki saat yetmedi. Bilgisayar ve telefonun saatlerine bakıp bakıp durdu. Öğle arasının kullanacağı zaman mıydı diye düşündü ama yapacak bir şey yoktu. Gözü saatte aklı gelecek olan savcıdaydı ki neredeyse iki saatin sonunda kapısı çalındı ve Savcının geldiği haberi verildi.

Odasından çıkıp şubenin ana salonuna ilerlediğinde adımları duraksadı. birkaç metre ötesinde arkasında bir adamla duran kadında gözlerini gezdirdi. Etrafa yaydığı hava fazla sert ve gergindi. Simsiyah saçları, kara kaşı ve gözü onu zaten agresif biri gibi gösterirken duruşu ve bakışı da o agresifliği destekliyordu. O gözler kendisini bulduğunda bir anlığına irkildi Halil. Kadının bakışlarıyla kurduğu üstünlüğü bunca yıllık meslek hayatında daha o kuramamıştı.

"Halil Amir?" dedi Ferah tok sesiyle. Kendisine bakan adama tek kaşı kalkık bir ifadeyle baktı.

"Sayın savcım. Hoş geldiniz." Ferah başını sallayıp hiç uzatmadan konuya girdi.

"Şüpheliyi direkt sorgu odasına alalım. Kocasını da bekleme odasında tutalım. Gerekirse onunda ifadesine başvurulacak. Başına da adam dikin!" dediğinde üzerinde hissettiği bakışlara aldırmadı Ferah. Yarkın çiftinin sessizliği hayra alamet değildi ve bunu anlaması için onları yakinen tanımasına da gerek yoktu.

"Emriniz olur savcım. " dedi Halil.

"Avukatlarımız gelmeden hiçbir şey yapamazsınız!" Ferah, dik bakışlarını birden ortamda beliren Behzat Yarkın'a sonra Halil'e çevirdi.

"Ömer, alalım hanımefendiyi sorgu odasına. Beyefendi de yeniden bekleme alanına götürülsün. Başına da adam dikin." dedi anında Halil. Önden yol alırken Ömer peşinden iki polis memuruyla amirinin arkasından ilerledi.

Ferah ellerini arkasında kavuşturup uzaklaşan adamlardan bakışlarını koparıp önüne döndü ve Cem'e baktı. Kendisine bakan mavi gözlerden gözlerini kaçırmadan ona birkaç adım attı.

"Bu çok ani oldu sayın savcım. Bizi riske ettiniz." dedi Cem rahatsızlığını hem sözlü olarak hem de beden diliyle belli ederek.

"Sizlik bir şey yok Cem. Zaten olacak olan bir şeydi. Erkene çektim o kadar." Cem boynunu sağa sola yatırıp silkelendi.

"Neden?" diye sordu sakince ama öfkeli ve gergindi. Neyse ki otokontrolü sağlamdı.

Ferah dudak büküp omuzlarını silkti. Kendi kronolojisinde erken değildi. Tam zamanında hamlesini yapmıştı. "Canım böyle istedi."

Cem önünde kavuşturduğu ellerini çözüp bir eliyle ensesini ovaladı. Bakışları şubede gezinip karşısındaki kadında yeniden duraksadı. "Tüm bu şova gerek yoktu. Göze battınız."

"Amacımda buydu." Cem aldığı cevaplara kafa yormadı. Karşısındaki kadın ne sorarsa sorsun işine nasıl geliyorsa öyle cevaplayacaktı. Bunun farkındaydı. Başını kabullenerek eğip boğazını temizledi. Madem bu kadın riski göze alıyordu ona kalan daha temkinli, daha gözü açık ve saldırıya hazır olmaktı.

"Öyle olsun. Dibinizden ayrılmayacağımı bilmenizi isterim." Ferah soğukça gülümseyip gözlerini devirdi.

"Zaten ayrılmıyorsun ki." ters ters söylenmesine aldırmadı Cem. Çizgisini bozmadan yeniden ellerini önünde kenetledi ve mesafeli ve ciddi sesiyle yeniden konuştu.

"Görevim efendim." Ferah başını salladı ama gözlerini de mavi harelerden çekmedi. Ona bu sabah ki olay nedeniyle hala kin doluydu ancak hakkını yiyemezdi. Cem görevini iyi yapan bir adamdı ve itiraf etmekten kaçınsa da artık onun yanında kendini daha da güvende hissediyordu.

"Savcım?" Ferah aniden yanlarında beliren Ömer'e baktı. Bakışları adamın yüzünde dolanınca nefes alıp verdi. Adam cidden yakışıklıydı. Kolay etkilenen bir kadın değildi ancak Ömer biraz fazla fazlaydı. Canan'ı anladığı bir kısımdaydı . Onun gibi şıpsevdi birisi hiç olmasa da birkaç tane flörtü de olmuştu. Ancak cidden bir adamın yakışıklılığından bu denli etkilendiğini ilk defa hissediyordu.

"Savcım?" dedi Ömer bir kez daha. Ferah daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Bir eli yanağını kaşırken önüne döndü. Cem'in üzerinde dolanan aksi bakışlarına karşılık vermeden genzini temizleyip yeniden Ömer'e döndü.

"Tamam mı?" dedi sadece.

"Tamamdır savcım. Sizi bekliyoruz." dudaklarını birbirine bastırıp gözleri bileğindeki saate kaydı. Daha beş dakika anca geçmişti.

"Avukatlar gelene kadar bekleyelim... Kahvesi güzelmiş buranın öyle duydum. Bir acı kahvenizi içerim başkomiserim." Ömer anında başını sallayıp gülümsedi.

"Tabi savcım söyleyeyim hemen yapsınlar. Sizde odama geçin isterseniz. Ya da Halil Amir'imin odasına buyurun." Ferah tüm bedenini Ömer'e çevirdi.

"Halil Bey nerede?"

"Aşağıda efendim." dedi Ömer. Ferah anladığını belli ederek başını sallayıp gülümsedi.

"O zaman sizin odanıza geçelim başkomiserim. Kahvem şekersiz olsun." Ömer eliyle yolu gösterip Ferah'ın yanına adımladı. "Tabii. Buyurun ileride odam."

Yan yana yürümeye başladıklarında Cem arkalarından hareketlendi. Masaların arasından ilerleyip geniş koridora geçeceklerinde Ferah duraksadı. Cem'in varlığını hemen arkasında hissederken dilini dudaklarında gezdirip arkasına döndü.

"Senin gelmene gerek yok Cem." dedi yeniden büründüğü kaba tavrıyla. Cem burnundan soluklanıp nefesini yavaşça bıraktı.

"Savcım..." dese de Ferah onu havaya kaldırdığı eliyle susturdu.

"Emniyetteyiz Cem. Her yerde polis var. Kaldı ki Ömer başkomiser yanımda. Sana gerek yok anlayacağın. Bekle burada!"

Cem, son sözünü söyleyip uzaklaşan kadının arkasından öfkeyle baktı. Onun kaba tavırlarına çoktan alışmıştı. Öfkelendiği başka bir adamın özellikle de Ömer başkomiserin yanında onu yak sayıp bir işe yaramaz bir adammış gibi lanse etmesiydi. Üstelik adam kasıntının, ego yığının tekiydi.

"Alacağın olsun savcım!"

Ferah, Ömer'in açtığı kapıdan içeri girip direkt masanın karşısındaki koltuğa ilerledi. Ömer peşinden gelip masadaki sabit hattan çay ocağını arayıp iki tane sade Türk kahvesi söyledi. Masa başına oturmak yerine Ferah'ın karşısına oturdu ve elindeki telsizi küçük sehpaya bıraktı. Karşısındaki kadına baktı. Odasını incelediğini fark edince gözleri hızlıca üzerinde dolandı. Onu rahatsız hissettirmeden bakışlarını çekti ancak gözleri karşısındaki kadının güzelliğine yeniden değmek için mücadele veriyordu.

"Nostaljik hissettiriyor." bakışları Ömer'e düştü. Kendisine bakan gözlere çok fazla bakamadan yeniden odayı inceledi.

"Öyle. Bina tarihi eser sayılıyor artık. Haliyle sadece restorasyonlara izin veriliyor. Eh bizde bozmak istemedik havasını. İstanbul modernizmle değil de nostalji kokarken güzel sanki." Ferah başını salladı.

"Tüm İstanbul için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ama evet bazı yerler için haklısın."

Kahveler gelene kadar sessizliği paylaştılar. Ferah kahvesinden ilk yudumunu aldığında övdükleri kadar güzel olduğunu anladı. Bu arz işlerin yoğun olduğu yerlerin çay ve kahveleri kötü olurdu lakin bu kahve çok güzeldi. Üstelik onun gibi Türk kahvesi aşığı olan birisi için bu kahve gerçekten çok güzeldi.

"Dedikleri kadar varmış." Ömer memnuniyetle başını sallayıp gülümsedi.

"Öyle. Sevil abla geldiğinden beri adam akıllı çay kahve içebiliyoruz. Her zaman bekleriz."

"Sık sık geleceğim gibi zaten. Malum," dedi Ferah mesleğine atıfta bulunarak.

"Mesai dışında da bekleriz savcım." Ferah nazikçe gülümseyip başını salladı.

"Uzun zamandır burada mısınız?" Ömer kahvesinden aldığı yudumu yutup fincanı sehpaya bıraktı.

"Dört yıl oldu. Öncesinde Antep'teydim." Ferah kahvesinden küçük bir yudum daha aldı. Hemen bitmesini istemediğinden yavaş ve minik yudumlar alıyordu.

"Sizin ilk burası sanırım." dedi Ömer ama zaten bildiği bir şeydi.

"Öyle."

"Yusuf başsavcımızın yeğeni olduğunuzu duydum." Ferah fincanı dudaklarından çekmeden karşısındaki adama baktı. Kara gözleri Ömer'i bu sefer beğeniyle değil şüpheyle süzdü. Bu bilgi herkese açık bir bilgi değildi. Dedikodusu dönen bir şey de değildi. Hem Yusuf amcası hem de kendisi bu bilginin gizliliği için üstün çabalar vermişlerdi.

"Değilim. Ama açıkçası böyle bir bağım olsun da isterdim sanırım. Mükemmel bir insan olduğunu kısacık zamanda anladım." dedi Ferah bir gerçeği dile getirerek. Yusuf Toral kan bağı olan birisi değildi ancak akraba oldukları ve babasının can dostu olduğu asıl gerçekti.

"Öyledir. Tanıdığım en hakiki insanlardan. Değerli bir hukukçu." diyerek karşılık verdi Ömer.

"Öyle." Ömer fincanına uzanırken Ferah'a kaçamak bir bakış attı. Kadının ifadesinde bir değişiklik göremese de kendini açıklama gafletine düştü.

"Kusura bakmayın. Adliyede birkaç kez kulağımıza çalındı. Gelen yeni savcı, başsavcının yeğeniymiş diye. Kabalık ettiysem özür dilerim." Ferah nahif hareketlerle çenesini kaşıdı.

"Sorun yok. Yusuf başsavcı fazla babacan bir adam. Belki yeni yetme bana gösterdiği sabır ve hoşgörü yanlış anlaşılmıştır." Ömer başını salladı.

"Kesinlikle öyle bir adam. Üç kız babası olmak bu babacan hallerinde etkili olmuştur sanırım."

Açık veriyordu. Ferah'ın aklından geçen ilk şey bu oldu. Yusuf Toral gizliliğe ve ailesine fazlasıyla önem veren bir adamdı. Tanınmış zengin bir aileye sahip olması ya da Türkiye'nin sayılı zenginlerinden olan Uyguroğlu ailesinin damadı olması onun adının daha çok bilinmesini sağlamış olabilirdi ancak Yusuf Toral'ın ailesine dair bilgileri kimse konuşmazdı. Konuşmaması gerektiğini bilirlerdi.

"Üç kızı mı varmış? Bunu bilmiyordum." umursamaz bir tavırla fincanı tabağına bıraktı. Bir elini üst üste attığı bacağının üzerine yasladı.

"Ben de bir haberde okumuştum. Malum karısının ailesi ülkenin en zengin ailesi." Ferah şaşkın bir hale büründü. Yüzündeki şaşkınlık gerçekti ancak o şaşkınlığa sebep Ömer'di.

"Bunu da bilmiyordum. Baksanıza asıl yeğeni olması gereken sizmişsiniz. Maşallah ne çok şey biliyorsunuz hakkında." Ömer gülümsedi lakin artık o gülümseyişte Ferah'a çekici gelmedi. İçine düşen şüphe tohumlarını kovalamak istedi ama düşen ilk cemre toprağında filizlendi. Karşısındaki adam ya sahiden öylesine konuşuyordu ya da yem atıyordu. Ki dört yıldır burada çalışıyorsa Cumhuriyet Başsavcısı Yusuf Toral'ın hakkında ulu orta konuşmaması gerektiğini bilirdi.

"Dedikodular bitmiyor ki. Ama en son bir haberde denk geldiğimde adını görünce dikkatimi çekmişti. Karısı çok başarılı bir psikiyatristmiş. Onunla ilgili bir başarı haberiydi. Kadının ailesinden de bahsedilince oradan öğrendim bu küçük bilgileri." Ferah boğazını temizleyip kahvenin yanında gelen kapalı şişedeki suyu açıp bir yudum aldı ve Ömer'e düz bakışlarla baktı.

"Bu bilgileri öğrenmişsin ama bir başsavcının özel hayatıyla ilgili konuşmaman gerektiğini öğrenememişsin sanırım." Ömer'in gülümsemesi donuklaştı. Boğazını temizleyip oturuşunu da toparladı.

"Savcım şey ben tamamen laflıyoruz diye."

"Sorun yok Ömer. Bu odada olan bu odada kalır. Ama sana bir tavsiye. Biz savcılar hakkımızda konuşulmasını pek sevmeyiz. Benden laf çıkmaz ama bu konuşmaları başka yer de yapma. Aksi takdirde Yusuf başsavcımın canı sıkılabilir." dedi Ferah çok aksi ve sert davranmamaya çalışarak.

"Haklısınız." Ömer kendini toparlayıp gerginlikle soluklandı.

Kapı tıklatıldı. Ömer toparlanıp "gel," diye bağırdığında içeri bir polis memuru girdi. "Sayın savcım, başkomiserim . Yarkın çiftinin avukatları geldi." Ferah'ın bir kaşı alnına doğru kavislendi. Birden fazla olacağını biliyordu ama bir skor tahmini yoktu.

"Kaç kişiler?"

"On avukat efendim." Ferah alayla sırıtıp koltuktan kalktı. Elbisesinin üzerindeki görünmeyen tozları silkeleyip Ömer'e baktı.

"Gidelim başkomiserim."

Odadan çıktıklarında Ferah'ın gözü anında Cem'i buldu. Bir ok misali bakan gözleriyle denk düştüğünde gözleri bir anlığına Ömer'e kaydı ama ardından hemen önüne döndü. Cem'in önünden geçip masaların arasından geçip bekleme alanının girişinde duraksadı. Ömer'e bakıp "siz geçin ben geliyorum," dedi.

Ömer bir an bir şey diyecek gibi oldu ama sorgulamadan başını sallayıp bekleme alanındaki avukatlara ilerledi. Ferah giden adamın arkasından bir süre bakıp arkasına döndü ve bir adım gerisindeki Cem'e baktı. Burun burun gelmelerine milimler varken Ferah gözlerini etrafta gezdirdi. Onların üzerinde olan bir bakış yakalamayınca Cem'e bir adım daha yanaştı.

"Ömer başkomiseri bir kurcalasana. Nedir necidir? Kimdir kimlerdendir? Ne bileyim; Okulu, dönemi, ailesi, arkadaşları falan. Burs aldıysa nereden almış, her şeyini." Cem karşısındaki kadının kalın dudaklarının arasından çıkan her kelimeyi zihnine kazıdı. Lakin göğsüne çöreklenen rahatsızlığa anlam veremedi.

"Neden?" diye sorduğunda Ferah'ın dudakları kıvrıldı.

"Çok hoşlandım ondan." Cem'in göğsündeki rahatsızlık daha da arttı. Başını sağa sola esnetip belli etmediğini düşündüğü siniriyle nefeslendi.

"Savcım!"

Ferah dudaklarını birbirine bastırıp bakışlarını yere düşürdü. Topuklularının sivri uçlarına değen siyah botlara gözü takıldı. Kendisinin otuz beş numara olan küçücük ayaklarının yanında botlar devasa göründü bir an gözlerine. Babası, kardeşi hatta ailesinin büyük bir kısmı çok uzun ve büyüklerdi lakin ilk defa küçüklüğünü bir başkasıyla hem de Cem'in büyüklüğüyle kıyaslarken buldu kendini. Sonra da silkelenip ne yapıyorum ben diye kendine içten içe kızıp boğazını temizledi.

"Önce araştır. Sonra uygun görürsem söylerim nedenini." dedi tekrar kazandığı ciddiyetiyle. Cem mavi gözlerini kısıp öyle baktı karşısındaki kadına. Daha önce emri altında çalıştığı birkaç kadın daha olmuştu lakin o kadınlarla karşısındaki kadının arasında dağlar kadar fark varmış gibi hissediyordu. Belki de Ferah'ın karakteriyle dış görünüşünün gözünde hiç uyuşamamasıydı bu hislerinin nedeni.

"Kıl kaptınız değil mi? Kesin bir şey yaptı o ego yığını." Ferah gözlerini devirip başını ağır ağır salladı.

"Siz mitçiler hep böyle misiniz?" diye sorunca Cem dudak büktü, gözlerini kırpıştırıp "nasıl?" dedi gözlerini Ferah'ın yüzünden çekmeden.

"Böyle her boku sıçmadan anlıyor musunuz?" gülmek istedi. Hatta gülecekti ancak nerede ve kim olduğunu unutmamıştı. Yutkunup burnunun ucunu kaşıyıp kıvrılan dudaklarını düzeltti.

"Eh işimiz bu savcım." Ferah ellerini arkasında birleştirip yan döndü ama bakışlarını Cem'den çekmedi.

"İyi. Akşam konuşalım o halde." Cem başını eğip kaldırdı.

"Mesai sonu dosya elinizde olur sayın savcım." Ferah, Cem'e baktı. Gözleri zaten onun üzerindeydi ancak gerçek anlamda adama baktı. Yüzünü izleyen mavilerden başlayıp sakalsız temiz yüzü inceledi. İncelerken bir şey hissetti. Bu adama ne kadar gıcık olursa olsun ona dair hissettiği en olumlu şey verdiği güvendi. Yusuf Toral, bir savcının en çok özel kalemine güvenmesi gerektiğini söylemişti lakin Ferah farkındaydı. Cem'in verdiği güveni başka kimseden alamayacaktı.

"O zaman Yarkın çiftini bekletmeyeyim."

Önde Ferah, bir adım arkasında Cem dik ve kendilerinden emin ifadeleriyle birbirine uyumlu adımlarla sorgu odasına ilerlediler.

Odaya vardıklarında ikisinin de gözleri avukatlarda dolandı. Gerçekten on kişi olacak sanmışlardı ancak karşılarınsa on kişiden fazla insan vardı.

"Halil amir. Sadece bir tanesi." dedi Ferah. Lafının üzerine insan kalabalığının en önünde duran yaşını başını almış bir adam öne çıktı. Ferah'ın karşısına geçip elini uzattı.

"Sayın savcım, Feridun Bilgin. Yarkın ailesinin avukatıyım." Ferah adamın uzattığı ele boş bir bakış attı. İstemese de adamın elini sıkıp geri çekti.

"Diğerleri?" Feridun omuzlarını böbürlenerek kabartıp pis bir tebessümle Ferah'a baktı.

"Onlar şirket avukatları. Her birim için ayrı avukatımız var." Ferah küçümseyen ve alaycı bir gülüşle dudaklarını kıvırdı.

"Cinayetlerle ilgili olan hanginiz?" karşısındaki adamın gerginliğini hissetti Ferah. Sadece gerginlik değil öfke de kokmaya başlamıştı adam.

"İftira, yalan, itibar suikastı ve benzeri olaylarla ben ilgileniyorum." Feridun'un sesi baskın çıkınca Ferah ellerini arkasında birleştirip yek kaşını kaldırarak adanı baştan aşağı süzdü. Hepsi mi aynı olur diye geçirdi içinden.

"Güzel... O zaman şimdilik sadece siz."

Ferah arkasında avukat Feridun ve şube amiri Halil ile odaya girdi. Güzin Yarkın'ın karşına sakin adımlarla geçip oturdu. Arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Bir elini dizine yaslayıp diğer elini masaya bıraktı. Sonrada dudaklarına yerleştirdiği küstah sırıtışıyla karşısındaki kadına baktı.

"Güzin Hanım, kapının önü avukat kaynıyor, sizi bu denli rahatsız edebildiğimi düşünmemiştim." Güzin'in her hareketini inceledi. Rahattı. Tüm zarafetiyle sorgu odasının kısık ışıklarının altında güzelliğiyle parlıyordu.

"Kocam abartmaya bayılır. Konunun ne olduğunu bilmediğimiz için endişe etmiştir." Ferah sırıtışını silmeden onaylar şekilde başını salladı. Gözleri bir an kadının yanında oturan Feridun'a sonra da Halil'e kaydı.

"Anladım. O yüzden de her konu başlığına uygun avukatınız gelmiş. Sizde haklısınız gerçi sicilleriniz hiç parlak değil." Güzin Yarkın karşısındaki genç kadının küstah tavrına gülüp geçti içinden.

"Biz bu ülkeyi kalkındıran, ekonomisine büyük çapta katkı sağlayan bir aileyiz. Yıllar önceki dava sonuçlandı bitti. Suçlu cezasını aldı. Masum olanlarımızda yoluna devam etti. Eski dosyalar açılacaksa avukatlarımız sizlerle konuşur. Bununla ilgili sizinle muhatap olabileceğimi düşünmen..." gülüp başını sağa sola salladı Güzin Yarkın. Gülüşünü hiç silmedi. "Benin güldürdün küçük hanım."

Ferah'ın yüzündeki sırıtış silinip gitti. Çenesi kasıldı. Güzel çehresi sertleşti. Ellerini kenetleyerek masaya yaslayıp hafifçe eğildi.

"Sayın savcım... Bana, diğer meslektaşlarıma sayın savcım diye hitap edeceksiniz! Karşınızda ekonomisine katkıda bulunup kalkındırdığınız ülkenin savcısı duruyor. Ben, yanınızda oturan ve bir kelime konuşabilmek için ağzınızın içine bakan çalışanınız değilim." dedikten sonra ellerini masadan çekip havaya kaldırdı ve odayı gösterdi. "Buradaki en yetkin kişi ben olduğuma göre buna uygun konuşacaksınız!"

Güzin Yarkın dudaklarını birbirine bastırıp bıraktı. Gülümsemeye devam etse de dişlerini sıktığı dışarıdan anlaşıyordu. Karşısındaki kadına dair ilk izlenimi duruşuydu. Farklı bir havası vardı. Cesur olduğu, gözü kara olduğunu duruşu ve bakışıyla belli ediyordu. Ancak toydu... Yarkın ailesine bulaşmayı, özellikle kendisine bulaşmayı göze alacak kadar cesur ve acemi birisiydi.

Oturuşunu, yüz ifadesini hiç bozmadan "sayın savcım... Beni neden huzurunuza aldınız öğrenebilir miyim?" dedi.

"Adam öldürmeye azmettirme." yanında oturan Halil'e baktı. Halil anında dosyayı açıp Feridun'un önüne iteledi.

"Çalışanlarınız Arif Yılmazlar ve Burak İnci. Tanıdık geldi mi?" Feridun konuşacak gibi olsa da komut bekleyen köpeklerden farkı yoktu. Güzin başını sağa sola sallayıp dudak büktü.

"Ben küçük esnaf değilim sayın savcım." dedi kinayeyle. "Koskoca bir şirketler topluluğunun eş başkanıyım her ismi bilemem öyle değil mi?"

"Öyle tabii. Öyle tabii de Arif Yılmazlar sizin şahsi şoförünüz, Burak İnci ise şahsi korumanızmış. Sizin gibi önemli işler yapan bir iş kadını şahsi çalışanlarının a'dan z'ye her şeylerini bilmeden işe almaz diye düşünüyorum." konuşurken gözlerini bir an olsun Güzin Yarkın'ın gözlerinden koparmadı Ferah.

"Uzun zaman oldu herhalde. Gerçekten hatırlamıyorum."

Ferah kendi önündeki dosyayı açıp Arif Yılmazlar'ın bilgilerinin yer aldığı sayfayı Güzin Yarkın'a çevirdi ve önüne itekledi. " Yedi yıl önce işe girmiş. İki yıl çalıştıktan sonra bir anda ortadan kaybolmuş." dosyadaki sayfayı çevirip Burak İnci'nin bilgilerini gösterdi.

"Burak İnci'de aynı şekilde yedi yıl önce işe girip Arif ile aynı gün ortadan kaybolmuş." Güzin Yarkın gözlerini kıstı. Önündeki dosyaya ilgili bir tavırla bakıp iki sayfada gidip geldi.

"Ah, evet... Böyle deyince anımsadım. Birden ortadan kaybolan iki çalışanım olmuştu zamanında. Ancak iş ahlakına çok ters davranışlar olduğu için hemen işlerine son vermiştim. Sonrasını İnsan Kaynakları müdürümüz ve muhasebe bilir. Tarihleri tam hatırlayamadım ama." Ferah, bakışlarını Feridun'a çevirdi. Adam önündeki dosyaya odaklanmıştı. Güzin Yarkın'ın konuştuğunu duyduğunu dahi sanmıyordu.

"Peki. O zaman direkt konuya geçeyim. Yeni deliller ortaya çıktı. Arif Yılmazlar'ın ölmeden iki günce bir tanıdığına attığı mesaj söz konusu. O mesajda Arif, bizzat sizin tarafınızdan öldürüleceğini, peşine adam taktığınızı belirtiyor." dediğinde karşısındaki kadının yeşil gözlerindeki titreşimleri fark etti Ferah. Sağ dirseğini sandalyenin kolçağına yaslayıp parmaklarını çenesinde gezdirdi.

"Burak İnci'nin dosyasındaysa bir görgü tanığı ortaya çıktı." Güzin Yarkın'ın gözlerindeki o titreşimler arttı. Lakin o titreşimler korkudan değil öfkedendi. Yüzünde hissettiği bakışlara dönüp bakmadı. Feridun sonunda başını dosyadan kaldırmıştı. Öksürdü, boğazını temizledi ve sonunda konuştu.

"Bunlar bizi bir yere götürmez sayın savcım." Ferah adama boş boş bakıp kara harelerini yeniden Güzin Yarkın'a çevirdi.

"Tanık; yüzü görünmeyen, kamufle olmuş bir adamın Burak İnci'yi öldürüşüne ve bu eylemi gerçekleştirdiği sırada sizin adınızı geçirerek selamınızı ilettiğini belirtti." Feridun, Güzin Yarkın'a baktı. Ancak Ferah umduğunu bulamadı çünkü kadın ona bakan avukatına dönüp bakmadı.

"Tamamen itibar suikastı. İlk defa karşılaştığımız bir şey değil." dedi sadece Ferah'ı muhatap alarak Güzin Yarkın. Yüzündeki ifadesini hiç bozmadı. Ferah bu sefer de "belki de öyledir. Lakin ortaya çıkan bir tanık ve kanıt sayılabilecek bir veri var." dediğinde omuzlarını silkti.

"Katil miyim ben şimdi?" sesindeki alay tınısı çok gerilerdeydi lakin kendini de belli ediyordu.

"Bilmem. Öyle misiniz Güzin Hanım?" Ferah hem kaçak hem açık dövüşüyordu. Bazı şeyleri açıkça dile getirse de yem atmaktan da geri durmadı.

"Benim elime kan bulaşmaz sayın savcım. Bunca yıl bulaşmadı, bulaşmayacak..." Ferah'ın dudakları arasında "hıh," diye bir mırıltı döküldü. Karşısındaki kadına hadi oradan diye yükselmek istediyse de kendini dizginledi.

"Orası belli. Çok belli. Sizin değil ama istediğiniz kişilerin belki de eli kana bulaşıyordur." dediğinde karşısındaki kadının dudakları kıvrıldı.

"Saçmalık. Bir insanı, üstelik ekmeğimi yiyen insanı neden öldürteyim?" Ferah dudak büküp gözlerini kapatıp açtı.

"Eh, onu siz söyleyeceksiniz." Güzin Yarkın iç çekti. Ellerini birbirine kenetleyip masaya yasladı ve samimi olduğunu düşündüğü bir ses tonuyla konuştu.

"Ben üç çocuk annesiyim. Üstelik bir oğlunu kaybetmiş bir anneyim. Böylesine yıkıcı bir acı yaşamışken başka bir anneye aynı acıyı yaşatmam." Ferah kollarını göğsünün altında bağlayıp başını sağa sola yatırıp boynunu esnetti. Kolay olmayacağının farkındaydı. Kolay olmasını da istemiyordu lakin karşısındaki kadın hiçbir şey demeden, hiçbir şey yapmadan dahi çok şey yapıyordu.

Aklına düşen Dünya'yla göğsünde bağlı ellerini yumruk yaptı. Karşısında onu annelikten vuran kadının yüzüne bir tane geçirmemek için çok zor tuttu kendisini. Ellerinde sadece Dünya'nın değil nice insanın kanı vardı ve karşısındaki bu insanlar o kadar vicdansızlardı ki kendi yaşadıkları acıyı kullanabiliyorlardı. Gerçi karşısındaki kadının acı çektiğinden pek emin değildi Ferah.

"Başınız sağ olsun fakat konumuz sizin ölen oğlunuz değil. Evlatları öldürülen diğer anneler. Ortaya çıkan delil ve gizli tanıkla doğal olarak aileler şikayetçi Güzin Hanım. Bu durumda da yapılacak şeyler belli."

Güzin Yarkın ilk defa dönüp avukatına baktı. O kısa bakışının ardından Feridun boğazını temizleyip önündeki dosyayı kapatıp eline aldı ve ayağa kalktı.

"Bu kadar yeterli sayın savcım. Ne müvekkilimin ne diğer aile bireylerinin bu iki maktulün ölümüyle ilgisi yok." Ferah ayaklanan adama ters ters bakıp elini masaya vurdu.

"Yetip yetmediğine ben karar veririm avukat. Ayrıca otur oturduğun yere bitti demedim!"

Sorgu odasını gören camın diğer tarafında Ömer ve onun birkaç adım arkasında duran Cem sorguyu izliyordu. Ömer arkasındaki adamın varlığından fazlasıyla rahatsız olsa da Ferah savcının koruması olduğu için ses etmiyordu. Etse de Cem onu dinler miydi o da bir soru işaretiydi.

Cem içeride konuşulanları duyamasa da dudak okuyabiliyordu. Okumasa da hal ve hareketlerden çoğu şeyi çıkarabilirdi. Burada olması yasaktı. Ancak bunu umursadı. Elleri cebinde camın diğer tarafındaki kadını izliyordu. Onu ilk defa sorgu odasında, bir suçlunun karşısında görüyordu ve gördüğü kadının onun tanıdığı kadınla alakası yoktu.

Fazla sakin ama bir o kadarda agresifti. Karşısındaki huzursuz eden tarafı sorguda daha baskındı. Üstelik karşısındaki yaşlı kurda rağmen iyi iş çıkarıyordu. Birden ayaklanıp gitmeye yeltenen adamı yerine geri oturuşunu kıvrılan dudaklarıyla izledi.

Ferah Yıldırım tahminlerinin, düşüncelerinin ötesindeydi. Cem ağırca yutkundu ve anladı ki bu kadın onun hakkında söylediği her sözü burnundan fitil fitil getirecekti.

"Başkomiserim. Maktullerin aileleri ve avukatları geldi. Bekletiyoruz," diyerek yanından geçip giden polis memuruna baktı Cem. Genç kadın Ömer'in karşısında durdu.

"Odama alın. Kimseye görünmesinler dikkat edin." Ömer'in talimatıyla koşar adımlarla uzaklaşan memurdan gözlerini çekip karşısındaki adama baktı. Ömer de ona bakıyordu. Birbirlerine attıkları bakışlar git gide sertleşince gözlerini çeken ilk kişi Ömer oldu. Önüne dönüp sorguyu izlemeye devam etse de ensesinde hissettiği bakışlar onu huzursuz etti.

Cem telefonuna gelen bildirimle gözlerini Ömer'den çekip ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardı ve mesaja baktı. Başak'tandı. Okuduğu mesajla gözleri yeniden Ömer'e döndü. Burnundan soluyup boynunu kütletti ve ellerini arkasında birleştirip önündeki adamı göz hapsine aldı. Başak'ın yazdığı mesaj zihninde yankılanmaya başlayınca gözlerini kapayıp silkelendi ama o kelimeler zihninden kopmadı.

Başak'ın mesajında "adam temiz. Fazla temiz. Şüpheye düşülecek kadar temiz!" yazıyordu.

Cem daha fazla durmadı orada. Bekleme alanına gittiğinde Behzat Yarkın ve avukatlarını gördü. Etrafındaki adamlar bir şeyler söyle de adam hiçbir şey konuşmuyor, dinlemiyordu. Cem görünmeyeceği bir yere geçip adamı izlemeye başladı. Karısının yanında fazlasıyla pasif görünen bir adamdı lakin öyle olmadığını biliyordu. Mükemmel iş adamı kimliğinin ardında yatan asıl adamı tanıyordu Cem. Burnundan soludu. Hissettiği nefret tüm bedenini elektrik akımına kapılmış gibi titretti.

"Senin de sıran gelecek Behzat Yarkın. Elbet seninle görülecek o hesap!"

Birkaç saat geçip gittiğinde Ferah arkasında Ömer ve Halil ile çıkageldi. Cem genç kadını gözleriyle hızlıca tarayıp yanına adımladı. Ferah onu fark etse de oralı olmadı ama Cem geri durmayıp her zamanki gibi konumu alıp kadının bir adım gerisine yerleşti.

"Nöbetçi mahkemeye sevk edilecek Güzin Yarkın. Ben adliyeye geçiyorum Halil amir. Bizzat siz eşlik edin. Ömer başkomiserim. Aileler sizde." Ömer ve Halil senkronize bir şekilde başlarını salladılar.

"Emredersiniz sayın savcım." diyen Halil oldu.

Birkaç saat sonra adliye koridorunda karşılıklı duran iki taraf vardı. Güzin ve Behzat Yarkın arkalarında avukatları ve korumalarıyla yüzlerinde zafer nidalarıyla Ferah bakıyorlardı. Ferah ise duruşundan ödün vermeden duruyordu onların karşısında.

"Sizi tanıdığıma çok memnun oldum sayın savcım. İlgi ve alakanız için çok teşekkür ederim." Ferah kadına daha fazla tahammül edebileceğini sanmadığından başından def etmek için araladı dudaklarını.

"Geçmiş olsun Güzin Hanım. Serbest bırakılmanız aklandığınız anlamına gelmiyor hatırlatmak isterim. "

"Desenize tekrar görüşeceğiz. Gerçi," deyip manidar bir gülüşle kocasının koluma girdi Güzin Yarkın. "Emin olun, mutlaka görüşeceğiz sizinle."

Cem hırla soluklanıp hareketlenecekken karnına baskı yapan ellerle durdu. Bakışları kısacık bir an aşağı düştüğüne Ferah'ın arkasında tuttuğu ellerini onu durdurmak için kullandığını gördü. Adımı durdu ancak teması kesmek için geri çekilmedi.

"Mutlaka bekliyor olacağım o günü!" dedi Ferah geri durmayarak. Madem bir ateş yakılmıştı onunda katkısı olmalıydı.

"Güzin yoruldun. Evimize gidelim." Güzin nahif kadın haline tekrar büründü ve kocasına aşkla baktı. Diğer elini de kovasının koluna sardığı sırada Ömer'in tok sesi etrafa yayıldı.

"Bence de Güzin Hanım. Adliyenin orta yerinde karşınızda bir Cumhuriyet savcı varken bu şekilde tehditkar konuşmak sakıncalı bir durum olur sizin için. "

"Tehdit mi?" deyip güldü Güzin Yarkın. Ona kocası da eşlik edince Ferah ve Cem farkında olmadan aynı anda gözlerini devirdiler.

"Benimkisi bir temenni, iyi dilekti." Ferah kadına alayla bakıp gülümsedi.

"Ya öyledir tabii... Sorun yok başkomiserim. Güzin Hanım'la daha çok görüşeceğiz gibi zaten."

Koridorda yankılanan son şey Ferah'ın bu sözleri oldu. Yarkın çifti arkalarındaki orduyla birlikte adliyeye terk edene kadar Güzin'in yüzünde narin bir tebessüm vardı ancak aracına biner binmez o tebessüm silindi. Gözlerine çöreklenen şeytan yeşil harelerin arkasına saklanıp kendi içindeki nefreti kadının gözlerinden dünyaya kustu.

"O kadın beni düşürdüğü bu durumun hesabını verecek Behzat. Anladın mı verecek!"

"Sakin ol Güzin yeni yetme bir savcı alt tarafı. Bir bok beceremez... Hem zaten hesap vermesi gereken ilk kişi o değil sensin."

Karı koca birbirilerine öfkeyle harmanlanmış nefret dolu bakışlar atarken aracın ön kapısı açıldı ve şoförleri yerine yerleşti. Dikiz aynasını düzelten adam bakışlarını Behzat'a dikti ve "Feridun Bey eve doğru yola çıktı efendim. Kendisini Paşalı karşılayacak. Ayrıca Paşalı size bir mesaj iletmemi istedi." Behzat konuşacakken araya Güzin girdi.

"Ne zırvaladı yine o bunak." Behzat gürültülü soluklarla karısına ikazla baktı ve "ne diyor?" dedi şoförüne.

"Şafak Bey. Durumu halletmiş... Böyle iletmemi istedi." Behzat duyduklarıyla rahat bir nefes aldı. Memnuniyetle başını salladığında karısının sesini bir kez daha işitti.

"İyi. Biricik oğlun bir işe yarıyor sonunda." sakin kalmak için direndi. Derin nefesler alıp dikiz aynasından hâlâ kendisine bakan şoföre eliyle gidelim işareti yapıp karısına döndü ve öfkeyle soludu.

"Sus artık be kadın. Sus!"

Güzin sustu ama bakışları konuştu. O bakışları öfkesini de nefretini de kustu ama yetmedi. Yetmeyecekti. İçinde oldukları araba yol aldığında uzaklaştıkları adliye binasının pencerelerinden birinde yan yana durmuş onların gidişini izleyen ikiliden de ses soluk çıkmıyordu.

Ferah araba tamamen gözden kaybolduğunda pencereden uzaklaştı. Onu izleyen gözlerin arasında odasına ilerledi. Şahin onu kapısının önünde beklerken başıyla kapıyı açmasını işaret etti. Peş peşe odaya girdiklerinde Ferah kendisini koltuğuna bıraktı.

"Sıkıntı var mı?" Şahin başını sağa sola salladı. Saygın duruşundan ödün vermeden Ferah'a baktı.

"Yok sayın savcım. Her şey dediğiniz gibi ilerledi. Yusuf başsavcımın da her hareketten dakika dakika haberi oldu."

"Güzel. Sağ ol Şahin iyi iş çıkardın." dedi Ferah karşısındaki genç adama. O da tıpkı kendisi gibi meslek hayatında acemiydi. İlk günler canını sıksa da kendini toparlıyor oluşu iyiye işaretti.

"Teveccühünüz sayın savcım. Ben sadece sizin talimatlarınızı yerine getirdim." Ferah'ın dudakları inceden kıvrılsa da tebessüme dönüşmedi.

"Çıkabilirsin..." deyip masasının kilitli çekmecesinden birkaç tane dosya çıkardı.

Şahin çıkıp gittikten sonra bugünü gözden geçirip önündeki dosyalara gömüldü. Yarkın ailesine dair her bir detayı içeren dosyalar bitmiyordu. Bitecek gibi de değildi. Saatler tükenmiş mesaisi çoktan bitmişti ancak Ferah yerinden kımıldamamıştı bile. Saatler sonra odasının kapısı çaldığında irkilip sıçradı. Gözleri önce bileğindeki saate takıldı. Ardından "gir," diye seslendi.

Cem başını araladığı kapıdan uzatıp "sayın savcım?" dedi.

"Gel Cem," deyip masanın üzerine dağılmış dosyaları toparlamaya başladı.

"Saat gece yarısına geliyor."

"Hı hı." dosyaları toparlayıp çekmeceye koyarken onu kapının girişinde izleyen adama baktı.

"Ne?"

"Mesai sonrasında konuşacaktık." dedi Cem. Bu konu onu agresif bir hale sokmuştu. Ömer'den hoşlanmamış olabilirdi lakin meslektaşından kuşkulanmak isteyeceği son şeydi.

"Doğru. Bulabildin mi bir şeyler?" dedi Ferah oturduğu koltukta tamamen Cem'e dönerek.

"Burada mı konuşacağız?" Ferah'ın kaşları çatıldı.

"Burası ya da farklı bir yer ne fark eder Cem?" Cem gözlerini odada gezdirdi. Bu odayı karşısındaki kadının ruhu dahi duymadan bir çok kez aramış, kontrol etmişti. Lakin yine de güvenli bulmuyordu.

"Riske atmam. Eviniz güvenli bölge." dedi. O apartmanda yaşayan hemen hemen herkes kendi kurduğu ekipteki mit mensuplarıydı. Ne yabancı biri girebilir ne de onlardan habersiz bir kuş uçabilirdi.

"Peki. Gidelim o zaman."

Eve gidene kadar kimseden ses çıkmadı. Başak sessizce arabayı sürerken Cem sık sık dikiz aynasından Ferah'ı kontrol ediyordu. Ferah ise filmli camdan dışarıya dalıp gitmişti. Bugünün yorgunluğunu arabaya oturduğunda hissetmişti.

Eve vardıklarında aynı sessizlik devam etti. Asansörden çıktıklarında Ferah kendi dairesine Başak kendi dairesine yönelirken Cem asansörün önünde duraksadı ve Ferah'ı izledi. Ferah ise kapısını açıp içeri girdiğinde kapıyı çarparak kapadı lakin bir saniye sonra geri açıp "bir saate gel!" deyip geri kapattı.

Kendini hemen banyoya attı. Kısa bir duşun ardından pijamalarını giyinip üzerine bir de yünlü sabahlığını giyindi. Kalın çorap patiklerini de ayaklarına geçirip başındaki havlusunu kurusuyla değiştirip mutfağa geçti. Telefonundan her yaptığı gibi Artvin'e has türküler çalma listesini başlattı.

Dolabına bakındı ama isteksizce geri kapayıp tezgaha yöneldi kendisine kahve hazırlarken evin havasızlığından sıkıp penceresini açtı fakat burnuna dolan menemen kokusuyla açlığı bir kez daha yüzüne vurdu.

"Bu ne menemen aşkıdır arkadaş. Her gece her gece yenmez ki." diye hayıflanıp yeniden dolaba yöneldi ve buzluğu açtı. Babasının gelirken getirdiği nimetlerden bir tanesini alıp buzluğu geri kapattı. Fırınını çalıştırıp cevizli keteden önce bir tane aldı lakin sonra nedensiz bir refleksle üç tane daha çıkarıp ısınması için tepsiye koyup fırına attı. çalan hareketli türküyü mırıldanarak pişen kahvesini fincana alıp çay suyu koydu.

Tezgaha çıkardığı paketi tekrar buzluğa koyacakken kapısı çaldı. Gözleri anında bileğindeki saatine kaydı. Daha bir saat olmamıştı. Oflaya oflaya kapıya gidip açtığında karşısında tamda tahmin ettiği gibi Cem vardı lakin yalnız değildi. Elinde üstünde dumanı tüten menemenle dolu bir tava vardı.

"Savcım, Eli boş gelmek olmaz dedim. Açsınızdır umarım..."

CANAN AHSEN TORAL

15 EKİM 23:45 / Bulgaristan

Bulgaristan hiç olmadığı kadar yağışlıydı. Ekim ayı hangi mevsim olduğunu hatırlamış olacak ki gökyüzünü hiç durdurmadan ağlatıyordu. Yağmur öylesine yoğun ve sağanaktı ki göz gözü görmez bir haldeydi. Camın gerisinde gördüğüm tek şey dolunayın ışığında parlayan yağmur damlalarıydı.

Gürültüyle soluklanıp göğsümde bağlı kollarımı çözdüm ve hırkama sarıldım. Rusya'dan dün akşam vakitlerinde yeniden buraya dönmüştük ve herkes o saatten bu saate uyuyordu. Çocuklar ve İlknura odada, Kurt salondaki koltuktaydı. Ara ara hepsini kontrol etmesem öldüklerinden şüphe edebilirdim. Neyse ki birden maruz kaldıkları yabancı madde onlara çok fazla zarar vermemişti.

Şafak'ta yoktu. Bizi buraya geri getirmiş başımıza Alp ve Eylem'i dikip yanına sadece Şamil'i alıp Vëlla ile birlikte ikizleri almaya gitmişti. Hiçbirinden haber yoktu.

"Canan Hanım. Kahve yaptık, sizde ister misiniz?" bakışlarımı Cesur'a çevirdim. O da bizimleydi. Rusya'ya ya da Türkiye'ye geri dönmemişti. Uykusuzluktan kızarmış gözlerine rağmen hâlâ ayakta ve dinçti.

"Teşekkür ederim Cesur. İstemiyorum," dedim ve yeniden bakışlarımı dışarıya çevirdim. İçimde sabahtan beri üstesinden gelemediğim bir sıkıntı bulutu yüklüydü.

Yağmur yağmaya devam ediyor, zamanda akıp gidiyordu. Yaslanıp kaldığım koltuğun tepesinden oflayarak kalktığımda yere sert basan adım seslerini işittim. Eylem elinde telefonuyla hızlı ve öfkeli bir halde bana doğru yürüdü. Önümde durduğunda telefonunu gözüme sokarcasına yüzüme tuttu.

"Ne oldu?" deyip telefonu elinden aldım ve ekrana baktım. Bir haber sitesi açıktı ve büyük puntolarla son dakika yazan manşetinin altında Güzin Yarkın ve Behzat Yarkın'ın polislerin arasında oldukları bir fotoğrafı karesi vardı.

"Senin o arkadaşın ne halt yediğini sanıyor?" Eylem'i duymazdan gelip haberi okudum. Güzin Yarkın'ın; cinayetleri faili meçhul olarak kalmış iki çalışanının ölümlere azmettirme suçu şüphesiyle gözaltına alındığı yazıyordu.

Yaşadığım şaşkınlığı kendime saklayıp telefonu Eylem'e geri uzattım ve yüzüne dik dik bakıp omuzlarımı silktim. "Görevini yapıyor!" Bana olan kini zaten alevlenmeye yer ararken ona belki de böyle dik davranmamalıydım ancak sanırım ben de eski yumuşaklığımı kaybediyordum.

"Görevmiş. Yerler onun görevini! İşimize çomak sokmak dışında bir halt yapmadı. Geri zekalı! Akılsızsınız!"

Yüzüme yüzüme küstahça bağırıp hakaret etmesi kininden ve Şafak'la evlenmemden dolayıydı. Onu, aşkı tatmış bir kadın olarak anlayabilir ve hak verebilirdim lakin bugüne kadar kimseye ailemden herhangi birisine laf ettirmemiştim. Ona da ettirmezdim.

Kolunu aniden tutup parmaklarımı etine gömdüm ve tutuşumu sıkılaştırdım. Yüzümü yüzüne eğip gözlerinin içine baktım. "Bir daha bana ya da ailemden herhangi birisine böyle laflar etme Eylem!"

"Yoksa?" dedi alayla.

"Yoksası yok. Neden biliyor musun?" kolunu daha da güçlü sıktım. Çenesinin kasıldığını görünce canını yaktığımı anladım fakat benden ve tutuşumdan kolayca sıyrılabilecekken durmasının elbet bir sebebi olmalıydı.

"Sen ne bana ne benim aileme laf edebilecek kalitede bir insan değilsin. Olabilecekmiş gibi de değilsin. O kumaş sen de yok!"

Gözleri karardı. Kolunu tutan elimi ittirip bana bir adım yanaştı ve parmağını yüzüme sallayarak "seni bir böcek gibi ayağımın altında ezdiğimde nasıl bir kumaşım var öğrenirsin Toral!"

Parmağını salladığı elini elimin tersiyle ittirip ona alayla bakıp sırıttım. Hatta dudak büküp ona acıyarak baktım. "Yarkın. Artık Yarkın, Eylem. Sanırım yediremediğin asıl şey de bu!"

Bana saldırmak istiyordu. Belki bir tokat belki bir tekme savurmak. Belki de saçıma yapışmak istiyordu ama kontrollüydü. Boynu ve yüzü kıpkırmızıydı. İçinde tuttuğu öfkesini bastırdıkça bana olan kin ve nefretinin artacağının farkındaydım ancak Eylem ve onun hisleri bu hikayede, içinde bulunduğum bu karanlıkta hiç umurumda değildi.

Yanından sıyrılıp geçtim, mutfak masasındaki telefonumu alıp kapıya yöneldim. Alp ve Cesur bize şaşkın gözlerle bakmaya devam ederken kapıyı çarpıp çıktım ve verandanın merdivenlerine ilerleyip oturdum.

Ferah'ı aradım ama açmadı. Peş peşe arayıp durduğumda bana "siktir git başımdan!" adlı mesajını atınca oflayıp "beni ara!" diye cevap yazıp telefonu hırkamın cebine soktum. Sırtımı evin duvarına yaslayıp yan oturdum. Uzun bacaklarımı merdivenin ahşap korkuluğuna yaslayıp ellerimi göğsümde bağlayıp yağan yağmuru izlemeye başladım. Rüzgar vardı ama çok soğuk değildi. üzümü kaba bir kuvvetle yalıyor ara sıra yağmur damlalarını üzerime sıçratıyordu. Lakin yağmurun gürültülü sesi kafamın içinde durmadan konuşan düşüncelerimin seslerini bastırmaya yetmiyordu.

Son birkaç gündür yaşananlar gerçek miydi değil miydi emin olamıyordum. Sanki bir rüyanın içindeydim ve uyanamıyordum. Sürekli kendi etrafımda dönüp duruyor ama bir yol bir kaçış kapısı karşıma çıkmıyordu. Çıkmaz bir sokağın girişi de kapatılmış bende içinde hapsolmuş gibi hissediyordum.

İçimi yakan nefesimi oflayarak bırakıp soğuk havayı dudaklarımın arasından içime çektim. O soğukluk içimde bir yerlere değdiği an kül olup erirken sırtımı duvardan ayırıp öne kaydım ve elimi saçağın altından dışarıya uzattım. Tenime çarpıp süzülen damlaları öylece izledim. Kaç dakika geçti, zaman mı durdu fark edemedim. Elimden bileğime, bileğimden dirseğime süzülen damlalar hırkayı ıslatmıştı. Elimi geri çektim. Yeniden sırtımı duvara yasladığım an telefonum çaldı.

Islak elimi silkeleyip diğer elimle telefonu çıkardım. Ben Ferah'ın aramasını beklerken arayan kişi Peri'ydi. Alnımı kaşıyıp telefonun susmasını bekledim lakin Peri inatçıydı. Ben açana kadar arayacağını bildiğimden pes edip telefonu açtım.

"Çocuklar nasıl?" alnımı kaşıyan parmaklarım durdu. Kısa bir an kaşlarım çatılsa da aldığım nefesi burnumdan verip elimi alnımdan çektim ve bakışlarımı yukarıya çıkardım.

"Bu bilgi aktarımı nasıl gerçekleşiyor anlatmak ister misin Peri?" dediğimde oflayıp pufladı.

"Sorgu sual zamanı mı abla? Çocuklar nasıl onu söyle önce." gergin ve agresifti. İstediğini anında alamadığında daha da gıcık bir hal alırdı ki şu an tam olarak o gıcıklıktaydı.

"Camış gibi uyuyorlar Peri. Kutup ayıları onları görse kışın biz böyle uyumuyoruz deyip ayılıklarından utanırlar. Öyle bir uyku hem de!" arkadan Yalın'ın kıkırtısı duyulurken Peri'nin gözlerine devirdiğine emindim.

"Kutup ayılarının nesli tükendiğinden bu dediğinin pek oluru yok abla ama neyse. Durum ne?" Gözlerimi devirip ofladım. Bazen keşke eli maşalı bir abla olsaydım diyordum.

"Durum elinin körü!" nefeslerini işittim. Arkadan Yalın'ın da sesi geliyordu lakin ne dediğini tam anlayamadım. Peri yürüyor olmalı ki sesi bir yerden sonra tamamen duyulmaz oldu. Bir kapı çarpma sesinden sonra da Peri yeniden konuştu.

"Sen böyle cırladığına göre kesin bir şey olmuş. Hayırdır Ahsen Hanım?" dediğinde dudaklarıma kırık bir gülüş kondu. Aramızda kilometrelerde olsa birbirimizin halini anlıyorduk.

"Daha ne olabilir ki Peri?" dedim. Çok şey olmuştu...

"Bilmem. En azından yaşamaya devam ediyoruz öyle değil mi?" başımı salladım. Hırkanın ıslaklığı rahatsız edince telefonu omzumla kulağım arasında sıkıştırıp üzerimden çıkardım. İnce atletle kalmak bir an içimi titretse de birden üşümek iyi geldi.

"Sen şimdi bırak felsefe kasmayı da öt bakalım burnunu nasıl sokabildin yeniden bu işe?" ofladı. Birkaç saniye sessiz kalıp boğazını temizledi.

"Şile havası iyi geldi diyelim. Kim olduğumu hatırladım sadece." bende bundan korkuyordum işte. Peri dış görünüşünün ve ona yüklediğimiz nahif kız imajının altında kalan birisi hiç olmamıştı.

"Peri Toral uyandı diyorsun yani!" iç çekti.

"Kısmen. Henüz tam formumda değilim." bir de formunda olsaydı neler olacaktı kim bilir? Kenara bıraktığım hırkayı üzerime örtüp bacaklarımı kendime çekip çenemi dizime yasladım.

"Bu uyanışın sebebi yediğin kurşun mu yoksa cidden Şile'nin havası suyu mu?" önce güler gibi oldu ama sonra yeniden iç çekti.

"İkisi de olabilir. Sadece.... Bilmiyorum abla uzak durmak istemiyorum." aniden öfke hissettim.

"Peri. Ölebilirdin! Ben seni uzak tutmak istedikçe sen..."

"Abla!" dedi anında asabi ve yüksek sesle. Durmadı, konuşmaya aynı yükseklikle devam etti.

"Dört ay önce ani bir kararla üniversiteye geri dönmeye karar verdim. Sonra İspanya'ya gittim. Daha ikinci döneme geçmeden kendimi Mersin'de, Bulgaristan'da buldum. Şimdi Şile'deyim. Yaşananlar, yaşadıklarımız, yaşanacak olanlar... Bir kere bulandık bizde o çamura. Omzumda bir yara açıldı diye oturamam burada. Seni anlıyorum. Aynı şeyi ben de senin için Minel için yaparım ama sen de beni anla. " uzakları izleyen gözlerim karanlığa kapıldı. Hikayede o kadar haklı vardı ki artık hak vermekten de yorulmuştum.

"Seni dövmek istiyorum. "

"Biliyorum. Bazen ben de aynı şeyi istiyorum." dedi hiç es vermeden. Döver miydi? Eğer ablası olmasaydım döverdi.

"Peri..."

"İyiyim ben abla. İnan bana bu işin içinde olmak beni daha da iyi edecek. Dünya'nın intikamını almak hepimizi iyileştirecek." oflayarak soluklanıp yüzümü dizlerime gömüp nefeslendim ve "haklı çıkmayı her seferinde nasıl başarıyorsun?" dedim. Güldü. En samimi ve en hınzır gülüşüydü bu.

"Göz tembelliği terapilerimde gizli gizli babamın kitaplarını okuyordum." bir an ne dediğine inanamadım.

"Peri!" diye ani bir tepki verdim şaşkınlıkla ama o yine güldü. Babamın bütün kitapları elbette hukuk üzerineydi. Çok kalın ve çok küçük puntolarla yazılmış kitaplardı ve Peri'ye kalın ve küçük puntolu yazılmış kitaplar o zamanlar yasaktı.

"Salak! Annem nasıl üzülürdü biliyor musun gözlerin iyileşmek yerine git gide bozuluyor diye." iç çekip kısıkça kıkırdadı.

"Annem o zamanlar lohusaydı ondan duygusallığı yoğundu." yine haklıydı. O zamanlara gidince Peri'nin çocukluğu gözümün önüne geldi. O kıvır kıvır saçlarıyla, gözlüklü haliyle o kadar tatlı bir çocuktu ki her fırsatta onu mıncırarak sever dururdum.

"Pamuk!" dedim kızar gibi ama hemen dikenlerini çıkardı.

"Ay içimi şişirdin abla!"

"Sus kız bağırma ablana. Yedik içtik afiyet olsun şimdi öt bakalım nasıl oldu bu bilgi aktarım işi." dedim ama az çok tahmin edebiliyordum. Çocuklarla iletişimi kesmemişlerdi belli ki.

"Babamı kafaladım." başımı refleksle dizlerimden kaldırıp çatılan kaşlarımla tepki verdim.

"Ne yaptın ne yaptın?" hınzır hınzır gülmeye devam etti.

"Babamı kafaladım. Eh, gözlerimi tamamen kaybetmek uğruna okuduğum hukuk kitapları bir yerde elbet işime yarayacaktı." dedi bilmiş bilmiş. Alnımı kaşıyıp duvara yaslandım. Kafam karışmıştı.

"Şu işi bir baştan anlatsana sen."

Peri, Şile'de gerçekleşen toplantıdan ve babamla yaptığı konuşmadan yüzeysel bir şekilde bahsedip kısa kesti. "Senin anlayacağın burada da olsak sizinle olacağız abla."

Kabullenerek başımı sallayıp pes ettim. "Babam bile sana boyun eğdiyse bana susmak düşüyor sanırım."

"Aynen öyle." dedi. Bacaklarımı iyice kendime çekip hırkamın altından bir kolum sardım. İçim içimi yese de sanırım artık bir yerde omuzlarımı hafifletmeliydim.

"Peki. Güvende olduğunuz müddetçe sorun yok."

"Güvendeyiz abla. Görmüyoruz ama evin etrafı koruma kaynıyor." dediğinde gözlerimi kapadım. Buna emindim. Üstelik Şafak'ta Vëlla'nın orada olduğunu söylemişti. Güvendelerdi.

"Tamam... Tamam." rahat bir nefes aldı.

"Şükürler olsun... Neyse yemek yiyeceğiz biz Yalın çağırıyor. Salaklar uyandığında arayın bizi. Haydi öptüm görüşürüz."

Telefon kapandı. Bir süre boş boş ekrana bakıp durdum. Ferah aramadı, mesaja dönmedi. İşi yoksa asla geri dönmezlik yapmayacağını bildiğimden iç sıkıntımla ofladım. Telefonu bırakıp hırkama daha da sarınıp duvara iyice yaslanıp yağmaya devam eden yağmura dalıp gittim.

Adım sesleri, kısık fısıldaşmalar zihnime sızdığında sıçrar gibi olup gözlerimi araladım. Tüm bedenime yayılan ağrı ve soğuk canımı yakarken gözlerimi kırpıştırdım. Hâlâ verandanın merdivenlerinde oturuyordum ve üzerimdeki hırka yere düşmüştü. Gözlerimi ovalayıp etrafa bakındığımda Şafak'ı merdivenlerin sonunda duvara yaslanmış bir halde buldum.

"Şafak?" beni baştan aşağı süzüp cık cıklayarak başını salladı. Bu haliyle bir an babama benzettim onu. Bartın'daki evimizde ne zaman terasta uyuya kalsam beni uyandırır ve tasvip etmeyen bakışlarını yüzümden çekmeden başını sallayarak kızardı.

Şafak sesli bir iç geçirdi. Yaslandığı duvardan doğrulup başındaki şapkasını düzelterek yanıma geldi. Başımda dikildiğinde ona alttan bakmak durumunda kaldım. "Karıcım yollarımı mı gözledin?" ensemi ve omuzumu ovalarken ona ekşiyen suratımla bakıp göz devirdim. Dengesiz herifin tekiydi ya!

"Ne zaman geldiniz?" dedim bana karım demesini duymazdan gelerek. Dalga geçtiği o kadar belliyken onu ciddiye alamayacaktım.

"On dakika olmuştur." bir basamak çıkıp ayaklarımın dibinde durdu.

"İkizler?"

"İyiler." başımı kaldırıp kalkmaya yeltendim ama tutulan bedenim buna engel oldu. Boynumda fenaydı. Acıyla inleyip belimi tuttuğumda Şafak hareketlendi. Yardım edecek sanarak ona bakarken yanımdan geçip basamakları çıktı.

"Öküz." diye homurdandım arkasından. Başını bana çevirince gözlerimi kaçırmadım.

"Öküz mü?" dedi. Üzerinde tuhaf görünen bir rahatlık vardı. O hep üstünde olan kasıntılığı yoktu. "Kabasakal'a ne oldu?"

"Kabasakal en azından yardım ederdi." halime bakıp göğsünü şişirircesine soluklanıp omuzlarını silkti.

"Hııı. Halledersin sen ya!" deyip eve girdiğinde arkasından bakakaldım. Hayır ben de neye şaşırıyorsam!

Oturup kaldığım yerden zar zor ayaklandım. Ağrıyan bedenimle basamakları zorlanarak çıktım. Hayır burada uyuyakalacak kadar salaklaşmış olmamı kabul etmiyordum. Eve girdiğimde gözlerimin aradığı ilk şey ikizler oldu. Kurt'un uyuduğu koltuğun karşısındaki koltukta sarmaş dolaş oturuyorlardı. Adımlarım onlara ilerledi. Önlerinde durup sehpaya oturduğumda ellerimi dizlerine yasladım.

"İyi misiniz?" dedim. Onlar için gerçekten endişelenmiştim. Ekim kardeşinin göğsünden başını kaldırmadan bakışlarını bana çevirdi.

"İyiyiz. Yara bere yok..." sesi yorgun çıkıyordu. Dizini usulca okşayıp bakışlarımı Ekin'e çevirdim. Gözlerini kapayıp açtı ve yarım yamalak gülümsedi ama dudaklarının dümdüz bir hal alması saniyelerini bile almadı.

Başımı arkama çevirmek istedim ama tutulan boynum buna engel oldu. Acıyla kıvranıp boynumu ovaladığımda Şafak'ın gölgesi üzerime düştü. Ona zorlukla baktım ama o bana değil ikizlere bakıyordu.

"Aklanıp paklanın haydi, sonra isterseniz," dedi ama bir an zorlanır gibi oldu. Önce bana sonra salona bir bakış attı. Ben sadece Kurt, ikizler ve Şafak'ı gördüğümden başka kim vardı bilmiyordum ki başka birinin varlığını da hissetmemiştim.

"Tost yaparım size." deyip bakışlarını bana indirdi yeniden. Onu ikizlere karşı ilk defa bu kadar sakin, yumuşak ve yakın görüyordum.

"Toral, Ekim'e..." dediğinde gözlerimi kırpıştırdım.

"Ederim," dedim ne diyeceğini anlayarak. Ekim'e bakıp gülümsedim ve yavaşça sehpadan kalktım.

"Asıl benim sana yardım etmem lazım. Şu haline bak robotlar bile senden daha hızlı hareket ediyor." dedi Ekim biraz canlanan sesiyle. Ekin ve Uzay dışında buradaki herkese soğuktu ama bana yakın hissettiğini anlayabiliyordum.

"Sizi beklerken uyuyakalmışım." Şafak bana alayla baktı.

"Suçlusu biz olduk bu salaklığının." nefesimi dudaklarımın arasından üfleyerek bıraktım.

"Seni demedim Şafak. İkizleri bekledim ben!" Şafak'ın dudak kenarları titredi. Bakışlarını benden kaçırıp Ekin'e baktı. O an jeton düştü bende.

"Bir dakika bir dakika sen bana salak mı dedin daha demin?" Ekin'deki gözleri bir an bana kaydı.

"Sana demedim yaşanan duruma dedim." dedi rahatça ama bana dediğini çok belli ediyordu. Kaçamak bakışları, sürekli kıpırdanan dudak kenarları onu ele veriyordu.

"Yani bana dedin!" gözlerini kırpıştırdı. İç çekip bana ters bir bakış attı.

"Sana demedim Toral." ayağımı yere vurdum ve boynumdaki ağrı tüm bedenime yayıldı.

"Hayır bana dedin. Dolaylı yoldan bana salak dedin." bana dik dik bakıp omuzlarını silkti.

"Sen öyle diyorsan öyle olsun." tam yine karşı gelecektim ki beni gafil avladığını fark ettim. Ona sinirle bakarken hiç oralı olmadı ve Ekin' e yöneldi.

"Bana baksana sen!" usanmış bir halde soluklandı ve gözlerini devirip başındaki şapkayı çıkarıp saçlarını geriye doğru tarayıp şapkasını yeniden taktı ve bana baktı.

"Sal Toral gözünü seveyim bir sal. Tamam mı?" dedi. Burnumdan soluyup önüme döndüm ve Ekim'in koluna girdim. Yavaşça yürürken somurtan yüzümle Ekim'e yandan bir bakış attım.

"Senin bu abin tam bir davar!" dediğimde dudaklarını birbirine bastırarak bana baktı. Salondan çıkıp koridora geçerken "hani Kabasakal'dı?" dedi.

"İkisi birden." gülümsedi. Bana bakıp aşını salladı ve "haklısın ama bugünlük onun tarafındayım," dedi.

Yüzüne bakmak istesem de boynumu çeviremedim. Sessizce yürüyüp banyoya girdik. Kolumdan çıkıp duşa kabine ilerlerken arkasından baktım. "Ben sana kıyafet getireyim." dediğimde bana bakmadan başını salladı. Banyodan boynumu ovalayarak çıkıp ikizlerin kaldığı odaya ilerledim. Kapıyı çalıp içeriden ses bekledim ama gelmedi. Yine vurdum yine ses çıkmadı.

"Benden günah gitti." kapıyı açıp elimi gözlerime örtüp içeri girdim. Odada ses yoktu. Parmaklarımı aralayıp etrafa baktım. Şamil ve İlknura sarmaş dolaş uyuyorlardı. Odada başka da kimse yoktu. Usulca dolaba ilerledim. İki kapağı aynı anda açıp dolaba göz atım. Tek tük kıyafet vardı. Ekim'in kısmından bir eşofman takım çıkartıp çekmeceden iç çamaşırı ve çorap çıkartıp odadan aynı sessizlikle çıktım.

Banyoya döndüğümde elimdekileri Ekim'e verip oradan da çıktım. Salona geri döndüğümde Eylem içerideydi. Alp ve Cesur da ellerinde market torbalarıyla içeri giriyorlardı. Ekin ve Şafak ise mutfaktaydı. Amerikan mutfağı salondan ayıran büyük masada oturuyorlardı.

"Abi her şey tamam. Dolaba dizeyim mi?" dedi Alp.

"Masaya koy koçum." Şafak bugün cidden beni şaşırtıyordu.

Koltuğa yavaşça oturup başımı tepeye yasladım. Boynumu ovalamaya devam ederek başımı yavaşça mutfaktan tarafa çevirdim. Alp ve Cesur elindekileri bırakıp dışarı çıkarken Şafak torbalardan bir şeyler çıkartıp masaya dizdi. Masadakilere göz attım.

Anlaşılan tost yapacaktı. Kutusundan çıkarttığı tost makinesini masaya bırakıp sağına soluna baktı. Masaya bırakıp diğer şeyleri inceleyip başını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde masadan bir paket alıp havaya kaldırdı.

"Sen de ister misin?" elindeki pakette et vardı ama ne eti olduğunu bilmiyordum.

"İstemem Şafak istemem." dedim bıkkınlıkla. Paketi bırakıp bu sefer Eylem'e baktı.

"Eylem şuna bir baksana. Yıkamak gerekir mi?" Eylem ifadesiz suratıyla Şafak'a baktı.

"Karın baksın bana ne!" dediğinde Şafak'ın ters bakışlarına benimde bakışlarım eşlik edecekti ama boynum buna elvermiyordu. Onun yerine Ekin'in şoka girmiş halini izliyordum. Gözleri büyümüş, ağzı iki karış açık kalmıştı.

"Karın derken?"

Eylem kalktı gitti. Ekin geçmeyen şokuyla bir bana bir abisine bakıp durdu. Şafak ise hiçbir şey olmamış gibi tost makinesini arkasındaki tezgaha yerinden kalkmadan bırakıp masadaki diğer ürünlere bakındı.

"Hey! Ne karısı evlendiniz mi?"

"Evlilik falan yok Ekin. Benim aile toplantısına dahil olmam gerekiyordu. Geçici bir prosedür anlayacağın." dedim üstüne basa basa. Ekin hiç oralı olmadı. Beyni şu an sadece abisiyle evliliğimi algılıyordu.

"Sen şimdi Yarkın mı oldun?" ofladım. Boynumdaki elimi alnıma çıkarıp ovaladım.

"Hayır Ekin. Ben sadece Toral'ım." Ekin tutuk bakışlarını benden çekip abisine çevirdiğinde Şafak masadaki malzemelerle sandalyeden kalktı.

"Salça yok ama bu idare eder herhalde. İstersin değil mi?" dedi Şafak elindeki kavanozu gösterirken.

Ekin inanamayan bakışlarla abisine bakıp "mesele şu an tost mu sence?" dedi.

"Evet. Ekim beyaz peynirle seviyor, bak ondan almamışlar," boynumu yeniden tutup onlara baktım. Gözlerim daha çok Şafak'ın üzerinde dolandı. Yok gerçekten ya kafasına darbe almıştı ya da bu da yeni bir maskeydi.

"Dolapta olması lazımdı." dediğimde Şafak dolaba ilerledi. Ekin bu sefer bakışlarını bana çevirip kaşlarını çattı.

"Siz ne bok yediğinizin farkında mısınız?"

"Evet!" dedim ama benim sesime Şafak'ın da evet diyen sesi karıştı. Ekin sıkıntıyla oflayıp yüzünü sıvazladı. Endişeli bir hal aldı bakışları. Başını sağa sola sallayarak sandalyeden kalkıp ağır adımlarla koridora yöneldi. Sanırım odaya geçecekti ama durdu. Bana tuhaf tuhaf bakıp dudaklarını düktü. Bir şey düşünüyordu. Bu mimiklerinden belliydi.

"Kurt görünümlü kuzu ha! Postun nerede bari?" dedi ve gitti ama Güzin Yarkın belirdi birden bire karşımda sanki. O da benzer bir cümle kurmuştu bana ama ben Canan'dım. Ne kuzuydum, ne kurt sadece Canan'dım.

"Sen neden bu kadar rahatsın?" dedim birden gelen öfkeyle.

"Ne?"

"Sen diyorum niye bu kadar rahatsın?" makinenin ızgaralarını yıkamaya başladı ama ona yıkama denmezdi.

"Ben hep rahat bir adamım Toral." sadece sudan geçirdiği ızgaraları kenara bıraktı ama sürekli kayıp durunca fırlatırcasına attı.

"Sen?" dedim bunun üzerine uzatarak.. Ellerini pantolonuna sürterken bana döndü.

"Evet." hıh diye bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. Koltuktan yavaşça kalkıp yanına ilerledim ve sadece sudan geçirdiği ızgaraları deterjanla yıkamaya başladım.

"Yıkadım onları." dedi.

"Ona yıkamak denmez sudan geçirmek denir Yarkın." duruladığım metali ona uzatıp "peçeteyle kurula iyice pas tutmasın." dediğimde elimdekini alıp masadan peçete alıp kurulamaya başladı.

"Orada ne oldu Şafak?" bakışlarımız çakıştı. Kara hareleri yüzüme dalıp gitti. Ne düşündü, aklından ne geçti emin olamadım ancak orada üçünün arasındaki duvarlarda çatlaklar oluşmasına neden olan bir şey vardı.

"Kim olarak soruyorsun?" kaşlarım çatıldı. Boynumu çok hareket ettirmeden ona baktım.

"Ne?" dediğimde derin bir nefes alıp bir kez daha "kim olarak soruyorsun Toral?" dedi. İç çekip kuruladığım ellerimi enseme yerleştirip başımı yavaşça geriye yatırdım.

"Bir abla olarak soruyorum." dedim ama sonra daha farklı bir cümle kurdum. "Ya da belki karın olarak soruyorumdur?" bakışları yüzümde dolandı. Bu karı koca muhabbetini birbirimizi gıcık etmek için kullandığımız çok barizdi lakin ikimize de tuhaf hissettirdiği aşikardı.

"Çatışma yaşandı. İkizler açık hedefti ve..." nefesini usulca bıraktı. Onlar uğruna yaşıyorum diyen adamdı Şafak. Uğruna öleceği kimse yoktu ama uğuruna yaşayacağı iki kişi vardı. Kardeşlerini hiç ama hiç belli etmese de seviyordu. Belki de onlara karşı bu denli katı olmasının sebebi yaşatmaya çalışmasıydı.

"Kaybedeceğini düşündün. Korktun..." bakışlarını kaçırdı ama başını yavaşça sallamaktan da geri kalmadı. Islak ellerimi masadan aldığım bir parça peçeteyle kurulayıp peçeteyi avcumun içinde ezdim.

"Yumuşamışlar Şafak. Senin yerinde olsam bu fırsatı kaçırmazdım." bana alttan alttan baktı.

"Tost yapıyorum işte." gözlerimi devirip kalçamı tezgâhın kenarına yaslandım. Ona tip tip bakınca göz kırpıp başını salladı. Bakışında takılı kaldım bir an. O kadar anormal bir halin arasında o kadar normal ve doğal bir andı ki ona dalıp gittim. Göz kırpışı, baş sallayışı... Sıradan bir adam, öylece bir andı sanki.

"Toral?" dalıp giden gözlerimi zar zor ondan çekip yere baktım. Dengemi bozuyordu. Ona dair her şey adımlarımı sersemletiyordu. Ancak o benim karşımdaydı. Karşıda, düşman hattındaydı. Burada, yanımızda olması bunu asla değiştirmeyecekti.

"Kafamı karıştırıyorsun Şafak. Ve bu hiç hoşuma gitmiyor." dedim aniden.

Kara bakışları mavilerime tırmandı. Bende ki karmaşıklıktan onda da vardı. Bunu hissediyordum. Göstermese de hissediyordum. O da benim gibi bir med cezirde kıyıya vurup sonra okyanusa karışıyor gibiydi. İkimizin de dalgaları birbirimize karışmadan birbirine tosluyordu.

"E hani tost?"

Ekim'in yorgun sesiyle aramıza katılışıyla bakışlarımız birbirinden koptu. Şafak kardeşine baktı. Sonra da yanına ilerledi. Önünde durduğunda gözleri Ekim'in ıslak kısa saçlarında dolandı. Elini kaldırdı ama dokunmadan geri indirdi.

"Başlayacağım şimdi." dedi Şafak. Çekimser gibiydi ama değil gibiydi de. Sadece bilmiyordu bence. Kız kardeşine nasıl yaklaşması gerektiğini, nasıl davranacağını bilemiyordu. Bunca sene aralarında oluşamayan bu bağın nedenini merak ettim. Bir süre bir arada olduklarını aralarında geçen konuşmalardan, Şafak'ın; sizi o eve yeniden tıkarım, lafından anlıyordum ancak aralarında sanki aşamadıkları bir uçurumda karşı kıyılardaydılar.

"Ekim, sen de yardımcı ol abine istersen. Yapabilecek gibi durmuyor." dedim aralarını bulabilmek umuduyla. Dahil olmamam, onların ilişkilerine burnumu sokmamam lazımdı ancak Ekim ve Ekin'in bakışlarını çoğu kez bizim üzerimizde yakalamıştım.

Ekim omuzlarını silkip abisine baktı. Sonra da yanında sessizce geçip benim yanıma geldi ve "edeyim madem." deyip çekmeceden bir bıçak çıkarıp kesme tahtası aradı. Bir dakika kadar sonra kaşarı kesmeye başladığında Şafak dolaptan beyaz peynir çıkarıp Ekim'in yanına geçti. Onları baş başa bırakmak daha doğru geldiğinden bir şey demeden yanlarından uzaklaştım. Konuşulması, sorulması gereken çok şey vardı ama en azından şimdilik bekleyebilirdi.

Çocukların kaldığı odaya girip onlara baktım. Uzay tek başına yatakta yatarken Hayat koltukta yalnızdı. Dağhan hemen yatağın ayak ucunda yerde yatarken Andre koltuktan düşmüş olmalı ki farklı bir açıyla yerde yatıyordu. Ağır adımlarla yatağa ilerleyip Uzay'dan kalan boşluğa kısıtlı hareketlerle oturup sırtımı başlığa yasladım. Gözlerim hepsinin üzerinde dolandı. Hayat ve Uzay'ın uykusu Peri kadar olmasa da ağırdı. Onların uyanamayışını anlıyordum da beni en çok şaşırtan Dağhan'dı. Onun bünyesi çok daha sağlam ve dirençliydi. Andre desen o da uyumayı hiç sevmezdi.

"Çocuklarda mental mi kaldı Canan?" diye homurdandım kendi kendime.

Uzay yanımda hareketlenince gözlerimi ona çevirdim ama tam göremiyordum. Sağa sola dönüp durdu. Sonra benden tarafa dönüp kolunu bana attı. Karnıma yaslı kolunu okşayıp diğer elimi saçlarının arasına daldırdım. Sarıya çalan açık kumral tutamları okşayınca mırıldanmaları arttı. Başını iyice yanaştırıp burnunu tişörtümün kenarına sürttü. Sonra birden Dünya'm deyip güldü. Karnıma sarılı kolunu sıkıştırıp alnını belimin oyuntusuna yasladı.

Titremeye başlayan dudaklarıma dişlerimi geçirip saçlarını okşamaya devam ettim. Gözlerimden yuvarlanan yaşlara aldırmadan onun için, onlar için usul usul ağladım. Uzay beni Dünya sanıp daha sıkı sarıldıkça gözyaşlarım da o kadar arttı. Elimi saçlarından, bana sarılan kolundan çekmedim. Gözlerim diğerlerinin üzerinden ayrılmadı. Yerde yatan Andre ve Dağhan'a içim gitse de o an için ne yapabileceğimi de bilemedim.

Telefonum birden çalmaya başlayınca Uzay'ın kolunu okşayan elimi çekip eşofmanın cebinden çıkardım. Ferah arıyordu. Aramayı sessizce aldım. Burnumu çekip boğazımı temizledim ve güçlü bir nefesle yaşlarımı silip telefonu cevapladım.

"Alo!"

"Alo!" diye yüksek perdeden beni taklit edip okkalı bir küfür savurdu. Savurmakla kalmadı peş peşe saydırdı. Anlaşılan onun için zor geçen bir gündü. Hiç karışmadan küfürlerini dinledim. Bu bizim bir nevi rutinimizdi. Ferah baş edemeyeceği kadar çok sinirlendiyse beni arar içini boşaltırdı.

"Rahatladın mı?" dedim bir süre küfürlerini dinledikten sonra.

"Rahatlamadım Canan rahatlayacak gibi de değilim. Saç diplerim alev alev!" o alevler sesine de sıçramış gibiydi.

"Ne oldu?" diye sordum. Dün gece Eylem'in gösterdiği haberle ilgili olmalıydı bu hali.

"Ne olacak Güzin Yarkın ile tanıştım. Yüzüne tükürdüğümün kadını! Saçına yapışmamak için kırk takla attım sorgu odasında. Sapkın manyak karı! Şimdide bana özel bir notla çiçek yollamış. " ona hak vermek istemezdim ama sonuna kadar haklıydı. O kadın güzel yüzünün arkasına kesinlikle çok şey gizliyordu.

"Şu haberler doğru o zaman?"

"Doğru. Haberleri de ben yaptırdım. Gözaltına da aldım üstüne mahkemeye de sevk ettim. Ama akşam olmadan çıktı kadın. Küstah! Bir de bana görüşeceğiz dedi adliyenin orta yerinde. Alenen tehdit etti beni!" yüreğim korkuyla çarptı.

"Ferah o kadınla uğraşmak sağlıklı olmayabilir." dedim endişeyle.

"Umurumda mı sence?" elbette değildi. Ferah korkak bir kadın değildi. Ancak kontrol edemediği bir fevriliği vardı. Beni korkutanda buydu.

"Olmadığına eminim ama ne bileyim... O hanımefendi, iyi aile hanımı kimliğinin altında bir psikopat yatıyor gibi hissettirdi." burnundan soludu.

"Sahi toplantı da neler oldu?" dedi konuyu aniden değiştirerek.  İç çekerek nefes alıp verdim. Olanları hatırlayınca tüylerim diken diken oldu.

"Boris öldürüldü. Şafak lider veliaht oldu ben de Molnar ailesini inceden karıştırdım." dediğimde "Niko'yu açık ettin." diyerek hemen karşılık verdi. Başımı sallayıp akan burnumu çektim.

"Ha bir de Güzin Yarkın tarafından ben de tehdit edildim. Tabi önce ben kaşıdım onu ama öyle yani." duraksadı. Sonra da "Ne oldu?" diye sordu.

Bakışlarım çocuklarda dolandı. Sonra da önüme düştü. Ağrıyan boynum, sızlayan gözlerim yeniden ağlamam için beni zorluyordu. "Ferah," dedim nefesimi bırakarak. Bunu bilmesi lazımdı. En azından birisiyle paylaşmam lazımdı ve bu kişi gerçek dostum olan Ferah olacaktı.

"Biliyorum ben bu ses tonunu ya! Senin ben ağzına sıçayım Canan ne bok yedin?"

"Mecburdum." mırıldanışım o kadar kısıktı ki duymadı sandım ama kulağımda patlayan sesiyle yüzümü buruşturdum.

"Siktirme mecburiyetini de öt hemen." Uzay'ın saçını okşayan elimi yavaşça çekip sızlayan boynumu ovaladım. Nereden başlayacağımı bilemeden konuşmaya başladım.

"Şu toplantı meselesi. Kurt beni uyarmıştı ama ne bileyim Şafak yanında götürmeye ikna olduysa bir bildiği vardır dedim. Rusya'ya gittiğimizde bana toplantıya katılamayacağımı çünkü aileden olmadığımı söyledi."

"Eeee?" dedi kızgın ve sabırsız sesiyle.

"Ancak aileden olursam o toplantıya katılabilecektim ve ben o toplantıya katıldım Ferah!" duraksadı. Hışırtı dahi yoktu karşı tarafta. Saniyeler sonra derin bir nefes çekti içine.

"Aklıma gelen şeyi sakın söyleme Canan. Yemin ederim oraya gelir ağzına sıçarım senin. Üstüne bir güzelde döverim." telefonu uzaklaştırıp çınlayan kulağımı ovaladım. manyak kız bas bas bağırmaktan keyif alıyordu resmen.

"Canan!" bağırtısı odaya yayıldığında çocukların bile kıpırdandığını hissettim. Telefonu yeniden kulağıma yaslayıp nefeslendim.

"Neyse ki hafta içindeyiz." öfkesinden olacak ki nefesi titrekti.

"Canan! Evlendin mi?" dedi ama çoktan her şeyi anlamıştı. Sadece teyit ediyordu. Boynumdaki parmaklarım boğazıma gitti. Aşağı yukarı hareketlerle tenimde gezinip yeniden boynuma ilerledi parmaklarım.

"Yani, Rusya'daki konsolosluktaki imzalar tüm dünyada geçerliyse evet. Evlendik." sessizlik oldu. Ferah ses çıkarana kadar ben de sustum. Bir süre sonra iç çekip içine içine söylenip durduktan sonra konuştu.

"Allah'ım sen benim aklıma mukayyet ol." dişlerimle alt dudağımı çekiştirdim. Ben fazlasıyla sakindim Ferah'ta sakinleşmeye çalışıyor gibiydi.

"Feri o toplantıya katılmam şarttı. Aile denilen bu yapıyı görmem, tanımam gerekiyordu. Gerçi kendimi bir filmin içindeymiş gibi hissettim ama yine de hepsiyle tanıştım, az çok fikirler oluştu."

"Canan belki şu an sıcağı sıcağına farkında değilsin ama sen dur ve ne halt ettiğini düşün tamam mı? Neler olabileceğini nelere yol açabileceğini düşün."

"Düşünürüm Feri. Onu da ben düşünürüm." kırgın hissetmem ne denli doğruydu bilinmezdi ancak kırgın hissediyordum.

"Kim dedi sana evlen diye Canan? Yiğit, Alp olarak bu herifin yanında değil mi? O senin katıldığın halde öğrenmediklerini öğrenebilirdi belki."

"Ona güvenmiyorum." dediğimde duraksadı.

"Ne?" yanak içlerimi dişleyip içimi kemiren şeyi dışa vurdum sonunda.

"Güvenmiyorum Feri. Alp olmayı fazla benimsemiş. Şafak'la olan samimiyeti gerçek. Üstelik Şafak onun gerçek kimliğini biliyor. Onun için gözünü kırpmadan adam vurup kendini öne atıyor. Bu rolden fazlası bence. Belli ki zamanla aralarındaki yalan ilişki gerçeğe everilmiş. Her yerde abimde abim." sıkıntılı iç çekişlerini dinledim.

"Canan. Bahsettiğin kişi Nuran teyzeyle Reber amcanın oğlu. Babanın eli kolu, sırdaşı, sağ kolu olan adamın ve annenin bunca yıllık iş arkadaşı ve dostunun oğlu. Üstelik İsa müdürün yeğeni. O çocuğun taraf değiştirme gibi bir şansı var mı sence?" dediklerinde haklıydı lakin gördüğüm, sezdiğim şeyler de altı boş şeyler değildi.

"Mesele taraf değiştirmek değil Ferah. Yiğit eminim ki ona verilen görevi yerine getiriyordur ama ikisi de birbirilerinin kim olduklarını bilerek birbirlerine güveniyorlar. Şafak diğer adamlarına ya da dostlarına değil Yiğit' e güveniyor. Bir şey olduğunda onu kolluyor. Yanımızda tek bırakmaya dahi çekinmiyor. Aralarında sağlam bir ilişki oluşmuş ve birbirine güvenmişler." nefeslendi. Arkadan gelen kapı tıklatılma sesiyle boğazını temizledi.

"Gel!" birden ciddileşen ve kabalaşan sesiyle gülümsedim.

"Sayın savcım, Başsavcımız sizi görmek istiyor." arkadan gelen erkek sesi bir erkeğe kıyasla çok yumuşak ve tatlıydı. Genç olduğu da belliydi.

"Tamam Şahin geliyorum. " dedi Ferah aynı ciddiyetiyle. Kapının yeniden kapanmasını duyduğumda buruk bir tebessüm kondu dudaklarıma.

"Babam mı?" dedim.

"Hı hı... Neyse bekletmeyeyim başsavcımı. Sonra ararım ben seni." burnumun direği özlemle sızladı. Şimdi Ferah yerine babamın yanına gidip ona sıkıca sarılmak vardı.

"Tamam. Görüşürüz..." tam telefonu kapatacakken yeniden konuştu.

"Canan, zanlılar?" derin bir nefes alıp verdim.

"İz yok. Yanımda asla konuşulmadı. Üçünü farklı yerlerde saklıyorlar bence." beni onaylayan mırıltılar çıktı dudaklarından. Üçünü aynı yerde barındıracak kadar salak olacaklarını sanmıyordum.

"Yüksek ihtimal. Çocuklar peki onlar bir şeyler bulabilmişler mi?" gözlerim bir kez daha çocukların üzerinde dolandı.

"Yok. Elleri boş döndüler." iç çekti. Duyduğum seslerden odasından çıktığını anladım. yeri döven topukluları kulağıma kadar geliyordu.

"Dağhan oradaysa versene bir sesini duyayım. Arayacaktı güya eşek!" dediğinde yutkundum. Başımı biraz kaldırıp yatağın ucunda yerde yatan Dağhan'a baktım.

"Uyuyor şimdi. Uyanınca söylerim arar." dedim ama dişlerim yanak içlerimi kemiriyordu.

"İyi tamam, boş anımda arayacağım seni Canan şu meseleyi yeniden konuşacağız." suçlulukla başımı sallayıp dudağımı ısırdım.

"Tamam."

Telefonu kapayıp yatağa bıraktım. Bir elim yeniden Uzay'ın saçlarına karışırken birden gelen üşümeyle yerimde huzursuzca kıpırdandım. Hayat ve Uzay neyse de Andre ve Dağhan kesin soğuk alacaklardı. Uzay'ın kolunu tutup usulca yanına bırakıp yataktan kalktım. Elim boynumda odadan çıktığımda burnuma sataşan kokuyla yüzümü buruşturdum. Güya tost yapılmıştı ama evin yer yeri et kokuyordu. Burnumu tutarak salona ilerledim.

Kurt ölü uykusundaymışçasına uyumaya devam ederken tek hareketlilik mutfaktaydı. Ekim ve Ekin büyük bir iştahla tostlarını yiyorlardı. Şafak ise bir gözü onlarda yeniden tost yapıyordu. "Salçada olsaydı aynısı olacakmış," dedi Ekin dolu ağzıyla.

"Böylede güzel ama." Ekim bir ısırık daha alıp son lokmayı Ekin'e uzattı. Ekin bir an o lokmaya baktı ve yüzünde bir tebessüm belirdi. Gözü sanki maziye dalmış gibi bir hali vardı.

"Çocukken de böyle verir sonra da doymadım diye ağlardın ikizim."

"Sen de vermeseydin o zaman der bana nispet yapardın." Şafak yeniden onlara bakınca yüzünde gördüğüm tebessüme inanamadım. Önüne dönüp tost makinesinin fişini çekti ve makineden sıcak tostları çıkarıp elleri hiç yanmıyormuş gibi peçeteye sarıp önlerine bıraktı.

"Sonra da bana kaçak göçek bakışlar atıp yeniden yapmamı beklerdiniz." dediğinde ikizler aynı anda ona baktılar.

"Sen de yapmazdın." dedi Ekim sanki küçük bir kız çocuğu gibi. Şafak kız kardeşine baktı. Ona göz kırpıp eliyle tabaktaki tostu gösterdi.

"Bu sefer yaptım."

Onları izlemeye devam ettim. Aramızdaki mesafe çok azdı ama beni fark etmediler ya da fark etmek istemediler. Ekim ve Ekin sanki bir şeylerin özlemini gideriyormuş gibi davrandılar önlerindeki tosta. Meselenin tost değil de abileriyle küçük anılarının yeniden canlanması olduğunun farkındaydım. Orada her ne yaşandıysa gerçekten üçünü de etkilemişe benziyordu.

Etin kokusu dayanamayacağım bir hal alınca arkamı döndüm. Odaya geri dönmek şu an için en akıllı tercihti zannedersem. Ancak daha ilk adımı atmadan "Toral?" diye seslendi Şafak. Omzumun üzerinden ona bakamayacağımdan yeniden döndüm.

"Canın çektiyse yapayım sana da?" gözlerimi devirdim. Bilerek yapıyordu.

"İstemez Şafak." dediğimde tezgahtan sucuk ve pastırma benzeri bir et paketini alıp bana gösterdi.

"Çok şey kaçırıyorsun benden demesi."

"Size afiyet olsun." deyip bakışlarımı Ekin'e indirdim.

"Ekin, yemeğini yedikten sonra odaya gelir misin? Andre ve Dağhan yerde yatmışlar kaldıralım." dememle Ekin elindeki ekmeği bırakıp ayaklandı.

"Hemen halledeyim Canan abla." bana doğru gelecekken elimi kaldırıp onu durdurdum.

"Otur Ekin. Önce yemeğini bitir. " başını olumsuzca sallayıp yanımda bitti.

"Yok yok, hava iyice soğudu hastalanırlar."

Ben sadece Ekin'den yardım istedim ancak Şafak geri durmadı. İkisi odaya girdiklerinde önce kimi nereye yatıracaklarına bakıp ilk Dağhan'a yöneldiler. Onu kaldırıp Uzay'ın yanına yatırdıklarında bende üstlerini örttüm. Şafak, Andre'yi içerideki koltuğa götürmeyi teklif edince reddetmedim. Odadan çıkmadan Hayat'ın da üzerini örttüm. Salona vardığımda Andre üzerine örtülen battaniyeye sarılmış halde uyuyordu. İç çekip alnımı ovuşturdum. Çok değil birkaç dakikaya o battaniyeyi üzerinden atacaktı.

"Daha ne kadar uyuyacaklar?"

"Emre iki gün sürer demişti. Akşam ya da gece uyanırlar." dedi.

Bakışlarımı ona çevirdim. O zaten bana bakıyordu. Ona gözlerimle dışarıyı işaret edip kapıya doğru hareketlendim. Çıkmadan hırkama bakındım ama görünürde yoktu. Boş verip üzerimdeki tişörtle dışarı çıktım. Verandanın basamaklarını inip göl kenarına doğru yürüdüm. Saniyeler sonra Şafak'ın da adım seslerini işittim. Göl boyunca yürüyüp devrilmiş kütüğe ilerledim. Islak olmasını umursamadan oturduğumda Şafak arkamda durdu. Saniyeler sonra da omzuna bırakılan hırkamla kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

"Yok sen bence farkında değilsin ama ya kafana bir şey düştü ya da çarptın yani başka alakası olamaz bu hallerinin." yanıma oturdu.

"Kurşun teğet geçti belki ondandır," kafamı aniden ona çevirmek istedim ama hissettiğim acı kasılıp kalmama neden oldu üstüne dudaklarımdan firar eden inlemeyle bana ters ters baktı. Ağlamamak için çenemi kastım ama acım yoğundu. Elim boynumda dokunduğu yeri yakarken ovalamaya korktum. Dokunduğum yer cayır cayır yanıyordu sanki.

"Ekim'e söyle masaj yapsın." ona zorlukla baktım. Gözlerimdeki sorgu suali anlamış olacak ki açıklama yaptı.

"Fizyoterapi okudu." gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.

"Hadi ya," dediğimde gülecek gibi oldu.

"Bir sağlıkçı bir sağlıkçıyı nasıl gözünden anlamaz." dediğinde ona alttan alttan baktım. Ekim için sokak dövüşçüsü, yazılımcı ya da dövme sanatçısı dese asla şüpheye düşmezdim ama fizyoterapi asla aklıma gelmezdi.

"Benim sağlık alanım insanlar değil ondandır." gülecek gibi oldu ama tuttu kendimi. Ellerini ceketinin cebine yerleştirdi. Başını önüne eğip ağır ağır salladı.

"Doğru. Koynunda yılan besleyen bir baytardın sen." gözlerimi devirmekle yetindim. Uzun zaman önce hayvanlarla olan bağımı insanlara anlatmayı bırakmıştım.

"Komik değilsin Yarkın." yerdeki bakışlarını bana çevirdi.

"Öyle olduğumu iddia etmedim Toral." dedi. Sustum. Tutulan boynumu ovalamaya ve karşıya bakmaya devam ettim. Dakikalar geçtiğinde ikimizde hâlâ suskunduk.

"Ne olacak şimdi?" dedim dayanamayıp. Önümüzü göremiyordum.

"Kanlı bir savaş." sarf ettiği sözler tüylerimi ürpertti.

"O ne demek?" omuz silktiğini hissettim. Bakışlarımı zorlukla ona kaydırdığımda bana bakıyordu.

"Herkes herkesin, her şeyin farkında Toral. Senin niyetinin, benim niyetimin, onların niyetinin hepimiz farkındayız." oflayarak soluklanıp bu sefer alnımı ovaladım. Keşke ben de günlerce uyuyabilseydim...

"Evet, doğru diyorsun da şimdi ne olacak mesele o." dedim alnımı ovalamaya devam ederken.

"Çakal avına çıkılacak." elim durdu. Ona çatık kaşlarımla bakınca yanımsan kalkıp karşıma geçti. Ellerini cebinden çıkarmadan bana bir adım attı.

"Uzay kardeşinin katillerini istiyor. Baban desen hepimizi hukuken tamamen yok etmek istiyor. Aynı şekilde karşı tarafta bunu sizin ve benim için istiyor." dilimi dudaklarımda gezdirip alt dudağımı ağzımın içine yuvarladım. Masayı, toplantıyı, olanları düşününce ensemden sırtıma bir ter damlası süzüldü.

"Kan dökme taraftarı değiliz." alayla bana baktı.

"Pollyanna olmayı kes Toral. Bu savaşın kansız olması imkansız." tenime işleyen soğuk terime karışınca titredim. Görmeme, duymama gerek yoktu. Bu insanlar kötülüğün beden bulmuş haliydi.

"Çocuklara zarar gelmeyecek Şafak." dedim tehditkar bir tavırla. Bana bir adım daha yanaşıp yüzüme doğru eğildi. Nefesi yüzüme çarpınca balımı geri çektim ama onun kara gözleri her hareketimi izliyordu.

"Merak etme elimden geleni yaparım." yutkunuşum sessizdi ancak gözleri boğazıma kaydı. Karaları orada oyalanırken usulca kalktım oturduğum yerden. Ona bakmadan yürümeye başladım. Birkaç adım attıktan sonra durdum ve ona döndüm. Aramızdaki mesafeyi kapatmaya niyetlendi ancak günler önce beni yerle yeksan eden sözlerini ona iade edişim onu olduğu yere mıhladı.

"Yap. Yap Şafak, çünkü olası bir savaşın ortasında önceliğim kendi kardeşlerim olacak!"

Şafak'ın bana bakan gözleri kısıldığında önüme döndüm. Geldiğim yolu aynı yavaşlıkla geri yürüdüm. Eve vardığımda arabaların park edildiği yerde Cesur ver Alp bir şeyler konuşurken onlara birkaç saniye bakıp eve girdim. Ölüm sessizliğine bürünmüş evde artık herkes uyuyordu. Ekim ve Ekin boş olan tek koltukla yan yana uzanmış uyuyorlardı.

Ne yapacağımı bilemedim. Boynumun ağrısı bir yana yeni yeni ağrımaya başlayan midem apayrıydı. İştahsızlığım beni asla şaşırtmıyordu. Bazen ciddi ciddi yemek yemeyi unutuyordum. Mutfağa yöneldim. Su ısıtıcısını doldurup çalıştıktan sonra dolaba ilerledim. Dopdoluydu. Gözüme kırmızı file torbaların içindeki meyveler çarpınca gülümsedim. Şu an ağrıyan midemle yiyebileceğim en hafif şey meyveydi. Bir tane yeşil elma çıkarıp yıkadım. İnce ince dilimleyip tabağı masaya koyduğumda kapı açıldı ve içeri Şafak girdi.

İkizleri görünce birkaç saniye onlara bakıp koridora ilerledi. İki dakika kadar sonra elinde battaniyeyle geri geldi. Kardeşlerinin üzerini örtüp Andre'ye ilerledi ve bacaklarının üzerinde duran battaniyeyi yeniden üzerine kadar çekti. Arkasını döndüğü an o battaniyenin eski halini alacağından haberi yoktu tabii. Yanıma geldiğinde elmadan bir dilim ağzına attı. "Bir elmayla mı doyacaksın?"

"Midem ağrıyor." dedim ısınan suyla sallama çay yaparken.

"Miden açlıktan ağrıyor Toral. Seni yemek yerken gördüğüm an bile yok neredeyse." ona bakmadan masaya yerleştim. Kupayı kenara soğuması için bırakıp elma diliminden bir ısırık aldım. Şafak gözlerini benden çekmeyince alaycı bir halde güldüm.

"Dedi beni omzunda taşıyamayan adam." bozuldu ve anında kendini savundu.

"Gayet de taşıdım. Hem de üzerinde senden daha ağır bir çelik yelek varken taşıdım." gözlerimi devirdim. Kilo ver diye beni zorbalayan nenemdi zaten.

"Aman aferin. Hiç altta kalma sen." dedim. Dakikalar önce göl kenarında birbirimize meydan okumamış gibiydik.

"Sevmem..." dedi bana yan gözlerle bakarken. "Alta kalmayı..." kastettiği asla bu değildi ancak fesat yanım onu anında yanlış anladı. Anlaşılmaya çok uygun bir cümleyi çok tuhaf bir tınıyla söylemişti. Yani asla benim suçum değildi. Elmadan bir ısırık daha alıp yavaş yavaş çiğnedim. Ona gözlerimi değdirmemeye çalıştım ama bakışlarım sürekli ona kayıyordu.

O da elmadan birkaç tane dilimi ağızına atıp tezgaha ilerledi. O arkamda bir şeylerle uğraşırken ben de ılıyan çayımı içip bitirdim. Burnuma dolan kokuyla kaşlarım çatılırken önüme bırakılan tabakla daha da çatıldı. Başımı yavaşça Şafak'a kaldırıp baktığımda omuzlarını silkti.

"Sadece kaşar peyniri var." deyip yeniden tezgaha döndü ve iki saniye sonra yanıma kendi tostuyla birlikte yerleşti. Gözüm önündeki tabağa takıldı. Sucuk ya da ete dair bir koku yoktu. Ekmekten büyük bir ısırık alıp başıyla önümdeki tabağı işaret etti.

"Seninkinde ne var?"

"Kaşar peyniri, salatalık ve biber turşusu, salça benzeri domates sosu var." gözüm ekmeğinde dolandı. 

"Hımmm. Afiyet olsun. Eline sağlık." dediğimde bir bana bir de tam ısırmak üzere olduğu ekmeğe bakıp ofladı. Isırdığı kısmı ters çevirip hiç ısırılmamış kısmı bana uzattı.

"Hayvanlarla yiyip içmekten tiksinmiyorsun ama benden tiksinirsin sen şimdi. Kopar istediğin kadar." ekmeği elinden alıp onun ısırdığı kısmı çevirdim ve gözlerinin içine bakarak aynı yerden ısırdım. Ağzımdaki lokmayı usul usul çiğnerken damağıma yayılan tatla mest oldum. Her şeyi karıştırarak yemeği hiç sevmeyen benim için dahi bu şey mükemmeldi. Ona önümdeki tabağımı uzatıp elimdeki ekmekten bir ısırık daha aldım.

"Hayda! Kızım versene benimkini." tostu iki elimle tutup omzumu silktim. Uzanınca ellerimi ondan kaçırdım.

"Ye işte onu."

"Ulan ekmeğimizden de olduk," diye hayıflanıp bana hazırladığı tostu iki lokmada ağzına tıkıp önümdeki kupayı alıp başına dikti. onu hiç aldırmadan yediğim lokmaların tadını çıkardım. İlk bir burun kıvırsam da tadı gerçekten enfesti. Ben, hemen bitmesin diye yavaş yavaş yerken Şafak kendisine ikinciyi yapıp yedi.

"Doyduysan konuşmamız gerekenler var." ağzımda lokmayla ona baktım. Ciddi görünüyordu. 

"Doyarım ben konuşalım biz." dedim dolu ağzımla. Dikleşip elimde kalan son lokmayı da ağzıma atıp elimi tabağa silkeledim. 

"E hadi başla." bana şaşkın şaşkın baktı.  İç çekip kollarını göğsünde bağladı ve gözlerini üzerimden çekmeden söylendi. 

"Biz ne yaşıyoruz ne yapıyoruz şu an anasının avradını ya!"

"Ne oldu be?" dedim ters teperek. Bu adama da yaranamıyordum. 

"Bu kış nereye tatile gidelim karıcım demedim Toral. Konuşmamız gerekenler var dedim. Verdiğin tepkiye bak." gözlerimi devirdim. Bu da bana karım demeye iyi alışmıştı. 

"Abart cidden abart. Ne diyeyim nasıl tepki vereyim sana?" başını omzuna doğru eğdi. Dudak büküp omuzlarını silkti.  

"Bilmem. Çok değil birkaç gün önce beni öldürmekten bahsediyordun?"  gözlerimi kırpıştırdım. Dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra sırıttım. 

"İnsan ruh hali böyle bir şey Şafak değişkenlik gösterebiliyor. Sende beni birçok kez tehdit ettin!"

"İnsandan anlar mıydın sen?" dedi son dediğimi duymazdan gelerek. 

"Anlarım anlarım. Senin türünü çözemedim ama onu da halledeceğim."

Cevap vermedi. Bakışlarını da çekmedi.  Beni tartıyormuş gibi hissettim. Şafak'ın ağzından şu ana dek hayırlı bir şey duymadığımdan yine kötü bir şeyler söyleyeceğine emindim. Elimi boynuma götürüp usul usul ovmaya başlayınca gözleri bu sefer oraya kaydı.  

"Derdin neydi de dışarıda uyudun?"

"Uyumadım. Uyuyakaldım." diyerek onu düzelttim ama hiç oralı olmadı. 

"Aynı kapıya çıkıyor  Toral!" dedi küstah küstah. Beni mal ve salak lanse etme çabasını öfkelendim. 

"Ay! Offf. Yeter. Allah Allah. Keyfimin kahyası mısın be adam ne diyeceksen de geç beni! A aaa," ani agresifliğime şaşırıp bana bakakaldı. Ağzı da açık  kalmış bir haldeydi. 

"Bakmasana aval aval be adam. Konuş da ne konuşacaksan!" 

Bakışları uyuyan kardeşlerine kayınca bende yavaşça o tarafa baktım. Neyse ki uyuyorlardı ki sesim o kadar yüksekten de çıkmamıştı. Bana yeniden baktı. Göğsünü şişirerek nefeslenip kollarını çözdür ve masaya yasladı. Aldığı nefesi oflayarak bıraktı.

"Karadenizli kadınların öfke problemleri olduğunu söylerlerdi de gülerdim. Doğru konuşuyorlarmış." yüzümü ekşittim.

"Ha ha ha komik adam seni. Kaba salak!" anında çatılan kaşlarıyla bana sinirlenerek baktı. 

"Ne ne ne?" tepkisine gülmemek için dudaklarımı ısırıp bakışlarımı farklı bir yere sabitleyip burnumun ucunu kaşıdım. 

"Kaba salak. Artık kaba salaksın sen! Ayrıca benim bir yanım Egeli." 

"Sabır ya sabır!" yüzünü sıvazlayıp ensesini ovaladı. Başındaki şapkasını çıkarıp masaya fırlattı ve uzamaya başlamış saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi.

"İyi haydi uzatma da söyle ne oldu?" dedim bir süre sessizliğin ardından. Silkelendi. Boğazını temizleyip masaya fırlattığı şapkasını yeniden başına geçirdi.  Gözlerini gözlerime dikip dudaklarını araladı. 

"Türkiye'ye dönüyoruz."  kaşlarım tıpkı onunkiler gibi çatıldı. 

"Neden?" dedim biraz yüksek bir sesle. Şaşkınlık yoktu ama beklediğim bir durumda değildi. 

"Çünkü dönmemiz gerekiyor." bu adamın cevap vermeden verdiği cevaplara ayrı ayar oluyordum. Cevap verdiğini sanıyordu ama asla karşısındakini aydınlatmıyordu. 

"Neden Şafak?" dedim üstüne basa basa.  Çenesini sıvazladı. Kalan son elma dilimini uzanıp aldı ve ağzına attı. Lokmasını yutmasını beklerken sanki asırlar gelip geçti. 

"Burada olmamızın bir anlamı kalmadı. Ayrıca İstanbul'da halletmem gereken şeyler var." dedi sonunda. Nefesimi oflayarak bırakıp alnımı kaşıdım gergince. Oturduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Bu adamın her an ağzından çıkan şey beni bir duygudan bir duyguya savuruyordu. 

"Bu ne demek ya? Şafak bir şeyi de tam anlat lütfen!" yükselişime yarım ağız gülüp başını salladı ve "peki," dedi. Birkaç saniye sonrada yeniden konuşmaya başladı. 

"Hepsini farklı ülkede birbirilerinden uzakta saklıyorlar. Burada olduğumuzu zaten biliyorlar. Ve çocukların ulaşamadıkları dosyaların bir kısmına ben ulaştım ama asıl ulaşmam gerekenler yok. Onları bulmam lazım ve bunun için İstanbul'da olmalıyım. Haliyle sizi de burada bırakmam." dedi çok hızlı bir şekilde. Ağzından çıkan her kelimeyi aklımda iki kere tekrar ettikten sonra ona irileşen gözlerimle baktım. Boynuma yeni bir sızı daha girse de umursamadım. 

"Dönemeyiz Şafak. Eve gidemeyiz ki. Onca yalan ortaya çıkacak ve ailemiz  buna asla hazır değil." cık'layıp başını geriye attı. 

"Eve gitmeyeceksiniz zaten." kaşlarım daha da çatıldı. Ona yanaşıp kollarımı onun gibi masaya yasladım. Dirseklerimiz birbirine değince ikimizde o yöne bakıp birbirimize baktık ama ben çok üzerinde durmadan "nasıl yani?" dedim. Bakışlarını yüzüme çıkardı. Kara gözlerine birkaç gündür çöreklenen yorgunluk artık arşa çıkmış gibiydi. 

"Vëlla üç grup oluşturup bu piçlerin peşine düşecek. Eminim Uzay ve Dağhan'da geri durmak istemeyecek. İkizlerde Uzay'dan ayrı kalmayacaklardır. Hayat ve Andre'de Şile'ye geçer diye düşünüyorum." dedikleri mantıklıydı lakin takıldığım yer kurduğu ilk cümleydi. 

"Diğeri?" dedim. 

"Diğeri?" dedi. Kimi kastettiğimi gerçekten anlamamış gibi görünüyordu. 

"Dördüncü katil. Onun peşine kim düşecek?" dilini dudaklarında gezdirip başını sağa sola hafifçe sallayıp iç çekti. Tek eliyle yüzünü sıvazlayıp avcunu masaya yavaşça vurdu ve bana doğru meyledip yüzümü yüzüme hizaladı. 

"Behçet katil değil Toral.  Bu ben böyle söylüyorum diye değil gerçekten Dünya'nın ölümünde bir parmağı yok Behçet'in. Olamaz da. Tanıyınca anlayacaksın zaten." deyip geri çekildi. Ona tuhaf tuhaf baktım. 

"Anlamadım ne tanıması?" 

Yüzüme baktı, baktı. Sonra sırtını sandalyeye yaslayıp masadaki kollarını tekrar göğsünde bağladı ve bana hafif bir sırıtmayla baktı. "Sen benimle Yarkın malikanesine teşrif edeceksin."

"Pardon?" tepkime güldü. Omuzlarını kaldırıp indirdi. 

"Öyle." bu rahatlığına gıcık oldum. Ağzına elimin tersiyle vursam aşırı rahatlardım da yeltenmedim. Boynum beni yeterince zorluyordu zaten.

"Amaç?" yüzündeki sırıtış daha da büyüdü. O sırıtışı gözlerine kadar çıkınca canımı sıkacak laf edeceğini anladım. 

"Amaç benim çıkarlarıma hizmet etmen." al işte! Bu adamın benim sinir uçlarımı kastı vardı. Ayağımın ucunda duran bacağını tekmeyle vurdum. "Ne dedin sen şimdi?"

"Ne anladıysan o Toral. " gözlerimi kapayıp derince soluklandım. İçimden ona kadar saydım olmadı yirmiye kadar daha saydım ama yok. Asla nabzım düşmedi. 

 Yüzüne doğru parmağımı salladım. "Şafak beni çıldırtma. Ben asla o eve adım atmam!" gözleri parmağıma takıldı normalde parmağıma elinin tersiyle vurmak istediğine emindim ama bana dokunmaktan imtina ettiğinden parmağıma gözleriyle vurdu. Yetmedi bana doğru yeniden eğildi ve inada bindirmiş keçi gibi soluklanıp nefesini yüzüme doğru bıraktı. 

"Atacaksın. Atacaksın çünkü o evde sana ihtiyacım var." afalladım. Ağırca yutkunup ona şaşkınca baktım. Beni gafil avladığının farkındaydı ve bundan inanılmaz keyif aldığı kıvrılan dudaklarından belliydi. 

Parmağımı indirip geri çekildim ve "neden?" dedim burun kıvırarak. 

"Çünkü ben gerçekten sizin için çabalıyorum. O itleri bulmak için adamlarımı seferber ediyorum. Kendi hayatımı ve kardeşlerimin hayatını riske atıyorum. Ve Oleg'le o itlerin yerini söylemesi için anlaşma yapacağım. Sonra da babanın işine yarayacak çoğu şeyi bulup ona vereceğim. Sen de bana yanımda olacağını söyledin. Benimde bu sözüne güvenmekten başka bir çarem yok. Her şey karşılıklı olmalı." 

O gerginliğim, öfkem, agresifliğim kuş olup uçtu.  Sözlerinde ve o sözler söylerken ki halinde ilk defa samimiyetini ve zorlandığını hissettim. İlk günden buya olan her hareketine her olayına karşıydım. Beni tehdit etmiş, kırmış, zorluk çıkarmış hatta benimle evlenmişti ancak bazı perdeler çekilmeden camın diğer tarafını göremiyorduk. Şafak o perdenin arkasında gizlenmeyi çok iyi beceriyordu. Zihnimi ve hislerimi yine allak bullak etmeyi başarmıştı. 

"Şafak..." diye mırıldandım. Bakışlarımı ondan kaçırıp ellerime baktım. 

"Bana güvenmediğini biliyorum. Ama sen de şöyle düşün, o ev bir çok sırrın sahibi. Belki babanın işine de yarayacak şeyler bulursun." söylediklerini duymadım. Aklım çok şeye takılmıştı lakin merakımı dürten asıl şey dilimden dökülüp ona çarptı.

"Oleg'le ne anlaşacaksın?"

"Orası seni ilgilendirmiyor. Bilmene gerek yok." bakışları sertleşti. Burnunu çekip elini masaya yasladı ve parmaklarını ritmik bir şekilde ahşap zemine vurdu. 

"Tehlikede misin?" dedim yine de emin olmak için. 

"Her zaman. Hep! Ama korkma. Size zarar gelmemesi için her şeyi halledeceğim." üstelemedim. Kaçamak bakışlarımı üzerinde gezdirip başımı salon tarafına çevirdim. Herkes uyumaya devam ediyordu. Mavilerim, üstü açılmış Andre'de takıldı kaldı. 

"Uzay ve Dağhan'la konuşmam lazım. Hayat ve Andre'yi bir şekilde hallederim ama o ikisi asla dönmezler bu yoldan." göz ucuyla başını salladığını gördüm.  

"Biliyorum. o yüzden de Vëlla en iyilerini onların yanına vereceğim." boynuma dikkat ederek merakla ona döndüm.  

"Bu Vëlla ne sahi?" gülümsedi. İçten ve sıcaktı kıvrılan dudakları.  Bakışlarından dökülen samimiyete inanamadım. Vëlla denilen şey her ne ise onlara gerçekten değer  veriyor gibiydi.

"Birbirinden başka kimsesi olmayan insan topluluğu!" dudaklarım büzüldü. Bu lafı tek bir yere açılıyordu.

"Kimsesizler ordusu yani."  dediğimde benim gibi dudaklarını büktü.

"Bir nevi. Endişe etme sağlamdırlar. Babanda birkaçıyla tanıştı bizzat."  gözlerimi kırpıştırdım. Yüzümde alık bir ifade olduğuna çok emindim. Şafak dilinden babamı duymak kaşıntı hissi veriyordu. Tenimi huylandıran kaküllerimi itekleyip Şafak'a odaklandım.

"Şafak senin benim babamla ne tür bir ilişkin var tam olarak?" gülecek gibi oldu. Burnunun ucunu sıkıp boğazını temizledi.

"Şiddetli ve ateşli... Kendisi benden hiç haz etmez." dedi alaylı bir tavırla. Babamın ondan asla haz etmediğine emindim.

"Orası kesin orası net. Ama ne bileyim bir tuhaf geliyor bana." omuzlarını silkti.  Sakallarını sıvazlayıp kara harelerini mavilerime dikti.

"Boş ver. Karmaşık çıkar ilişkileri ağı sadece." 

Kara harelerinden gözlerimi  çekmedim.  Bu  sadece bizim intikamımız değildi. Buna arık emindim. Mesele her ne ise Şafak her şeyi göze alarak bir işe kalkışmış gibi görünüyordu. Tüm gücü eline geçirmeye çalıştığı aşikardı. Ancak o güçle ne yapacaktı işte asıl mesele oydu. Bir de tabii neden vardı. Neden bunu yapıyordu asıl soru buydu.

"Ben de uyuyacağım. Arabaya geçiyorum. Bir şey olursa..." deyip sustu. Cevap vermedim. Masadan kalktı, usulca yürüyüp evden çıktı. Uzaklaşan adım seslerini dinledim. Tamamen son bulduğunda ne zaman tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bırakıp ellerimi yüzüme kapadım.

Dediğinde haklıydı. Gerçekten büyük bir karmaşıklık vardı ve o karmaşıklık o kadar karmaşıktı ki Şafak'la bir anımız bir anımızı tutmuyordu.  Elleri yüzümden çekip boş boş etrafa bakındım.  Herkes uyuyordu.  Uyanacak gibi de değillerdi. 

Uyanmadılar. Saatler geçti. Gün öğlene, öğlen akşama düştüğünde dahi kimseden ses seda yoktu. Oturup kaldığım sandalyeden hiç kalkmadan saatleri devirmek benim için de yeni bir şeydi. Gözüm telefona kaydı. Ekrana dokunup saate baktığımda gece yarısına ramak kaldığını gördüm. 

Oflayarak sandalyeden kalkıp uyuşan bedenimi esnettim. Boynumun ağrısı geçse de sızlamaya devam ediyordu.  Ağır adımlarla odaya gidip temiz kıyafetler aldım ve banyoya girdim. Kısa bir duş beni kendime getirdiğinde çok daha iyiydim.  Salona geri döndüğümde herkese göz atıp mutfağa yöneldim. Can sıkıntısından dolaba, çekmecelere, eşyalara baktım. Oflayıp kapattığım her kapağa boş boş baktım. Gözüme fırın takılınca kaşlarım çatıldı.  

Çocuklar uyanacaktı. Aç uyanacaklardı ve benimde canım sıkılıyordu. Sırıtıp çekmeceleri yeniden açtım ve ihtiyacım olan şeylere bakındım. Neyse ki alışverişi yapan çoğu şeyi akıl edip almıştı. İhtiyacım olan tüm malzemeleri çıkarıp buzdolabına ilerledim.  Tereyağı, yoğurt, süt ve yumurta çıkarıp tezgaha koydum.   Fırından tepsiyi çıkarıp yıkadıktan sonra kenara bıraktım. 

Önce poğaça hamurunu yoğurup mayalansın diye dolaplardan bulabildiğim masa örtülerine sarıp köşeye bıraktım. Sonra kek yaptım. Kekten sonra kurabiye, kurabiyeden sonra da mayalanan poğaça hamurunu peynirle doldurup tepsiye dizdim. Kaç saat geçti hiç farkında bile değildim ama poğaçayı fırından çıkarıp arkamı döndüğümde Andre esneyerek bana bakıyordu.

"Andre!" dedim birden karşımda görmenin verdiği korkuyla. Elimdeki tepsiyi düşürmeden masaya bırakıp elimi göğsüme yasladım.

"Ne zaman uyandın sen?" dediğimde başını kaşıyarak yanıma gelip masaya baktı. 

"Az önce. Kek mi yaptın kokuya uyandım." niyeti kekti ama henüz kalıptan çıkarmadığımdan tepsideki kurabiyelere dadandı.  Onun bu haline gülüp elimdeki bezi masaya bıraktım ve yanına gidip koca bedenine sarıldım. Bir an ne olduğunu kavrayamasa da kollarını bana dolaması çok uzun sürmedi.

"Ödümü kopardınız köpekler." dediğimde irkildi. 

"Ne oldu ki?"

"Ne demek ne oldu?" Andre dolu ağzıyla bana bakıp başını kaşıdı yine. Uzun saçları tokasından firar edip yüzüne omzuna dökülmüştü. Koyu gözleri evde dolanıp bana dönünce iri iri açıldı. "Lan!  Abla çocuklar nerede?" dedi ağzındakileri saça saça.

"Ağzındakini bitir önce. Onlar uyuyor, git uyandır istersen. Çok uyudunuz." Andre başını sallayıp odaya gitmek için hareketlendi ama yarı yoldan dönüp ağzına bir kurabiye daha atıp gitti.  Rahat bir nefes alıp verdim.  İkizlere ve Kurt'a bir bakıp uyuduklarını görünce iç çektim. Çay suyu koyup ağır adımlarla odaya doğru yürüdüm. Kapının önünde durup içeriye kulak kabarttım.

Uyanıyorlardı... Göğsüm yavaşça inip kalktı. Üzerimden bir yük kalkmış gibi rahatlamıştım. Hayat'ın esnemeleri, Uzay'ın mırıltıları, Dağhan'ın küfürleriyle yüzümde bir tebessüm oluştu. Uyanmışlardı. İyilerdi... 

Geldiğim gibi geri dönüp masadaki tepsileri tezgaha kaldırıp masayı sildim ve kahvaltı hazırlamaya başladım. Kerem dayım sayesinde aile geleneği gibi bir şey olmuştu akşam kahvaltıları. Olduğu kadardı ama hissi yeterdi. Masaya bakıp eserimle gurur duydum. Uzun zamandır mutfağa girmemiştim ama paslanmadığım da belliydi. Ben melül melül masaya bakarken evin kapısı açıldı ve içeri Şafak ve Alp'le Cesur girdi.

"Aha vallahi doğru koku almışım." Alp parlayan gözlerle masaya bakıyordu. 

"İyi geceler beyler?" dedim. Sesim hesap soruyormuş gibi çıkınca genzimi temizledim.

"İyi geceler Toral. Hayırdır?"

"Çocuklar uyandı. Sende ikizleri ve diğerlerini uyandır da hem kahvaltı edelim hem de konuşalım." bakışları masaya düştü.  Kaşları alnına doğru kavislenip dudakları bükülünce elimden iş geldiğine şaşırdığını anladım. 

"Sığacak mıyız buraya?"  gözlerimi anında büyüterek baktım. Alp ve Cesur'un bakışları yere düşünce başımla onları işaret edip sağ sola salladım. 

"Ulan yemesinler mi dedim sanki sığacak mıyız dedim alt tarafı." dedi öfkeyle homurdanarak ancak onun siniri bana artık geçmiyordu.

"Sığarız Yarkın. Sığarız!"

Sığamadık. Kurt uyanamamış bir halde tezgaha oturmuş elinde iki tane poğaçayla hem horluyor hem poğaçayı yiyordu. Ara ara onun bu haline gülüyorduk. Alp ve Cesur ise ayakta tezgaha yaslanmış bir haldeydiler. Eylem yoktu. Neden yoktu bilmiyordum çok da umursamıyordum. Onun dışında herkes masadaydı. Andre ve Hayat aynı sandalyeye nasıl becerdilerse sığmışlardı. Bana uyandıklarından beri Rusya'da neler olduğunu soruyorlardı ancak onları her seferinde geçiştirmeyi başarıyordum.

"Ulan hayvan gibi özlemişim şu tadı beee! Ne oldu Aden teyzemin ruhu mu zuhur etti sana Canan abla?" Dağhan'a gözlerimi devirip çayımdan bir yudum aldım. 

"Kış uykusuna yatmış camışlar gibi kırk sekiz saattir uyuduğunuzdan ben de ne yapayım can sıkıntısı işte. Yaptım bir şeyler," kısık kıkırtılar etrafımıza yayılınca Dağhan ters ters Alp ve Cesur'a baktı. 

"Onların ırkları tükenmedi mi ya?" dedi Dağhan. Önüne bir poğaçayı fırlatırcasına  bırakınca bana bakıp gülümsedi ve göz kırptı. Bu beklemediğim bir an olduğundan ona şaşkın şaşkın bakarken Uzay'da yanağımdan makas aldı. 

"Eline sağlık abla. Yalan yok elinden bir şeyler yiyip içmeyi özlemişim." ona şefkatle bakıp karışık saçlarını okşadım.

"Afiyet olsun Uzay çirkinim." dudakları kocaman kıvrıldı. İç çekip bakışlarını benden kaçırdı. Ona böyle Baran dayım seslenirdi. Ailesini özlemişti. Hali ve tavrından belliydi.

"Abi sahi size ne olmuş öyle ya?" dedi Ekin gülüşünü saklayarak. 

"Oğlum bizi fena kafaladılar. Benimki hala güzel. Zihnimin içinde durmadan bağıran bir ses var ve sadece," deyip ellerini horon tepercesine havaya kaldırıp  omuzlarını sallamaya başladı. "Ella Ella mestz Ella entu kağe viyella," diyordu bir yandan da. 

Hepimiz onun bu haline gülerken Dağhan ensesine bir tane geçirdi. "ulan sus. O zaman da beynimi sikip attın. Sus dedim susmadın sus dedim susmadın!" Hayat çattığı kaşlarıyla Dağhan'a bakıp ensesini ovaladı. 

"Sen de bağırıp durdun oğlum. Ben sana dedim mi bağırma diye."

"Ne bağırması?" dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemi durdurmaya çalıştım ama imkansızdı. Çocukların önce yüreğime indirdikleri o anlar şimdi aşırı komikti.

"Biz giderken arkamızdan bir araba daha geliyordu. Kurt geldiler, yakaladılar, alacaklar bizi mi ne diye bağırıp çağırıyordu." İlknura aklına başka şeyler gelmiş olacak ki büyük bir kahkaha atıp gülme krizine girdi.

"Bu," dedi parmağıyla Dağhan'ı göstererek. Gülmekten yaşaran gözlerini siliyordu bir yandan da. 

"Bu, direksiyonda olduğu halde arkasına dönüp kullanıyordu arabayı. Bir de Kurt'a bağırıyordu. Bizi kim alabilir, alamaz kimse. Şansı yok diye. Durmadan bunu söylüyordu."

Kendimi tutmadım. Kıkırtılarım kahkahalara dönüşünce bir çift kara gözü üzerimde hissettim. Bakışlarım karşımdaki adama dönünce gözlerim gözlerine denk düştü. Kolları  göğsünde bağlıydı ama bir elinde çay bardağı vardı. Önündeki tabağa baktım. Kahvaltılıklardan yemişti ama ne kek ne kurabiye ne poğaça kırıntısı dahi yoktu o tabakta.  Gülüşüm solarken kaşlarını çattı. Gözleri asık suratımda dolanıp önüne düştü. Bir yudum kalmış çayını içini Alp'e bardağı uzattı. Bakışlarımı ondan çekip çocuklara baktım. O dönüş yolunu gülmelerine engel olamadan anlatıyor birbirileriyle dalga geçiyorlardı.

Bu  kadar uzun süre uyuyup dinlenmek onlara iyi gelmiş gibi görünüyordu. Onları elimi yanağıma yaslayıp çatalın ucuyla tabaktaki kırıntılarla oynarken Alp'in, Şafak'ın önüne bıraktığı bardağı göz ucuyla gördüm.  Şafak bardağını önüne çekip bana kaçamak bir bakış atıp "Ekim,  poğaçadan uzatsana," dedi.

Dudaklarımı dişledim. Ekim poğaçadan bir tane alıp abisine uzattı. Şafak'a direkt bakmaktan kaçınsam da gözlerimiz  yine denk düştü. Pofuduk pofuduk olan poğaçayı  sağa çevirdi baktı sola çevirdi baktı. Emin olamayarak elindeki poğaçaya bakıp bir ısırık aldı. Çiğnedi. Çiğnedikçe çiğnedi. Bilerek yapıyordu. Tepkisini merak ettiğimi anladığından beni böyle kıvrandırıyordu. Ona gözlerim kısıp bakınca sırıttı ve elindeki poğaçayı iki lokmada yiyip masadan kalktı ve ondan uzaktaki poğaça tabağını alıp önüne koydu ve  sadece onları yemeye başladı.

"Her şey iyi hoşta biz hiçbir halt beceremedik." dedi Hayat. Hepsi başını salladı. Dağhan ve Uzay gergince soluklanıp enselerini aynı anda ovalarken Andre çatık kaşlarıyla Şafak'a doğru baktı.

"Sahi. O adama ne oldu?"  Şafak bir tepki vermeden poğaça yemeye devam etti. O susmayı tercih etmişti ama Şamil pek öyle değil gibiydi. Lokmasını yutup ellerini birbirine sürttü ve başıyla Şafak'ı işaret edip "bey abimiz adamın kafasına sıktı. Sıkmadan önce de bir güzel dövdü."

İrkildim. Tüylerim diken diken olurken mideme giren ağrıyla boynuma saplanan sızı aynı anda bedenimi titretti. Gözlerimi ona çevirip bakmadım. Masadan kalkıp toparlamaya başlayınca bakışlar bana döndü ama kimseye bakmadım. "Canan abla, yiyorduk biz ama," dedi Ekin çekingen bir sesle. Bakışlarım çocuklarda dolandı. Hepsi bana yavru  kedi bakışlarıyla bakınca istemsizce gülümsedim.

"Yiyin siz, boş tabakları topluyorum ben." deyip dediğimi yaptım ve elimdeki boş tabakları lavabonu içine bırakıp masayı es geçerek salona ilerledim ve koltuğa oturdum. Dağhan neler olduğunu sordu. Şafak yine bir şey demezken Şamil sanki daha demin konuşan o değilmiş gibi geçiştirmeye çalıştı ama çocukların konuyu bırakacak gibi bir halleri yoktu. Üstelik sıkmak eylemine de asla takılmamaları canımı sıktı. Bazı  şeylere alışıyorlardı...

"O zaman bizim alamadığımız dosyaları aldınız." dedi Uzay canı sıkılmış bir halde. İçinden neden bu işin böyle olduğunu düşündüğüne emindim. Çünkü aynı şeyleri ben de düşünüyordum. Madem Şafak halledebilecekti neden çocukları öne sürmüştü ki?

"Bir kısmını. En azından bulabildiklerimizi..." Şafak'ın tek düze verdiği cevap hiçbirimizi aydınlatmadı.

"Ne var o dosyalarda?" dedi Uzay merakla. Giderken ailelere dair önemli işlerin kayıtları olduğunu biliyorlardı ancak içeriği belli değildi.

"Delil. Suç delilleri... Sizlik bir şey yok!" diye kestirip atınca gözlerimi devirdim. Bu halleri canımı çok fena sıkıyordu. Kollarımı göğsümde bağlayıp ona dik dik batım. Hissetmiş gibi aniden bana baktı. Bakışlarıma karşılık öz kırpıp başını sallayınca yine gözlerimi devirdim.

" Madem bizlik bir şey yok İstanbul'dan bahsetsene! Eminim çocuklar seni can kulağıyla dinleyeceklerdir."

"Ne oluyor yine?" Ekim'in bıkkın sesine çocukların yüz ifadeleri eşlik etti. Şafak bana son kez bakıp masaya yeniden döndü ve "İstanbul'a döneceğiz." dedi.

Kurt uyandı. Alp ve Cesur şaşkın şaşkın birbirilerine baktı. İlknura ve Şamil biliyor olmalıydılar ki hiç ses etmediler. Çocuklar ise tabiri caizse aval aval birbirilerine bakıp Şafak'a döndüler. Hayat elinden düşürmediği kekten büyük bir ısırık alıp parmağıyla Şafak'ı gösterdi. 

"Ne dedi bu kar tanesi yine. Ben bir bok anlamadım." dolu ağzından dolayı sesi boğuk çıksa da ne dediği gayet anlaşılıyordu.

"Bana bak çocuk dikkat et o kar tanesi sana kaymasın!" Şafak'ın ciddi sesine alayla sırıttım. Bu tarz kelime şakalarından hoşlanmadığı belliydi. ki onun herhangi bir şaka ya da eğlenceden hoşlandığını düşünmüyordum. Kendisi yapınca sıkıntı yoktu ama biri ona takılınca birden celalleniyordu.

"Ederim kar tanesi." dedi Hayat hiç oralı olmadan. Şafak'a karşı diğerlerine nazaran daha rahattı.

"Sen bir sus kuzen. Sen de lafı oraya buraya kaydırma da konuş. Ne İstanbul'u?" Uzay gergin ve biraz öfkeliydi. Böyle olması da normaldi.  Bu onun intikam oyunu olacakken her şeyi Şafak'ın yönlendirmesi canını eminim ki sıkıyordu ve bizde bir  şekilde bu adama ayak uyduruyorduk.

"Burada  olmamızın bir manası kalmadı. Bu  evi biliyorlar. Başka yere gitsek orayı da bulurlar. Bu ülke sizin için güvenli değil. Ayrıca artık aile masasındayım. Bu da demek oluyor k onların fişini çekmek için sizin kendinizi tehlikeye atmanıza gerek yok."

"Buna sen mi karar veriyorsun?" dedi Dağhan aksi sesiyle. Boynunda başlayan kızarıklık tüm yüzüne dağılmaya başlayacaktı birazdan.

"Hayır. Gidişat karar veriyor." Şafak rahattı. Gerçi o hep rahattı ya neyse...

"Siktirtme lan gidişatını! Ne gidişatı ne İstanbul'u!" Uzay masadan hiddetle kalktı. Sandalye yere boylarken Uzay, Şafak'ın yüzüne doru eğilip bağırmaya başladı. Anında ayaklanıp yanlarına ilerledim. Şafak sakinliğini korurken Uzay'ın önüne geçip  yüzünü avuçladım.

"Sakin ol, Şafak doğru söylüyor. Burada güvende değiliz ve İstanbul'a dönmemiz bu işi bıraktığımız anlamına gelmiyor. Şafak lafı dolandırıp durdu otur adamakıllı konuşalım."

"Abla!" dedi Uzay sıkıntıyla. Yüzündeki bir elimi saçlarına çıkarıp  okşadım.

"Hiçbir şey bitmedi Uzay aksine şimdi başlıyor. Sakin ol, olun." deyip Şafak'a baktım.

"Sende doğru anlat şu olayı. Sıkma benim canımı!"

Masaya yeniden yerleştik. Şafak üzerinde olan tüm bakışları boş verip biten çayını tazelemesi için Alp'e bardağını uzattı. Alp hiç ikilemeden çayını tazelediğinde sabırla Şafak'ın konuşmasını bekledik ama o bu sefer kek yemeğe başladı. "Şafak!" dedim ona ters ters. Bana bakıp elindeki kek dilimini gösterdi.

"Boğazında kalsın Şafak," dediğimde masadakilerden "amin, amin," sesleri yükselince gülmemek elimle ağzımı kapattım. Şafak inadına elindeki keki tek lokmada ağzına atınca herkesten oflama sesleri yükseldi. Bu adama kesinlikle ikizleri almaya gittiğinde bir şey olmuştu.

"E haydi ama!" diyen Andre oldu. Herkes fazlasıyla sabırsızdı. Şafak aynı şekilde devam edince ona meydan okuyan bakışlar atıp boğazımı temizledim.

"Bu üçlüyü ayrı ülkelerde saklıyorlarmış. Şafak'ın şu Vëlla dediği grup onların peşine düşecekmiş. Siz ikiniz," diyerek Uzay ve Dağhan'ı işaret ettim. 

"Eminim geri durmayacaksınız. O nedenle ikimizde sizin bu Vëlla denilen grupla hareket edeceğinizi düşünüyoruz." dediklerimle Uzay ve Dağhan'ın kaşları aynı anda çatıldı.

"Bizi kurtaranlar mı?" dedi Andre.

"Ne kurtarması lan o geri zekalı çocuk yüzünden kafayı bulduk." Hayat tepkisinde kesinlikle haklıydı.

"Acemiymiş ya abisi. Mazur gör." Hayat, yanında oturan Andre'ye dirsek atıp yandan bir bakış atsa da ikisini de susturan "sulandırmayın," diyen Dağhan oldu.  Sonra da Şafak'a döndü.

"Sen de doğru düzgün anlat." Şafak sonunda konuşmaya karar vermiş olacak ki yayılarak oturduğu sandalyede toparlanıp dik bir şekilde oturdu.

"Burada kalmamızın anlamı kalmadı. Hepsi birbirinden  uzaktalar. Burası artık güvenli değil. İstanbul'a gitmem gerekiyor çünkü Kazakistan'da bulamadığım dosyalar var ki bu dosyalar asıl önemli olanlar. Onları bulmam için dönmem lazım ve sizi burada bırakmayacağım. " Şafak'ın her dediğini can kulağıyla dinliyorlardı. 

"Vëlla'nın en iyilerini seçtim. Üç grup halinde bu itlerin peşine düşecekler. Gitmek isterseniz siz bilirsiniz. Sizin güvenliğinizi sağlamaları için her şeyi yapacaklar." açıklaması bu kadardı . Daha fazlasını açıklasa düşer bayılırdım kesin. 

"Bizi niye gönderdin o zaman?" dedi Ekin. Sıkkın soluklar alıp verdi. Bakışlarını kardeşine çevirdi. 

"Çünkü benim yokluğumda buraya saldıracaklardı. Saldırdılar da.  Vëlla'nın buradaki adamları  gelenlerle çatıştı ve geri püskürttü." deyip telefonundan bir video açıp masanın ortasına doğru ittirdi. Videoda silah sesleri yükseliyordu ve  bu evin arazisinin girişi çok net bir şekilde seçilebiliyordu. 

Şaşkın bakışlarım yüzüne düştü. Amacı onları tehlikeye atmak ya da kullanmak değil bu saldırıdan kurtarmaktı. Kısasa kısas yapıp ikizleri de dahil edebileceğimi elbette biliyordu. Bendeki şaşkınlığın aynısı çocuklarda da vardı. İkizler dahi şaşkındı bu harekete.

"Yerleri belli mi?" dedi Uzay sakince. Tüm bu konuşulanların içinde dikkatini çeken tek şey bu konuydu.

Şafak ona baktı. Başını aynı sakinlikte sağa sola salladı. "Öğreneceğim. Oleg Kuznetsov... Kuznetsov ailesinin veliahttı. Onunla bir iş için anlaşma yaptım. O bana yerleri söyleyecek bende onun arkasını toplayacağım. Sonrası Vëlla'da." Oleg güvenilir bir adam değildi. Ben bunu bir görüşte anladıysam Şafak bunu benden daha iyi biliyor olmalıydı.

"Üç grup olunacaksa ayrılacağız demektir." diye homurdandı Dağhan.

"Aynen öyle." bir elim yine boynuma gitti. Tutulan kısmı usul usul  ovaladım. Sessizliğimi koruyup konuşulanları dinledim.

"Kim kimle?" dedi Ekim. Geri durmayacaklardı. Uzay'a karşı nasıl bir bap geliştirdilerse onun için bu mücadeleyi vermeye hazırdılar. Ya da belki onlarında kendi içlerinde bir çıkarları vardı.

"Yerleri öğrenince kararlaştırırız." Şafak çayını içip bardağı masaya bıraktı. Alp hareketlenince Şafak onu bakışlarıyla durdurdu.

"Peki diğeri?" dedi Dağhan. Ellerini masaya uzatıp gözlerini Şafak'a dikti. Lakin  Şafak'ın bakışları bana döndü. Omuzumu silkip ona boş boş baktım. Ne bekliyordu ki çocuklara elbette anlatacaktım.  Ona meydan okuyan bakışlarımdan gözlerini çekti ve yan yana oturan Dağhan ve Uzay'a baktı.

"Behçet, Dünya'nın katili değil. Sadece oradaydı... Bu da onun hatası değildi."  Uzay burnundan soludu. Dağhan'ın tüm yüzü, boynu kıpkırmızı kesildi. İkisi de öfkeliydi.

"Haklı..." diye mırıldandı Ekim. Şafak'ın üzerindeki bakışlarımız ona döndü.

"Bakmayın öyle. Belki her konuda haklı değil, dürüst değil belki ama Behçet konusunda doğru diyor."

"Merak etmeyin." dedim durağan bir sesle. Bakışlarımı Şafak ve çocukların arasında gezdirip tüm sakinliğimle araladım dudaklarımı.

"Dördüncüsüyle ben ilgileneceğim." Dağhan'dan küçümseyen bir tını yükseldi. Uzay ise bana çattığı kaşlarıyla soru dolu ifadeyle baktı.

"O nasıl olacak?" diyen ise Hayat oldu.

"Şöyle ki... Rusya'ya gittiğimizde Şafak'ın beni bir şekilde o toplantıya sokacağını sandım ama yanılmışım. O toplantıda olabilmek için aileden olmam gerekliydi... Bizde evlendik. " önce bir sessizlik oldu. İri iri açılmış gözler bir bana bir Şafak'a kayarken birden pat diye bir ses yükseldi. Arkama dönüp baktığımda Kurt'un tezgahtan düştüğünü gördüm. Gülerdim lakin hiç o durumda değildim, değildik.

"Ne yaptınız ne yaptınız?" Uzay'ın bağırışına Dağhan'ın öksürükleri, o öksürüklere Andre ve Hayat'ın iki karış açılmış ağızları eşlik ederken Ekim ve İlknura da en az onlar kadar şaşkındı.

Dağhan hiddetle sandalyeden kalkıp fark edemediğim bir hızla Şafak'a ilerleyip yüzüne bir yumruk salladı. Gözlerim iri iri açıldı. Hızla yerimden kalktım. Uzay benden önce davranıp Dağhan'ı geri çekerken Şafak yediği yumruğu hiç yememiş gibi duruyordu. Dağhan, onu tutan ellerden kurtulup bir kez daha Şafak'a yöneldi ama bu sefer salladığı yumruk Şafak'ın yüzünde patlamadı çünkü Şafak o yumruğu havada yakaladı.

Dağhan vuramasa da sözleriyle yumruklarını sallamaya devam etti. "Hepimizi tuzağa düşürdün dimi it oğlu it. Bilerek gönderdin bizi bilerek ablamı götürdün yanında. Bilerek evlendin. Koz diye tutacaksın yanında onu! Bizimle durduracaksın! Onunla da bizi tehdit edeceksin dimi lan piç! Şerefsiz piç. Sikeceğim oğlum hepinizi. Seni de o haysiyetsiz ailenizi de o piç kurularını da!" çocuklar Dağhan'ı zar zor çekiştirip Şafak'tan uzaklaştırdılar. Uzay tutmayı bırakmazken Dağhan ona da diklendi.

"Bırak ulan sende!" Uzay bırakmadı. Dağhan'da onun tutuşundan  sıyrılamadı. Yanlarına varıp ellerimi Dağhan'ın yüzüne yasladım ve alev alev yanan tenini okşadım. Göz teması kurmaya çalıştım ama Dağhan inatla bana bakmıyor Şafak'a bakarak küfürler savurmaya devam ediyordu. Abla kardeş huyları aynıydı!

"Yeter!" bağırışım etki eder sandım ama etmedi. Şafak yerinde oturmaya devam ediyordu. Onun dışında hepimiz ayaktaydık. Çocuklar ve Cesur Dağhan'ı tutmaya devam ediyorlardı. Alp, Şamil ve İlknura ise Şafak'ın yanındaydılar. İkizler ise tam ortamızda duruyorlardı. Kurt ise yerde yatmaya devam ediyordu.

"Dağ! Yeter dur, lütfen dur!"  kor ateşlerde yanan koyu hareleri  beni gördü sonunda. Kıpkırmızı  kesilen soluk teninde kıvılcımlar yanıyordu.

"Ne durması Canan abla ne durması! Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Sen bu adamla evlenmişsin. Evlenmişsin! Bu adamın elinde benim sevdiğim kızın, senin kuzeninin, Uzay'ın kardeşinin..." bağırıyordu lakin sesi de titriyordu.

"Dünya'mın kanı var... Sen kalkmış bu adamla evlendim diyorsun! Delirdin mi sen ha delirdin mi!" gözlerimden birer birer düştü  yaşlar. Onunda yanaklarından süzülen yaşları parmaklarıma karışıp yok oldu.

"Dağ..." dedim acıyla. Uzay'dan beklediğim patlamayı Dağhan yaşıyordu.

"Dünya'yı öldürdüler abla. Bizim dünya güzelimizi, deniz kızımızı öldürdüler... Benim dokunmaya kıyamadığıma..." nefesi kesildi. Hırıltı nefesleri göğsünü zorlarken acısını kusmaya devam etti."

"Ailemizi tehdit ettiler, Baran amcayı mesleğinden ettiler. Düzenimizi bozdular.  Hep etrafımızda dolanıp ailemize korku saldılar. Bu adamlar bizim hayatımızı mahvetti ve biz bunlarla aynı havayı solurken Dünya yok abla. Benim gül güzelim yok! Ama biz bu insanlarla aynı masada oturmuş yemek yiyoruz..." başı omzuma düştü. Hıçkırıkları evin sessizliğine karıştı. Uzay alnını Dağhan'ın sırtına yaslayıp yüzünü saklarken Andre ve Hayat gözyaşlarını gizleme gereği duymadan Uzay'a ve Dağhan'a sıkıca sarıldılar. Onlardan başka her şeye algım kapandı. Duyduğum tek şey adım sesleri ve açılıp kapanan kapı oldu.

Olduğumuz  yere çöktük. Sessiz ağlayışlarımız birbirine karıştı. Dağhan'ın hıçkırıkları dinmedi. Uzay yaslanıp kaldığı sırttan başını çekmedi. Hayat ve Andre kollarını daha sıkı etrafımıza sardılar. Hepsinin başını sırayla okşadım. Ellerimi sırtlarında gezdirdim. Ağlasınlar istedim. Omzumda, kucağımda ağlasınlar, içlerinde tuttukları acılarını bana kussunlar istedim.

"Özür dilerim... Özür dilerim, yapmak zorundaydım. Dünya için bizim için..." Uzay başını usulca kaldırıp bana baktı. Çenesi kasılıydı ancak dudaklarının  titreyişini durduramamış gibiydi.  Uzanıp yanağını  okşadım.

"Hepsini gördüm. Hepsinin yüzüne baktım.   Korktular biliyor musunuz? Ben, bizden... Yapabileceklerimizden korktular..." Dağhan'ın derin iç çekişleri azaldı. Başını omzundan kaldırıp buğulu gözleriyle yüzüme baktı. Islak yanaklarını silip dizlerimin üzerinde yükselip başından öptüm. Onun ardından sırayla hepsini öptüm. Güzel gözlerine bakıp Uzay'ın elini sıkıca tuttum.

"En başında sana nasıl söz verdiysem o sözü şimdi yine veriyorum. Ne olursa olsun ama her ne olursa olsun yanınızda, arkanızda ve önünüzde olacağım. Yeri geldiğinde size yaslanacağınız dağ, yeri geldiğinde önünüzdeki taşları temizleyen olacağım. Dünya için, Dünya uğruna. Evlenmem gerekti evlendim. O katillerin evine girmem mi gerekiyor girerim. Ölmem mi gerekiyor ölürüm... "

"Dünya uğruna..." dedi Uzay bitik bir sesle. Başımı sallayıp tuttuğum elini sıktım. Dağhan yüzünü sıvazlayıp elini, Uzay'la birbirine tutunan ellerimizin üzerine yasladı. Onun ardından Hayat ve Andre'de ellerini yasladılar ve her birinin ağzından bir kez daha aynı kelimeler firar etti.

"Dünya uğruna..."

Dünya uğrunaydı. Benim yaptıklarım, yapacaklarım. Uzay'ın, Dağhan'ın diğerlerinin yapacakları Dünya uğrunaydı. Babamın  bunca yıllık hayatında ilk defa karanlığa adım atması, bembeyaz olan siciline kara leke düşürmeyi göze alması Dünya uğrunaydı. Çok sevdikleri hayat arkadaşlarını karşılarına alan babalarımızın bizi bu savaşın askerleri olarak kabul etmeleri de Dünya uğrunaydı... 

Her şey on sekizinde acımasızca katledilip hayattan koparılan Dünya uğrunaydı...


* * * 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERHABA!

ADEN 1. BÖLÜM KABUL GÖRMEYEN GERÇEKLER

ADEN 94. BÖLÜM SONSUZ SONLAR / FİNAL